Gençlik, uzun zaman alan bir iştir

İnsan, genç ölebileceği gibi, yaşlı da doğabilir. Bunu kim söylemişti, hatırlamıyorum.

Fakat ‘Yaşlılığın faciası, insanın yaşlı olması değil, genç olmasıdır’ cümlesini, Dorian Gray’in Portresi’nde Lord Henry Wotton’ın ağzından dile getiren Oscar Wilde’dı, onu biliyorum.

Cümleyi bir de tersinden kurmak istiyor deli gönül: Gençliğin trajedisi, insanın genç olmasında değil, yaşlı hissetmesinde yatar; çok içerden bir yerden biliyorum.

Ben çocukken bile kocamış hisseden, içi geçmiş bir insandım. Gelin görün ki geçenlerde aynanın karşısında çakıldım kaldım. Saçıma yalapşap bir-iki tarak vurmak ya da ne bileyim, dişimi fırçalamak gibi faaliyetler haricinde, epeydir aynaya bakmıyor olmalıyım. Aman Tanrı’m, bu, ne bu be? Ben basbayağı yaşlanmışım!

Tamam yani, öyle hissediyorduk zaten de... Artık görüntüyle hissiyat örtüşür olmuş. E, hani o, 25 yaşındayken annesiyle bankaya gittiğinde muhatap bile kabul edilmeyen, annesine ‘Küçük hanımefendiye junior kart mı çıkarıyoruz?’ şeklinde sorulan yöneltilen Shirley Temple azmanı, genç irisi(!) kız nerde?

Gözkapakları şişmiş, göz altları çökmüş, gözlerin akı sarıya dönmüş, gözbebeklerindeki fer sönmüş... Kellenin neredeyse yarısına aklar düşmüş, cilt desen en hafif tabiriyle ‘yer yer kırışmış’, kaşları çatıp durmaktan alnın ortasında oluşan çizgimsi şeyin derinliği fay yarığı kıvamına ulaşmış... Suratın meymeneti gitmiş, surete iyiden iyiye bezgin bir ifade yerleşmiş...

Şu sırlı camdan, bu cepheye doğru gözünü dikmiş, aval aval yüzüme bakan bu yabancı da kim yahu? Eminim bir yerlerden tanıyorum, adı dilimin ucunda ama mümkün değil, çıkaramıyorum.

Ağla gözlerim ağla: Annemi istiyorum!!!

Üç hafta mı oldu İzmir’den döneli? Oysa şimdiden seneler geçmiş gibi... Bizimkilerin evinde kucağına uzandığım annem kafamı kaşırken ekranda İzel belirmişti:

‘Aklımdaydı kaç zamandır / Bir türlü kendime soramadım / Kaybedilmiş yıllar var ya / İşte o yılları yaşamadım / Artık birçok şeyin farkındayım / Kaldığım yerden başlamalıyım / Gizlendiği yerden çıktı öbür yanım / Bir daha geriye bakmayacağım / Hiçkimse üstüne bir şey alınmasın / Biraz da kendime yaşayacağım.’

Annem; ‘Aaah,’ diye iç geçirmişti; ‘Son zamanlarda en çok bu şarkıyı seviyorum.’

Paylaşmakta beis yok: Geçtiğimiz birkaç yıl, bizim familyanın üzerinden freni patlamış bir tanker gibi geçti. Felaket dediğiniz, málûmunuz, asla ve kat’a teker teker gelmiyor. Bünye, motoru yakma noktasına geldiğinde, hayatta galma güdüsüyle olsa gerek, ne varsa her şeyi bir anda ‘ex’tir etmek’ istiyor. Annem, dolayısıyla yeni kararlar aldı, bana da aynı şeyi yapmamı tavsiye etti:

Geçmiş kafaya takılmayacak, zırt fırt, haşır huşur, eski defterler karıştırılmayacak.

Şarkının klibinde İzel de bir arınma süreci yaşıyor. Hafiften ‘a la Erol Atar’ prodüksiyonu kokan bir stüdyoda, klip boyu eski fotoğraflar yakıyor, üzerindeki aksesuvarları çıkarıyor. Klibin başında ince ince örülmüş olan saçlarını ilmik ilmik açıp, klibin sonunda, kıvrım kıvrım saçlarını kaderin rüzgárına salıyor.

Renkler menkler fena ama fikir hiç de fena değil yani...

Peki anneciğim peki... Haklısın, her zamanki gibi...

Hakikaten hayat, insanı zaten yoruyor. Ve incir çekirdeğini doldurmayan ya da barajlar taşırıp seller yaratan, ya da neyse ne... Her mevzuyu takılmış plak misali mesele yapmak, ihtiyarlık sürecini hakikaten hızlandırıyor.

Bir başka veciz gavur da; ‘It takes a long time to become young...’ demiştir. Yanisi: ‘Gençlik, uzun zaman alan bir iştir.’

Emrin olur valide; yaşlı doğmuş ve hoyratça hırpalanmış olabiliriz ama kimbilir? Belki de esas gençlik demleri şimdi başlıyor.
Yazarın Tüm Yazıları