Ebru Çapa

1000 voltluk sevgilerimle

18 Mart 2004
Bu aralar kalbin kapıları aşka, han kapısı modeli açık olsa gerek... Yine ayaklı trafo gibi dolanmaya başladım ortalıkta. Taksiye bineceğim zaman camı tıklatıp, şoförden kapıyı içeriden açmasını rica ediyorum misál. Yoksa kapıya elimi atmamla, ‘ÇITONNGGG’ diye patlayan bir kıvılcım eşliğinde iki adım geriye sıçramam bir oluyor. Bir gönüle İstanbul’un bütün taksi şoförleri sığar mı şekerim?!?

Bende bir sapıklık olsa gerek. Daha bu sabah, hemcinsim olan afacan stajyerin yanağından kesme alırken de bir elektrik alışverişinde bulunduk meselá: ‘Ciyyuvvv!’

Bilgisayarla aramızdaki aşk-nefret ilişkisini hiç sormayın. Hani evli olsak, bu kadar olur. O beni çatır çutur çarpıyor, ben onu dan-dun yumrukluyorum; gül gibi geçinip gidiyoruz.

Tamam yani, kablolarla, antenlerle ve sairle iğne oyası misali işlenmiş bir binada çalışınca, görünmeyen bir fişle her daim prize takılıymış gibi yaşıyor insan. Vaziyet doğal sayılabilir yani...

Fakat ne olur ne olmaz... Ben yine de iletişimin, muhabbetin, hoşlaşmanın filan adı, şu Ben Evleniyorum, yok, Biz Evleniyoruz, yok be, yine değişmişti di mi, şey, neydi; hah, Sevda Masalı’nın ‘türedi’ tabiriyle ‘elektrik’ alışverişine dönüştüğünden beri kendimi yoklama ihtiyacı duyuyorum.

Málûmunuz, hayat dilde varolur. E, hál böyleyken, bünyedeki elektriği kime yollayacağını bileceksin, voltlarını moltlarını öyle müsrifçe, olur olmaz kişilere akıtıp hacamat etmeyeceksin...

Bakınız taze taze: Nurgül Yeşilçay, Cem Özer ile sürekli birlikte görünmelerini aşk şeklinde yorumlanmasına isyan etmiş. Nasıl etmiş?.. ‘Aralarında henüz bir elektrik olmadığını, ancak ilerde bir ilişki yaşanırsa, buna da kimsenin şaşırmaması gerektiğini’ söylemiş...

Sonracığıma, Perihan Mağden’in kaleme aldığı İki Genç Kızın Romanı’ndan uyarlanacak olan filmde anne rolünü oynayacak olan Hülya Avşar’ın; ‘Mağden tasvip ettiğim biri değil. Çok dengesiz ve patavatsız biri olduğu için ondan elektrik alamıyorum’ şeklindeki ‘müthiş’ belagatı var...

Bu elektrik geyiği bana bir iyi geldi ki sormayın. İşin adını farklı koyunca, her şey farklı görünüyor azizim... Daha düne kadar, kendimi nevroz topacı zannederdim; oysa güzel insan, gönül kadınıymışım; hatta bir nevi sevgi böcüğüymüşüm, bilmezmişim...

Asparagas

Çözümse, arıyoruz işte...

İsviçre’de yapılacak dörtlü konferansa katılmayacağını ancak bu durumun görüşmelerden çekildiği manasına gelmediğini açıklayan, bunun yanında Yeni Kıbrıs Cumhuriyeti’nin yeni bayrağında, kırmızı rengin altta olmasından duyduğu rahatsızlığı dile getirip ‘Bayrak, yatay değil, dikey çubuklardan oluşursa problem ortadan kalkar’ şeklinde bir ‘çözüm arayışına’ giden KKTC Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş, geçinmeye gönlü olduğunu kanıtlamak adına yeni formüller de üretebileceğini ifade etti: ‘Mavi, sarı ve kırmızı çubukların arasına küçük küstüm çiçeği motifleriyle kenar süsü yapılabilir. Ya da bizim ünlü Kıbrıs keçilerinden iki tanesini, bir köprü üzerinde boynuzları tokuşturmuş şekilde resmeden bir bayrak düşünülebilir. Ya da diyorum, üzerinde ‘Ne emmeye, ne gömmeye’ yazan, graffitili bayrak modeliyle bir ilke imza atılabilir. Postmodern bir esprisi olur, hoş olur, yakışır...’
Yazının Devamını Oku

Kurtar bizi baba! Ama kendinden de e mi?

17 Mart 2004
Çıldır çıldır, bitmiyor... Bu devletin -ki Kadından Sorumlu Devlet Bakanı, ekseri maçodur- birimlerinin öncül vazifesi, kadın denen ‘tür’le dalga geçmek olsa gerek... Bildiğiniz üzre, Başbakanlık Küçükleri Muzır Neşriyattan Koruma Kurulu’nun son icraati, Meltem Arıkan’ın, gerçek yaşam öykülerinden yola çıkarak kaleme aldığı ve çocukken cinsel travma yaşayan kadınların hikáyelerini anlattığı ‘Yeter Tenimi Acıtmayın’ adlı kitabını toplatmak oldu...

Sebep: ‘Kurmaca gayrı ahláki ilişkilerin Türk aile yapısını sarmalamış olağan ilişkiler şeklinde genelleştirerek sunan’ kitabın, ‘halkın ar ve haya duygularını inciten, cinsi arzuları tahrik ve istismar edici nitelikte genel ahláka aykırı’ bir yayın olması!!!

Bir madde ki erkek kahvehanelerine şenlik! Neresinden tutsanız, elinizde kalıyor.

Güdülen, her zamanki politika: Kol kırk yerinden kırık ama olsun varsın, nasılsa yen içinde kalıyor...

Zira biz bu halkın ar ve haya duygularını korumanın metodunu devekuşu atalarımızdan devraldık... En başarılı olduğumuz alan, en bildik atasporumuz aymazlık...

Gelin görün ki her Allah’ın günü gazetelerde sayısız taciz haberi yer alıyor. Eskiden elektrik kesintileri bahane gösterilirdi, şimdilerde zavallı çocuklar ‘üvey babaları tarafından tecavüze uğradıkları için ders çalışamadıklarını’ sınav káğıtlarına bir imdat feryadı olarak not düşüyor. Málûmunuz, bu ülkede tecavüze uğrayan kadınların namusu da mütecavizle evlendirilmek suretiyle ‘kurtarılıyor.’

Fakat hayatın acı gerçeklerinden bize ne di mi? Biz her zamanki gibi ‘vitrin’e bakarız... Yok ‘muş gibi’ yaparız, konuyu kapatırız... İcabında, taciz mağduru kadınlara işkence etmek suretiyle babalarının Hulusi Kentmen olduğuna dair ifade bile imzalatırız.

Zira Meltem Arıkan da o kitabı, porno neşriyat bábında yayınlatmıştı... Millet alsın, okusun, cinsel açıdan tahrik olsun diye... Hem zaten Allah bilir, kendisi de taciz mağduru olan Meltem Arıkan denen aşüfte, babasına kuyruk da sallamıştır.

Kadın kuyruk sallamasa, erkek adam taciz maciz etmez kardeşim!

Ay yine çok haklısınız; Kurul Amca, size baba diyebilir miyim?


Asparagas

Ben Önal, Hatun Önal Ayşe Hatun Önal

‘Gençliğinde MİT ile ilgili kitaplar okuduğunu ve MİT’de çalışmayı arzuladığını, ancak güzelliğinden dolayı kendini saklayamayacağı için şimdilerde böyle bir isteği bulunmadığını’ açıklayan Ayşe Hatun Önal’ın esas niyeti belli oldu. Ajanlık becerisini KKK’nın bünyesinde sergilemeye karar verdiğini beyan eden Ayşe Hatun Önal, Laila-Reina cemaati ile Etiler çevresini, basen çevresi kadar yakından tanıdığını, ayrıca kar maskesinin kendisine çok yakıştığını, bu görev için biçilmiş kaftan olduğunu ifade etti ve kaymakam olmak için kimden özel ders almak gerektiğini sordu. Önal, sadece Mülkiye mezunlarının kaymakam olabildiğinin ve istihbarat birimi mensuplarının genellikle kar maskesi kullanmadığının söylenmesi üzerine omuzlarını silkti: ‘Ay n’apalım, ben de Ercan’a söylerim, o bana torpille Charlie’nin kadrosundan bir meleklik ayarlar...’
Yazının Devamını Oku

Emrin olur!

14 Mart 2004
Duvara Karşı öyle bir film ki: Afallatıcı bir hikáye, şahane çekilmiş kareler, harikulade bir sinema dili, mükemmel oyunculuk performansları... Kelimeler kifayetsiz; öyle, öyle, öyle ki... Film gibi film, arslan gibi film... Yanisi, porno geyiği batsın... Yemeyiniz, içmeyiniz, gidiniz ve görünüz. Ve Güven Kıraç ve Sibel Kekilli ve offf, aşka düşülesi Birol Ünel... Yani, karizmanın böylesi... Bildiğiniz üzre Ünel, filmin galasında, Kekilli’nin porno filmleriyle ilgili soru sorulmasına hayli sinirlendi: ‘Biz Sibel Kekilli üzerine belgesel bir film çekmedik. Bu aptal Bild Gazetesi’nin ortaya çıkardığı konuyu daha fazla büyütmenizi istemiyorum. Filmin asıl değerini konuşalım.’ Emriniz olur efen’im, elbette konuşalım... Hatta bize kendinizden de bahsedin... En başından başla anlatmaya; senin hikáyen ne güzelim?..

Her birimiz Büyük Birader’in vesikalı yáriyiz

Bir de bana paranoyak derler! Hani literatürün majör klişesidir ama doğruya doğru mirim; klişeler tam da bu yüzden, nesiller boyu mükerrer şekilde doğrulukları teyid edildiği için klişe háline gelirler. Klişeyse klişe: Paranoyak olmanız izlenmediğiniz anlamına gelmez!

Geçtiğimiz hafta Necdet Açan’ın gündeme düşürdüğü manşetten, Kara kuvvetleri Komutanlığı’nın kaymakamlıklara yolladığı bir yazıyla, memlekette uçan-kaçan bilumum mahlûkat hakkında bilgi istemesine ilişkin haberden söz ediyorum, bildiniz!

Sosyete mensupları, iyi aile ya da onun bunun çocukları, AB yanlıları, ne düşündüğü belirsiz yazarlar, ne idüğü belirsiz ozanlar, sağı solu bellisiz kızlar ve kızanlar, internet kullananlar, maydonozu sevenler derneğine üye olanlar, hatta iyi afiyette olsunlar...

Onu yapan, bunu yapmayan, hatta duyan gelmiş: Ku Klux Klan!

Bırakalım yani, suçun fiile dönüşmeden suç sayılamayacağını, aksi kanıtlanmadan kimsenin suçlu yerine konulamayacağını, hiç kimsenin ‘Benim gözüm bu çocuğu kesmedi, sanırım bu afacan hınzır şeyler düşünüyor’ diyerek, ‘paşa gönlü’ öyle istedi diye, kimse hakkında istihbarat toplayamayacağını...

Geçelim bunları bir kalemde azizim...

Ben, kendimi aşırı ciddiye aldığımdan falan değil, memlekette istihbarat birimlerinin muhterem merakının kimin kafasına düşeceğinin belli olmadığını bildiğimden, senelerdir izlendiğime kaniyim, hatta neredeyse eminim...

Bundan birkaç yıl evvel yine böyle bir deşifrasyon yayınlanmıştı hatırlarsanız. Listede Mesut Yılmaz ile birlikte, hani neredeyse telefon rehberinden rastgele seçilmiş sayısız vatandaş vardı.

Dikizine yandığım, varlığım varlığına armağan olası canım memleketim...

Ordu izlemezse, derin devlet izler... Onlar izlemese, açılmış kasalardan kayıtlar, kasetler dökülür; bir bakmışsınız; a-a oradasınız: Yanisi, devlet birimleri izlemese, şantaj amacıyla dolandırıcı şirket patronları izler... O da izlemese Adnancılar ya da ne bileyim, ‘doğal görüntüler’ pazarlayan porno mafyası izler... Kimse izlemese, meraklı turşucu bir komşu dikizler...

E, bir formül bulmak lazım di mi? Ben derim ki, tecavüz mecburiyse zevk almaya bakınız... Sorun BBG’cilere ya da bilumum sitare yaşırmacılarına anlatsınlar: İzlenmek de ayrı bir zevktir anlayacağınız... Paranoyayla baş etmeye, özel hayatımızı muhafaza etmeye çalışıp da ne yapacağız?

KOSINSKI’NİN DENEYİ

Ne zaman böyle bir mevzu gündeme gelse, aklıma hep yazar-akademisyen Jerzsy Kosinski’nin, ders verdiği sırada uyguladığı ve Coping with the Mass Media adlı kitapta yer alan o ‘deney’i gelir.

Kosinski, sınıfın muhtelif köşelerine kameralar, kürsüsünün yanına, sınıfın ortasına da bir monitör yerleştirir. Bir gün, ders verdiği sırada, dışarıdan biri sınıfa dalar ve yine daha önceden anlaştığı bir öğrencisiyle kavgaya tutuşup yumruklaşmaya başlar.

Bu sırada kameralar çalışmaya, odanın ortasında vuku bulan kavga da ekranda yayınlanmaya başlamıştır. Kosinski, tahminlerinde yanılmaz: Bütün sınıf, burunlarının dibinde yaşanan kavgayı, bırakın müdahelede bulunmayı, ekrandan izler!

Müteveffa Orwell, ölümsüz ‘sanılan’ eseri 1984’ün neredeyse hükmünü yitirdiğini görseydi, muhtemelen başka türlü bir felaket senaryosu alırdı kaleme...

Demem odur ki, ‘Ne bakıyosun lan, maymun mu oynuyo?’ dönemlerini geride bırakalı çok oluyor... Şimdilerde millet izlenmek adına maymun olmaya razı; herkes bir başka kapının önünde kuyrukta, 15 dakikalık şöhret kovalıyor.

Müsterih olalım arkadaşlar. Birbirimizden haberdar olmasak da hepimiz birilerinin gözünde, ünlü bir şahsiyetiz... Cümleten fişlenmişiz, her birimiz Büyük Birader’in vesikalı yáriyiz....

Bakın, ne güzel, izleniyoruz... Hadi hep birlikte, ne yapıyoruz?

Kameralara ve vazife icabı ajan kesilen kaymakamlara, dudaklarımızı büzüp Ajda Pekkan taktiğiyle ‘333, 333, 333!’ diyerek ya da Kadir İnanır usulü ‘klark çekerek’ ya da ne bileyim, şirin şirin, masum masum, Gülben Ergen modeli gülümseyerek bakıyoruz.

Ulan, bizi gidi bizi, ne ballı şeyleriz! İşte devlet, işte ordu, işte hizmet! Ayıp bize be, hiç kadir kıymet bilmiyoruz!
Yazının Devamını Oku

Gençlik, uzun zaman alan bir iştir

13 Mart 2004
İnsan, genç ölebileceği gibi, yaşlı da doğabilir. Bunu kim söylemişti, hatırlamıyorum. Fakat ‘Yaşlılığın faciası, insanın yaşlı olması değil, genç olmasıdır’ cümlesini, Dorian Gray’in Portresi’nde Lord Henry Wotton’ın ağzından dile getiren Oscar Wilde’dı, onu biliyorum.

Cümleyi bir de tersinden kurmak istiyor deli gönül: Gençliğin trajedisi, insanın genç olmasında değil, yaşlı hissetmesinde yatar; çok içerden bir yerden biliyorum.

Ben çocukken bile kocamış hisseden, içi geçmiş bir insandım. Gelin görün ki geçenlerde aynanın karşısında çakıldım kaldım. Saçıma yalapşap bir-iki tarak vurmak ya da ne bileyim, dişimi fırçalamak gibi faaliyetler haricinde, epeydir aynaya bakmıyor olmalıyım. Aman Tanrı’m, bu, ne bu be? Ben basbayağı yaşlanmışım!

Tamam yani, öyle hissediyorduk zaten de... Artık görüntüyle hissiyat örtüşür olmuş. E, hani o, 25 yaşındayken annesiyle bankaya gittiğinde muhatap bile kabul edilmeyen, annesine ‘Küçük hanımefendiye junior kart mı çıkarıyoruz?’ şeklinde sorulan yöneltilen Shirley Temple azmanı, genç irisi(!) kız nerde?

Gözkapakları şişmiş, göz altları çökmüş, gözlerin akı sarıya dönmüş, gözbebeklerindeki fer sönmüş... Kellenin neredeyse yarısına aklar düşmüş, cilt desen en hafif tabiriyle ‘yer yer kırışmış’, kaşları çatıp durmaktan alnın ortasında oluşan çizgimsi şeyin derinliği fay yarığı kıvamına ulaşmış... Suratın meymeneti gitmiş, surete iyiden iyiye bezgin bir ifade yerleşmiş...

Şu sırlı camdan, bu cepheye doğru gözünü dikmiş, aval aval yüzüme bakan bu yabancı da kim yahu? Eminim bir yerlerden tanıyorum, adı dilimin ucunda ama mümkün değil, çıkaramıyorum.

Ağla gözlerim ağla: Annemi istiyorum!!!

Üç hafta mı oldu İzmir’den döneli? Oysa şimdiden seneler geçmiş gibi... Bizimkilerin evinde kucağına uzandığım annem kafamı kaşırken ekranda İzel belirmişti:

‘Aklımdaydı kaç zamandır / Bir türlü kendime soramadım / Kaybedilmiş yıllar var ya / İşte o yılları yaşamadım / Artık birçok şeyin farkındayım / Kaldığım yerden başlamalıyım / Gizlendiği yerden çıktı öbür yanım / Bir daha geriye bakmayacağım / Hiçkimse üstüne bir şey alınmasın / Biraz da kendime yaşayacağım.’

Annem; ‘Aaah,’ diye iç geçirmişti; ‘Son zamanlarda en çok bu şarkıyı seviyorum.’

Paylaşmakta beis yok: Geçtiğimiz birkaç yıl, bizim familyanın üzerinden freni patlamış bir tanker gibi geçti. Felaket dediğiniz, málûmunuz, asla ve kat’a teker teker gelmiyor. Bünye, motoru yakma noktasına geldiğinde, hayatta galma güdüsüyle olsa gerek, ne varsa her şeyi bir anda ‘ex’tir etmek’ istiyor. Annem, dolayısıyla yeni kararlar aldı, bana da aynı şeyi yapmamı tavsiye etti:

Geçmiş kafaya takılmayacak, zırt fırt, haşır huşur, eski defterler karıştırılmayacak.

Şarkının klibinde İzel de bir arınma süreci yaşıyor. Hafiften ‘a la Erol Atar’ prodüksiyonu kokan bir stüdyoda, klip boyu eski fotoğraflar yakıyor, üzerindeki aksesuvarları çıkarıyor. Klibin başında ince ince örülmüş olan saçlarını ilmik ilmik açıp, klibin sonunda, kıvrım kıvrım saçlarını kaderin rüzgárına salıyor.

Renkler menkler fena ama fikir hiç de fena değil yani...

Peki anneciğim peki... Haklısın, her zamanki gibi...

Hakikaten hayat, insanı zaten yoruyor. Ve incir çekirdeğini doldurmayan ya da barajlar taşırıp seller yaratan, ya da neyse ne... Her mevzuyu takılmış plak misali mesele yapmak, ihtiyarlık sürecini hakikaten hızlandırıyor.

Bir başka veciz gavur da; ‘It takes a long time to become young...’ demiştir. Yanisi: ‘Gençlik, uzun zaman alan bir iştir.’

Emrin olur valide; yaşlı doğmuş ve hoyratça hırpalanmış olabiliriz ama kimbilir? Belki de esas gençlik demleri şimdi başlıyor.
Yazının Devamını Oku

Gerçek İstanbullu nasıl olur?

7 Mart 2004
Geçen gün başıma yine aynı şey geldi. Bir ‘Temel fıkrası’ sanki... İstanbul’da ikamet eden biri, ya da hadi şöyle söyleyelim ki fıkra formatına uygun olsun:

Yine bir gün, İstanbullunun biri, taksiye biner... ‘Bir İngiliz, bir Fransız, bir İtalyan, bir Alman’ın konuyla alákası bulunmasa da muhabbetin içinden ille ki had safhada meraklı ve Allah bilir aslen nereli, bir taksi şoförü geçer.

Ve -mozaiğine kurban olduğumun memleketinde, yine genelde rastlandığı üzre- şoför sorar: ‘Nerelisin hemşehrim?’

Şimdi, kısa bile demeyelim, iki kelimelik bir cümle içinde ‘tutarlı bir şekilde’ kendinle çelişmek, büyük meziyettir, yetenek ister.

Allah aşkına biri bana anlatsın; insan ‘hemşehri’si addettiği birinin, doğmuş olduğu şehri nasıl ve niçin merak eder?!?

Muhatabını yakın ‘mış gibi’ ilan ederken, ‘güya samimi’ bir sual sorarken, onun nüfus kütüğünü, milliyetini, aidiyetini, tabiyetini sorup soruşturur?..

Ve bu sohbet, neden her seferinde, ‘Ha, demek ikimiz de İstanbul doğumlu değiliz. Hadi o zaman ağız birliği edip İstanbul’un ne mene lánet, yaşanılmaz, üstüne kusulası bir şehir olduğu konusunda laflayalım’ mealinde sürer gider?..

İstanbul’u çekiştirmek falan istemiyorum kardeşim! Ben bu şehri seviyorum. Var mı bir diyeceğin?

Peki, tamam, biliyoruz, bütün bu ‘Nerelisin hemşehrim?’ mevzuu, memleketin dünya çapında hatırı sayılır bir metropole sahip olmasından kaynaklanıyor.

Bu deli kalabalığın, 24 saat aralıksız kıpraşıp duran bu acayip organizmanın içinde fena hálde yalnızlık çekenler, iki satır memleketinden bahsedip, kısa bir sohbet boyu da olsa kendini evinde, babaocağında hissetmek istiyor.

İyi de güzel kardeşim, doyduğun yer de doğduğun yer kadar mühim... İstanbul’un başı kel mi? Burası da senin evin...

Geçtiğimiz aylarda, sanırım The New York Times’da, ‘Gerçek New York’lu nasıl olur?’ şeklinde bir haber yer aldı. Haberde aktarılan özellikler, eni konu tanıdıktı:

‘Gerçek ‘New Yorker’, en azından bir kez darba maruz kalmıştır, gerçek ‘New Yorker’ sokakta bulduğu bir eşyayı alıp evine taşımıştır...’ Vs... Vb...

Beyin, gayri ihtiyari her haberi kendine yontuyor tabii... ‘Gerçek İstanbullu nasıl olur’ peki? Diyelim ki:

Gerçek İstanbullu, bu şehirde yaşadığı süreçte en az bir kez kaybolmuştur.

Gerçek İstanbullu, Beyoğlu’nda, hatta sokağın adresini bile verelim, İmam Adnan Sokak’ta en az bir kez kapkaç saldırısına maruz kalmış ya da şahit olmuştur.

Gerçek İstanbullu, hele ki otomobili kullanan bir kadınsa, otobanda bir kamyon tarafından sıkıştırılmıştır.

Gerçek İstanbullu, otoban trafiğinde seyrederken, mutlaka yok kenarına işeyen bir adam görmüştür.

Gerçek İstanbullu, mutlak ve kati suretle kendisinden yolu tarif etmesini isteyen bir ‘karşının taksisi’ne binmiştir.

Gerçek İstanbullu ille ki ‘Nerelisin hemşehrim?’ sorusunun muhatabı olmuştur. (Eğer hakikaten İstanbullu’ysa ve yanılıp da bunu dile getirdiyse, kaçınılmaz olarak müteakip soruyu da duymuştur: ‘Tamam da esasen nerelisin?’)

Şu yukarıdaki maddeleri geçerli sayacak olursak, geçtiğimiz dönem Büyükşehir Belediyesi’nin dört bir yana astığı billboardlarda, muhtelif ‘şöhretlerimizin’ pek vakur bir ifadeyle belirtmiş olduğu gibi: ‘Ben de İstanbulluyum...’

Hatta bu seçimin güzide adaylarından ‘Hadi hadi şeker / Canım seni çeker’ Bora Gencer’i (DYP), ‘Belediye yüksek okulu vardı da biz mi okumadık?’ diye soran Meral Konrad’ı (GP) ve ‘Halkla her zaman birebir temas hálinde olduğu ve beden dilini iyi kullandığı için’ seçileceğinden emin olan Şafak Karaman’ı (AKP) örnek almayı düşünüyorum.

İddiaysa iddia: Benim öyle partiye martiye de ihtiyacım yok. Kararlıyım abilerim ablalarım, hatta şimdiden açıklıyorum: Gelecek seçimlerde İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı’na bağımsız olarak adaylığımı koyuyorum.

Ulu Manitu buyurdu!

Ağır muallaktayım. Şimdi bunu nasıl dile getirmeli? Tek ayağının üzerinde seke seke duvarın köşesine yollanmayı bekleyen bir ilkokul öğrencisinin telaşındayım.

Ömrü billah tanışmayı beklediğim, guruların gurusu bir kámil kişiyle iki satır muhabbet ettim, hayat memat üzerine tefekküre sürüklendim, derin düşüncelere daldım.

Dimağım ve nutkum tutuk, ifade özürlüyüm...

Ulu Manitu, Akademi Türkiye’den bahsediyor: ‘Ben senin yerinde olsam, o yarışmada yer alıp kendine ihanet eden tüm eğitmenleri duvardan duvara çarpardım...’

Mesela kim?.. Konservatuvarda hocalık yapmış olduğu hálde, şova hizmet eden ve kendi reklamını olası en yanlış şekilde yapan Ali Poyrazoğlu diyelim...

Peki Ulu Manitu kim? Ben álemlerin en saygın, nev-i şahsına münhasır, mizah, mim, tiyatro, yayıncılık ve boks duayeni diyeyim, siz tahmin edin.

Hatta bir tüyo daha vermek gerekirse, Devlet Konservatuvarı’nın en kıdemli eğitim görevlilerinden biri diye de ekleyeyim...

Cümleten, Gırgır’ımızı geçelim...

Ulu Manitu dedi ki: Akademi dediğin öyle televizyonda, ‘Birkaç haftalık hızlandırılmış kursla İbrahim Tatlıses’ler yetiştirmek üzere’ güdümlenmiş bir müessese değildir, olamaz... Onun adına ‘Akademi’ diyorsan, bu işin şakası yapılamaz...

Bu iş, eğer adı ‘akademi’yse, orada akademisyenler görev alıyorsa, ciddi bir eğitim dönemi gerektirir ve sonu temsile varır. Temsil ile teşhir karıştırılamaz... Temsil, işin nihayetidir, sergilenmek üzere emekle hazırlanılmıştır; gözleri ve zihinleri okşamak üzere, dört dörtlük sergilenir...

Eğitim dönemi ise bir nevi yatak odasıdır, teşhir etmek yakışık almaz...

Öyle dedi... Sonrasında; ‘Al sana konu; istiyorsan bunu yaz,’ diye ekledi. Ben de háliyle sordum: ‘Peki ya sizin isminiz?.. Yazının içinde geçirebilir miyiz?’

Ne dese beğenirsiniz?: ‘Fikir dediğin beleş dağıtılır; işin ahlákı budur. Sen bütün o dergiler mergiler nasıl çıkıyordu zannediyordun?’

Ne diyeyim, bilemedim. Ahirette tahtaya kalkmış gibiyim, korkuyorum.

Gelin görün ki tek bir şeyi adım gibi biliyorum:

Zaman, takvim dediğiniz, hain bir mekanizma... Bir zaman makinesi icat edilsin, eskilere dönülsün, Gırgır tezgáhı hálá işliyor olsun, ben oraya bir Oğuz Aral çömezi olarak yazılayım istiyorum.

‘Amaaan, aynı şeyleri bir daha çekemem!’ dediler kendileri gerçi!!!

Yine de? Diyelim ki imkansızı istiyorum. Söz konusu Oğuz Aral ise, Ziya Osman Saba’nın o canım şiirindeki gibi? ‘Bütün saadetler mümkündür.‘

Lütfen Allah’ım, lütfen; olabilir mi?

Kızını dövmeyen Irak’ı döver

Eee, Allah’ın sopası yok tabii... Haberi gördünüz değil mi? Efendim, ‘Saddam’ı bile alt eden George Bush, havai kızlarına söz geçiremiyor’muş... ‘22 yaşındaki ikizler Jenna ve Barbara, sorumsuz ve ciddiyetsiz tavırlarının yanı sıra alkol alışkanlıklarıyla da sık sık basına malzeme oluyor’muş...

Barbara, geçtiğimiz hafta New York’ta katıldığı, Jack Nicholson’ın modacı kızı Jennifer için bir partinin düzenlendiği Manhattan’daki Viscaya adlı gece kulübünde, sevgilisi Fabian Basabe ile dans pistinde iyi dağıtmış... Yani ne yapmış? Dans etmiş...

‘Başkanın kızı olmanın getirdiği sorumlulukları ‘pek takmayan’ kızlar, tüm zamanlarını partilerde geçiriyorlar’mış. Yetmiyormuş gibi, ‘kendilerini koruyan gizli servis görevlileriyle de dalga geçiyorlar’mış... Haberde Başkan Bush’un yemin töreninde had safhada ciddiyetsiz tavırlar sergileyen kızların büyükanneleri tarafından çimdiklendiği de hatırlatılıyor.

Pardon da, Başkan Bush’un ‘eğlence’ anlayışıyla -yani savaşla mavaşla istop misali oynayışıyla- kıyaslanınca kızların tavırları gülistan içinde gül dalıdır.

Bunun yanında, George W. Bush’un, 88’lik, kıvamını yediğim IQ’sunun hizmet ettiği kulvar göz önünde bulundurulduğunda, bu kızlar var ya, zekádan ve masumiyetten yana, ayakta alkışlanır!

Hadi kızlar, şerefe!

Oscar ‘bile’ yakışır!

Madonna’nın tabiriyle álemin en karizmatik ‘şair-kovboy’u (Tamam, tanımın karizma kısmı bize ait, itiraf edelim!) Sean Penn, Akademi Ödülleri’nde genel tavrıyla ters düştü, arz-ı endam eyledi, ödülünü aldı, ortalığı velveleye vermedi, yakışıklı bir vakar sergiledi, lütufta bulundu...

Niyeyse, kıçımızı kırdığımız yerde, buralarda, okyanuslar ötesinde biz sevindik, ne acayip, değil mi?

Ve fakat Sean Penn, ne şık herif, değil mi?

Daha önceleri; ‘Altı ay boyunca konuyla ilgili hissiyatınız ve her şeyden önemlisi, törene ne giyeceğiniz sorgulanıyor. Sonra da dandik bir TV şovunun figürasyonunda rol almanız ve beğenmediğiniz bir takım filmlere övgüler döşenmeniz bekleniyor’ sözleriyle yorumladığı Akademi Ödülleri Töreni’ne Penn, yine kendi tabiriyle, ‘Amerikan sinemasının en az hayalkırıklığı yaratan ikonu’, oyuncu olarak ödül kazandığı filmin, yani Mystic River’ın yönetmeni ve tıpkı kendisi gibi muhalif bir figür olan Clint Eastwood’a destek vermek üzere katıldı.

Vallahi iyi yaptı...

Offf, ama yani, ne şahane herif; değil mi?
Yazının Devamını Oku

Aşkın acısız Adana tipi mideyi yakmayan bir modeli mevcut olsun istiyorum

6 Mart 2004
‘Valideden kerimeye hayat dersleri’ serisinden favori cümlemdir. Annem seneler önce bana demişti ki: ‘Şu kadın-erkek meselesinde, aşktan ve sevgiden üstün tek bir şey tanırım; o da alışkanlıktır.’ Gerçi aynı seri kapsamında kendilerinin; ‘Beraber olacağın adamı seçerken şuna dikkat et,’ demişliği de vardır: ‘Akşam olup eve girdiğinizde, kapılarınızı kapatıp dünyanın geri kalanını dışarıda bıraktığınızda huzurlu musun, değil misin? Huzur varsa, her şey tamamdır.’

Hiç zannetmiyorum ya, bir gün benim de bir kızım olursa, ona tam tersini salık vermeyi düşünüyorum: Yavrucuğum, adamın biriyle birlikte olmaya karar verdiğinde ilk işin herifi kulağından tuttuğun gibi, álemin en kalabalık gece kulübüne götürmek olsun.

Hatta mümkünse bütün arkadaşların da o sırada orada bulunsun. İlişkilerin içine eden şey, genellikle üçüncü kişilere duyulan tahammülsüzlük oluyor. Kıskançlık denen iğrenç illet, aşkın-meşkin, sevginin-saygının, ezcümlesi her bir haltın köküne kibrit suyu sıkıyor.

Bak bakalım birlikte gülebiliyor musunuz? Kalabalıklar arasında da mutlu musunuz? Adamla birlikte eğlenebiliyor, sosyalleşebiliyorsan, sana karada ölüm yok. Çaktın mı köfteyi kuzucuğum?

Benim ‘doğmamış çocuğa mektup’um böyleyken böyle... Fakat iş, şu alışkanlık meselesine gelince, valideyle yüzde yüz hemfikirim.

44 yıldır, her Allah’ın günü dön dolaş aynı kavgaları ettiği hálde aynı adamla -yani babamla- yaşamaya devam eden annem bilmeyecek de kim bilecek azizim? Dünyanın en vahim bağımlılığıyla ilgili vaktiyle beni uyardığı için, validenin önünde, olmayan ceketimin düğmelerini saygıyla iliklerim.

Neredesin Firuze’yi seyrettiniz mi efendim? Seyretmeseniz de methini duymuş olmalısınız: Filmden bir sountrack çıktı ki oooy oy; hararetle tavsiye ederim! Bir takım hukuki komplikasyonlar yüzünden albümün toplatılması söz konusu, dolayısıyla henüz vakit varken, yemeyin içmeyin, bir koşu gidin alın derim.

Albümden ilk olarak, Müslüm Gürses’in muhteşem bir şekilde yorumladığı Bülent Ortaçgil klásiği Sensiz Olmaz dönmeye başladı müzik kanallarında. Müslüm Baba’nın rengáhenk film kareleri arasında, elinde baca gibi tüten sigarasıyla bir ‘Yineeeee’ çekişi var ki, kelimeler kifayetsiz yani.

İnsanın kendini önüne çıkan ilk meyhaneye atıp, bütün geçmiş aşklarına kanlı ve hicranlı gözyaşları dökesi, önündeki tabakta uzanan ölü balığı gözyaşlarıyla tuzlayası geliyor.

Müslüm Baba’nın sesiyle, Sensiz Olmaz’ın gelmiş geçmiş en derin ‘alışkanlık’ şarkılarından biri olduğu, bir kez daha kesinlik kazanıyor:

‘Bu sabah yalnız uyandım / Sensiz olmaz / Tanıdık kokular yok / Sensiz olmaz / Kahvaltım anlamsızdı / Sensiz olmaz / İlk sigaram bile tatsızdı / Sensiz olmaz / Anlaşılan alışmışım / Sensiz olmaz / Bir verdiysem iki almışım / Sensiz olmaz / Aşk bir dengesizlik işi / Sensiz olmaz / Dengeye dönüşendir sevgi / Sensiz olmaz / Yine kendi kendime sormadan duramadım / Niye seni böyle istiyorum bulamadım.’

İnsan neden, bitmiş bir ilişkinin ardından uzuuun süre, yatağın sadece belli bir tarafında uyumaya devam eder?

İnsan niye, sadece kendisi için sofra kurma yetisini kaybeder? İnsan niye bir ilişkinin leşini, kuyruğuna teneke kutu bağlanmış sokak kedisi gibi, sittin sene peşi sıra sürükler?

Aşkın, ‘acısız Adana’ tipi, hafif, mideyi yakmayan bir modeli mevcut olsun istiyorum. Alışmadan aşk olamıyor mu anne? Hani yarın bir gün olur a, torununa izah etmem gerekebilir diye soruyorum: Niye?..
Yazının Devamını Oku

Bakanı gelse tanımam

29 Şubat 2004
Papermoon’un yöneticilerine málûm atasözünü iyice belletmek gerek: ‘Parayla imanın kimde olduğu hiç belli olmaz.’ Hatta kendilerine, iktidar ve titri de ekledikten sonra bu cümleyi alt alta 100 kere yazmalarını öneririz. Ahir ömrümde Papermoon’a iki kez gittim, üçüncüye tövbeliyim... Zira dişlerini mişlerini kontrol etmeden müşteri kabul etmeyen, magazin dergilerinin sayfalarında yer almayan kişileri adam yerine koymayan, sosyete ve şöhret meraklısı, dalkavuk politikalar güden müesseselerden pek hazzetmemekteyim.

Haberi gördünüz mü? Devlet Bakanı Ali Babacan ve türbanlı eşi Zeynep Babacan, Papermoon’a gidiyorlar. Akmerkez’in dibine konuşlanmış olan ‘beyaz Türk cenneti’ restorana vasıl olduklarında kendilerine yer olmadığı, beklemeleri gerektiği söyleniyor.

Dört kişilik grup, bir süre meraklı gözlerin bakışları nezaretinde ayakta bekliyor. Neden sonra Bakan Babacan’ın tüzel kimliğine uyanılıyor ve boş bir masa ‘yaratmak’ adına seferberlik başlıyor. O sırada restoranda bulunan bir medya mensubu, telefonla çalıştığı TV kanalına bağlanıyor ve olanları dakika dakika aktarıyor. Televizyondaki yayını izleyen bazı yakınları, Babacanlar’ı arayıp onları durumdan haberdar ediyor. Grubun yemek boyunca sohbet konusu; ‘Papermoon’dakiler beyaz Türk de biz neyiz?’ oluyor.

Papermoon’da adam gibi muamele görmek için hámili kartın bizzat kendisi olmak bile yetmiyor. Bakınız: Bakanın durumu... Bakan olsanız bile eğer ‘o camia’da tanınmıyorsanız, size bakılmayabiliyor...

Atıyosuuuun TurcoMan Bey!

Ben şimdi bu yazıya ‘Aháli sahtekár çıktı’ diye başlık atacağım ama maalesef benim başlık ‘haber değeri’ taşımayacak. Zira málûmu ilan olacak. Sibel Kekilli’nin porno oyuncusu ‘çıkması’ kadar enteresan bir durum değil yani. Hele ki Savaş Ay’ın, kızının ölüm fermanını imzalayan Mehmet Kekilli’ye; ‘Kızınızın filmlerini hiç izlediniz mi?’ tipi sorular sorduğu, pornodan beter ‘haber programı’ kadar ilginç, hiç değil.

Haftalık Dergisi’nin son sayısının kapak başlığı, ‘Porno! Lanetli tutku’, üstbaşlık ise ‘Sibel Kekilli bahane, riyakárlık şahane...’ Dosyanın içinde yer alan Selin Mançer imzalı haberde, Almanya’dan gelen tepkilere yer verilmiş.

Okuyoruz: Almanlar’ın Sibel Kekilli’nin porno oyuncusu ‘çıkma’sından çok, baba Kekilli’nin tepkisine şaşırdıklarını öğreniyoruz; hiiiç şaşırmıyoruz. Bununla birlikte, TurcoMan rumuzlu Almancı bir vatandaşımız, Kekilli’nin durumunu da Almanlar’ın tutumunu da tasvip etmediğini dile getirme zorunluluğunu hissetmiş. Zira neymiş? ‘Bizim kültürümüzde teşhircilik yoktur’muş! ‘Atıyosuuuun!?!’ demek ister deli gönlümüz. TurcoMan Bey, Merih’te filan mı yaşıyormuş? Herkesin dikizlemek ve dikizlenmek uğruna varını yoğunu ortaya koyduğu, ekranda on dakika görünebilmek adına ters taklalar attığı bir ülkenin (pop)kültüründe teşhircilik ha? Nası’ yani; a-a? Duymamış olalım... Biz yine devekuşu misali başımızı kuma gömüp, kıçımızı bayıra açıp, allım güllüm, aymaz ve mesut yaşayalım.

Caner ile Tülin’i başgöz etmek için milli seferberliğin ilan edildiği, yaşını başını almış ev kadınlarının ikiliyi intihar tehditleriyle birleştirmeye çalıştığı cennet vatanımın paralı bir kanalında, evlenmeleri hálinde Caner ile Tülin’in zifaf gecesini naklen yayınlayın, Zekeriya Beyaz dahil herkes, ‘sosyolojik araştırma’ bábında izlemek için sıraya girmezse, ben de Rahibe Theresa’yım...

Hey güzel Allah’ım... Hasretle ‘Bizim kültürümüzde riya yoktur’ cümlesini duyacağımız ve bu cümlenin inandırıcılık taşıyacağı günleri bekliyoruz. Çoook uzak bir ihtimál ya, biz yine de eblehçe umuyoruz...

Bilimstar gururla sunar

Haber: İstanbul’dan 400 ilkokulun katıldığı ‘Hayalimdeki İstanbul’ projesinde elemeleri geçen 150 eser, Parkorman’da sergileniyor. Serginin ilgi çekici eserlerden biri, rengárenk boyanmış bir çöp konteynırı ki üzerinde; ‘Buraya çöp döken karizmatiktir! Buraya çöp döken popstar olabilir! Buraya çöp dökenin üç vakte kadar tüm dilekleri gerçekleştirilecektir.’ yazıyor. Eh be! Arslan parçaları, yürüyün be! Ben bu haberi okuyunca bi’ sevin, bi’ sevin... Yüzüm şöyle dursun, içim güldü, yemin ederim. Türkiye’de iyi şeyler de oluyor; gel de ümitlenme! Ve yine gel de burada meşhur ‘Zencefil’in mucidi, bilim eğitim merkezi DEKA’nın kurucusu Dean Kamen’ı anma... Bilenler bilmeyenlere anlatsın: Garajında iki helikopter bulunduğu hálde gömlek ve jean’den başka şey giymeyen, uyumadığı her an çalışan, 100’ün üzerinde icadın patentine sahip olan Kamen’ın en büyük hayali, gün gelip bilimadamlarının da popstar statüsüne ulaştığını, aynı derecede ilgi ve hayranlığa mazhar olduklarını görebilmek.

Gün gelir, o da olur. Şükür ki evrimin önünde durulamıyor ve popüler kültür, kültür yollarında bir aparat olarak hizmet sundu mu, tadından yenmiyor.
Yazının Devamını Oku

Morlara, fuşyalara, mavilere, pembelere bürünmüş, şarkısını terennüm ediyor

28 Şubat 2004
Nietzsche buyurdu: ‘Aşk için yapılan her şey iyilikle kötülüğün ötesinde yapılır.’ Bu kelám kulağa Nietzsche’den beklenmeyecek derecede ‘düz’ ve hatta cep telefonu mesajı çağrışımı yapan bir klişe gibi geliyor olabilir ama yine de: Doğru söze ne denir?.. İzmir’den İstanbul’a dönüşte, havalimanına doğru ilerlerken, taksi şoföründen radyoyu açmasını rica etmiş bulundum. Evet efendim, bir nevi araftayız ya; her zamanki gibi, belámı arıyorum. Şarkılardan fal tutacağım; hasarlı ve nasırlı gönlümün tez vakitte nasibi nedir, ona bakacağım...

Akıllı uslu bir şey çıksa şaşardım zaten. Ne bileyim, şöyle nispeten mákûl bir şey; ‘Sen iste her şey çok güzel olur’ kıvamında, insanın içini aydınlatan cinsten...

Yok ama kardeşim; bize hayat tımarhane penceresinden görünmüş. Aşksa konu, bahtsız bedevinin nasibi de bu: Daha doğmadan ölünmüş...

Buyrun cenaze namazına: ‘Gitme yoksa içerim bütün uyku haplarını / Sonra karıştırırsın ruh kitaplarını / Bir mektup yazarım hep ‘seni sevdim’le biten / Sonra artık hesap et bir daha olur mu hiç neşen? / Gitme yoksa atlarım en yakın köprüden / Hafızaya gerek yok, bu olur tek hadisen / Gitme yoksa katlederim bizim yan komşuları / Sonra polise derim öldürmüş masumları / Gitme dünyam dönsün dönsün / Dünyam dönsün dönsün / Ben hiç kimse ölsün mölsün istemem...’ Tehdidin, şantajın bini bir para...

Terörün, taarruzun her türü mevcut maşallah: Pasif agresif tripler olsun; kalleş ve tuzaklı yöntemler olsun; hedefe ulaşmak adına her yol mübah. İyiniyetin boyutu göz yaşartıcı değil mi? Allah muhafaza, küçük hanımefendi kimse ölsün mölsün istemiyor; dolayısıyla kırıp kıçını oturacaksın. Bu nasıl bir prangadır kardeşim; paçan sıkıyorsa git yani. Şöyle bir dellenip gidecek olursan ömrü billah pirinç taşı ayıklayacaksın.

Bu şarkıyı da o mırıl mırıl tonuyla, álemlerin en ‘lokum’ şahsiyeti terennüm ediyor üstelik, iyi mi?!. Nil Karaibrahimgil yani: Kafasına jelatin geçirseniz, lolipop niyetine piyasaya sürebileceğiniz kadın. Öyle şekerli bir tip ki etten kemikten yapıldığına inanmakta bile zorlanır insan; neon ışıklı bir tabela vücuda gelmiş sanırsın.

LOKUM ŞAHSİYET

Gitme Yoksa’nın klibinde Nil yine morlara, fuşyalara, mavilere, pembelere bürünmüş, şarkısını terennüm ediyor. Dekordu, mizansendi, şuydu buydu, namevcut. Malzeme sağlam, Nil, tek başına göz oyalamaya yetiyor. Gelin görün ki güfte nükteli, beste latif ve fakat o hafif spastik beden dili?.. Gerçi Frekans’ta Şafak Ongan’a anlatırken duyduk, Nesrin Topkapı’dan ders alıyormuş kendileri. Bir sonraki albümde eline koluna daha hakim birini görmek de nasip olur inancındayız. Bizim hálá umudumuz var yani... Topkapı’nın sağlığına duacıyız... Hem o kadar kusur, Karaibrahimgil kızında da bulunur... Álemde manik-depresif ruh hálinin hakkını veren, antipatik olma ihtimálini iplemeden ‘ben de buyum kardeşim’ diyebilen kaç esaslı deli kaldı ki?

Dolayısiyleee, bilemiyoruuum... Neyse hálimiz, çıksın falımız. Artık kariyer midir, çocuk mudur, çok da umursamıyorum. Yalnız, bir konuda ısrarlıyım: Özgürlük mefhumuna bulaşılmasın lütfen; istirham ediyorum...
Yazının Devamını Oku