ÇARŞAMBA günkü “Harp Ekonomisi” başlıklı yazım, Ergenekon davası da dâhil, iç siyasette olan bitenin, konuşulan ve yazılanların anlaşılmasını sağlayacak bir kılavuzdu.
Yazıda esas olarak Türkiye’de bugün bir “soğuk iç savaş” yaşandığını söylüyordum. Eğer bir şeyin kendisi savaşsa, önce bunun adını koymak gerekir. Bunu idrak etmeden, cereyan eden hadiseleri demokrasi, hukuk, insan hakları veya basın özgürlüğü gibi kıstaslara göre yorumlamak ve sonuç çıkarmaya çalışmak, ya taraf olmaktır ya da saftorik bir gayrettir. Eğer olayları böyle yorumlayanlar, kendilerini saftorik olarak görmüyorlarsa, okurlarını saftorik kabul ediyorlar demektir. * * * Bugünkü yazım da, ekonomide olup biteni, yazılan ve söyleneni anlama kılavuzudur. İktisatta “iyimserlik, iyiliği; kötümserlik, kötülüğü çağırır” diye bir kural vardır. Ekonomi yönetiminin stratejik amacı, ülkenin “sermaye birikimini” arttırmaktır. Bir ülkenin fizik, finans ve beşeri kaynakları ne kadar gelişirse, o ülkenin sürdürülebilir refahı o kadar artar. Taktik amaç ise, “iyimserlik yayarak beklentileri yönetmektir”. Bunun için sürekli “dünya âlem bize hayran” propagandası yapılır. Okuduğunuz ekonomi haberlerinin hepsi reklâmdır. Kural olarak; beklentiler ne kadar olumluysa, yerli ve yabancı yatırımcıların o ülkeye akıtacakları “sermaye” de o kadar çok olur. Sermaye, emeğin atıdır. Atı olmayan emekçi, refah yolunda yaya kalır. * * * Geri kalmış, az gelişmiş veya kibar değişiyle gelişen bir ülke, “sermaye birikimi yetersiz” olan demektir. Bu ülkelerin siyasi liderleri, bu noksanı çok iyi bilir. Sermaye birikimi iki yolla sağlanır. Ya iç tasarruf arttırılır, ya da ülkeye yabancı sermaye çekilir. İç tasarrufu arttırmak için, milli gelirin % 80’nini yaratan emeğin tüketimini kısmak gerekir. Komünistler buna “emek sömürüsü” derler. Eğer kısılan tüketim sonucu artan tasarruflarının yarattığı “sermaye”nin sahibi yine emekçilerse, orada bir sömürü yoktur. Bizim gibi orta gelir kümesindeki ülkelerde, emekçilerin tüketimini kısmak yani bu amaca hizmet eden iktisadi politikalar izlemek, siyasi partilere oy kaybettirebilir. O zaman geriye, hem halkı üzmeyecek hem de iktisadi gelişmeyi sağlayacak tek bir yol kalmaktadır. O da “ülkeye olabildiğince çok yabancı sermaye çekmektir”. AKP’nin izlediği iktisadi politikanın esası budur. Bu sebeple Başbakan “paranın, yani ülkeye gelen yabancı sermayenin, rengi, dini, milliyeti olmaz; yeter ki gelsinler” demektedir. * * * Bu iş bu kadar basit midir? Yani bir ülke, iç tasarruflarını arttırmadan, sadece yabancıların parasıyla “sermaye birikimini” sağlayıp, sürdürülebilir yüksek refah düzeyine ulaşabilir mi? Ben bunu mümkün görmeyenlerim. Ama Yunanistan, İrlanda ve Portekiz deneylerinden sonra içime bir kuşku düştü. Bu üç ülke de yabancı sermeye sayesinde, tüketimi kısmadan refah düzeylerini arttırdı. Tamam; günün sonun finansal krize girdiler. Ancak imdatlarına alacaklıları yetişti. Henüz kurtarma operasyonu bitmedi, ama “yabancı tasarrufla kalkınma” modeline başladıkları günkü nispeten düşük refah düzeyine gerilemediler. Acaba durmadan büyüyen cari açığı pek de dert etmeyenlerin kafalarının gerisinde, şişen dış borçlar yüzünden, ülkemiz bir gün finansal girerse, Yunanistan gibi “çömlek patladı” demek mi var? Son Söz: Önceki yanlış, sonraki yanlışı haklı kılar.