9 Nisan 2011
GÜN geçmiyor ki, birileri birilerine ödül vermesin. Özellikle işadamları, gazetecilere, gazeteciler işadamlarına sürekli ödül verip duruyor.
Bir de yurt dışında verilen “kalite ödülleri” var. Sanayi firmaları belli bir bedel karşılığında bu çakma ödüllerden alıyorlar. Sonra da bunları kendi reklamlarında sanki bir kıymeti harbiyesi varmış gibi kullanıyorlar. Amaç halkı kandırmaktır. Bir ödülün sahtesi nasıl anlaşılır? Eğer ödül veren, bu ödül verme işinden, alandan fazla yararlanıyorsa, o ödül sahtedir. Dürüst ödülde kural, ödülü verenin, ödülü vermekten, doğrudan veya dolaylı hiçbir çıkarı olmamasıdır. Eğer ödül “aldım-verdim” muhabbetinde karşılıklı bir çıkar ilişkisi varsa bu tam sahtekârlıktır.
* * *
Bilindiği gibi “cilalı imaj” çağında yaşıyoruz. Herkes ve özellikle patronlar, imajlarını parlatmanın peşindeler. Eh böyle bir ihtiyaç varsa, bunu giderecek birileri de bulunur herhalde. İşadamlarına tavsiyem: Adına eskiden “Basın ve halkla münasebetler” denilen şimdilerde alafranga Türkçesiyle “Kurumsal İletişim” diye anılan bir hizmeti veren firmalar vardır. Eğer itibarınız, olması gereken düzeyde değilse, hemen bu şirketlerden biriyle anlaşın. Sizi şöyle allayıp, pullayıp bir güzel sahneye çıkarsın. Siz de nasıl dişinizle, tırnağınızla hayata asıldığınızı ve ne meşakkatle bugünkü gıpta edilecek hale geldiğinizi anlatan hayat hikâyenizi yazdırın. Aklınızda olsun, bu sektörde başarılı polisajcılar genellikle medyanın eski abla ve ağabeyleri arasından çıkar.
Son Söz: En iyi haber reklamdan, en iyi reklam haberden çıkar.
Rant avcılığı
TİLKİNİN on bir hikâyesi varmış, on biri de tavuk çalmak üzerineymiş. Ülkemizde başarılı işadamı olmanın on bir yöntemi varsa, on biri de rant (şike kâr) yaratmak üzerinedir. Rant avcılığı sanılmasın bıçkın girişimcilerin tekelindedir. Bu konuda belediyelerimizin eline kimse su dökemez. Duyduk ki; İstanbul Belediyesi, benzin istasyonları işleten bir firma kuracakmış. Sonra da bu BİT’ (Belediye İktisadi İşletmesi) ni satıp gelir elde edecekmiş. Benim bildiğim BELPET diye zaten belediyeye ait bir akaryakıt satış şirketi vardır. Buna ne oldu? Acaba bu proje BELPET’i canlandırmayı mı amaçlıyor yoksa bir ikinci şirket mi kuruluyor? Hamdolsun ülkemizde yerli ve yabancı bir sürü perakende akaryakıt satışı yapan firma var. Bunların içinde dünya çapına tecrübesi olanlar da mevcut. Şimdi belediye hangi uzmanlığı ile bu işe giriyor? Acaba “adil rekabet şartları” altında, rakiplerine nasıl üstünlük sağlayacak da bu BİT birkaç yıl sonra yüz milyonlarca dolara birilerine satılabilecek? Cevap “arsa rantı” yaratarak pek tabii. Kamuya ve hatta özel kişilere ait ve bugün benzin istasyonu kurulmasına izin verilmeyen kıymetli arsalara belediye “kendi kendine” izin verecek. Bu izinler doğal olarak arsa rantı yaratacak. Sonradan özelleştirilen TANSAŞ (Tanzim Satış) da arsa rantı yaratmak ana fikri üzerine kurulmuştu. Benim önerim şudur: Belediye eşe dosta iş çıkarmak için bir sürü kadro yaratacak bu teşebbüsten vazgeçsin. Hangi kıymetli arsalara göz koymuşsa onları ihale ile benzin şirketlerine satsın veya 49 yıllığına kiralasın. Aynı miktarda rantı yine elde eder.
Son Söz: Kamu işletmesinde imtiyaz yoksa kâr da yoktur.
Yazının Devamını Oku 6 Nisan 2011
GEÇEN hafta içinde 2010 yılına ait büyüme oranı, toplam ve kişi başına milli gelir rakamları yayımlandı.
Bu sonuçların en fazla ilgi toplayanı kişi başına milli gelirin 10 bin doların üstüne çıkması oldu. Bundan önce 2008 yılında da kişi başına milli gelir 10 bin 436 dolar olarak hesaplanmıştı. Başbakan “2023 yılında kişi başına milli gelir 25 bin dolar olması hedefi gerçekçidir. 6 yılda 3 katın üstünde artan milli gelir, 12 yılda pekâlâ 3 kat artabilir” dedi. İşte bu yanlıştır. Milli gelir 6 yılda (2002 hariç 2008 dâhil) %40, nüfus artışı düşülürse, kişi başına milli gelir de % 31 artmıştır. Resmi istatistikler bunu söylemektedir.
* * *
İddiayı tekrarlayalım. AKP iktidarı döneminde ekonominin çok iyi yönetildiği şeklinde genel bir kanaat vardır. Bunun kanıtı olarak da 2002 yılında, yani AKP’nin iş başına geldiği 2003 yılından önceki yılda, kişi başına milli gelirin sadece 3492 dolar olduğu, 6 yıl gibi kısa bir sürede bunun 10 bin 436 dolara çıktığı diğer bir değişle 3 katına çıktığı söylenir. İşte Başbakanın kullandığı rakamlar bunlardır. Milli gelir yaratılması son tahlilde “fizik” bir olaydır. Sabit fiyatlarla yapılan hesap sadece % 31 dolayında bir artış gösteren kişi başına milli gelir “dolara tercüme edilince” % 200 artmış olamaz. Bu bir çevirim hatasıdır. Bunu anlatmaya çalışıyorum.
* * *
Muhasebe, bir ölçme disiplinidir. Doğru ölçü almak için öncelikle sabit bir ölçü birimine (constant unit of measurement) ihtiyaç vardır. Eğer elde böyle bir ölçü birimi yoksa rakamlar düzeltilir. Muhasebe ilkelerine göre, eski yıllara ait rakamlar “son yılın” TL’sine veya dolarına dönüştürülerek ifade edilir. TÜİK’in yaptığı sabit fiyatlarla milli gelir hesaplaması benim bu makalede anlattığım yanlışlıkla ilgili değildir. Zaten sonuç değişmez. Muhasebenin bir amacı da “kamuyu aydınlatmaktır”. İnsanlar 8 yıl önceki doların veya TL’nin satın alma gücünü hatırlamaz. Ama yaşanan dönemin fiyatları canlıdır. Eski rakamlar günümüze taşınırsa anlatım gücü artar. Onun için ben 2002 yılının dolarla ifade edilen kişi başına milli gelirini 2010 yılının doları cinsinden hesaplıyorum. Bu 7 bin 600 dolardır.
Yazının Devamını Oku 2 Nisan 2011
MİLLİ gelir istatistikleri açıklandı. 2010 yılında Türkiye’nin milli geliri, 2009 yılına kıyasla yüzde 8.9 büyümüş. Bu, tek başına bakılırsa son derece iyi bir sonuçtur. O kadar iyi bir sonuçtur ki; konumları itibariyle iyimser olması gereken ve genellikle yüksek beklenti açıklayan hükümetin hayal ettiğinden bile yüksektir. Ne bütçede ne de “Orta Vadeli Programda” böyle bir büyüme öngörülmemişti. Bu büyümeye “kontrolsüz büyüme” de veya ekonomide “istenmeyen ısınma” denebilir. Hepimizin bildiği gibi bu büyümenin en önemli sebebi, ülkemize giren yabancı paradır. Şu sıralarda bu kontrolsüz büyümenin, daha doğrusu büyümeyi tetikleyen cari açık artışının “finansal istikrarsızlık” yaratmasından ürken Merkez Bankası, milli gelir artışını yavaşlatıcı önlemler almaktadır. Bu önlemler bankaların kârını azaltacağı için bankacılar isyanları oynamaktadır. Ne olursa olsun, 2010 milli gelirin rekor düzeyde büyümesi sevinilecek bir şeydir.
¡ ¡ ¡
Milli gelir, ulusal parayla ve cari fiyatlarla ölçülür. Sonra sabit fiyata dönüştürülür. Bir önceki yılın sabit fiyatlarla hesaplanmış milli gelir toplamına bölünerek, büyümenin yüzdesi bulunur. Bir ülkenin milli gelirini toplam veya kişi başına olarak, diğer ülkelerle kıyaslamak için, ulusal parayla hesaplanan milli gelir rakamları, “Amerikan Doları”na tercüme edilir. Bu uzun yıllardır böyle yapılmaktadır. Akla niçin Euro’ya tercüme edilmiyor sorusu gelebilir. Bu doğru bir sorudur. Çünkü ABD Doları ciddi şekilde değer kaybeden bir para birimidir. Bu yüzden dolarlı ölçümler bazen kafa karıştırmaktadır. Bu sorun özellikle Türkiye için geçerlidir.
¡ ¡ ¡
AKP, 2002 yılı son baharında iktidara geldi. Dolayısıyla AKP’nin ilk iktidar yılı 2003’tür. 2002 yılı sonuçlarına AKP’nin olumlu veya olumsuz bir katkısı yoktur. 2002’den AKP sorumlu değildir. 2003 ile 2010 arasında (2010 dâhil) AKP 8 yıldır iktidardadır. Bu sekiz yılda sabit fiyatlarla Türkiye’nin milli geliri toplam olarak yüzde 45.7 artmıştır. Yine bu son 8 yıl içinde Türkiye’nin nüfusu yılda yüzde 1.2 arttığı varsayımına göre yüzde 10 büyümüştür. Milli gelir artışı yüzdesi, nüfus artış yüzdesine bölünürse kişi başına milli gelir artışı oranı bulunur. Bu işlemi yapınca (1.457 bölü 1.1) sonuç 1.325 çıkmaktadır. Yani Türkiye’de kişi başına milli gelir 8 yılda yüzde 32.5 artmıştır. Buraya kadar kimsenin itiraz edeceği bir şey olamaz.
¡ ¡ ¡
2010 yılının TL’li kişi başına milli gelir rakamının ABD Dolarına tercüme edilmesiyle bulunan büyüklük 10 bin 79 dolardır. Yukarıdaki paragrafta 8 yıllık AKP iktidarında kişi başına milli gelirin yüzde 32.5 arttığını hesaplamıştık. 2010 yılına ait kişi başına milli gelir rakamı olan 10 bin 79 dolar, 1.325’e bölünürse 7 bin 606 çıkar. İşte bu, AKP iktidara gelmeden önceki 2002 yılının kişi başına milli gelirinin “ABD DOLARININ BUGÜNKÜ SATIN ALMA GÜCÜ” ile hesaplanmış büyüklüğüdür. 2002 yılında ABD Doları’nın gerek dünyada gerekse Türkiye’deki satın alma gücü bugünkünden fazlaydı. Toplam veya kişi başına milli gelirin dolara tercümesinin doğru yöntemi yukarıda yapılan hesaptır. Cari kurlarla dolara dönüştürme yanlıştır.
Son Söz: Dikkat et; seni hesapla aldatmasınlar.
Yazının Devamını Oku 30 Mart 2011
ÖNCE devletin ekonomideki büyüklüğü hakkında kıyaslamalı iki sayı vereceğim. The Economist dergisinde yayımlanan bir tabloya göre gelişmiş ülkelerde, devlet harcamalarının milli gelir içindeki payı 1913 yılında yüzde 12.7 iken, 2009 yılında yüzde 47.7’e yükselmiş. Tablo 1870 den başlıyıp, günümüze kadar geliyor. Ben son 100 yıldaki değişimi göstersin diye 1913 ile 2009 yıllarındaki artışın ortalamasını verdim. Fransa, asrın başından beri devletin büyüklüğü açısından ön sıradaki yerini koruyor. Nitekim 2009’un en yüksek oranı yüzde 56’yla Fransa’ya ait. 2009 yılının en düşük oranı ise yüzde 36.7 ile İsviçre’de. İşin ilginç tarafı İsviçre, yüzyılın başlarında devletin büyüklüğü ölçümlerinde ön sıradayken, yıllar geçtikçe geriye düşüyor. Yahut “devleti küçültmek başarıdır” kıstasına göre gelişme kaydediyor. Zaman, zaman sıralama değişse bile, ölçümler zengin ülkelerde “devlet harcamalarının, milli gelir içindeki payının” yüz yılda 4 kat arttığını tartışmasız bir şekilde ortaya koyuyor. Türkiye’de bu oran yüzde 33 dolayındadır. Demek ki, Türkiye zenginleştikçe bu oran büyüyecektir.
* * *
İşin ilginç yanı, bu değişim “devletçilik” denilen sosyalist tabanlı iktisat politikalarının, yerini “serbest piyasacılık” denilen, kapitalist ideolojiye dayalı politikalara bıraktığı bir dönemde oluyor. Bu durumda akla gelen soru şudur: Acaba, devlet harcamalarının milli gelir içindeki payının artması, aslında “serbest piyasacılık” denilen uygulamaların bir sonucu mudur? Yani ilk bakışta ortada bir çelişki var gibi gözükmesine rağmen, tam aksine bu oluşumda bir pozitif nedensellik bağımı mı vardır? Düşünmeye değer.
* * *
Sorunun cevabını bulmadan önce kullanılan ölçme yöntemini irdelemek gerekir. Artan oran “üretim”de değil “harcama”da devletin payıdır. Devletçilik, devletin malik-müteşebbis kimliği ile üretimde yüksek pay sahibi olmasıdır. Serbest piyasacılık ise, kamu iktisadi kuruluşlarını satarak (aktif özelleştirme) veya özel sektörün faaliyet gösterdiği veya gösterebileceği alanlara devleti sokmayarak (pasif özelleştirme) üretimde kamunun payını küçültmektir. Demek ki; devletin üretimdeki payı küçülürken, harcamalardaki payının artmasında kavramsal bir çelişki yoktur.
* * *
Şimdi sorunun can alıcı kısmına gelelim. Üretimde beceriksiz olduğunu kabul eden ve bu yüzden devletin üretimdeki payını küçülten siyasi irade, iş milli gelirin harcamasına gelince “bu işi devlet yani iktidarımız daha iyi yapar” diyebiliyor. Halbuki genel kanaat,
en gayri iktisadi kararların, başkasının parasını harcayanların aldığı yönündedir. Asıl çelişki budur!
Son Söz: İsrafın diğer adı, sosyal faydadır.
Yazının Devamını Oku 26 Mart 2011
HERKES kendince bir sosyal psikologdur. Ben de öyleyim. Bugünkü yazımda “Ergenekon ve Kontr-Ergenekon” soğuk savaşının yarattığı, özellikle okumuş kesimi mutsuz eden bir ruhsal soruna değineceğim.
¡ ¡ ¡
Freud, ‘insan dünyaya bir “beden” ve bir “ben” ile gelir; insanın doğuştan vicdanı yoktur’ der. Vicdan, kişinin, bedensel ve bencil davranışlarından dolayı, kendini başkalarına sorumlu hissetmesini sağlar. Vicdan, insan geliştikçe, oluşur. Vicdan oluştukça, beden ve benlikle çatışır. Bu çatışma insana azap verir. Vicdan azabı çekmek, vicdanın oluştuğuna işarettir. Hiç vicdan azabı çekmeyenin vicdanı, bencilliğine yenilmiş demektir.
¡ ¡ ¡
Nasıl kişinin vicdanı ona azap verirse, toplumun vicdanı da topluma azap verir. Toplumun vicdanı, onun aydınlarıdır. Bu yüzden toplum, aydınları sevmez. Bir insan iyi eğitilmiş ve kendini yetiştirmiş olabilir. Belli konularda uzmanlaşmış ve toplumun başvuru kaynağı haline gelmiş de olabilir. Ama bu özellikleri onu aydın yapmaz. Aydının görevi, topluma vicdan azabı çektirmektir. Aydın olmanın ön şartı ise, kişinin vicdan azabı çekmiş olmasıdır. Kendisi hiç vicdan azabı çekmeyen, üstelik hayatının tadını doyasıya çıkarmayı yaşam biçimi haline getiren kişiye “aydın” denemez. Toplum bu kişileri derhal teşhis eder. Onları, “entel, dantel” gibi sıfatlarla alaya alır. Toplumun vicdanı olmaya başlayan aydın, bu görevinde vicdanlı davranmakla yükümlüdür. Aydın olmanın raconu budur.
¡ ¡ ¡
Aydınların en büyük sorunu, tutarsızlaşmaktır. Vicdanlarını inşa ederken kullandıkları fikir, kanaat ve inançları bir gün gelir birbiriyle çelişebilir. Bu uyumsuzluğu, önce kişi fark eder. Kısa bir süre sonra kişinin söylem ve eylemlerindeki tutarsızlık, dışarıdan bakınca da görülür. Buna “bilinçsel uyumsuzluk” veya “bilinçsel tutarsızlık” (İngilizcesi Cognitive Dissonance) denir. Bu kafa karışıklığı, sadece aydınlara musallat olan bir illet değildir. Kendi çapında düşünen, yazan ve konuşan herkes hayatının bir döneminde bu derde duçar olabilir. Nitekim bugün Türkiye’de yaşanan “Cumhuriyet Değerleri ile İslamcıl Demokrasi” çatışması, çok kişide bilinçsel uyumsuzluk yaratmıştır. Kişiler kendilerine ve başkalarına güvenmez olmuştur. Ötekileri, yalancı, aptal, hain veya art niyetli görme eğilimi artmıştır.
¡ ¡ ¡
Bu derde düşen insanda doğal olarak tutarsızlığı ortadan kaldırma dürtüsü harekete geçer. Çünkü insan “mutlu” olmak ister. Bilinçsel tutarsızlık ise insanı mutsuz eder. Psikolog Feslinger’e göre “Bilinçsel Tutarsızlık” tan kurtulanın aşamalı olarak başvurulacak üç yolu vardır.
1. Sorun çıkaran inanç ve fikirlerinizi önemsiz ve hatta yanlış ilan edin.
2. Kafanızı, yeni inanç ve fikirlerle donatın.
3. Bilinçsel tutarsızlığınıza sebep olan eski inanç ve fikirlerden vazgeçin.
Benim ilavelerim: Modaya uyun, bükemediğiniz eli öpün, güce tapın, başkalarını suçlayın, yeni çevre oluşturun ve yeni ruh dostları edinin. Davranışlarınızı, konuşmanızı değiştirin. Böylece kafa karışıklığınız ve iç huzursuzluğunuz bitecektir. İşte mutluluk! Yeniden doğdunuz. Tebrikler.
Son Söz: İnsanın en yakın dostu, kendisidir.
Yazının Devamını Oku 23 Mart 2011
HÜRRİYET’te 28 yıldır, esas olarak iktisat ağırlıklı makaleler yazıyorum. Halbuki köşe yazarlarının en büyük ayrıcalığı, her köfteye maydanoz olma özgürlüğüdür. Bu bende yok. Ancak iktisadın kapsam alanı hayatın tamamıdır. Bu yüzden zaman, zaman ekonomik konuların dışına çıkmam gerekiyor. Bunları da “iktisatçı” kafasıyla ele alıyorum. Yani ele aldığım her şeyde önce “maksadı” bulmaya çalışıyorum. Doğru veya yanlışı “maksada hizmet ediyor mu, etmiyor mu” kıstasına göre saptıyorum.
JAPON YEN’İ NİYE DEĞERLENDİ
Japonya birbirini izleyen üç felaketle birden karşılaştı. Bunlar “9” büyüklüğünde bir deprem, yüksekliği 10 metreyi aşan dev dalgalar ve nükleer santrallerin kontrolden çıkarak, kendi kendini eritip, çevresini tahrip eder hale gelme tehlikesiydi. Bu şartlar altında Japon ekonomisinin zafiyete uğraması kaçınılmazdır. Ekonomisi zafiyete düşen ülkenin dış ticarette rekabet gücü düşer. Rekabet gücü düşen ülkenin parası da “değer kaybeder”. Ama böyle olmadı. Bir de görüldü ki, Japon Yen’i Amerikan Doları karşısında değerleniyor. “Piyasalarda” olmaması gereken bir değişim ortaya çıkınca, “devletler” olaya müdahale etti. “Büyük 7’ler” (G-7) denen ülkelerin merkez bankaları, Yen satıp dolar ve diğer para birimlerinden satın almaya başladı. Japon parasının değerlenmesi durduruldu. Müdahalenin gerekçesi şöyle açıklandı. Her ne kadar bu olay, kural olarak karışılmaması gereken “piyasalarda” cereyan etmiş olsa bile, gerisinde istifçi bir güdü, yani “keriz silkeleme” amacı vardır. Bu kıssadan çıkacak hisse şudur: Piyasa oyuncuları, serbest piyasa oyununun ilke ve kurallarına uymazsa, piyasa dışı güçlerin piyasalara müdahale etmesine sebep olurlar.
BARIŞ ÖDÜLÜ SAHİBİ OBAMA, SAVAŞA BAŞLADI
Hüseyin Bereket Obama, ABD Başkanı seçilince, kendisine tahta çıkma armağanı olarak “Nobel Barış Ödülü” verildi. Nobel ödüllerinden ikisi palavradır. Daha doğrusu, Batı ideolojisinin propagandası için verilir. Bunlardan biri “edebiyat” diğeri “barış” ödülleridir. Obama, daha hiçbir icraat yapmadan bu ödülü alınca ben buna “avans ödül” adını uygun görmüştüm. Yani jüri herhalde “Obama çok barışsever” duruyor. Baksanıza, adam hem beyaz, hem siyah. Hem babadan Müslüman, hem anadan Hıristiyan. Bundan daha iyi ABD başkanı bulunamaz O mutlaka barışa hizmet edecektir, iyisi mi ona avans olarak bir ödül verelim demiştir. Obama bu beklentileri boşa çıkarmadı. Önce Irak’tan asker çekip Afganistan’a yüklendi. Baktı ki; Fransa’nın dengesiz Başkanı Sarkozy, dişine göre bulduğu Libya’yı yiyecek, bari bu pastayı ona yedirmeyeyim diye Birleşmiş Milletler kararı ayağına yatıp, o da Libya’yı bombalamaya başladı. Biz biliyoruz ki, her savaş, savaş değildir. Bazıları “Barış Harekâtı”dır.
SHOPPING FEST ALIŞVERİŞ ŞENLİĞİ
İstanbul’da piyasalar canlansın diye bir sürüm kampanyası başladı. Adını yukarıya yazdım. Şenlik tamam da bu kadar dükkân müşteri beklerken “kaldırım işgal eden büfeler” ne oluyor? Cambaza bak mı yani?
Son Söz: Propaganda, yiyen varsa yapılır.
Yazının Devamını Oku 19 Mart 2011
TÜSİAD tarafından çıkarılan “Görüş” dergisinin son sayısında “Yeni CHP Dünya ve Türkiye Ekonomisine Nasıl Bakıyor” başlıklı bir makale var.
Yazarı partinin Genel Başkan Yardımcısı Umut Oran. CHP, esas olarak “üleştirici” AKP ve ağabeyleri ise “ürettirici” dir. Buna istenirse CHP “sendikacı”, AKP “müteahhit”tir de denebilir. Makale bu tasnifi haklı kılıyor.
Türk ekonomisinin yumuşak karnı, cari açığıdır. Türk ekonomisinin çarkları, dışarıdan para gelmeden dönmüyor. Para geldikçe işler açılıyor, kamu finansmanı rahatlıyor. Mutlulukla izlediğimiz “Birincil Bütçe Fazlası” (yani faiz giderleri düşülmeden hesaplanan kamunun gelir, gider farkı) bile aslında cari açık denilen “şerden” doğan bir “hayır”dır. Cari açığı yaratan, dış ticaret açığıdır. Kısaca çok mal ithal edip, az mal ihraç ediyoruz. Bütçe gelirlerinde ortaya çıkan artış da dolaylı vergilerden kaynaklanıyor. Dolaylı vergiler de ithalat arttıkça artıyor. KDV ve ÖTV, hem gümrükte alınıyor hem de kayıt içine girmiş ithal malların iç ticaretinde ilave vergi geliri yaratıyor. Buna ithal girdi kullanan yerli sanayinin ürettiği mallardan alınan vergiler de katılınca, bütçenin gelir tarafı büyüyor. Bu arada yiğidin hakkını da yememek gerek. Faiz dışı harcamalarda da ipin ucu elden bırakılmıyor. Hükümeti bu açıdan, Merkez Bankası’nı da faizleri düşürdüğü için kutlarım.
Sayın Oran makalesinin bir yerinde “CHP, cari açığın tasarruf açığı olduğunun bilincinde olarak, maliye politikasında da etkinliği arttırıcı önlemlere başvuracaktır” diyor. Cari açığın yani ülkenin kazandığı dövizlerle harcadığı döviz arasındaki farkın, tasarruf açığı olduğu önermesi yanlıştır. Bunun böyle olmadığını anlatmaktan ben yoruldum. Ancak ümit etmiştim ki, “söyleyecek bir çift yeni söz bulması gereken” muhalefet partilerinin iktisatçıları bana kulak vermişlerdir. Heyhat! O bekleyiş de boşa çıktı. İnşallah bir gün Nobel Ödülü almış bir iktisatçı benim tezimin paralelinde bir makale yazar, ben de son Yeniçeri gibi savaşmaktan kurtulurum
Milli gelir, tüketim ve yatırım harcamaları toplamından, cari açık rakamının düşülmesiyle bulunur. Çünkü cari açık, o ülke halkının yaratmadığı ama harcadığı katma değerdir. Bu, başka milletlerin harcamadıkları paradır. Cari fazlası olanların “tasarruf fazlası” var denebilir. Ancak açık veren ülkeler için “tasarruf açığı” var denemez. Cari açığa “tasarruf açığı” demek, “biz bu dış borcu tüketim değil, yatırım için aldık demektir”. Halk indinde borcu, tüketim için almak kötü, yatırım için almak iyidir. Yalanın gerekçesi budur.
Yazının Devamını Oku 16 Mart 2011
JAPONYA’da meydana gelen “9” büyüklüğündeki deprem ve daha da önemlisi depremin sonucunda oluşan dev dalgalar yüzünden Japon ekonomisi büyük yara aldı. Ortaya çıkan maddi hasarı hesaplamak hem çok zordur hem de vakit çok erken. Ancak bunun yüzlerce milyar dolar mertebesinde olması mümkün. Maddi hasar iki boyutta ölçülecektir.
1. Milli Gelirde yaratacağı düşme, yani “gelir kaybı”,
2. Milli servette yaratacağı eksilme, yani “servet kaybı”.
Milli gelir hemen herkesin aşina olduğu bir deyimdir. Milli servet ise az bilinen, zor hesaplanan ve seyrek kullanılan bir ölçümdür. Ancak büyük felaketlerden sonra yapılan “felaketin maliyeti” hesaplarında bu iki kavram birbirine karışır. Milli gelirdeki düşme ile milli servetteki eksilme toplanarak bir rakam bulunur.
Bugün bu hesapları irdeleyeceğiz.
* * *
Gelir bir akardır. Akar olduğu için de dönemseldir. Milli gelir ölçme dönemi genelde bir yıldır. Japonya’nın milli geliri yılda 5 trilyon dolardan fazladır. Yaşanan felaket dolayısıyla, olayı izleyen haftalarda üretimde ve dolayısıyla milli gelir yaratılmasında aksama olacaktır. Deprem, milli gelirin % 30’nun yaratıldığı bir bölgeyi vurmuştur. Sanayi, tarım ve hizmetlerde kapasite kullanım oranları, yılın dörtte birinde, yani üç ay süreyle % 50’ye düşse, Japon milli gelirinde %30’un, dörtte birinin, yarısı kadar bir düşme olur. Bu da kabaca 200 milyar dolar eder. Ancak, yapılacak kurtarma, enkaz kaldırma yeniden inşa gibi faaliyet de milli geliri arttıracaktır.
* * *
Devletin yapacağı her tür bayındırlık ve sosyal harcamalar “mili gelir muhasebesi” mantığı gereği, hesaplara “katma değer yaratılması” olarak intikal eder. Japon ekonomisi uzun süredir içinde bulunduğu durgunluktan bu felaket sayesinde daha çabuk çıkabilir. Yılın ikinci yarısında büyüme hızlanır. Bu hızlanma, ekonominin tamamında kendini gösterir. Önümüzdeki yıllarda da etkisini sürdürür. Felaketin 2011 yılına olan “gelir kaybı” etkisi yarı yarıya hatta daha aza düşebilir. Bu dönemde Japonya’nın “ticaret fazlası” azalır. Bu milli gelir hesaplarına eksi olarak yansır. Buna mukabil artan ithalat “toplam harcamaları” arttırır. Bu da halkın refahına olumlu etki yapar.
* * *
Milli servet azalması ayrı bir hesaptır. Servet birikimli bir kavramdır. Yıkılan binalar, yollar, altyapı tesisleri, fabrikalar, batan gemiler, kullanılamaz hale gelen araç ve gerecin sayımı yapılır. Böylece toplam malvarlığı eksilmesi, yani kaybolan milli servet hesaplanır.
Milli servet, Japonya gibi gelişmiş bir sanayi ülkesinde milli gelirin yaklaşık 20 katıdır. Yani Japonya’nın milli serveti kabaca 100 trilyon dolardır. Yukarıda listesini çıkardığım kaybolan fiziksel varlıkların değerini benim buradan kestirmem mümkün değildir. 10 bin ev kullanılamaz hale gelmiş olsa, 100 bin dolardan 1 milyar dolar eder. Tanesi 10 bin dolardan 100 bin motorlu taşıt hurdaya çıksa, o da 1 milyar dolar eder.
Bunlar nispeten küçük rakamlardır. Sigortacılar 35 milyar dolardan bahsediyor. Pek tabii esas kayıplar nükleer ve diğer elektrik üretim tesislerinde, sanayide ve alt yapıda oluşmuştur.
Toplam maliyet herhalde 300 milyar dolardan fazla olacaktır. Ama her halükârda Japonya bu felaketi atlatabilecek güçtedir.
Son Söz: Mal geri gelir, can geri gelmez.
Yazının Devamını Oku