Ebru Çapa

Tavuk ve yumurta

31 Mart 2004
Savaş Ay hayatını yazsa ‘mesleki deformasyon’ üzerine akademik tez olur. Hayır yani, Biz Evleniyorum evinde oynadığı harici rollere, kamerasını kapıp, habercilikte bir ilke imza atıp kendisinden haber ‘yaratmasına’, içeride randevulaştığı kızla dışarıda buluştuğunda randevu mahaline yanında fotoğrafçıyla gitmiş olmasına, sabaha karşı bir sabahçı kahvesinde kızı haber yapıp rezil rüsva etmesine, bunu da üstelik haber diye yutturmaya kalkmasına, hepsinin ötesinde, o ‘haberi’ de ‘Biz birlikte olamayız, zira benim telsiz susmuyor; ben hep haber peşindeyim, annem de söylemişti zaten, ‘Sen işinle evlisin, başkasıyla evlenemezsin’ diye’ şeklinde bağlamasına filan bir diyeceğimiz yok.

Onlar komik en azından... Gülüyorsun mülüyorsun...

Fakat bazı durumlarda artık insan gülemiyor. Gülmek de ne; eni konu sinirleniyor. Bu aralar Savaş Ay’ın favori oyunu needir, farkında olmalısınız: Burçin Bircan’ın hayatıyla istop oynuyor.

Hey güzel Allah’ım bir ceset ile bu kadar geviş getirmek, nasıl bir yetenektir? Çiğne çiğne tükür... Bir olay ancak bu kadar sömürülür...

Bircan’ın, aşırı dozda uyuşturucudan ölümünün üzerinden üç aya yakın zaman geçti. Savaş Ay, televizyon programında hálá kızın dekolte pozları eşliğinde evire çevire muhabbetini ediyor. Üstelik bunu bir de hiç utanmadan, uyuşturucudan sorumlu duyarlı haber üstadı çalımları satarak yapıyor.

Birkaç gün önce kaleme aldığı yazının başlığı neydi dersiniz?: ‘Burçin Bircan’ın hayatı nasıl kaydı?’

Bu yani, üslup...

‘14 numaradaki Fazilet nasıl düştü’ modeli...

Efendim, ‘gencecik kalem’ Emruhllah Erdinç, Bircan’ın hayatını kitap yapmış. ‘Aslında yaşamı demek biraz abartılı olabilir’miş, ‘çünkü kitabın omurgasında Burçin’in ölümünden sonra, yaşadığı köhne otel odasında bulunan günlüğü var’mış...

‘Emrullah Kardeş’ işi biliyor; ‘eksik olmasın kitabına önsöz yazma işini Savaş Ay’a lütfetmiş.

Savaş Ay önsözde neler yazmış, Savaş Ay gazetedeki yazısında onu yazıyor.

Savaş Ay, Ara Güler ve Coşkun Aral ile birlikte Time’a kapak olmuş üç Türk fotomuhabirinden biri, biliyorsunuz değil mi?

Sistem mi onu bu hále getirdi, onun gibiler mi sistemi bu hále getirdi acaba? Aynı meslekten biri olarak insan, düşünmeden, korkmadan edemiyor...

Asparagas

İbo nereye gidiyor?

Çıktığı kulüpte kendisi gibi ‘efkarlandığında havaya ateş açan’ bir vatandaşın çıkardığı arbede sonrasında tabancasını vermediği için korumasını tokatlayan İbrahim Tatlıses, ülkeyi terk etmeye karar verdiğini açıkladı. Ancak, Asena ile birlikte Almanya’ya yerleşip orada Tatlıses Kebap zinciri kuracağını söyleyen Tatlıses’in beyanatının ardında başka planlar olduğu ortaya çıktı. Tatlıses’in esasında köşe başında silah satılan, silah satışları leblebiye rahmet okutan ABD’ye gideceği, elleriyle yaptığı çiğ köfteyle Beyaz Saray’ı ziyaret edeceği, George W. Bush ile ahbaplığı ilerletmeyi ve ona okey oynamayı öğretmeyi planladığı söylentileri dolaşıyor.
Yazının Devamını Oku

Alemin kralı İMÇ-star!

28 Mart 2004
Memleketi saran yarışma furyasının ‘beşiği’ Unkapanı Plakçılar Çarşısı. Kanbay Müzik’in patronu ve Bayhan’ı ilk keşfeden kişi olan Uslu Kanbay, ‘98 yılından beri, küçücük dükkanının önüne yerleştirdiği bir mikrofonla, yıldız ‘avlıyor’. Pasajın içinde yaşanan koşuşturma, gürültü patırtı, Neredesin Firuze filmini hatırlatıyor. Tek farkla: Oradaki rengárenk neşeyi burada görmek pek mümkün değil. Buranın manzarası daha ziyade, grinin koyu tonlarında seyrediyor.

Geçtiğimiz cumartesi, ‘dumur diyarı’ndaydık. Popstar, Türkstar, Türkiye’nin Yıldızları, Akademi Türkiye, Biri Bizi Gözetliyor, Ben Evleniyorum ya da Biz Evleniyoruz ya da Sevda Masalı ya da her neyse ne filan kesmedi ya, nasibimize bir de İMÇ-Star (!) düştü, iyi mi!

Tahmin edeceğiniz üzre; ‘Olay Unkapanı Plakçılar Çarşısı’nda geçiyor.’ Ve ey ahali, onların yalancısıyız, iddiaysa iddia: İkisi geride kalmış olan dört haftalık bir yarışma neticesinde ‘álemin esas starı’ İMÇ’de, pasaj içinde düzenlenen hayli amatör bir yarışmayla belirleniyor.

Pasajın içinde bir küçücük dükkancık...

Ama adamımız, yani dükkanın sahibi olmakla kalmayıp aynı zamanda yarışmanın yegáne jürisi, prodüktörü ve álemin kralı olan Uslu Kanbay, kendi çapında mühim bir şöhret sayılıyor...

Dedik ya, Kanbay’ın iddiası var: ‘Fikir, kendisine ait, fikir, orijinal... Popstar yarışmasını esasında ondan çalmışlar!’

Zira yemin etse başı ağrımaz, galiplerin, çıkmış bütün kasetleri şahittir ki o, bu müsabakayı ta ‘98’den beri düzenliyor.

BAYHAN’IN KÁŞİFİ

Son zamanlarda adını sık duyduğunuz bir şahsiyet Kanbay... Evet o, ta kendisi: Bayhan’ın ‘káşifi...’

Gelin görün ki ortada bir ikilem var. Bayhan’ın ünü mü Unkapanı’ndaki yarışmayı meşhur etti, Kanbay mı Bayhan’ı keşfetti, tam olarak kestiremiyorsunuz, muallakta kalıyorsunuz. Zira, Kanbay’ın da sık sık belirttiği gibi: ‘Bayhan’ın Popstar öncesi yapmış olduğu kasedi, Unkapanı’nda cirit atıyor!’

Hatta şöyle ki Bayhan’ın İMÇ’deki ses yarışmasında ikinci olduktan sonra Kanbay Müzik ile bir sözleşme imzalamışlığı, 10 şarkılık bir demo hazırlamışlığı, daha sonra Adana’ya giden ve orada işlediği cinayetten dolayı kayıplara karışmışlığı olduğu, vaat edilmiş kasetin bu yüzden hazırlanamadığı biliniyor.

Kanbay diyor ki: ‘Bayhan’ın tüm hakları, benim elimde.’ Aynen de öyle...

DMC ile anlaşan Kanbay, sözleşmeyi feshedecek. Bu feragati karşılığında kendisine çıkacak olan albümden 10 bin adet verilecek. Anlaşma böyle...

UNKAPANI, KURT KAPANI

Unkapanı, bir acayip kurt kapanı... İnsanın sorası geliyor: Neredesin Firuze?..

Günlerden cumartesi, vakit öğleden sonra civarları...

Dediğimiz gibi, avuç içi kadar bir dükkan olan Kanbay Müzik’in önünde, kıyamet kalabalığı var. Kapının hemen dibinde ayaklı bir mikrofon, az ötesindeki daracık mahali çevreleyen plastik bir bant ki teşbihte hata olmaz, gördüğü işlev düşünüldüğünde, bir tür ‘aday savar...’

Ahali, mikrofonu 10 saniyeliğine kapabilmek uğruna birbirini çiğniyor. Karayağız delikanlılar ve az sayıda da olsa genç kızlar, dükkanın önündeki mikrofonu kapabilmek için ha bire çevresini omuzluyor.

Gelen 10 saniyeliğine bağırıyor, giden 10 saniyeliğine çığırıyor... Bu arada, biz gittiğimiz sırada ‘seçim mercii’ Kanbay, pasajın dışında sigara içiyordu. Anlayacağınız, birkaç cevherin atlanmış olma ihtimali de bulunuyor.

Arada bir, mikrofonun yanındaki, kim olduğunu çözemediğimiz kişi, mikrofonu eline alıp, çalışmanın önemi üzerine ‘Eğitim şart!’ modeli bir diskur çekiyor.

Biz merdivenlerde konuşlanmışız. Kalabalığın içinden bir arkadaş, Levent’in fotoğraf makinesi sayesinde bizim basından olduğumuzu fark ediyor, fırsatı atlamıyor: ‘Öf beee, bunu da yazın: Hep aynı şarkılar, hep aynı şarkılar... Herkes Emrah’tan okuyor!’

Çarşı’nın yarışı dört haftalık bir koşu. Yarışmacıların neye göre seçildiği belli değil. Parmak kaldıran mikrofon başına mı geçiyor, yoksa bir liste filan var mıdır? Yarışmaya katılan adayların belli bir para yatırması şart mıdır? Tüm bu olup bitenlerde kasaba kurnazlığının payı ne kadardır?

Yüzümüzü kızartıp Kanbay’a hakikaten burada bir kumpas dönüp dönmediğini soruyoruz; hani belki şöyle Muhsin Bey modeli?...

SEÇİLMİŞLER ORDUSU

Kanbay, yarışmanın bitmiş olmasının da verdiği rahatlıkla mikrofonu alıyor ve gruba doğru soruyor: ‘Burada, basının şehadetinde soruyorum. Kimse bir kuruş para vermiş midir? Verdim diyeniniz varsa çıksın ortaya.’

Yarışma bittiği için seyrelmiş olan kalabalığın içinde biri, sanki tahtaya kalkmak istercesine, parmağını kaldırıyor.

‘Nasıl yani?’ diye soruyor Kanbay. Meğer bir yanlış anlaşılmaymış. Adamımız soruyu anlamamış, yarışmak, yani şarkı söylemek için elini kaldırmış.

Liste işine gelince, Kanbay Müzik Genel Müdürü Cengiz Özdemir’in hazırladığı bir liste varmış ama Unkapanı’na gelirken polis durdurmuş. Aralarında bir tartışma yaşanmış ve liste, polis tarafından yırtılmış.

Nasıl olmuş, bize sormayın, zira biz de anlayamadık.

Kanbay, en ufak bir dolap dönmediğini söylüyor ve daha önceki yılların galiplerinin çıkmış olan kasetlerini gösterip, satışların da hiç fena gitmediğini anlatıyor.

Verdiği sözleri tutan bir beyefendi. Kendisi için bir şey istiyorsa namert; maksat sadece ve sadece hizmet...

‘Bu yıl da birinci gelen yedi-sekiz kişiye kaset yapacağız,’ diyor.

Birinci gelen yedi-sekiz kişi? Pardon, nasıl yani? Unkapanı’nın hesabı, başka çarşılara uymuyor, háliyle aritmatiğimiz şaşıyor.

Dükkanın içinde geçen hafta seçilmiş olan üç kişi oturuyor: Kadir Taştan, Cengiz Alkan ve Türkan Sevinç.

Hepsinin üzerine şimdiden bir vakar gelmiş. İçinden şöhret kelimesi geçen her cümlede, gözleri parlıyor.

Kadir Taştan, ismini yazarken müdahale ediyor: ‘Doğru yazın ama adımı tamam mı? Benim hakkımda büyük tartışmalar var. Hakan Altun’u taklit ettiğimi söylüyorlar ama bunlar asılsız iddialar.’

Buralarda şaşırmanın sonu yok. Akıldan hep aynı şaşkın soru geçiyor: Nasıl yani? Nasıl yani? Nasıl yani?

Dükkanın önünden içine katedilen, hepi topu üç adımlık mesafe. Aday seçileli şunun şurasında bir hafta geçmiş, Kadir Taştan kardeşimiz, daha şimdiden magazin şöhreti söylemini ezberden okuyabiliyor.

‘Seçilmiş’lik duygusu bünyeye ne kadar çabuk zerkolan bir zehir, ‘şöhret’ dediğiniz ne acayip bir müessese; anında insanın düzünü tersine çevirebiliyor.

Feminist devrimin Che’si Enrique Ingelsias

Geçen gün tam dört kişi, farklı vakitlerde elinde gazeteyle yanımda bitti. Gösterdikleri haber ve söyledikleri şey aynı: ‘Kızım tam senlik, bunu yazsana...’

Konu ne dersiniz? Enrique Inglesias, ‘penisinin küçük olduğunu bizzat açıklamış.’

Efendim olay şöyle gerçekleşmiş. Gazeteciler, Inglesias’a albümünün kapağı için çıplak poz verip vermeyeceğini sormuşlar. O da; ‘En büyük penis bende olsaydı, plaklarım daha çok satardı. Fakat benimki belki de müzik dünyasındaki en küçük penis’ demiş. O sırada yanında olan sevgilisi Anna Kournikova da Inlesias’ı; ‘Fazla bir şey yok’ cümlesiyle ‘doğrulamış.’

Haberin devamı, penis boyuyla ilgili olagelmiş rivayetler üzerine kısa bir derleme denilebilir. Ewan McGregor, George Clooney ve Liam Neeson ‘her bakımdan büyük yıldızlar’mış da, Justin Timberlake’in ‘fazla göz doldurmadığı’ biliniyormuş da, şuymuş da, buymuş da...

Besbelli ki Inglesias espri yapmış. Taş bağlasan oltaya gelecek olan sazan gazeteci ordusu da her zaman olduğu gibi beyanatın üzerine atlamış.

Yine de bizim arkadaşlar ısrarla Inglesias’ın sözlerinin bir tür devrim olduğunu iddia ediyorlar. Zira neymiş? Bir erkeğin böyle bir cümleyi şakacıktan da olsa sarf edebilmesi, genel erkek söylemi düşünüldüğünde radikal bir tavırmış, çok cesur bir çıkışmış...

Zannedersiniz, adam feminizmin bir numaralı neferi, hatta utanmasa Che’si...

Bense olayın basit bir şakadan ibaret olduğu iddiasından bile vazcaydım bir süre sonra. İnatla, haberin asparagas da olduğu savını savunuyorum. Zira Inglesias’ın böyle bir ‘espri’ üretecek zekadan da yoksun olduğunu düşünüyorum.

Kendisini tanımam etmem ama birkaç röportajını izlemişliğim var. Adamı dinlerken, insan bir süre sonra gayrı ihtiyari esnemeye başlıyor. Her konuda değilse de bu konuda Mustafa Sandal’a yüzde yüz katılıyorum.

Bildiğiniz gibi, Mustafa Sandal bile kendisine Enrique Inlesias’a benzediği söylendiğinde içerliyor, ‘Yok, o arkadaşımız sanki biraz durgun beyinli’ şeklinde cümlelerle teessüflerini sunuyor.

Her neyse... Ben zaten mevzunun tamamen bencil bir perspektifle, başka bir boyutuna takıldım. Varoluşsal sorulara daldım. Bu konu niye ‘tam benlik’ oluyor ya? Bu ne, burası neresi, ben kimim? Penisten sorumlu yazar mı? Haydar Dümen mi?
Yazının Devamını Oku

Evgin, klipteki delikanlıya jönlükten yana nal toplatır

27 Mart 2004
Bundan iki hafta önce Elif Ergu’nun yaptığı Başak Köklükaya röportajının ilk sorusu ve yanıtı şöyleydi:

- Sahnede olmak isteyen Başak’ın çocukluğu nasıldı?

- Sanırım bizim kuşaktaki birçok kız gibi ben de Erol Evgin’le evleneceğimi sanırdım.

Ben bunu okuyunca, Başak Köklükaya’yı bir sev, bir sev...

Yani kendilerini zaten beğeniyor, oyunculuk kabiliyetini takdir ediyorduk da bu cümleyle başka bir damardan ilişki kurduk, empatide buluştuk...

Ben şahsen ömrümde sahnede olmak istemiş değilim. Gelin görün ki, evet efendim, ilk aşkım olan babamı ve üç-beş yaşlarındayken yeğenlerime, kuzenlerime filan aşık olmamı bir yana koyacak olursak, 70’li yılların başlarında doğmuş hemen her Türk kızı gibi, ben de ilkokul senelerinde Erol Evgin’e meftundum.

Bizim yaşlarda bir cins-i latif ismi telaffuz edin ki çocukken Erol Evgin’e aşık olmasın; mümkün değil... Bizim sınıfın dişi mevcudunun hemen hepsi, silme öyleydi. Ne cins bir karizmadır bu Erol Evgin’inki, ilkokul yaş grubuna hitap eden, anlayan beri gelsin...

Herkesin favori bir Erol Evgin şarkısı vardı. Ben meselá, ‘İşte Öyle Bir Şey’den Erol Evgin söylemesine rağmen hiç hazzetmezdim ama ‘Bir De Bana Sor’ dediniz mi, aaah akan sular dururdu.

Ana-babalı, sıcak yuvalı, bacak kadar çocukken, niyeyse, ‘Evlerin ışıkları bir bir yanarken / Bendeki karanlığı gel de bana sor’ dizeleri kulağıma çalınmayagörsün, boyumu aşan bir hüzne gark olurdum.

Aradan çok seneler, köprünün altından çok sular, kalp cenahından da kimileri can yakan, kimileri abur cubur yutulan nice aşklar geçti.

Fakat yine de ‘Bir De Bana Sor’un bünyede yarattığı etki ve Erol Evgin’in melül ifadesi ile ‘saç modeli’ hiç değişmedi.

AŞKIN ŞAHİDİ KIRMIZI ATKI

Şimdilerde Erol Evgin’in yeni albümü İbadetim’e adını veren şarkının klibi dönüyor müzik kanallarında. Evgin, herhálde ‘E, boyumuz kadar oğlumuz da aynı piyasada at oynatıyor, klipteki jönü artık ben oynamayayım’ şeklinde düşünmüş olacak ki eskilerde kalmış bir aşkın hikáyesi aktarılmış. Esas oğlan rolünü, Evgin’in gençliğini canlandıran manken bir arkadaşımız kapmış.

Olay Rumeli Feneri’nin dibinde geçiyor. (!) Ve -elimize kliple ilgili bir bülten de ulaştığı için kesin olarak biliyoruz- ‘Klipte anlatılan büyük aşkın şahidi ve simgesi kırmızı bir atkı’ymış...

Siyah-beyaz klipte, bir tek atkıya renk verildiğini gördüğümüzde; ‘Bu klibi kesin Sinan Çetin çekmiştir’ diye düşünmüştük. Bildiğiniz üzre Çetin’in kliplerinde ısrarla ‘uçuşan kırmızı şey’ ya da ‘kırmızı giymiş kadın’ kullanmak gibi bir takıntısı bulunuyor.

Nitekim yanılmamışız. Daha doğrusu, tamamen yanılmamışız. Zira yönetmenliği Barış Denge üstlenmiş ama Çetin de klibin yapımcısıymış...

Ben yine de derim ki, Evgin, klipteki delikanlıya jönlükten yana nal toplatır. Üstelik, partilere filan üzerinde kendi adı yazılı tişörtlerle icabet eden oğlu Murat Evgin Bey’den de hálá daha karizmatik, daha yakışıklıdır.

Akranım olan kadınlara sesleniyorum: İmza kampanyası başlatalım arkadaşlar!

Bir dahaki klipte Evgin, kendi aşkını kendi oynasın. Evgin ki, hepimizin ilk aşkıdır, hakkı mıdır, hakkıdır...
Yazının Devamını Oku

Analizin içinden

26 Mart 2004
Analitik düşünce melekelerine kurban olduğumun Kenan Erçetingöz’ü yine derin tespitlerde bulundu, gülmekten gözlerimize yaşlar doldu. Ne diyebiliriz? Allah’ın da kendilerini güldürmesi, yegáne temennimiz... Kabul edersiniz ki magazin áleminin ‘duayen’lerinden Kenan Erçetingöz, enteresan bir adam. Benim hálá umudum var, bir gün kendilerinin izan mertebelerine ulaşmayı ümit ediyorum ama bakalım ne zaman?..

Kendilerine münasip gördükleri ‘unvan’ ile anacak olursak ‘Yaşam Analisti’ Erçetingöz, geçenlerde, BÜ İktisat mezunu, TV muhabirliğinden dergi genel yayın yönetmenliğine, köşe yazarlığından senaristliğe, danışmanlıktan yöneticiliğe, senaristlikten sunuculuğa, sektörün pek çok farklı alanda çalışmış on küsur senelik bir medya mensubu olan, ABD’de televizyon yayıncılığı üzerine master yapmışlığı bulunan Gülse (Şener) Birsel’e, bir sit-com’da rol almayı -ki dizinin senaristi de Birsel’in bizzat kendisi málûm- yakıştıramadıklarını yazmışlardı.

Bilin bakalım sebep ne? Gülse Birsel’in kocası Murat Birsel, ‘ciddi gazetecilik’ yapan bir şahsiyetmiş, Gülse’nin hareketlerine dikkat etmesi, kocasının haysiyetini kollaması gerekmekteymiş!!!

Duydun mu bakiim Gülse?!. Ne hakkın var senin ortamı yavşatmaya, kocanın ütülü, hatta kolalı gazetecilik şöhretine halel getirmeye?! Hatta diplomanı salonun duvarına as ve evinin kadını ol mümkünse...

Erçetingöz, son olarak Tarkan’ın rol aldığı yeni OPET reklamına kafayı takmış durumda. Zira:

‘Ben hayatımda bu kadar kötü bir reklam görmedim. Tavuskuşu kırmızı saçlarıyla benzinciye giren Tarkan, arabasına OPET benzini konulunca direksiyona geçiyor. ‘Otobana buradan çıkılır mı?’ diye sorduğu üç yetişkin genç, Tarkan’ı görünce şaşkınlıktan küçük dilini yutacak hále geliyor. Ben Türkiye’de hálá Tarkan’ı görünce delirecek, ‘Aaa Tarkan!’ deyip kendini paralayacak yetişkin gençler olduğuna inanmıyorum. Abartılı bir sahne olmuş. Hani 12-13 yaş grubu olsa bir derece anlarım ama koca koca çocuklar Tarkan’ı görünce; ‘Aaa Tarkan, Tarkan gördün mü, inanamıyorum Tarkan!’ demez! Onun için reklamın inandırıcılığı kalmamış!’

Anladık di mi?! O kadar yani! Attırmayın Yaşam Analistimiz’in tepesini!!!

Gerçi taze haberler arasında şöyle bir şey de mevcut: Tarkan, Eylül ayında Konya’da verdiği konser sonrasında Can Dündar ile yaptığı röportajda; ‘Burası taassubun başkenti. Konserde kızlar başörtülerini çıkarıp salladı. Vantuz dudaklı erkekler arabamın camına dudaklarını yapıştırdı’ dediği için Konya Hukukçular Derneği, Konyalılar’a hakaret ettiği gerekçesiyle Tarkan’a tazminat davası açmış. Davanın ilk duruşmasına, tarafların avukatları katılmış. Hakim Sertat Şen gülerek; ‘Bir sonraki celseye Tarkan da gelsin. Böylelikle kendisini de görürüz’ şeklinde espri yapmış.

Anlaşılan o ki, Hakim Şen, ‘içimdeki çocuk’ muhabbetini biraz fazla abartmış... Peheeey, görüyor musunuz Türk adaleti kimlerin elinde? Hakimlerin duygusal yaşları, 12-13’lerde seyretmekte!

Asparagas

Şair sayıklaması

İzmir ve Aydın’da aynı gün düzenlenen mitinglerde bitap düşen, ancak korumaları yardımıyla kürsüye çıkabilen, bir gazetecinin sorusu üzerine; ‘DSP Arap atı gibidir, Arap atları yarışın son düzlüğünde atak yaparak öne geçerler ve birinciliği alırlar. Biz hep seçimin son günlerinde oyumuzu artırdık. 28 Mart’ta da öyle olacak’ iddiasını dile getirdikten sonra yine korumaların yardımıyla yerleştirildiği koltukta oturur oturmaz içi geçen 79 yaşındaki DSP lideri Bülent Ecevit, uykusunda konuştu: ‘Elele büyüttük sevgiyi / Rahşan’ım, biz Arap atıyız di mi? / Gerekirse depara kalkarız / Gerekirse çifteleriz Deniz’i...’
Yazının Devamını Oku

Hey gidinin küstümçiçeği

25 Mart 2004
Málûmu ilán ve kendini tekrar olacak ama gayet iyi bildiğiniz üzre duyargaları aşırı hassas bir milletin fertleriyiz. Eften püften bir mevzu yüzünden, bir kaşık suda fırtına kopuyor yine... Málûm liste: Elin Fransız’ı nemfoman bir sekreterle ilgili film çeker, bizim sekreterler kesinlikle mevzuya Fransız kalmaz, üzerine alınır, ayaklanır. Bir aile dizisinde kasaba kurnazı kapıcı tiplemesi çizilir, kapıcılar kazan kaldırır. Çalıntı reklamın birindeki eli ağır, sadist tabiatlı tellak rolü yüzünden tellaklar isyana gelir, reklam kınanır... Asmalı Konak’ın Bahar’ı, film icabı, kanser tedavisi için ABD’ye gider, yurdum doktorları ‘Atatürk bile ‘Beni Türk doktorlarına emanet edin’ demişti’ şeklinde serzenişte bulunur.

Fakat yine de bütün bu alınganlık senfonisi içinde hiçbir grup, sektör, dernek, şu, bu, küstümçiçeği performansından yana, efelerin eline su dökemez azizim...

Hey gidinin efelerinin yine protestosu geldi bildiğiniz gibi. Aydın’da AKP Milletvekili Ahmet Ertürk’ün başkanlığını yaptığı bir kooperatifin takviminde, efe kıyafetli, harmandalı oynayan iki öküzün resmedilmesi, efeleri galeyana getirdi.

Aydın Efeler Derneği Başkanı Cafer Sağdıç, kooperatifi mahkemeye verip takvimi toplatacaklarını beyan etti: ‘Biz inek miyiz? Erkek adamın boynuzu olur mu? Efeleri inek yerine koymuşlar. Bizleri yücelteceklerine aşağılamışlar.’

Bu arada boynuzlu inek de olmaz ya, hadi neyse diyelim, Efe’yi daha fazla sinirlendirmeyelim.

Hatırlayacaksınız, yedi yıl önce de ‘bıyıksız’ Yörük Ali Efe heykeli yüzünden küçük çaplı bir infial yaşanmış, bıyıksız efe olmaz şeklinde bir ‘mantık’tan yola çıkan dernekler itiraz edince heykel yerini bıyıklı bir versiyona bırakmıştı. Zira mübarek Yörük Ali Efe, anasının karnından bıyıklarıyla doğmuş bir nev’i sakallı bebekti, ömrü billah da o bıyıkları kesmemişti. Kıl dönmesi sonucu iltihap olsa bile, sakallarına kıran girse bile, kimse onu asla ve kat’a bıyıksız göremezdi, o ki efelerin efesiydi, kolunu keser bıyıklarını kesmezdi.

Bir de şu acayip ‘satanist efe’ tartışması var tabii... 2002’de yine bir takvimin üzerinde yer alan yemindeki ‘Şeytana bel bağlanır mı? Yardımcımızdır bağlanır’ dizeleri yüzünden takvimin toplatılmasına karar verilmişti.

Güler misin, ağlar mısın?.. Bu nasıl bir izandır, Allah aşkına biri bana açıklasın... Kılla tüyle erkeklik oluyorsa, bari bir dahaki takvime, goril efe figürasyonuna yer verelim. Efeler esas, böyle kıldan tüyden mevzularla uğraşmaktan utanmaz mı? Şöyle biraz soğukkanlı olmaz mı, ağır olup molla takılmaz mı, efe dediğin?..

Asparagas

Freddy’nin kábusu

Tarhan Erdem’in seçim tahminleri konusunda kendisine soru yönelten Leyla Umar’a, seçimlerin sonucunda hezimet yaşayacak olsa bile CHP liderliğini bırakmayacağını açıklayan; ‘Buradayım ve devam edeceğim’ diyen, AK Parti mensupları arasında ‘Allah Deniz Baykal’ın hep CHP’nin başında kalmasını nasip etsin, memlekete sevabı dokunuyor’ şeklinde dönen esprilere malzeme olan Deniz Baykal, sinirlendi: ‘Niye bırakacakmışım? Süleyman Demirel, yedi kere gitti geldi, bıraktı mı? Süha Özgermi, artık gözlüksüz önünü göremiyor, ‘Ben güzelden anlarım’ iddiasını bıraktı mı? Rüyalar áleminde kábus temaları tükendi, Freddy Krueger, Elm Sokağı’ndaki çalışmalarını bıraktı mı? Bırakmıyorum kardeşim. Siz bırakın bu işleri. O sizin dediğiniz, Devlet Su İşleri... Ehi ehi ehi... Nasıl espri? İlahi ben; ne şeker adamım di mi? Siz kadir kıymet bilmiyorsunuz be; bir de beni kavgacılıkla, hizipçilikle, geçimsizlikle itham etmezler mi?!?’
Yazının Devamını Oku

Geldi seçim ayları, titrer gönül yayları

24 Mart 2004
Sanırım bir spazmın eşiğindeyim... Kalbim sıkışıyor; hasarlı bir kalp, Meral Konrad için yine de makbul müdür acaba, onun derdindeyim. Málûmunuz, Genç Parti’nin belediye seçimlerinde Şişli bölgesinden adayı Meral Konrad’ın seçim sloganı bu. Hoparlöründen bangır bas Dağ Başını Duman Almış yayılan bir minibüsün üzerine yapıştırılmış devasa fotoğrafından melül melül, artiz artiz yüzünüze bakıyor ve öyle buyuruyor: ‘Kalbinizi istiyorum!’

Öncelikle brrrehhh ve de pesss demek, üzerine de naçizane sormak isterim: ‘Başkan adayı mısın, organ mafyası mısın ablacığım? Hani yani bilelim de oyumuzu ona göre verelim...’

Hani ben ki hard heteroseksüel bir kadınım; o kalbi servi boylu, dalyan gibi kalıplı mı kalıplı, en errrkeğinden ne doktorlar, ne mühendisler istemiş de vermemişim, sana kaptırırsam, yanarım yanarım geçmiş nafile nazlarıma yanarım...

Seçimler aşk-meşk üzerine geyik çevirmekten yana Sevda Masalı’na rahmet okutan bir tempo tutturduğundan beri, on dakikada bir göğüs kafesinin sol cenahını yoklama ihtiyacı duyuyorum.

Bakıyorum, bazen bir daraltı, bazen taşikardi, kalbimin hálá yerinde olduğunu anlıyor, rahatlıyor, Allahım’a şükrediyorum.

Maaşallah memlekette hizmet aşkıyla yanıp tutuşan ne çok vatan evladı varmış be. Muhtarlar aşk ile nüfus sureti çıkaracak, belediye başkanları meşk ile çöp toplatacak... Memleketi ve dünyayı güzellik ve aşk kurtaracak... Herkes güzel insan, gönül adamı bir yerde...

Hakikaten aşka gelseler iyi olur gerçi... Zira gayet iyi bildiğiniz üzre, seçimler bittikten sonra epey çöp toplanacak... Öyle gönülsüzce, ahla vahla kaldırılacak pislik değil yani...

Yine gökyüzünü pespaye bir naylon örtü kapladı. Yanılıp da bir mehtap, iki bulut, üç yıldız göreyim hesabına kafayı kaldıracak olsanız, aşk ile coşmuş, coşkudan yüzlerine Tecavüzcü Coşkun ifadesi yerleşmiş adaylar sürüsüyle göz göze geliyorsunuz, koşup kendinizi dar atacak bir sığınak, aşka tövbe edip kapanacak bir manastır filan arıyorsunuz.

Şu seçimleri kulak zarı patlamadan, adayın biri cırtlak bir tonla nutuk atacak diye trafiği durdurduğu için cinnet geçirip katil olmadan ya da tutuklanmadan atlatırsam, ilk iş kendime bir doğal gaz kazı alanı filan bulacağım. Çukurun içine girecek ve taşla-toprakla konuşmaya başlayacağım.

Uzuuun uzun anlatacağım: ‘Sen aşk çocuğusun yavrum. Seni baban, benim vergilerimle, benim için doğurttu. Gerçi biraz yavan geven, biraz gürültülü patırtılı, biraz sancılı bir doğumdu. Ama olsun varsın... Aşk böyle bir şeydir işte, ne yaparsın... Gönülden sevdalıysan, salak yerine koyulmaya bile seve seve katlanırsın...’

Asparagas

Cici anne

Çocuklar Duymasın dizisinin yeni ‘Meltem anne’si olarak seçilen ve özel hayatıyla gündeme gelmeyeceğine dair sözleşme imzalayan Zeynep Tokuş, rolüne uzun zamandır hazırlanmakta olduğunu, bunun için taze taze boşandığını, dizide çalışacağı dönemde aldatacak koca moca kalmadığı için içinin son derece rahat olduğunu ifade etti. Tokuş, bunun yanında mevzuyu garantiye almak için yakında Havuç’un evine taşınacağını da belirtti... Çekim setine Havuç’un ebeveyninin refakatinde, kardeş kardeş elele tutuşarak gidip geleceklerini söyleyen Tokuş, Havuç ile aralarında çıkması muhtemel dedikodular konusunda basından ricacı oldu: ‘Kendimden küçük erkeklerden hoşlanmak için yaşım çok genç. Menopoz dönemine gelene kadar rüştünü ispat etmemiş erkeklerle birlikte olmayı düşünmüyorum. Hem Havuç zaten bir sınıf arkadaşıyla çıkıyor, ilişkileri ciddi. Şimdiden peşin peşin söylüyorum, Havuç’un evinde yaşayacağım, aynı odada kalacağız, fakat bir ranzada, farklı yataklarda uyuyacağız. Beni flört yıkan, kötü kadın pozisyonuna düşürmeyin.’
Yazının Devamını Oku

Protesto ihtiyacınızı giderirken başkalarını rahatsız etmeyiniz

21 Mart 2004
Yalçın Kekeç’i seviyorum. Buyrun işte, söyledim. Platonik mılatonik: Seviyorum işte, var mı diyeceğin(iz)? Kim midir Yalçın Kekeç? Çukurova Üniversitesi Rektörüdürler kendileri efen’im; öğrencilik döneminde iki kez TÜBİTAK Ödülüyle taltif edilmiş bir şahsiyettirler: ‘Ölen bir canlının normal yapısını yitirmemiş iskelet kası mekanik gücünden yararlanılması’ ve dahi ‘Septik şok tedavisinde antistine, klorpromazin ve rezerpin bileşiminin yeri’ filan gibi, insanda ana haber bültenini Japonca dinliyor hissi uyandıran ‘abur cubur’ mevzularla uğraşan, bir acayip akademisyendirler...

Bu ‘işgüzar’ cicibeyin canını sıkan bir mevzuya dair 19 Mart tarihli bir haberi alıp kişisel arşivine kaydetmiş deli gönlümüz. Ki haber, şu minvalde:

‘Çukurova Üniversitesi’nin içinde öğrenci ve personelin ‘protesto gereksinimi’ için kurulan alan boş kaldı. Yaklaşık bir yıl önce ‘protestoya açılan’ alan, yalnızca dört kez kullanıldı. Üniversite Rektörü Prof. Yalçın Kekeç; ‘Yaşamın her zaman arzu edildiği gibi sürmediğini, zaman zaman protesto gereksinimi duyulduğunu’ söyledi. Bir kişinin bazen yaşama gelişini bile protesto ihtiyacı duyabileceğini belirten Kekeç; ‘Ancak, protesto ihtiyacı giderilirken başkalarını rahatsız etme hakkı bulunmadığı gerçeği göz ardı edilmemeli. Biz de bunu göz önüne alarak, Türkiye’de bir örneği bulunmayan, protestoların rahatlıkla gerçekleştirilebileceği bir alan yaptırdık’ dedi.’

Nasıl kıvam?.. Alanda üç kürsüyle, protesto sırasında yorulanlar için bank ve çelenk bırakma yeri bile var, Allah sizi inandırsın. Var mı böyle adam gibi bir adam?

Şimdi, gelelim mi Radikal’in başarılı bir fikr-i takiple ele aldığı bir başka habere? Radikal’in önce ‘Sadece susmak serbest’ ardından da ‘Meğer susmak da suçmuş’ başlığıyla manşetten verdiği haberin özeti, mealen şöyle:

Eskişehir Anadolu Üniversitesi’nde YÖK’ü, savaşı ve paralı eğitimi protesto eden öğrenciler bir ya da ikişer dönem uzaklaştırmayla cezalandırılıyor. Öğrenciler, disiplin cezalarını susarak protesto için Ocak 2002’de ağız ve gözlerini bantlayıp, ‘YÖK’e, IMF’ye, paralı eğitime evet’ dövizleri çıkartarak, oturma eylemi koyuyor. Bunun üzerine üniversite yeni bir soruşturma açıyor ve daha önce uzaklaştırma cezası alan öğrencilerden beşi okuldan atılıyor.

Bu öğrenciler arasında bulunan Hukuk Fakültesi son sınıf öğrencisi Pınar Çelik, konuyu yargıya taşıyor. Danıştay 8. Dairesi, geçen yıl Çelik’in okuldan atılma işleminin yürütülmesini oybirliğiyle durduruyor ancak üniversite bu yargı kararını zamanında uygulamaya koymuyor.

Rötarla da olsa mevzu, nihayetinde mutlu sona bağlanıyor: 8. Daire, davaya son noktayı koyuyor ve Çelik’in okuldan çıkarılma işlemini esastan iptal ediyor.

Gelin görün ki, gecikmiş adalet, tam anlamıyla adalet değildir.

Ve hani manşetlerde, terörün, İspanya ve Türkiye’de nasıl farklı ‘şekil’de protesto edildiği sorgulanıyor ya, insan sormadan edemiyor: Bu millet ‘protesto eylemlerini bile güneşli havalarda koyan tembel tabiatlı bir ulus’ olmakla suçlanıyorsa, bunun kabahati esas kimdedir? Protesto eylemi, insani bir ihtiyaç mıdır yoksa suç mudur; bunun kararını verecek olan hangi mercidir?

‘Karı gibi’ bişi!

Sosyologlar, linguistik uzmanları filan didinedursun, İngiliz bilimadamları ‘metroseksüel’in esas tanımını yaptı, ne mene bir halt olduğu konusunda ‘bilimsel’ bir sonuca ulaştı: ‘Karı gibi bişi’miş...

Zira, Cambridge Üniversitesi’nin yaptığı araştırmaya göre dünyanın en ünlü metroseksüeli David Beckham, ‘kadın beyni’ne sahipmiş... Hem habere göre Beckham, bu konuda yalnız da değilmiş. ‘Erkeklerin beşte biri, modayı takip etmek, dedikoduyu sevmek, yeterli bilgi sahibi olmaksızın yargılara varmak gibi özellikler atfedilen ‘kadın beyni’ne sahip’miş... Şimdi bu özellikler neden salt kadınlara mahsus özellikler olarak değerlendiriliyor, kadınlar üzerinde bir araştırma yapılmış mıdır, bana sormayın, beni aşar... Ancak, sırf ‘karı gibi gülen’ vahim bir yaratığa dönüşmemek adına, içinden gülmek geldiğinde dudaklarını ısıran, karizma sattığı sanrısıyla insanların suratına boka bakar gibi bakan ve muhtemelen bu haberden fena hálde rencide olan errrkek arkadaşlarımıza bir tavsiyemiz var:

Ya sevin ya terk edin kardeşim. İstikamet neresi mi? Çin!..

Zira bildiğiniz üzre, Çin Futbol Federasyonu, Genç Milli Futbol takımı oyuncularının, Beckham’ın saç modelini taklit etmesini yasakladı. Federasyon, 17 yaş altı Milli Takım oyuncularını, Beckham’ın at kuyruğu saç modelini, Roberto Carlos’un dazlak kellesini ve diğer boyalı, uzun, ‘acayip modelleri’ uygulamaktan men etti.

Çinliler müthiş adamlar birader. Málûmunuz, astronotlar da teyid ediyor. Çin Seddi, teee uzaydan bile (!) çıplak gözle görülebiliyor. Çin Seddi aşılmaz, saç dediğin uzatılmaz, erkek dediğin karı gibi kırıtmaz ve sırıtmaz. Yahu bu ne be? Ben ki kadın olsun, erkek olsun, süslü şeylerden pek hazzetmem, Beckham’ın avukatlığı bana mı düşüyor?

Yine ezber tarumar... Hey güzel Allah’ım, bu dünya nereye gidiyor?

Patlarsam yanarsın!

Arto dediniz mi, mevzuatın eli ayağına dolaşıyor... Haberi okudunuz mu Allah aşkına? Arto Bey, yine Garabetler Diyarı’nda...

Ey ahali, duyanlar duymayanlara anlatsın: Arto Bey, sahibi olduğu cep telefonunun firmasına büyük bir tazminat davası açmaya hazırlanıyor. Niye, bilin bakalım? Zira Arto’nun cep telefonu patlamış! Kendileri yanma tehlikesi geçirmişler!! Zavallı hafsalamız zorlanıyor, bünye buna nasıl inansın???

Beyanat tıpı tıpına şöyle: ‘Uyuyordum, hatta rüya görüyordum ve rüyamda Tamer Karadağlı ile cebelleşiyordum. Birden büyük bir patlama oldu. Ne olduğunu anlayamadım. Yatağım ateşler içinde kaldı. Sonradan fark ettim ki cep telefonum patlamış. Ateşleri suyla zor söndürdüm.’

Haberin devamı: Arto, patlamanın pilden kaynaklandığını, pilin orijinal mi, muadil mi olduğunu araştırdığını, sonuca göre firmaya büyük bir tazminat davası açacağını söyledi.

Onu bunu bir yana bırakın, anladığımız şu ki: Kimileri sevgilisine, kimileri çocukluğundan kalma bir alışkanlıkla oyuncak ayısına sarılarak filan uyur. Anlaşılan o ki ‘Kıyamazlar’dan Arto Bey’, cep telefonuna sarılarak uyuyor...
Yazının Devamını Oku

Albüm yapmayalı 8 yıl olmuş ki uzun zaman, çocuk yapsa ilkokul ikiye gider, o kıvam

20 Mart 2004
Hayli eski bir Hollywood klişesi olan Coctail’den alıntı bir replikle ifade etmek gerekirse: ‘İlişki dediğin şeyde, iyi bir son yoktur; iyi olsaydı, sona ermezdi zaten...’ Evet efen’im, yine ilişkilerden milişkilerden söz edeceğiz...

Tamam, biliyoruz, haklısınız, biz de hafta içi memleket kurtarıp, pazar günleri Allah’ın emriymiş gibi aşk yazan abilerimize döndük, hemen her cumartesi bu köşede aşktan meşkten dem vurur olduk.

Ama yani, insaf ediniz; naçar muharrire ne yapsın? Hayvan hakları üzerine yazılmış bir şarkıyla geldiler de kapıdan mı kovduk?!

Cumartesileri köşenin doğası gereği kliplerden, şarkılardan bahsetmek gerekiyor. E, takdir edeceğiniz üzre, memleket meseleleri, belediye seçimleri, enflasyon ve benzeri mevzular üzerine şarkı da nadirattan yazılıyor, hatta neredeyse hiç yazılmıyor.

Neyse ya... Allah biliyor ya, iyi de geliyor...

NADASTA BİR YÜREK

Zira şeyi diline vurmuş empotan adamlardan pek farkımız yok bu aralar. Kalp cenahı, evdeki buzdolabından beter durumda: Tamtakır, kuru bakır... İçinde fare düşse, garibanın kafası kırılır.

Bünyeyi nadasa bıraktık; yürek denen o yumruk kadar kası, kapakçıkları mapakçıkları dinlendiriyoruz. Aşkın fikriyle istop oynuyor, daha ziyade beyni yoruyoruz...

Hem bir yanıyla, korunaklı da bir durum. Málûm, nasır dediğiniz, kor yanığı kadar can acıtmıyor...

Eveet, nafile lafazanlıktan yana istihap haddini yeterince zorladıysak, gelelim sadede.

Yani milletin altı ayda bir albüm çıkarmasına, haftada bir klip çekmesine alışkın olduğumuz bir sektörde müstesna bir tavır sergileyen Deniz Arcak’a ve onun sekiz yıllık emeğine...

Deniz Arcak’ın son albümünün üzerinden tamı tamına sekiz yıl geçmiş. Hakikaten uzun zaman... Şaka değil yani, çocuk yapsan, ilkokul ikinci sınıfa başlamış olur; o kıvam...

Boşuna dememişler; ‘Tanrılar’ın değirmenleri ağır öğütür ama çıkan un da ince olur’ diye... Prodüktörlüğünü Fuat Güner’in yaptığı Kıpır Kıpır adlı albümün ilk çıkış parçası Eyvallah, bu sözü doğruluyor.

Klip de Deniz Arcak’ın sesi gibi duru, onun tabiatı gibi sade. Siyah-beyaz bir performans klibi... Arcak, arkasında orkestrasıyla şarkısını söylüyor.

Ha, pardon, arada bir de şahane bir Mustang’in içinde, direksiyon sallıyor.

BİR NEVİ YOL ŞARKISI

Eh, ne de olsa, ilişki bitmiş, yollara düşülmüş ters istikamette...

Yol şarkısı da sayılır yani bir yerde:

‘Kapılar kapandı bak işte / Yüreğim sıkıştı hüzünle / Sevincim içimde buz oldu / Kalakaldım böyle sessizce / Tanıdıktı yalnızlık oysa / Haklısın belki yolunda / Hazırdım bu kez mutluluğa / Nereden çıktı şimdi ayrılık? / Öyle boş, öyle boş ki bu dünya / Güneşim sandım seni oysa / Girdabın içinde yaşarken / Yakamoz yakamoz çakar aklıma / Susadım sana tek bir nefeste / Yaşadım aşkımı bir hevesle / Gözümün önünde durma n’olur / Yaşamak öyle zor ki bu bedende.’

Doğru söze ne denir? Hakikaten de ilişki bittiğinde maalesef pek öyle dost most kalınamıyor. Elden sadece, eski sevgiliye yeni hayatında başarılar, mutluluklar dilemek geliyor:

‘Hadi yoluna eyvallah / Mutlu ol gülüm inşallah / Sen biten günün ardından / Bir başına kalma inşallah...’

Amin, diyelim...
Yazının Devamını Oku