Ebru Çapa

Kızları güzel, havası güzel jantları niye olmasın?

22 Şubat 2004
Bezgin muharrire İzmir’den bildiriyor: Paranoyanın eski tadı yok... Zira memlekette her şey bir anlama kavuşuyor: Niye hayatta her şeye geç kaldığın... Neyin gerçek, neyin düş olduğu...

Şu kalp çarpıntısı babandan miras, şu ‘Ya sabır’ hissi annenden miras... Şu muhabbeti en iyi arkadaşınla etmiştin... Şu masalı şu zaman dinlemiştin...

Her şeyi teker teker hatırlıyorsun; anlıyorsun... Yanılıyorsun. Hiçbir zaman anlayamayacaksın, onu anlıyorsun...

Rahatlıyorsun... Sonra bir an yine korkuyorsun... ‘Ben bu filmi görmüştüm.’ Filmin sonunu hatırlıyorsun, rahatlıyorsun...

Ayıptır söylemesi, dört arkadaş İstanbul’dan Çeşme’ye şahane bir yol yaptık. Karla kaplı, güneşli bir yol boyu, muhteşem şarkılardan fal tuta tuta, dışımızdan güle güle, kıyı kıyı, yavaş yavaş gün boyu gittik, gittik, gittik...

İzmir’in girişinde komik bir reklam tabelası var. Bir jant firması kendine slogan yapmış: ‘Kızları güzel, havası güzel, jantları niye olmasın?’

Háliyle bunun üzerine simgelerde koptuk artık: O ne demek? Bu ne demek? Vır vır vır...

Düşün düşün bitmiyor... Laf dediğin, oyun dediğin tükenmiyor...

Geyiğin dalağını yardık...

Üçüncü günün sonunda üzerimizden TIR geçmiş gibiydik. Yemek diye dayak mı yemişiz, uyku niyetine falakaya mı yatmışız? Yorgunuz... Hangi ara bu kadar yorulmuşuz? Sükûnete kavuşmamız günler aldı. Bünye ancak durulabildi. Huzura erildi...

Dostunun gözünün içine bakmak, annenin dizinde yatmak. Yakınlık hissi ne garip. Sessizce iletişim kurulabiliyor. Hayatın, sokağın, kalabalıkların, habire habire vuku bulan etkileşimlerin, alışverişlerin, sürtüşmelerin zehrini ancak ve ancak onlar alabiliyor. Aile ve eski dostlar...

İnsan dediğin de bir nevi kümes hayvanı... Çöpünü dökmek için, gönlüne göre ötebilmek için ille ki kendi çöplüğünü arıyor.

Jantlarına bile kurban olduğumun memleketi. Havasından mıdır, suyundan mı bilinmez; insan eve döndü mü kafası içmeye gerek kalmadan iyi oluyor...

Eve dönmek güzel şey. İnsan kapıdan içeri adım atar atmaz, bütün geçmiş günlüklerini baştan sona okumuş, her şeyi sil baştan, temize çekerek yaşamış gibi oluyor.

Çok şükür, çok şükür, çok şükür... Uyku gibi ilaç yok ve insan en rahat uykusunu çocukluk yatağında uyuyor. Metal yorgunu tepe sersemi, uykuyla uyanıklık arasındaki ‘o yer’den bildiriyor: Her şey çok güzel olacak... Di mi anne? Her şey çok güzel olacak...

Tarkan’ın ceket kolları uzunmuş, bizim Ayfer Teyze halledecekmiş

Ayfer Teyze telefonda biriyle konuşuyor: Efendim, Tarkan’ın ceketinin kolları uzun gelmiş, manşet boyları alınacakmış. Telefonu kapattı. ‘Tarkan kim?’ diye sordum. Dünyanın en saçma sorusunu sormuşum gibi yüzüme baktı: ‘Kaç tane Tarkan var?’ Düşündüm: ‘Ne bileyim? Haluk’un arkadaşı olan mı?’ Bu kez yüzüme daha da acayip baktı: ‘Tarkan diyorum...’ Tarkan, diyormuş; yani bildiğimiz Tarkan, şarkıcı olan... Reklam çekimleri için İzmir’deymiş, reklam filmini çeken arkadaşımızmış, şuymuş, buymuş... Ayfer hayatta her şeye yetişen bir kadın; bir peleriniyle üzerinde A harfi olan lateksleri eksik; o kıvam... Ama, dedim, pes... Tarkan’ın ceket boyuna kadarı; aştı bu kadarı... Bir de şaşırıyor: ‘Kaç tane Tarkan var?’ Marka olmak, herhalde böyle bir şey. Tarkan dedin mi, memlekette o isimde başka bir şey yokmuşçasına, duyduğun an onu anlayacaksın. Popstar adaylarından biri, ‘G.Doğu’nun Tarkan’ı olacağı iddiasıyla, Tarkan’ın şarkılarını Kürtçe söylüyor, gördünüz mü? Keşke kendine ait bir beste söylese. Zira saçına kırmızı ibibik de yapsan, ondan kaptığın figürleri de atsan, mevzu; ‘Kaç tane Tarkan var ki’de kesiliyor.

Ben dedim oldu çağını yaşamaktayız

Özcan Deniz, hakikaten öngörü liyakat madalyasını hak ediyor. ‘Neredesin Firuze’nin daha vizyona bile girmeden kült film statüsüne ulaşmasını sağlamayı başardı. Bu çağın akselerasyonuyla düşününce, ‘Aslında neden olmasın?’ da denilebilir gerçi... Tüketimin sürati öyle bir boyuta vardı ki bir şey, piyasaya düşüyor, ‘patlıyor’, piranha sofrasına düşmüş tavuk misali çiğnenmeden yutuluyor ve yine bir balık hafızası zamanlamasıyla, unutuluyor. Arada bir yerde ‘adını da koymak’ lázım haliyle. Yani bu Özcan Deniz’in dediği gibi ‘Türkiye’nin ilk kült filmi’ midir, değil midir, bilmek için öyle zamana, beklemeye falan tahammülümüz yok azizim. ‘Ben yaptım oldu’ dönemi bile sona erdi. Sürat bu kıvama erdi. Şimdilerde ‘Ben dedim oldu’ çağını yaşamaktayız. Ne olup bittiğine bakmak şöyle dursun, ne dendiği bile mühim değil. Kim söylüyor, şöhret mi, değil mi, ona bakmaktayız...
Yazının Devamını Oku

Biz başka bir türmüşüz beceriksizliği sanat dalına dönüştürmüşüz

15 Şubat 2004
'Başsız tekgözlü tebdil gezdi durdu kentte / Şubat. Çekti / çizmelerini kırbacını vurdu indi deniz kıyısına / çarşıları dolaştı / zırhlarını şakırdattı / astı / suratını. / İlkyaz kılığında girdi çıktı sokaklara. / Doruklarda göründü bıyıklı sakallı. / Baktı Azmakbaşında kahvelerde oturuyordu adamlar. / Kulaklarını düşürdü. / Yalınayak dolaştı bir zaman. Korkuttu burnu akan bir çocuğu. / Terledi. Gocuğunu attı. İplik çoraplar giydi. / Geldi sonra adamların yanına oturdu. Yıktı kaşını yüzüne. / Hepimiz gibi oldu.' (İlhan Berk; ŞUBAT, Üç Mevsim)

Aaah, ne severim bu şiiri...

Hani bazı şiirler, şarkılar, kitaplar vardır. Egoist anlamlar çıkarır, başkalarından kıskanır, sırf kendinize mal eder, haddini aşan bir cüretle sahiplenirsiniz... (Ya da belki siz etmezsiniz; ben şizofrenimdir; bilemem...) Bana öyle gelir ki, İlhan Berk, Şubat'ı benim ve sevdiğim birkaç kişi için yazmıştır. O şiir benimdir; İlhan Berk'in bile değildir...

Baştan uyarmak isterim: Bu o 'kişisel kılından tüyünden bahseden muharrir' yazılarından biri olacak. O da lázım bünyeye; yani senede bir gün kendine şımarma lüksü tanımak...

Efendim, ayıptır söylemesi, İstanbul'da beklenen kar fırtınası patlamakta, yani 12 Şubat 13'üne bağlanmaktayken, 'bu satırların yazarı' (!) da 32 yaşını doldurup, 33'ünden gün almaya başlamaktaydı. Hayatımın muhtelif doğumgünlerinde olduğu üzre yine Cuma'ydı, yani o meş'um korku filmi dizisinin adı gibi, '13. Cuma'ydı...

O GÜN DE 13. CUMA’YDI

Sabah, çocukluğun ağır tarihçesinden bir dostun telefonuyla uyandım. Canım cankuşum, tabiatımı kendi ruhu gibi bildiği, bir göz atışıyla ciğerimin röntgenini çekebildiği için hafif telaşlıydı: 'Doğumgünü sendromundan ne haber?' diye sordu; 'Kasvet tavana vurdu mu?'

Şöyle bir bünyeyi yokladım: 'A-a, yok be' dedim; 'Gariptir ama galiba gayet iyiyim.' Bir an durdum düşündüm. Neden sonra mevzuya uyandım: 'Kardeşim ben galiba şu yetişkinlik mevzuuyla meselemi hállettim.'

Háliyle afalladı: 'Ben seni sonra yine arayayım; sen galiba uykunda konuşuyorsun? Nasıl yani? Sen şimdi oldum mu diyorsun?'

'Bilákis' dedim, 'Ömrü billah olamayacağım, ona aydım. Ne bileyim, çişli bir tabir ama galiba sonunda durumla barıştım. Bizim öyle ana-babalarımız gibi derli toplu, çocuklu mocuklu, incikli boncuklu, yerleşik düzenli, nizami tertipli bir hayatımız olamayacak kardeşim. Biz başka bir türmüşüz; beceriksizliği sanat dalına dönüştürmüşüz. Bari bu konuyla hálleşelim, bokumuzla kavga etmekten vazgeçelim, iki satır iç huzuru, gün yüzü görelim... Ne yapalım, bize de hayat piyesinde afacan rollerine yazılmak düşmüş. Tipimiz böyle; Halit Akçatepe modeliyiz diyelim...'

Gülüştük, akşam görüşebilmek dileğiyle helálleştik, hattın iki ucundan pek mucccuklu bir şekilde öpüştük...

Sonra dedim ki kendime bir doğumgünü hediyesi vereyim; şiirler içinden bir şiir daha seçeyim. Bilinsin isterim ki bundan böyle İsmet Özel'in 'Bir Yusuf Masalı' da benim:

Bu yaşa erdirdin beni, gençtim almadın canımı / ölmedim genç olarak, ölmedim beni leylák / büklümlerinin içten ve dışarıdan / sarmaladığı günlerde / bir zamandı / heves ettim gölgemi enginde yatan / o berrak sayfada gezindirsem diye / ölmedim, bir gençlik ölümü saklı kaldı bende.

Bi susun be!

Siz siz olun, Popstar'dı, Biz Evleniyoruz'du, Kıbrıs görüşmeleriydi, Belediye'nin bir sonraki kar fırtınasında uygulaması gereken Ğ Planı'ydı, o günün gündeminde ne varsa artık, konuyla ilgili düşüncelerinizi bir yere not edin. Zira mukadderat işte; insanın Hak'kın rahmetine ne zaman kavuşacağı belli olmuyor. Sonra maazallah, sizin de cenaze töreninize katılan insanlar, ne düşündüğünüzü çok iyi bildiğini iddia edip, 'rahmetli şunu bunu hiç tasvip etmezdi' edebiyatına yazılabilirler.

Sizin de içinizi acıtmadı mı? Cem Karaca'nın cenazesine katılan bilumum şöhretten Popstar ile ilgili görüş alınması, hayatının son dönemlerinde 'barlara düşmüş' olmasından dolayı riyakárca hayıflanılması?.. Cahit Berkay, Karaca'nın bu gidişata çok üzüldüğünü söylüyor; Haluk Levent 'Cem Abi'nin böyle şeylere karşı olacağını zannetmiyorum. Hayatının son dönemlerinde barlarda çalması bir menajerlik sorunudur' diyor.

O onu diyor, bu bunu diyor; millete bir belágat gelmiş, öt-şakı bitmiyor... Allah biliyor ya, günün en anlamlı kelámını, bir kadının vırvırını azarlayan Erkin Koray etti: 'Bi sus be!'

Haftalık dergisinin standart bölümlerinden birinde ünlü kişilere 'hayattan ne öğrendiği' soruluyor. Bu hafta Cem Karaca'nın yanıtları yayınlanmış. Karaca diyor ki: ‘Tencerem kaynarken 'hay hay' diyenlerin etrafımda bolca olduğunu, hele bir de olaylar 'terso'ya vurunca, çevremde kalanların sayısının beşi geçmediğini öğrendim. Ve edindiğim en önemli bilgi, işte o beş kişinin değerini bilmek.’ Absürd bir aritmetik: Cem Karaca'nın cenazesinde, kendisinde onun ağzından konuşma hakkını gören ne çok ‘beş kişi’ vardı.

Değildir biraderim, bencil adam yakışıklı filan değildir

'Bencil, narsisist ve baştan çıkarıcı...' Buyrun, burdan yakın. Bu slogan, Versace'nin yeni parfümünün reklam kampanyasından. Bir slogan bu; iyi bir şey tarif ediyorlar yani. Versace'den al haberi: Bencillik artık kişiliğinizin 'şık' bir uzantısı. Ne kadar narsisistsiniz, o kadar afilisiniz... Bu garabet, ilanı çeviren arkadaşın mı, yeni tüketim politikalarının mı, hayatın acayip gidişatının mı marifetidir bilemem ama sordum soruşturdum; üstelik kendimden de gayet iyi biliyorum.

Erkek bencilliğinden ikrah getirmiş bütün kadın arkadaşlarım adına söylüyorum: Değildir biraderim; narsisist erkek, bencil adam 'yakışıklı' filan değildir. Aynalara bakmaktan, kimsenin gözünün içine bakmaya dermanı kalmamış adamı, Allah zavallı sahibine bağışlasın.
Yazının Devamını Oku

Deli kızın türküsü

14 Şubat 2004
Handan Aydın’ın klibini izlediniz mi? Ben izlemedim. Çoğunluğun izlediğini de zannetmiyorum. Rivayet odur ki TRT, zaman zaman sabah programlarında gösteriyormuş. Fakat klip, diğer kanallarda, yani müzik kanallarında hepi topu dört gün dönmüş. ‘Hem zaten pek bir şeye de benzemiyor’muş.

‘Seyretmediğin şey üzerine niye ahkám kesiyorsun kardeşim?’ diye soracak olanlar için: Bunları ben söylemiyorum, Handan Aydın’ın kendisi söylüyor.

Her kaidenin bir istisnası vardır málûm. Bu da müstesna bir klip yazısı olacak; içinden klip geçmeyen... Handan Aydın’ın kendisi gibi; müstesna yani...

Ben onu ilk kez Gülay’ın Damlalar adlı programında görmüştüm. Kulaklarıma inanamamış, oturduğum koltuğa gömülmüştüm. Camdan Sakız adlı türküyü söylüyordu fakat o mu türküyü söylüyor, türkü mü onu söylüyor, ayırt edilemiyordu. Enteresan bir tarzı vardı; türküleri caz gibi yorumluyordu. Ve sohbet sırasında sorulan sorulara, fısıldarcasına, mırıl mırıl yanıtlar veren o genç kadın, iş türkü söylemeye geldiğinde, kendinden geçmiş bir şekilde, saçlarını savurarak şakımaya başlıyordu.

Programdan birkaç gün sonra, ismini Beyoğlu’nda bir mekánın kapısında gördüm. Gidip dinlemek için birkaç arkadaşı organize etmeye kalmadı, afiş ortadan kalktı...

Epey bir süre, müzik marketlerde albümünü aradım. Yok, yok, yok... Öyle ki bir süre sonra varlığından şüpheye düştüm; kulak sağaltan türden bir sanrıya kapıldım, bir nevi serap gördüm sandım...

Sonunda nihayet bir arkadaş vasıtasıyla albümü bulabildim ve uzun süre sadece onu dinledim: Hicazdan Caza...

Tesadüf, geçenlerde Handan Aydın’la tanışmak da nasip olabildi. Nev-i şahsına münhasır bir insan. TV’de izlediğimde kapıldığım intiba, mülayim biri olduğuna dairdi. Televizyon ekranının Mandrake’nin şapkasından daha yaman bir illüzyon mahali olduğunu bir kez daha idrak etmiş bulunuyorum. Ne mülayimi?!.

Handan Aydın ile mülayim kelimesinin aynı cümlenin içinde geçmesi bile mümkün değil. Bilakis, kendileri hafif çatlak bir tip; dikkafalı, dilinin kemiği olmayan cinsten... Memlekette tasvip edilen kadın türüne mensup değil. Sizi bilmem ama şahsen takdir ettiğim türden...

Kısa muhabbetimizde bir dolu şey anlattı: Ulus Plak ile sözleşmesini iptal ettirttiğini, davalı olduklarını, hatta ağır bir iddia, onun yalancısıyım ama şirkette dayak bile yediğini... Albümünün korsana düştüğünü, satışının, dağıtımının kasten önüne geçildiğini... Çıkacak adam gibi bir türkü bar bulamadığını oysa müzikte esas er meydanının sahne olduğunu ve kabiliyetini en iyi orada sergileyebildiğini... Sahnedeyken yerden yere atlayarak kendini kaybettiğini... Bir sonraki albümünde Hindistan’dan müzisyen getirtmeyi arzuladığını... Bu kurtlar piyasasında ne dönerse dönsün kimselerden korkmadığını...

Handan Aydın, 30 Mart’ta Fatih Erkoç’un Yankılar adlı programına katılacak ve Nisan’da Babylon’da sahneye çıkacak. Bunun yanında birkaç plak şirketiyle görüşmeleri sürüyor. Ama yarın da ne, yarım saat sonra başına ne gelecek, onu bilemiyor. Hepimiz ve hiçbirimiz gibi...

Handan Aydın, besbelli, biraz deli... Tanıyanlar da bunu doğruluyor. Ben de sormak isterim: Akıldan ne hayır gördük? Sürü sepet akmaz kokmaz tavşan boku şarkı ‘çığırıyorum’ kisvesi altında böğürüp duruyor da ne oluyor? Iğdır’ın Al Alması’nı bir kez de ondan dinlemişler hak verecektir sanırım: Bu deli kızın türküleri, kulakta pastı, kirdi, tozdu, ne varsa siliyor. Dilediğince türkü söyleyebilir, biz de dinler nasipleniriz inşallah; umarım, umarım, umarım...
Yazının Devamını Oku

Hayat tanımadığımız insanların dedikodularıyla geçmiyor, kur bir apartman tv bak keyfine

8 Şubat 2004
Üniversitenin ilk senesinde, fakültenin yarattığı hayalkırıklığıyla, kendime alaylı yazılabileceğim part-time bir iş aramaya koyulmuştum. Bir gün bir ilan gördüm; kimyam değişti: ‘‘Yetiştirilmek üzere kameramanlar aranıyor...’’

‘‘Aaah!’’ dedim, ‘‘işte ummanlar boyu aramaktan yorgun düştüğüm biricik inci tanem benim!’’ Soluksuz bir şekilde telefona sarıldım, ilandaki numarayı aradım. Şansa bak, nasıl da iyiniyetli bir ses! Aldı mı beni deli dolu bir heves: Kadın olmam olumlu bir özellikmiş. Hemen atlayayım, gideyimmiş... Kulaklarıma inanamadım. Adresi aldım ve Üsküdar'a doğru yollandım.

Adresteki sokağa girdim, apartmanın önüne vasıl oldum ki ne göreyim? Top sakallı, tabiri caizse ‘‘entel’’ görünümlü bir adam, pencereden sarkmış, elini kolunu sallayarak bana sesleniyor: ‘‘Burası, burası! Yukarı gelin yukarı!’’

Sanki sektör kurulduğundan beri beni bekliyorlar. Tamam, içimizde umut filizleri yeşermiş falan ama salaklığın bu kadarı beni bile aşar. Tırsmasına tırstım ama yine de yukarı çıktım. Adamın kapıyı ayağında Esem terliklerle açtığını gördüğümde, artık Allah'a sığındım... Adım gibi eminim, içeri girer girmez üzerime birileri çullanacak. Kamera arkasından ziyade önünde görev alacağım. Bir tecavüz pornosuna başrol oyuncusu yazılacağım.

Şükür ki olaylar ‘‘biraz’’ farklı gelişti. Benim feláket senaryosu, bir durum komedisine dönüştü. Baktım ki evdeki bilmem kaç televizyonun birinde bir grup insan göbek atıyor, diğerinde bir sünnet çocuğu zırıl zırıl ağlıyor. Adamımız meğerse düğünlere giden videoculardanmış. Erkeklerin giremediği kına gecelerine gidebilsin hesabına kadın kameraman ararmış!

Ben bir yandan gülmemi tutmaya, bir yandan da adama derdimi anlatmaya çalışıyorum: ‘‘Pardon ben başka bir şey düşünmüştüm. Ekiekieki... Hani senaryo, yönetmen, çekim seti?.. ’’ Adam bir heves anlatıyor: ‘‘Burda senarist de sensin, yönetmen de sensin!’’ Sonunda teşekkür edip mekándan uzadım. Eve varana dek de kahkahadan kırıldım... Bundan birkaç ay sonra, bir haber dergisinde, o adamla ilgili küçük bir haber gördüm; tutuklanmıştı. Zira bu müteşebbis ruhlu şahsiyet, kendi kafasına göre, Üsküdar TV adlı bir televizyon kanalı açmış ve yakalanmıştı. Şimdi bunu niye mi anlattım?.. Şundan: O arkadaş, Sivas'taki Akademi Kent Sitesi sakinlerinden akıl alsaydı, tüm bunlar başına gelmezdi, ondan...

Aktüel'in son sayısında, okuyanı dumura buyur eden Özsel Tortop imzalı bir haber bulunuyor. ‘‘Duydun Mu Komşu?’’ başlıklı habere göre, Sivas'taki Akademi Kent Sitesi sakinleri, kendilerine kapalı devre yayın yapan ‘‘ultra yerel’’ bir TV kanalı kurmuşlar. 600 kişinin oturduğu siteye yayın yapan Akademi TV'nin programlarını çocuklar hazırlayıp sunuyormuş. Ana haber bülteninde sitedeki su kesintileri, tadilat çalışmaları, doğum, ölüm ve evlilikler duyuruluyormuş. Buraya kadarı mákûl... Fakat şimdi sıkı durun: Kanal, bu aralar, Komşularımızı Tanıyalım, Altın Günü ve Akademi Kadınlarının Sesi adlı, içeriğini tahmin edeceğiniz türde programların hazırlığı içindeymiş.

Sivas Emniyet Müdürlüğü, kanal ile ilgili haberleri ihbar kabul edip kanalı kapatınca, sitenin ve TV kanalının yöneticisi Reşat Taydaş, izin almanın yollarını araştırmış ve ortaya şu çıkmış: Çok kolaymış... Hem bu kanal sayesinde sitede dedikoduya gerek kalmamış! Ben derim ki, yemeyin içmeyin, kendinize bir kanal açın. Öyle yok BBG'ydi, yok Biz Evleniyoruz'du, hayat tanımadığınız insanların dedikodularıyla geçmiyor...

Hocam acı var mı acı?

Cuma günü, álemlerin en cicicicicicici sevgi böcüğü programı ‘‘Esra Ceyhan ile A'dan Z'ye’’de Yaşar Nuri Öztürk konuktu. Yaşar Nuri Hoca'yı gördüğümüz her sefer olduğu üzre, ilahi bir illüminasyon yaşadık. Öyle aydınlandık ki, sadece dünya hálleri üzerine değil, lahananın faideleri üzerine de derin tefekkürlere daldık.

Zira Yaşar Nuri Hoca, tahta kaşığı Ayşe Tüter'den devraldı ve biz sevgili izleyenler için hiçbir fedakárlıktan kaçınmadan bir tencere kapuska kaynattı. (Tabii bu arada kendinden de bol bol bahsetti: Kimse, hatta Adanalılar bile benim kadar acı yiyemez; kimse oklavayı benim gibi çeviremez, vs, vs...) Yemeği kısık ateşte pişmeye bırakmadan az önce Öztürk, kapuska pişirmenin inceliklerini faş etti; hayatın sırrını fısıldasaydı, bizleri ancak bu kadar memnun ederdi: ‘‘Bazıları’’ dedi, ‘‘kapuskayı rengi dönene kadar pişirir. Ben öyle sevmem.’’ Esra Ceyhan, tabii ki ellerini saygıyla önüne kavuşturup gözlerini kırpıştırarak sorma gereğini hissetti: ‘‘Siz nasıl seversiniz hocam?’’ Öztürk, iki elini yumruk yapıp aşka gelmiş bir şekilde cevap verdi: ‘‘Hırçın ve vahşi!’’

Yetmedi, hocanın eşi Canan Hanım telefonla canlı yayına bağlandı ve ‘‘tüm insanlara seslenmek istedi’’: ‘‘Lütfen kış günlerinde domates yemeyin! Eskiden yoktu böyle şeyler!’’ Ben hormonlu zerzavat konusundaki bu duyarlı yaklaşımı hormonlu bir coşkuyla karşıladım, gözlerim doldu. Fakat o sırada yanımdaki arkadaş; ‘‘Fakat hocam’’ diye ekranla konuştu: ‘‘Şu anda diğer yarı kürede yaz yaşanıyor. Hani ithalat, ihracat, turfanda, şu, bu?’’ Ben tabii hemen müdahale ettim: ‘‘Sus bakayım, seni edepsiz afacan! Yaşar Nuri Hoca'nın zevcesinden daha iyi mi bileceksin? Tamam leblebi gibi sivri biber yutuyor olabilirsin ama utanmasan benim ağzımın içi kalay kaplıdır bile diyeceksin!’’

Trendsetter

Ey kari, sen bu satırları okurken, mübarek Sevgililer Günü'ne hepi topu altı gün uzaktayız... Geçtiğimiz hafta verdiğimiz Sevgililer Günü'ne özel Cuma Extra'da yer alan tüm haberleri hatmetmişsinizdir diye ummaktayız.

Madem ki ‘‘Manitaya Yaranma Sahtekárlığı Sınavı (MYSS)’’na bu kadar az kaldı; buyrun işte, müessesemizin hizmeti bir deneme imtihanı: Cuma Extra'nın son sayfasındaki haberin başlığı neydi?.. Hadi yine ballısınız. Sırf bu mümtaz günün hatırına uzatmadan söyleyeceğim; bu kıyağımı da unutmayınız: ‘‘Şimdi moda gizlice evlenmek’’ idi.

Zira efen'im, şimdilerde Hollywood yıldızları arasında moda, Gwyneth Paltrow-Chris Martin çifti gibi, basından gizli evlenmek, hiçbir şekilde görüntülenmemekmiş... Basını atlatmak da iş mi yani? Adamlarda her türlü imkán var. Zamandı, paraydı; gani gani... Ben oyumu bu durumun bir adım ötesine geçip, basının haberi olsa, hatta fena hálde dillere dolansa bile valideden gizli ikinci kere nikáhlanmayı beceren, üstelik bunu zamanı, hele ki adresi mıh gibi belli bir şekilde gerçekleştiren Seren Serengil'e vermek isterim. Burada ciddi bir ‘‘trendsetter’’dan söz ediyoruz. Yarın öbür gün Hollywood'a bile ilham verebilir; söylemedi demeyiniz, rica ederim...
Yazının Devamını Oku

Uzatmaları oynayan bir aşk hikáyesi

7 Şubat 2004
Süreya Ayhan vak'asından beri, memleketin erkek nüfusunun da, kadınların regl dönemleri konusunda had safhada donanımlı olduğunu biliyoruz. Mutluyuz, gururluyuz... Yine de konuya yüzde yüz hakim olmayan birkaç abimiz olabilir ihtimaliyle bir konuyu açmak isteriz ki málûmatfuruş bir yazı olsun: Efendim, bildiğiniz ya da bilmediğiniz üzre, uzun süre birlikte çalışan, takılan, yaşayan, uzun lafın kısası yoğun teşrik-i mesaide bulunan kadınların adet dönemi takvimleri, bir süre sonra ortada bir yerlerde buluşur.

Anlayacağınız, günün birinde memlekette ‘‘dört karı almanın’’ yasal bir durum olacağını hayal eden arkadaşları uyaralım isteriz. Regl sendromu yaşayan dört kadınla aynı evin içinde yaşamayı arzulamak ne derece akıl kárıdır, bir daha düşünmelerini tavsiye ederiz.

Neyse, lafa bir türlü giremedik yine... Nereden nereye...

Diyeceğim şuydu ki, bizim bölümün cins-i latiflerinin göz yaşartıcı kader birliği de, adet dönemi takvimine tekabül eden bir hál arzediyor bu aralar. Ne hikmetse son birkaç haftadır, tepemizde enteresan bir lánet bulutu dolanır gibi... Geçmiş zaman hurmaları, belli olmaz ya hani ne zaman tırmalar...

Her Allah'ın günü, aramızdan birinin başına gülünç bir şey geliyor. Öyle ki, toplu bir kurşun döktürme seansı, haftasonu programımızın en önemli gündem maddeleri arasında bulunuyor. Málûm ya, hayat insana yemediğini yediriyor.

Her birimiz ‘‘beton mantıklı hanım’’dan ‘‘batıl abla’’ya doğru, fena bir evrim kırılmasının tam ortasındayız. Tesadüfler silsilesinin bu kadarı bizi aştı; gerekirse boynumuza kolye niyetine at nalı da takarız...

MASAYI ZAMANINDA TERKETMEKTE FAYDA VAR

Benjamin Franklin der ki: ‘‘Siz bir şeyleri erteleyebilirsiniz ama zaman ertelemez...’’ Şimdi diyeceksiniz ki; ‘‘Ne alákası var?’’

Anlatması uzun ama bizim tayfanın başına gelen musibetlerin her birinin ardında da, zamanlama mekanizmasıyla ilgili komik bir öykü yatar.

Hani Sefarad'ın ‘‘Ne Fark Eder?’’ isimli şarkısında sorduğu soru gibi: ‘‘Bir kadeh daha içsek ne olur? / Yak bir sigara, ne fark eder? / Ne söylesem de gideceksin zaten / Üç-beş dakika, ne fark eder?’’

Şarkının klibini izlediniz mi?.. Vallahi bizden söylemesi, gayet hoş bir şey, dinlemeyen kaybeder...

Vokalde Sami Levi, akustik gitarda Ceki Bençuçe, bas gitarda ise Cem Stamati'den oluşan, yaş ortalaması 22 olduğu hálde en az 500 yıllık tarihi bulunan sefarad müziği icra eden Sefarad grubunun sarı-sepya, pek buruk ve içli klibinde, hayatının son baharını yaşayan bir çiftin hüzünlü hikáyesi anlatılıyor.

Eski fotoğraflar kadar silik bir aşk hikáyesi... Son kez kalkılan o dans, nemli gözler, gül goncaları, para etmiyor. Şarkının son nakaratında, zarif ve hüzünlü hanımefendi, vakur adımlarla kapıya doğru seyirtiyor.

Bunun bir imkánsız aşk hikáyesi olduğu aşikár. Tamam yani ‘‘esas kadın’’ istese o üç-beş dakikayı, üç-beş güne, üç-beş aya, hatta üç-beş yıla da uzatabilir pekálá... ‘‘70 küsurumuzdan sonra kendimize yeniyetme bir kıtır bulamayabiliriz; bari son günlerimizde mutlu mesut oyalanalım, hayatımızın son günlerini birlikte yaşayalım’’ da diyebilir pekálá...

Gelin görün ki çift, kader maçında zaten epeydir uzatmaları oynuyormuş, hatta uzatmaları da golsüz tamamlamış, son bir veda turu atıyormuş gibi görünüyor. İnsan, zamanın kıymetini o yaşta da bilmezse ne zaman bilecek?.. Masayı zamanında terk etmek gerekiyor.

YAPTIĞI MÜZİĞİN BENZERİ BİR SENTEZ

Biliyorum, biraz karman çorman bir yazı oldu. Ve fakat, dedim ya, bu aralar biraz tepe sersemiyiz. İnsanın ezberi dağılabiliyor...

Sefarad da zaten biraz öyle bir grup... Sadece kendilerinden hayli ihtiyar bir müzik icra etmekle kalmıyorlar. Grup elemanları da enteresan bir üçlü.

Misál, Akşam'a vermiş oldukları bir röportajda Sami Levi ‘‘Ben meşhur olmak istiyorum’’ akustik gitar çalan Ceki Bençuçe ‘‘Kız tavlamak için müzik yapmıyoruz ama tavlarsak da fena olmaz’’ Cem Stamati ise -ki onun kız arkadaşı varmış- ‘‘Benim 'Allah'ım popstar olayım' gibi bir kaygım ve hayalim yok’’ diyor.

Bunun yanında cümleten Laço Tayfa'ya hastalar ama Levi, koyu bir İbrahim Tatlıses hayranı olmanın yanında en çok Türk musikisi dinliyor. Stamati, Jamiroquai başta olmak üzre acid ve pop jazz seviyor. Bençuçe ise en sevdiği sanatçılar sorulduğunda Erkan Oğur ve Bülent Ortaçgil'in adlarını sayıyor.

Tıpkı içinden geldikleri, esinlendikleri seferad müziği ve kültürü gibi, enteresan bir sentezler: Aynı palette, birbirinden farklı renkler...

10'u İspanyolca, 10'u Türkçe şarkıdan oluşan albümleri de hüzünlü baladlardan fıkırdak havalara, sefarad müziğinin her telinden çalıyor... Yine de özünde, tek bir ses, hoş bir ahenk barındırıyor...

Bu yazıya neresinden fiyonk atmalı bilemedim. Bari ‘‘Korkunun ecele faydası, olmuşla ölmüşün çaresi yok’’ deyip bitirelim.
Yazının Devamını Oku

Yok mu bu kavramların namusunu kurtaracak bir vatan evladı?

1 Şubat 2004
Yaklaşık bir buçuk ay önce, Markiz'in muhteşem dönüşünün vuku bulması bekleniyordu. Bir arkadaş geldi, akşamki açılışa gidip gitmeyeceğimi sordu.

‘‘Gelemem’’ dedim; ‘‘Teçhizatım müsait değil.’’

‘‘Nasıl yani?’’

‘‘Ne demek nasıl yani? Şapkam yok.’’

Sonra birden aklıma geldi: ‘‘Aaa, aslında içeride bir beyzbol kepi olması lázım. Gerçi kepin üzerinde NBA logosu var, üstümdeki kıyafetle de kel aláka, mil pardon, quel aláka ama olsun yani... Şapka şapkadır, di mi?’’

‘‘Abarttın yine’’ dedi bizimki: ‘‘Tamam yani, davetiyede şapkalı gelinmesi gerektiğini belirtmişler ama tepesi açık gelenin de saçını başını yolmuyorlardır herhálde! Benim de şapkam yok neticede. Ben gidiyorum.’’

‘‘Eh,’’ dedim; ‘‘tebrik ederim. Muazzam bir medeni cesaret göstergesi... Yalnız uyarmak isterim; tebrik cümlesi içinde geçen 'medeni'nin sana pek faydası dokunmayabilir. Zira aldığı davetlere icabet eden, adab-ı muaşeretten nasibini almış birinden ziyade şehir zontası, hatta Neanderthal muamelesi görmen, kuvvetle muhtemel. Bu şapka meselesini hafife almasan iyi edersin. Geçenlerde haza İstanbul hanımefendisi bir şahsiyetle açılış üzerine röportaj yapılıyordu. Kadın 30 cümle kurduysa, 29'unun içinde en az iki adet şapka kelimesi geçiyordu. Şapkasız yegáne cümleyi de röportajın başında sarf etti; 'Hoşbulduk' mu ne dedi.’’

Muhabbet orada kaldı. Bizimki, sonradan daha cazip bir program söz konusu olduğu için açılışa katılmadı. Ne yalan söyleyeyim, şapkasız giden olmuş mudur, olmuşsa, içeri alınmış mıdır, alındıysa parmakla gösterilip ayıplanmış mıdır bilmiyorum; kaldı ki umursamıyorum...

Bildiğim tek şey var. O da, o dönem bir sürü insanın kakofonik bir ‘‘monşer’’ edebiyatına yazıldığı, iki şapkayla memleketin kurtulacağına dair garip bir sanrıya kapıldığı... Şapkalar takılacak, herkes birbiriyle, aralara Fransızca kelimeler sıkıştırılmış mükemmel bir İstanbul Türkçesi ile konuşacak. Cümleten Kerime Nadir kahramanlarına dönüşeceğiz, ‘yozlaşmış’ kültürümüz kurtulacak...

Şimdilerde de bir metroseksüel muhabbetidir gidiyor. Mevzu iyice geyiğe sardı. ‘‘Metroseksüel kimdir?’’ sorunsalı, son zamanların en harlı gündem maddesi olarak memleketin dörtbir yanını kuşattı.

Efendim, artık Türk erkekleri de kendine bakıyormuş, medeniyet memleket saflarında kol geziyormuş. Dünyayı güzellik, Türk kadınlarını manikür-pedikür politikası güden Türk erkekleri kurtaracakmış.

Tırışşş...

Baksanıza, mevzu F1 yarışlarında müşahade edilebilecek bir akselerasyonla geyiğin finişine ulaştı bile.

‘‘Metroda tacizde bulunan adama metroseksüel denilebilir mi?’’ türü ‘‘espri’’lerden tutun, varoşlarda yaşayıp da bakım yaptırmaktan imtina etmeyen arkadaşların ‘‘gettoseksüel’’ addedilmesi benzeri devşirmelere; sardır sardırabildiğince...

En sevdiğimiz ata sporudur elbet: Al bir mefhum, bokunu çıkart, içini boşalt; sen sağ, ben selámet... Yala yut; aklımızda duracağına midemizde dursun hesabı... Yok mu bu kavramların namusunu kurtaracak cengaver bir vatan evladı?

(Yok BABA, lutfet de bari bu konuda bizi sen kurtarma!)

Başarı misál; mühim şey ya, en büyük hırsızı da takdir ederiz icabında... Sevgi dediğiniz zaten VJ aksesuvarı; ömrü billah karı-kocasını sevdiğini bir kez telaffuz etmemiş insanlar, sabah programlarını içinde sevgiden başka laf geçmeyen fakslara boğarlar... Biz Kuşum Aydın'la Özlem Yıldız'ı çok seviyoruz, onlar bizi daha da çok seviyorlar...

Türküz, doğruyuz, çalışkanız ama ne hikmetse her bayramı seyranı, haftasonuna ekleştirir, senenin bilmemkaç haftası yatarız...

Stanislav J. Lec'in şahane bir aforizması vardır hani: ‘‘Bir yamyamın insan yerken çatal bıçak kullanmasına medeniyet denebilir mi?’’

Bayram günü ruhunuzu daraltmadım umarım. ‘‘Naçiz muharririniz Kurban Bayramı'nda size kurban olsun. Büyüklerin ellerinden, küçüklerin gözlerinden öperim’’ der, mevzudan sahtekárca uzarım...

Ama yani Nevin Hanım da nasıl delirmesin?

TV izleyicisinin sinir sistemi konusunda deneysel araştırmalar yürüten gizli bir örgütün azası olduğunu tahmin ettiğimiz Yasemin Bozkurt, Kadının Sesi adlı müstesna programında, Kocaeli F tipi cezaevinde gerçekleşen Seren Serengil-Cengiz İmren nikáhından dem vurdu. Serengil'in annesi Nevin Hanım neden sinir krizleri geçiriyor, kızını reddetmekten bahsediyormuş? İnsan gönlünü kaptırdığı biriyle evlenemez miymiş? Seyircilere soralımmış, onlar ne düşünüyormuş?

Stüdyo konuklarının her biri ‘‘en samimi’’ türünden sevgi böceği çıktı tabii: ‘‘Aşktır bu, çiçeğe de konar, böceğe de... İnsan ne olursa olsun evladını reddetmez canım... Gönül bu, ferman dinlemez... Aşkın gözü kördür, aşk dediğin Metin Şentürk'tür; sevda söz konusuysa, şu-bu-oyu görmez... Vs, vs...’’

Sanki kendi evlatları kalkıp fena hálde aşka düştüğünü, bir koşu Irak'a gidip Saddam'la nikáhlanıp geleceğini söylese, iyi dileklerini sunacak, acele tarafından çeyiz düzmeye başlayacaklar...

Doğrudur, gönül dediğiniz, ota da konar, robota da... Doğrudur, aşk dediğiniz bir nevi hummalı sıtmadır, en parlak zihni bile dumura uğratır... Doğrudur, sevda dediğiniz ağır bir esriklik dönemidir, galonlarla tekila, yanında halt etmiştir...

Ama yani, Nevin Hanım da nasıl delirmesin? Anneler de neticede hormonlu iyi niyet abideleridir. İhtisasları salağa yatmak, kötüleri görmezden-duymazdan gelip çocuklar adına en iyi şeyleri ummak üzerinedir.

Cengiz İmren'den ayrıldığı dönemde, ‘‘o iğrenç adamın’’ kendisini bilmem kaç bin dolar dolandırdığını ‘‘pek sevgili hayranlarıyla paylaşan’’ Seren Serengil'in bizzat kendisi değil miydi? Lensli gözlerini kırpıştırarak kameralar önünde ağlaşan peki?: ‘‘Ozan'la da böyle olmuştu. Nah-a faturalar... O aslında bir jigoloydu. Annem her zamanki gibi haklı çıktı. Bir daha yanımda 'benim seviyemden aşağıda' bir adam görürseniz bana sanatçı demeyin, e mi?!’’

Seren Serengil gibi bir fay hattının annesi olmak da zor. Kadın uğrayacağı hasarın boyutlarını biliyor ama bu da deprem yani; öngörülemiyor.

Ne dedim ben?! Şrrrakkkk!! Ne dedim ben?!

Böyle dönem dönem, durup durup Seda Sayan'ı takdir edesim geliyor nedense. Bildiğiniz üzre, Seda Bacımız bir süre önce canlı yayında botox yaptırttı: ‘‘Estetik ayıp bişi diil ki gııı!’’ Bravo vallahi, delikanlı insan... Kaldırta yonttura artık burun deliklerinden beyin hücreleri görünür hále gelmiş, dudakları ağır bir eşek arısı hücumuna uğramışçasına şişmiş, göğüsleri Diyarbakır karpuzu kıvamına ermiş, yine de bu konuda ısrarla yalan dolan kıvırtan bir dolu insanın arasında, ruhunuzu sağaltmıyor mu yani Seda Sayan? (Gerçi onun programında da kamera filtrelerinin nimetlerinden bolca faydalanılıyor, etine dolgun, ufak tefek bir kadın olan Sayan, programda bayrak direği gibi görünüyor ama o kadar kusur Kadı-rga Kızı'nda da olur!..)

Bana silikonları patlayıp da sağlık haberi sayfalarına düşmeden (Ne dedim ben?! Şrrraaak! Ne dedim ben?!) ya da ne bileyim, Nadide Sultan gibi, çehresine inkár edilemeyecek derecede dramatik fark yaratan bir müdahalede bulunulmadan, estetik operasyon geçirdiğini itiraf eden birkaç isim sayabilir misiniz lütfen? Göğsünü toplatan her şöhretimizin bir kist aldırma hikáyesi, burnunu yaptıran her şimal yıldızımızın bir deviasyon sorunu, liposuction yaptıran her sitaremizin bir kalça problemi oluyor ne hikmetse...

Buyrun, geçtiğimiz haftadan iki günlük bilanço: Bayhan, çocukken bir kazada yamulttuğu burnunu ‘‘daha iyi şarkı söyleyebilmek’’ uğruna fedakárca yaptırttı. Perihan Savaş, iki göğsünün muhtelif yerlerinden bilmemkaç tane kist aldırdı; ‘‘Benimkisi sağlık sorunu’’ dedi. Bazı şeyler kaç yıl geçerse geçsin hiç değişmiyor.

Misál, bu nevi medyadik mavralar ya da ne bileyim, Erol Evgin'in saç modeli...
Yazının Devamını Oku

Abu çi çi’siz geçmiş nafile günlerime yanarım

31 Ocak 2004
Geçenlerde yine bir kaset dolusu röportaj deşifrasyonunu, kanlı ve hicranlı gözyaşlarıyla, uzay boşluğuna doğru uğurladım. Hey güzel Allah'ım... Bu zavallı mı zavallı, teknofobik olduğu hálde teknolojiye sevdalı kuluna hiç mi acımazsın?..

Gerçi şöyle bir düşününce: Gönül mevzularında da beceri sıfır ama tıpıtıpına benzer hataları tekrarlamak üzere aşk-meşk olaylarına da girip çıkıp duruyoruz. Aman ya, neyse...

Beni gidi yenilmelere doymayan mazohist pehlivan... Hadi bakalım, el mi yaman, ben mi yaman...

Bilmem kaç bin vuruşluk deşifrasyon uçunca, her zamanki gibi etimden et kopmuşçasına bir çığlık attım ve monitörü yumrukladım. Kan sıçramış beynimle toplantı odasına yollandım ve ofur pofur bir sigara yaktım.

Geçirdiğim öfke nöbetine şahit olan bir arkadaş, elinde kahve fincanı, yüzünde müstehzi bir ifadeyle odaya girdi: Sepserin Greta Garbo edalarıyla ağır ağır bir sigara yakıp dumanı yüzüme üfledi ve ‘‘Yine ne oldu?’’ dedi.

‘‘Klasik hikáye’’ diye lafa girip anlatmaya koyuldum: ‘‘Yine röportajı uçurdum. Şimdi kıçımı kırıp kaseti silbaştan çözeceğim. Bilgisayar denen hainle teşriki mesaide bulunduğum on küsur yıl içinde, kendisini okuyacak bir e.t. ya da astronot aramak üzere uçup giden kimbilir kaçıncı yazı bu...’’

‘‘Abu çi çi durumları desene; fenaymış hakikaten’’ buyurdu.

Ben háliyle ‘‘Ne avuç içisi kızım?’’ diye sordum. ‘‘Sana uzay boşluğu diyorum. Sanal álem... Káinat, kara delik... Ne haltsa... Kayıp işte... Yok... Sen mi anlamıyorsun, ben mi anlatamıyorum?’’

Hayatın sırrına ermiş kişilerde görebileceğiniz bir vakarla ‘‘E iyi ya; anladık işte’’ buyurdu... Yetmedi, acayip bir takım hareketler eşliğinde, absürd bir takım sözler telaffuz etmeye koyuldu: ‘‘Abu çi çi... Eslen beslen, abu çi çi... Karşı beri seslen, abu çi çi çi...’’

Sinirlerim zaten laçka, dayanamayıp kıkırdadım: ‘‘Ablacım, sen mi saçmalıyorsun, benim algılarımda mı bir sorun var?’’

Hálime acıdı ve anlatmaya başladı: Sonrası uzuuun bir Mustafa Topaloğlu muhabbetidir... Efendim meğerse Abu çi çi, álemlerin yegáne uzaylı-kovboy-türkücüsü Mustafa Topaloğlu'nun, ‘‘Space'li / Uzaylı’’ isimli albümünde yer alan, kült statüsüne ulaşmış bir şarkısının adıymış.

Üstelik şarkının, Topaloğlu'nun kendisini aşmak adına hiçbir fedakarlıktan kaçınmadığı bir klibi de varmış. Ben ki Topaloğlu'nun müridimsi bir fanıyım; ne hikmetse kaçırmışım...

Bunu müteakip birkaç gün, sırf o klibi görebilmek umuduyla müzik kanalları arasında zapladım. Topaloğlu'nun vaktiyle dediği gibi: ‘‘Ha uzaktan kumanda, ha uzaydan kumanda...’’ Anlayacağınız, sonunda başardım! O müstesna esere rastladım... Ve klibi izlemiş olanlar hak verecektir, yaşadığım illüminasyon sayesinde, hayatımda yeni bir sayfa açtım...

Topaloğlu, aşmış; hakikaten aşmış... Tamam yani, zaten aşmış bir abimizdi de, bu kez algının tunç kapılarını zorlamış...

Klipte, alüminyum folyo rengi bir şıklık sergileyen Mustafa Topaloğlu, ayağında astronot zarafetine ayrı bir parıltı katan rugan ayakkabılar olduğu hálde, ecnebi de ne, muhtemelen Cripton dilinde sözler terennüm ediyor: ‘‘Hey yabani yabani / Kız baksana bu yani / Yine başıma çöktü / Karlı dağın dumani / Bozayisun kafami / Geldi bahar aylari / Sevişmenin zamani / Abu çi çi çi / Abu çi çi çi / Abu çi çi çi / Abu çi çi çi / Eslen beslen / Karşı beri seslen / Geldim bir daha abu çi çi çi / Oyna bir daha abu çi çi çi / Yandım bir daha abu çi çi çi...’’

Elbette ki -ona stüdyo demeyelim ayıp olur- klibin çekildiği uzay boşluğu, Ümraniye Çöplüğü'nden daha zengin bir çeşitlilik arzediyor. Duyan gelmiş: Bir köşede uzaylı kostümü giymiş Tolga Han bildik figürlerinden attırırken, bir köşede Dalton Kardeşler çuf çuf dansı yapıyor. Bir yanda Kızılderililer, bir yanda çiçekli böcekli ront giysili mankenler...

Bu arada Neo Topaloğlu, eşi menendi görülmemiş bir Matrix atılganlığı sergiliyor: Elleriyle Kızılderili oklarını durdurmasını mı istersiniz, vızır vızır mermileri ağzıyla yakalamasını mı... Cüneyt Arkın görse kıskanır; öyle bir performans...

Klibi izlediğimden beri, varoluşsal açıdan yeni bir mertebeye ulaştım. Ahir ömrümün geri kalanında yanarım yanarım, bir tek şeye yanarım: Ne uçan kaçan yazılar, ne aşk meşk, ne bir şey... Abu çi çi'siz geçmiş, nafile günlerimi düşününce, bunlar nedir ki kozmik-kardeşlerim; tey, tey teeey...
Yazının Devamını Oku

Yedi düveli kutup ayısı

25 Ocak 2004
Sevgili Tabiat Ana; Yahu sen ne numaracı şeysin. Böyle atraksiyonlara ne gerek var? Biz zaten biliyoruz, başımıza gelen müspet, menfi ne varsa, müsebbibisin... Fırtınalı bir şov yapınca başın göğe mi eriyor?

Dün akşam, bir arkadaşın cipi sağolsun, terk edilmiş otomobillerden dolayı toplu araba mezarlığını andıran otobanda slalom yaparcasına ilerleyip, şehir merkezine vasıl olabildik. Gel gör ki birçok arkadaş, geceyi gazetede geçirmiş. Bizim durumumuz da pek farklı değildi esasında. Gecenin bir vakti Taksim'den Teşvikiye'ye ulaşmak mümkün olmadığı için, sabahı Tünel civarında bir otelde ettik.

Bak güzelim, (Hanımefendi, umarım senli benli yaklaşımımı yadırgamazsınız; neticede hepimiz evladınız sayılırız.) bu yaptığın biraz ayıba giriyor. Hani tamam yani, her mevsimin ayrı bir güzelliği var ama bu hesapta garibanlar nereye düşüyor?

Bunu yapmaktan sadistik bir zevk alıyor olmalısın. İnsanın kendini bir halt zanneder gibi olduğu an şöyle elinin tersiyle bir tokat atmayı yani. Teknolojiydi, barınaktı, elektrik melektrikti, alıvereyim de görün gününüzü modeli...

ÇEŞME’DE DE BEŞ SANTİMMİŞ

Hayatımda karı ilk kez ilkokuldayken, Uludağ'da görmüştüm. Sonraki rastlaşmamız, hazırlık sınıfında okuduğum seneye tekabül eder. İzmir'de kar görmek, olağanüstü bir durum olduğu için, dışarıda uçuşan sulu sepken, karımsı şeyle oynaşalım diye, ders iptal edilmişti.

Dün akşam, şarkılardan fal tutmak için açtığımız radyo kanalında yayına Çeşme'den bir dinleyici katıldı. Çeşme'de beş santim kalınlığında kar varmış; aklım şaştı...

Sana bu satırları (!) Gümüşsuyu'ndan, bir arkadaşın evinden yazıyorum. Şehri beyaz, zarif, şahane bir sükûnet kaplamış durumda ama ben nedense bunda romantik bir yan bulamıyorum.

Sağlık Bakanı'nın eşiyle yaptığı o romantik yürüyüşte bulamadığım gibi mesela. Haberdar olmalısın: Hani Recep Bey, eşiyle birlikte yürüyüşe çıkmış. Elele ilerliyorlar; beyefendide mokasenler, hanımefendide topuklu ayakkabılar; peşleri sıra bir ambulans... Olur a düşerlerse diye... Pek very romantik ve aman da aman ne şahane... Ayaklarına spor ayakkabı giyiverseler de devletin ambulansını şeytan uçurtması kuyruğu misali takmasalar, havalarına halel gelir, di mi?

Ulan Tabiat Ana, ben senin adalet izanının ta içine edeyim. Az önce çorapsız ayaklarına plastik terlikler geçirmiş bir çocuğun önünden geçtim. Avucundaki kartopunu dişliyordu ve tir tir titriyordu.

Bak anacım, yoksul ülkelerin böyle 'şıklık'lara pek tahammülü olamıyor. Tamam, dengenle oynayan biziz, öfke beslemekte haklı olabilirsin, kabul ama hıyarların icraatinin bedellerini hep zavallı günahsızlar ödüyor. Başlatma şimdi büyük balığından, küçük balığından, şuyundan buyundan. Bu ülkede yedi düveli Kutup Ayısı olduğu halde, fena üşüyen bir dolu ufaklık yaşıyor.

Malum hikayedir ve şahsen en sevdiğimdir, bilirsin. Küçük Kutup Ayısı, gidip babasına sormuş ya hani: 'Baba, senin baban da Kutup Ayısı mıydı?' diye.

-Evet evladım, tabii ki...

-Peki annemin babası?

-Elbette...

-Peki onların anne-babaları da Kutup Ayısı mıymış?

-Bittabii... Bu saçma soruları neden soruyorsun ki?

-Peki ama ben niye bu kadar üşüyorum?..

Kılkuyruk Tabiat, Analığından utan; anlatabildim mi?
Yazının Devamını Oku