Ebru Çapa

Depresyona kesin çözüm

9 Nisan 2004
Geçenlerde telefonla konuştuğum pek ‘kurumsal kimlikli’ bir hanımefendi bana ‘Ebru Bey’ diye hitap edince, artık korkmam gerektiğini idrak ettim. Hani annem bile telefonda sesimi tanıyamaz kıvama geldiğine göre, yabancı bir hanımefendinin sürçmesine denilebilecek bir şey yok; n’apalım...

Bizim binanın havalandırma sistemi ve günde iki-üç paket tüketimlik 14 yıllık sigara tiryakiliği sağolsun, ses tonum Hasan Mutlucan’ı aratmaz oldu.

Allah muhafaza memlekette bir daha ihtilál olması hálinde düzenlenmesi muhtemel Darbe-star yarışmalarına kahramanlık türküleriyle katılmayı düşünüyorum.

Sağlık muhabiri, konu uzmanı, güzel insan, gönül kadını arkadaşımız Mesude geçen gün yanıma gelip; ‘Sende muhtemelen faranjite ilerleyen sinüzit var’ dedi ve beni köhür kahır öksürüğümle başbaşa bırakıp masasına döndü.

Bu kronik tıksırık buhranı bir süre daha devam ederse, masamın dibine bir ‘Çevreye verdiğim geçici rahatsızlıktan dolayı özür dilerim’ tabelası dikmeyi planlıyorum.

Memlekete bahar, dallara çiçek bastı ya, ‘Bahar geldi şu olacak, bu olacak’ haberi çıkmayan bir gün geçmiyor.

Bir gün bakıyorsunuz, sanki Tayyip Erdoğan kurdele kesmiş gibi bir ifadeyle ‘Aşk mevsimi açıldı’ yazıyor.

Bir diğer gün, bir başka gazete bizleri ‘Bahar depresyonuna dikkat!’ şeklinde uyarıyor.

Tahminlerimizde yanılmadık tabii... İlkbahar ‘fasilitelerinden’ yana bizim nasibimize depresyon düştü.

Kıçımızı kırıp, canımız ciğerimiz, Aynştaynlar’dan Edisonlar’dan bilem akıllı binamız Medya Towers’da oturup, çayır çimen, börtü böcek üzerine fanteziler kuruyoruz. Adımız Hıdır, elimizden gelen budur yani.

Arkadaşlarla İkitelli’nin arasokaklarından yelesini rüzgára salmış beyaz atıyla koştur koştur gelecek bir Beyaz Atlı Prens bulunma ihtimáli üzerine tartışıyoruz.

Tahmin edeceğiniz gibi pek ihtimál vermiyoruz; birbirimizi doldurup, kaşıyıp, başarıyla duble depresyona giriyoruz.

‘Bahar depresyonuna dikkat’miş... Sanki depresyona karşı önlem alınabilirmiş gibi...

Bu sabaha kadarki ahvalimiz böyleyken böyleydi...

Fakat arkadaşlar, kendimi de telkin edercesine duyurmak isterim. Benim depresyon, bu sabah itibarıyla sona erdi. Ya bitecek, ya bitecek yani; Tansu Hanım modeli...

Zira bugün vahim bir vesileyle unuttuğumuz bir şeyi hatırladık: Hayat depresyonda geçirilemeyecek kadar kısa ve fazlasıyla değerli.

Bugün işe gelirken taksi, kırmızı ışıklarda durdu. Fakat karşıdan istikametten gelen bir araç frene basmakta gecikti ve tam yanımızdan karşıdan karşıya geçmekte olan yaya bir kadına çarptı ve onu en az iki metre havaya uçurdu.

Kadın, bezden bir bebek gibi, havada tam bir parende attı ve iplerinden boşalmış bir kukla gibi yere düştü.

Etraftan koşanlar çevresinde boğucu bir halka oluşturdu. Ben daha dehşetten beş karış açılmış ağzımı kapatmaya muvaffak olamadan ışığın rengi değişti, taksi, hiçbir şey olmamış gibi hareket etti.

Kadın, geride kalmış bir hayale dönüştü.

Yol boyunca baktım, baktım, baktım... Elele insanlar, gülüşen çocuklar... Çok şükür, çok şükür, çok şükür... Titredim ve kendime geldim.

Yahu, hayat bu be... Dört nala yaşamak lázım yani...

Depresyona karşı önlem almak için yapılması gereken, arada bir mezarlıklarda dolaşmaktır belki.

Depresyonmuş mepresyonmuş, bitti abi... Bir koşu gidip -muhtemelen yine yanlış- birilerine aşık olalım bari...

Asparagas

40 kere maaşallah

40 gün boyunca salça ekmek yemek zorunda kaldığını belirttikten sonra çektiği acıları ‘40 gün boyunca eşimin annesiyle birlikte cebimizde beş kuruş olmadan yaşadık. 40 gün parasızlıktan dışarı çıkamadım. 40 gün aynaya bakamadım. Saçlarımın düğümünü kuaför bile açamadı’ sözleriyle açıklayan ve 41. gün bir koşu gidip annesi Nevin Teoman ile barışan ve ‘Bana Hummer alıcan mı anneciğim?’ diye soran Seren Serengil’in ancak 40’a kadar saymayı bildiği ortaya çıktı. Kendisinin ve Cengiz İmren’in annesinin el ve ayak parmakları bitince aklının karıştığını ifade eden Serengil; ‘Saçımdaki düğümler de ne, siz esas benim beyindeki düğümleri görün’ dedi ve annesine ‘sosyete lobotomicisi’ diye bir şey olup olmadığını sordu: ‘Anne bana bi’ tane yaptırırız di mi? Sen yaptırmazsan Cengiz çıktığında üç-beş beste satar, ona ısmarlatırım sonra bak... Ekikiki...’
Yazının Devamını Oku

Zombiler 8 vizyonda

8 Nisan 2004
Tırsss... Bir küçük haber okudum -Korkmaz Yiğit’in kulakları çınlasın- kimyam bozuldu. Hakikaten, olabilir mi? Eksik olmasın, bir süre dinlenip topumuzu kurtarmak adına takat toplayan Baba, sahalara dönüyor olabilir mi?!?

Süleyman Demirel; ‘Siyasete dönmenin yolunu hiçbir zaman kapatmıyorum. Parti siyaseti içinde değilim ama bu hiçbir zaman olmayacağım anlamına gelmez. Devran nasıl döner bilmem’ demiş.

Kesmeyenler için bir de benim bünyeden, helálinden bir üçüncü sayfa haberi: Bunun gerçekleşme ihtimáli üzerine derin tefekkürlere dalan vatandaş Ebru Çapa kafayı yemiş...

İnanmayı reddediyorum... Hani şaka deyip geçmek istiyorum ama kendileri bu arzusuna dair belediye seçimleri esnasında da sinyal verdiği, hatta sinyal de ne, flaşörleri yaktığı için bayağı bayağı tırsıyorum.

Atlayanlar olmuştur belki hesabına, hatırlatalım. Demirel, Ankara’da CNN Türk’ün seçim otobüsüne bindiğinde málûm ‘nüktedan’ üslubuyla şöyle buyurmuştu: ‘Bu otobüse binince insan inmek istemiyor. Bana ahali bul da bir-iki nutuk vereyim.’

Bu ne sonu gelmez, ne mütemadi bir hevesmiş, bu nutuk atma tutkusu ne mene bir bağımlılıkmış yahu!

Bir zamanlar politikayı bırakıp uskumru dolması üstádı ve evinin erkeği olacağını, Olcay Hanım’a kocalık görevini ifa edeceğini, torun morun seveceğini söyleyen, Deniz Baykal’ın fırrr döndüğü, CHP’nin ruhuna rahmet okuttuğu ve psikoloji literatüründeki adıyla ‘inkar (denial) sendromu’ndan mustarip tombul yanaklı, ‘genç ve yakışıklı’ liderimizin tüm bunlara rağmen mıhhh gibi yerli yerinde çakılıp kalmakta ısrar ettiği zaten cümlemizin málûmu.

Keza, artık kürsüde konuşurken filan içi geçen Bülent Ecevit’in yine aleni hezimete rağmen ‘başarı’ edebiyatına yazılabildiği de...

Bu durumda siyaset áleminin en başarılı ‘volta’larını atmış, yedi kere gitmiş, yedi kere gelmiş, üstüne bir de Cumhurbaşkanlığı yapmış Demirel’in iştahı kabarmaz mı? Kabarır elbet...

E o zaman, kopsun kıyamet...

Demirel bu; ne yapar eder döner. Gerekirse gençlik kollarında çalışmaya başlar, bir yıl içinde tabandan tepeye depar bile atar. Biz öööyle arkasından salak salak bakakalırız...

Bir kez daha, bir kez daha, bir kez daha şaşakalırız...

Baykal dönmüş, Ecevit desen hiç gitmemiş...

Demirel’in başı kel mi? (Kel ama olsun, binaenaleyh, şapkam sağolsun...)

Ve fakat bu kadarı bizleri kesmez. Bir-iki-üç yetmez...

King’e bir de dördüncü gerek di mi?

Ben derim ki yarın-öbür gün, bir katekulliye getirip Erbakan Hocamız da dönebilir yani.

Hatta, bu aralar mezarlıkların yanından geçerken dikkatli bakının, Türkeş bile hortlayabilir yani...

Olmaz olmaz demeyin, burası zombiler diyarı, olmaz olmaz...

Asparagas

Kafayı yormam ben adam olmam

Niçin tüm ısrarlara rağmen CHP Genel Başkanlığı’nı düşünmediğini; ‘Beni seçim otobüsü üzerinde avaz avaz nutuk atarken düşünebiliyor musunuz?

Parti liderliği yapmak benim yapıma müsait değil. Liderlik psikolojik güç gerektirir. İnsanın lider olabilmesi için takımı çalıştırması gerekir.

Ben ise takım içinde yararlı olmak istiyorum’ sözleriyle açıklayan Kemal Derviş’in durumu, bilim adamları tarafından ‘Anna Kournikova Sendromu’ olarak tanımlandı. Türkiye’ye geldiği dönemde David Beckham modeli ilgi gören ve tenise duyduğu sevgi herkesçe bilinen Derviş’e, o günlerden bu günlere gözle görülür pek bir hizmeti bulunmamasına rağmen CHP’nin başına geçmesi için yalvar yakar olunması hálinin, tenis oynamadığı hálde reklam gelirleriyle servet sahibi olan Anna Kournikova’yı andırdığını söylediler. Bu arada, CHP kulislerinde dolanan bir söylentiye göre, müziğe merakı da málûm olan Derviş, bu aralar Serdar Ortaç’ın ‘Ben Adam Olmam’ şarkısını terennüm ederek dolanıyormuş.
Yazının Devamını Oku

Kaybedenlerin şahı geliyor

7 Nisan 2004
Bu aralar İstanbul’un entellektüel camiası yine ÖSYS’ye hazırlanan öğrenci moduna geçti. Kaktüs’ten içeri adımınızı attığınız an, burnunu elindeki kitapçığa daldırmış harıl harıl çalışan en az üç-beş kişiye rastlıyorsunuz.

‘Eee, n’apıcaz, hangi filmlere gidilecek abi?’

‘Sen programını yaptın mı? Latin Amerikalı yönetmenlerden tanıdığın var mı?’

‘Scorsese’nin Blues serisini izledikten sonra bünye, yazki blues festivalini de kaldırabilir mi?’

Evet efendim, málûm dönem: 23. Uluslararası İstanbul Film Festivali geldi kapıya dayandı.

10 Nisan itibarıyla İstiklál Caddesi, elinde program, bir seanstan diğerine koşuşturan insanlarla kaynaşıyor olacak. Benim gerçi haftada 40 filmin üzerine çıktığım eski ‘genç heveslisi’ hálimden pek eser yok. Zira maalesef artık her Allah’ın günü peş peşe bilmemkaç film izlemek üzere hayattan mola almak gibi bir lüksümüz de yok.

Ancak bu seneye mahsus, özel bir durum var ki, iki elim kanda olsa giderim. Hani gerekiyorsa -ki Allah’tan gerekmiyor- istifa eder, öyle giderim.

Amerikan bağımsız sinemasının kurucusu sayılan kişi, tamamen sübjektif bir kanaatle tarihin gelmiş geçmiş en iyi yönetmeni, álemlerin en karizmatik aktörü ve şahsen en sevdiğim ölü, huzura geliyor; cümle álemi saygı duruşuna davet etmek isterim...

Bu yılın Unutulmaz Yönetmenler bölümünün yıldızı John Cassavetes...

Eşi Gena Rowland ve Ben Gazzara ile birlikte değişmez oyuncusu ve yakın dostu olan Peter Falk’ın; ‘O şafağı herkesten bir saat önce görürdü’ cümlesiyle andığı adam.

Şiir gibi, caz gibi, heykel gibi, adam gibi bir adam.

Cassavetes bana hep J.D. Salinger’ın sinemadaki muadili gibi gelir. Birini izler, diğerini okurken, o delişmen tempoya kendinizi kaptırır, karakterle birlikte yorgun, bitap, hatta neredeyse ölgün düştüğünüzü hissedersiniz.

Hayat, zincirleme yakılan sigaralar, boşalmayan kadehler, sonu gelmez diyaloglarla, akar, akar, akar...

Bir an kendinizi ağız dolusu gülerken yakalarsınız, bir sonraki dakika öyle bir replik düşer ki ortaya, ciğerinizi yakar.

Cassavetes çağlar, o çağlarken siz de onunla birlikte sürüklenirsiniz.

Açılış Gecesi, Kocalar ve aaaah o Aşk Irmakları... Film biterken, filmle birlikte siz de bitersiniz...

Cassavetes, başkalarının yönettiği kimileri eni konu ‘dandik’ filmlerde aktörlüğünü konuşturup, kazandığı parayla kendi bağımsız filmlerini çekmiş, dibine kadar emprovizasyon yanlısı bir şahsiyettir.

Ve -ben ki kaybeden edebiyatından hazzetmem- tarihten gelmiş geçmiş, mağlubiyeti üzerinde jilet gibi taşıyan, kaybetmeyi kendine yakıştıran yegáne kişidir.

Trençkot Humphrey Bogart’ın üzerinde nasıl durursa, kaybediş de Cassavetes’in üzerinde öyle şık durur.

Zira Cassavetes, kaybederken bir yanıyla da kazanır. Hüznü, mutlaka bir nebze de neşeli bir dalgacılık barındırır.

Cassavetes, kendi sinemasından bahsederken; ‘Başarı kaygısı gütmeyen herkesle çalışabilirim’ demiştir: ‘Caz müzisyenleri başarı kovalamaz meselá... Onlar belli bir yere gitmezler. Caz müzisyeninin hesaplı, planlı yapılanmalarla işi olmaz. O sadece o geceyi yaşamak ister, dibine kadar; tıpkı bir çocuk gibi...’

Fanatiksem fanatiğim anasını satayım. Bu álemden John Cassavetes gibi şahane bir çocuk daha geçmedi...

Asparagas

Dediğim dedik, çaldığım düdük

GS-BJK derbisindeki yönetimi, Beşiktaş taraftarları tarafından bile eleştirilen Ali Aydın’a ‘Kimseden korkmadan delikanlıca maç yönetti. Onun bu yönetimi neden eleştiriliyor anlamadım. Bu maç diğer hakemlere örnek olmalı. Çok cesur ama doğru kararlar verdi. Arslan gibi düdük çaldı’ şeklinde methiyeler düzen BJK Menajeri Sinan Engin, kargadan başka kuş, Ali Aydın’dan başka hakem, Deniz Baykal’dan başka da parti lideri tanımadığını söyledi: ‘İddiaysa iddia; bu ülkede düdük, kimsenin dudağına Ali Aydın kadar yakışmaz. Fareli köyün kavalcısı bile aletini bu denli mahir üfleyemez. Girişimlerim var, İstanbul Müzik Festivali programını hazırlayan heyete öneri götüreceğim, Ali Aydın, önümüzdeki yaz bir düdük resitali versin diye... O çalsın, biz dinleyelim, kulaklarımızın pası silinsin, Beşiktaş şampiyon olsun, hayat bayram olsun. İşte saadet, işte devlet, işte dudak, işte düdük!..’
Yazının Devamını Oku

Sanat deli işidir, netekim

4 Nisan 2004
Standart klişedir: Dehayla delilik arasında saç telinden bile ince bir sınır olduğu söylenir. Öyledir yani... Sanatçı dediğin delidir, ne yapsa yeridir.

Doğruya doğru, hakikaten de biraz öyledir. Hani ahkámlardan ahkám beğeneceksek, sanat, gerçek anlamıyla sanatsa, zamanın önüne düşen bir öngörü yeteneği, toplumun dışına düşen bir orijinalite, genel kanaate zıt bir duruş, uyumsuzluk, başkaldırı içerir. Eşliğinde, baş ve kalp ağrısı, mide sancısı getirir.

Rahatına düşkün tipleri hafiften zorlar yani... Sistem adamıysan, sanattan yana işin biraz zor yani...

Olsan olsan, ne bileyim, Kenan Evren kadar ressam olursun. Magazin dergisinden kestiğin fotoğraf karesini karşına dayar, ondan baka baka Hande Ataizi’nin yağlıboya ‘nü’sünü falan yaparsın...

‘Mermerin içine hapsolmuş meleği gördüm ve o serbest kalana kadar mermeri yonttum,’ demiş Michelangelo. Ciddi ciddi söylemiş bunu hem, Allah sizi inandırsın. Şimdi bu akıllı uslu bir adamın kuracağı cümle midir?

Kırk yıl önce, akıl hastanesinde ‘deliler’e deney ve teşhis amacıyla tablolar yaptırılmış. Zamanın yetkin doktoru Süleyman Velioğlu, daha sonra resimleri bir bodruma kilitlemiş.

2002 yılında Çapa Tıp Fakültesi Psikiyatri Ana Bilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Olcay Yazıcı, başkanlık odasına resim aramak için hastanenin bodrum katına inmiş ve bir kısmı birbirine yapışmış, bir kısmı yanarak tahrip olmuş resimleri bulmuş. Araştırıp taraştırıp işin aslını ortaya çıkarmış ve mutluluktan coşmuş...

Prof. Yazıcı, resimleri bulduğu andaki hislerini şöyle anlatıyor: ‘Gözlerime inanamadım. Çünkü şaheserlerdi. Mısır Piramitleri’ni keşfetmiş ve oradaki hazineyi gün ışığına çıkarmış gibi hissettim.’

Bunun yanında resimleri bir de doktor gözüyle değerlendiriyor: ‘Hemen hemen tüm resimlerde hastalığı ve acıyı görüyorum.’

Ben kendi adıma 8 Nisan itibarıyla Borusan Otomotiv’de sergilenecek olan resimlerin orijinallerini görmeyi merakla bekliyorum. Sanatçı mı deliden çıkar, delilik mi sanatın doğasından kaynaklanır; sanatçı doğulur mu, sonradan olunur mu, insan düşünmeden edemiyor.

Utanarak itiraf ederim ki, ben kendi adıma ruh sağlıklarının yerinde olmadığı bilinen, tanı konmuş kimi şairlerin hastalığına ‘bencil okur’ sıfatıyla duacı olduğumu biliyorum.

Bildiğiniz üzre, şizofreni tedavisinde olumlu yönde sağlam adımlar atıldı ve bu konudaki çalışmalar, ‘Peki ama bu durumda sanatın sonu gelirse n’aparız?’ şeklinde ciddi ciddi tartışılıyor.

Her şey bir yana, serginin ortaya koyduğu şey çok açık.

Konu sanatsa, bir paranoyak, beş Kenan Evren’i yan cebinden çıkartır, iddia ediyorum...

Bende yoksa kimsede yoktur

Yaşasın Kadir İnanır dizi çeviriyor! Eh, mutad ‘evlenilecek sıfır kilometre kız aranıyor’ kampanyası bıraktığımız yerden başlamış, ‘polemik’ sezonu açılmış, ‘hadi geyiğin belini kıralım bahar şenlikleri’ dönemi gelmiş kapıya dayanmış demektir.

İnanır’ın yaşı, Kanal D için çekilen ‘Bütün Çocuklarım’da torun torba sahibi bir adamı canlandıracak derecede kemale ermiş olabilir. Olsun varsın; Kadirizmin kitabı, ‘değişim’ kelimesini tanımaz. Ve neresinden bakarsanız bakın, bazı şeylerin hiç değişmediğini görmek de, bir yerde saadettir.

Misál, Hülya Avşar’ın kırk yıllık ‘jön tartışması’ Kadir İnanır sağolsun, yine huzura geldi. İnanır Avşar’a, ‘Niye jön arıyor ki? Genç çocukla mı oynamak istiyor. Onu bu günlere biz getirdik, lafını bilip öyle konuşsun’ dedi. Avşar, İnanır’a ‘yaşlandığı için böyle konuştuğu’ şeklinde bir beyanatla sitemlerini iletti...

Yine de benim şahsi ‘Kadir İnanır vecizeleri’ arşivimin güzide bölümleri, hep aşk-meşk, kadın-erkek mevzuları üzerine kotasyonlarından oluşur. Kendileri eksik olmasın, bu kez de bizi yanıltmadı, hayalkırıklığına uğratmadı. Kadir İnanır bu azizim, konuştu mu granit makamından konuşur.

Geçtiğimiz günlerde Sema Denker’e verdiği röportajda yine döktürmüş: ‘Büyük aşkı kim yaşamış ki? Hep yalan konuşuyorlar. Hiçkimse büyük aşk yaşamamış. Kerem ile Aslı’yı, Leyla ile Mecnun’u gören var mı? Ferhat dağları delmiş. Nerede bu dağ, bir göstersinler bakalım. Yalan!.. Tutku vardır, aşk ne demek? Benim hiçbir zaman büyük bir tutkum olmadı. Olsaydı sizlerden kaçmazdı.’

Öyle yani, sakın ola çıkıp da; ‘Yahu ben gördüm, hatta yetmezmiş gibi yaşadım’ demeye kalkmayın. Varsa aşka dair bir iddianız, gidin o aşkı İnanır’ın gözünün önünde yaşayın. Hatta aşkınızı belgeli melgeli, noter onaylı bir şekilde ortaya koyun, ispatlayın. Hem onun adına da aşk denmez bi kerem, tutku denir tamam mı? Kodu mu oturtan bir büyüğümüzdür kendileri bildiğiniz gibi; Kadir Abimizin kafasını bozmayın!

Örnek bir büyüğümüz

Artık işi rutine bağladık. Her sabah ilk işimiz, dağılmış ezberimizi sil baştan toparlamak oluyor. ‘Nasıl yani?’ sorusunun anavatanı cinnet vatanım Absürdistan’da şaşırmanın sonu gelmiyor. Zavallı aklımızın bir kez daha, bir kez daha, bir kez daha karışmadığı, ‘sıkıcı’ tek bir gün geçmiyor.

Bildiğiniz üzre, Türk gençlerinin gelişimi konusu, son olarak ‘örnek insan’ Alaattin Çakıcı tarafından ele alındı. Kurtlar Vadisi’ndeki Çakır karakteri ile kendisi arasında ilişki kurulmasından duyduğu rahatsızlığı, ‘Sayın Kamuoyu’na hitaben kaleme aldığı ve Hürriyet’e yolladığı bir yazılı açıklamayla dile getirdi.

Çakır’ın Tombalacı’nın elini öpmesinden yola çıkarak; ‘Hayatımda aile büyüklerimin ve saygı duyduğum yaşlı tanıdıklarımın dışında kimsenin elini öpmedim, öpmem de...’ dedi.

Buraya kadarı hadi neyse... En azından delikanlı áleminin mantık sınırları dahilinde... De...

Çakıcı’nın hicap duyduğu bir konu daha var ki bendeniz, o noktada mevzudan kopuyorum: ‘Yaratılan hayali bir kahramanla ülkemin gencecik insanlarının kanunsuzluğa ve eğitimsizliğe özendirilmesinden rahatsızlık duyuyorum.’

Sayın Çakıcı, ‘Sayın Kamuoyu’na’ şöyle sesleniyor: ‘Hayatım boyunca üç şeye inandım ve iman ettim. Günah... Suç... Hata... Günahım varsa hesabını öbür dünyada Cenab-ı Allah’a vereceğim. Suçum varsa hesabını bu dünyada ülkemin güvenlik görevlilerine ve mahkemelerine verdim ve vermem gerekiyorsa yine veririm. Hatam varsa bunu da siz kamuoyunun takdirine bırakıyorum.’

Onu bunu bilmem de, Kurtlar Vadisi’nin senaryo ekibini tebrik ederim. Karakter kime dayanıyordur bilemem ama jargon, birebir örtüşüyor.
Yazının Devamını Oku

Barış size kurban olsun

3 Nisan 2004
Bu ülkede yaşamak zor ama ölmek, işte o tam bir zulüm... Görüyoruz işte, Barış Manço’nun ardından Cem Karaca’nın ruhunun da en yakınları tarafından nasıl iğdiş edildiğini.

O tatil sitesi benim, bu piyano da benim, devlet Barış’ın mallarıyla müze kursun, halılarımızı geri versin, hatta bizi vergiden muaf tutsun...

‘Yaz dostum, güzel sevmeyene adam denir mi? / Yaz dostum, selam almayana yiğit denir mi? / Yaz dostum, altı üstü beş metrelik bez için / Yaz dostum, boşa geçmiş ömre yaşam denir mi? / Yaz dostum, yoksul görsen besle kaymak bal ile / Yaz dostum, garipleri giydir ipek şal ile / Yaz dostum, öksüz görsen sar kanadın kolunu / Yaz dostum, kimse göçmez bu dünyadan mal ile / Yaz dostum Barış söyler, kendi bir ders alır mı? / Yaz dostum su üstüne yazı yazsan kalır mı? / Yaz dostum bir dünya ki haklı haksız karışmış / Yaz dostum boşa koysan dolmaz, dolusu alır mı? / Yaz tahtaya bir daha, tut defteri kitabı / Sarı çizmeli Mehmet Ağa bir gün öder hesabı.’

Hakikaten de bu dünyadan kimse mal ile göçmüyor.

Bu sözleri yazmış adam, terk-i álem eylemiş, cevap hakkı, şusu busu yok. Ölünün arkasından konuşulmaz, dolayısıyla Barış Manço için söylenebilecek bir şey de yok.

Ancak şurası kesin ki eşi Lale Manço’nun mal peşindeki maceraları, Arsen Lüpen tefrikalarına rahmet okutuyor. Üstelik Arsen’in en azından şahane esprili bir tadı var. Lale Manço’nun çevirdiği geyik ise, yavan geven gevişi getirilen bir keçi boynuzunu andırıyor.

Daha önce de dediğimiz gibi, bu ülke böyle kardeşim; yaşasan bir dert, ölsen ayrı dert....

Buradan geliyoruz, vokal ve gitarda Deniz Yılmaz, davulda Burak Gürpınar, bas ve geri vokalde Kerem Tüzün, gitarda Özgür Kankaynar’dan oluşan Kurban’ın -mükerrer seferler huzura gelen bir şaka gibi- her seferinde olduğu üzre yine Kurban Bayramı döneminde çıkartmış olduğu harikulade albüme: ‘Sert.’

Albümü alanlar almayanlara, olmadı, hakkında çıkmış haberleri okuyanlar okumayanlara anlatsın: ‘Sert (Ters)’ Kurban’a ait sadece üç parça ihtiva eden Lambaya Püf De’den, Namus Belası’na birçok klasiğin Kurban’ca yorumlandığı bir cover albümü.

Barış Manço klasiği Sarı Çizmeli Mehmet Ağa ise bu şapşahane albümden klip çekilen ilk parça. Ben ki cover albümlerinden pek hazÊetmeyen ve son zamanlarda iyice ayyuka çıkan cover patlamasından ikrah getirmiş durumdayım, Kurban’ın önünde, ceketim olsaydı, düğmelerini saygıyla iliklerdim yani...

Hatta ne bileyim, böyle şeylerin saygı göstergesi olduğuna inanmam ama gerekiyorsa karşılarında bacak bacak üstüne atmaz, hatta hürmetin cılkını çıkartmak gerekiyorsa, bünyeyi zorlayabildiğim kadar zorlar, yanlarında sigara bile içmezdim.

Sarı Çizmeli Mehmet Ağa’nın Kurban yorumu için ne denir bilemiyorum. Daha doğrusu biliyorum da söylemeye korkuyorum. Hani fanatikleri beni topuklarımdan vurdurabilir ama yine de cesaretimi toplayıp söyleyeyim: Bence Kurban, şarkıyı rahmetli sahibinden çok daha iyi yorumluyor.

Çünkü cover icra ederken, önemli olan getirdiğin yorumsa, Kurban, şarkıyı hakikaten yorumluyor. Yanisi, birçok ismin yaptığı gibi, şarkıyı orijinal hálinin motamot kopyası şeklinde icra etmiyor, arslan gibi, kendi sesini katıyor.

Ve bu sayede, senelerdir aynı şekilde dinlene dinlene, kulakta paslı bir tat bırakır olmuş Sarı Çizmeli Mehmet Ağa, botox’lanmış-detokslanmış bir edayla, taptaze, dinç, genç, aktif, dinamik, heyecanlı bir şekilde huzura geliyor.

Klip de gayet başarılı çekilmiş bir performans çalışması...

Cesedi çiğnene çiğnene bir hál olan, hatırası mundar edilen Barış Manço, yaşasaydı herhalde durumu şükranla karşılar ve şöyle derdi: ‘Aferin çocuklar. Biz kulaksak, siz boynuz olmuş, bizi geçmişsiniz. Belli ki çocukken ıspanak yemeyi ihmal etmemişsiniz...’
Yazının Devamını Oku

Ricky Baykal

2 Nisan 2004
Sizden kaymak olmasın sepsevgili bir dostum, rutin kahve-sigara geyiği çevirmek için ‘makamına’ uğradığım sırada iki elini suratıma doğru uzattı; yüzünde hafif mahçup, anlam veremediğim bir ifade... ‘Nedir abi?’ diye sordum háliyle. ‘Bu hafta tırnak kontrolü vazifesi benim üzerimde de haberim mi yok?’

Baktım, gayet bakımlı on adet parmak, kendilerine geçer not verdim: ‘Aferin benim metroseksüel oğluma. Bu ellerle istesen piyanist bile olursun sen. Ben David Beckham’da bile böyle bakımlı el görmedim.’

Bizimki neredeyse ağlamaklı, burnunu çekti: ‘Bu eller var ya bu eller, hani bu lekesiz eller? Birer utanç abidesidir.’

Çaktırmadan kendi ellerime göz attım. Sigara yanıklarından yadigar izler; kenar etleri yenmiş, kemirilmiş tırnaklar... Hani o utanıyorsa, benim kendimi kırbaçlamam filan lázım... ‘Bu tırmandırdığın gerilim beni öldürecek’ dedim. ‘Şimdi teker teker, tane tane anlatıyorsun e mi? NE DİYORSUN KARDEŞİM?’

Söz konusu beyefendi, Mülkiye mezunu, vatan-millet-Sakarya mevzularında son kertede hassas bir arkadaşımızdır. Hatta sülalesinin tüm fertlerinin ismi, İstiklál Marşı’ndan alınmadır. Sonracığıma, meselá cep telefonunun açılış resmi, al-yıldızlı bayraktır... Daha da sayabilirim yani. Böyle Cumhuriyet’e meftun, Atatürkçü bir kardeşimiz; anlatabildim mi?..

Bizimki meğer rüştünü ispat ettiği günden beri ilk kez oy kullanmamış: ‘Ben oy kullanmayacak adam mıydım? Baykal sağolsun, bana bunu da yaptırabildi.’

‘Aaa, niye öyle diyorsun?’ diye sordum. ‘CHP bir kere seçimlerden gayet başarılı çıktı. Deniz Abim öyle demedi mi? Bu ne biçim bir tavır anlayamadım, hele ki sana, hiç yakıştıramadım. Seni gidi tatlı su partizanı seni!’

Dalga geçmeyecekmişim, hakikaten fena hissediyormuş...

Teselli mümkün olmadığı için ileriye dönük çözümler aramaya başladım.

‘Ya’ dedim, ‘Şu popülerite mevzuunu, başka türlü hálletmeyi denesek? Belki yakınlarından biri, Baykal’ı şu star yarışmalarından birine katılmaya ikna edebilir. Baykal, alevlerin, dumanların ortasından fırlayıp Ricky Martin’den bir şarkı söyler. ‘Yárdan geçerim Deniz’imden geçmem’ mentalitesi güden CHP’liler de sahnenin önünde, çığlıklar atarak kafalarında kalan son saçları ya da ne bileyim, bıyıklarını filan yolarlar... Kanalı SMS manyağı yaparlar; bu sayede Baykal’ı birinciliğe yükseltebilirler. Baykal o arenada daha bile mutlu olabilir valla, ciddiyim.’

Baktım, pınarları iyiden iyiye dolmuş gözlerini tekrar parmaklarına dikmiş, şuursuzca öne-arkaya sallanmaya başlamış, onu matemiyle ve kişilik muhasebesiyle başbaşa bırakmaya karar verdim.

Odadan ve konudan sessizce uzadım.

Mühim not: Çarşamba günkü Savaş Ay ile ilgili yazıda, vahim bir hataya düşmüşüz. Savaş Ay’ın Ara Güler ve Coşkun Aral ile birlikte fotoğrafı Time’a kapak olmuş üç Türk fotomuhabirinden biri olduğunu yazmamız, Hakan Denker’in haklı teessüfleriyle karşılandı. Zira, Ara Güler, aynı gruptan Life’a kapak olmuş; Time’ın kapağındaysa sadece Coşkun Aral ve Hakan Denker’in işleri yer almış. Ağzımızın payı verildi. Müstehakımı buldum yani... Sevinç özür ve sair...

Asparagas

Doktorunuz bu konuda ne diyor?

İsviçre’deki Kıbrıs görüşmelerine katılan tayfaya ‘Gerekirse 135 bin şehit daha verip Kıbrıs’ı da alırız, Yunanistan’ı da’ şeklinde enteresan bir ‘mesaj’ gönderen, bu veciz cümleyi ‘akıl almaz’ bulan Yunanistan’ın Avrupa Parlamentosu temsilcisi Yorgos Katiferis’e; ‘Son İstanbul ziyaretimde sivil toplum örgütleri ve İstanbul Üniversitesi öğrencileriyle konuştum. Öyle görünüyor ki öğrenciler rektörlerinden daha aydın’ dedirten İ. Ü. Rektörü Kemal Alemdaroğlu’nun doktoru konuştu: ‘Kemal Bey’i mazur görmek lázım... İlaçlarını almadığı zamanlarda böyle kelamlar sarfedebiliyor. Biz gerçi kendisine yatarak tedavi önerdik ama o vatanın-milletin kendisine ihtiyacı olduğu konusunda ısrarlı; vakti yokmuş. Gerçi geçenlerde hastanemizi ziyaret ettiklerinde, üzerlerinde yeniçeri kostümü, ayaklarında da paletler vardı.

‘Ne ayak rektörüm?’ diye sorduğumuzda bize; ‘Bu aralar kafam ABD’ye de bozuk. Bi koşu gidip alıp geleyim diyorum. Gerçi yüzerek okyanus aşmak biraz yoracak ama Cumhuriyet söz konusuysa, eline ayağına üşenmeyeceksin’ şeklinde yanıt verdi. Bunları duyunca açıkçası biz de hafif tertip tedirgin olduk. Fakat yine de böylesi şahısları dışlamak çözüm değil. Anlayışlı yaklaşmak, onları topluma kazandırmak daha sağlıklı, daha insani bir çözüm.’
Yazının Devamını Oku

Bizi böyle bırak git, git gidebilirsen...

1 Nisan 2004
Başkalarının yalancısıyım, gazeteye e-postalar, telefonlar yağıyormuş. Tatlıses’in ülkeyi terk etmeye niyetli olduğunu açıklaması milleti sevince gark etmiş. ‘Gitsin ve mümkünse dönüşü olmasın’ diyenler, ‘Almanya kesmez, Kutuplar’a uzasın’ mealinde öneri getirenler, Almanya’dan; ‘Niye buraya geliyor, başka yere gitsin’ şeklinde isyan edenler... Gırla...

Valla...

İbrahim Tatlıses bir enteresan adam... Otomobil kullanırken cep telefonuyla konuşmak bile yasakken, gayet rahat bir şekilde, araba kullanırken efkarlandığı zamanlarda bazı bazı havaya ateş ettiğini açıklayabiliyor mesela.

‘Kadının olduğu yerde silah sıkan şerefsizdir’miş...

Kendileri kadınlar söz konusu olduğunda, yakın dövüş sporlarını tercih ediyorlar bildiğiniz gibi. Tekme, yumruk, Osmanlı tokadı, kafaya şişe ekleştirme ve saire...

Van Damme modeli münasebetler...

Bu arada kimsenin günahını almak istemeyiz, herhangi bir imada da bulunuyorsam ne olayım ama bildiğiniz gibi ‘Tatlıses’le yatan topal kalkar’ şeklinde veciz sözler bile türemişti vaktiyle.

Tatlıses, kadın-erkek ilişkileri söz konusuysa, memleket tarihinden gelmiş geçmiş en vahim örnektir.

Şu çoktaaan tarihin tozlu sayfalarında kaybolması gereken, ‘Erimdir, sever de döver de... Ayağını yıkar, suyunu içerim’ sakaletinin ekmeğini yıllardır imajının bir uzantısı olarak, gef gef gerinerek yemiştir.

‘İçeriye silahlı adam sokulmuş olması müessesenin densizliği’ymiş. Kendi korumaları ayaklı cephanelik gibi dolaşıyor, İbo Bey’in silahı, kuliste aynanın önünde duruyor ama olsun varsın...

Tatlıses, böyle şeylerin neden hep onun başına geldiği sorulduğunda, böyle bir durum olmadığını, sadece o yaşadığı zaman büyük hadise yaratıldığını söylemiyor mu bir de! Pesss be birader... Hepimizin habire başına geliyor ya, bu gibi kriminal olaylar...

Chehov’un o şahane cümlesini bilirsiniz: ‘Bir sahnede silah görünüyorsa, mutlaka ileriki sahnelerden birinde patlamalıdır.’

Ya da özetle; ‘Şeytan doldurur’ mu deseydik.

Uğurlar ola İbo Bey; umarız Almanya’da sıktığınız kurşunların sesi buralara kadar gelmez, bize de yarattığınız kakofonik gürültü patırtı yerine, o güzel sesinizle söylediğiniz şarkıları, türküleri, albümleri ve az biraz kafamızı dinleme lüksü kalır.

Asparagas

Varlığım Başkan’ımın varlığına armağan olsun

Şişli’de yüzde 67’lik oy oranı elde ederek rekor kıran ve zaferini CHP’ye armağan eden Mustafa Sarıgül, Deniz Baykal’ın ‘aslında’ başarılı olduklarına dair beyanatını da çok doğru bulduğunu ifade etti. Baykal ikiyle ikinin toplamının 0,5 olduğunu söylese bile bunun doğru bir hesap sayılması gerektiğini ifade eden Sarıgül Baykal’a yüklenilmesini son derece haksız bulduğunu, bu konuda çok üzüldüğünü belirtti: ‘Genç ve yakışıklı Başkan’ımızın üzerine niçin bu denli gidildiğini anlayabilmiş değilim. Siz hiç onun uskumru dolmasını yemediniz anlaşılan. Olcay Hanım’a sorun anlatsın, hiçbir parti başkanı uskumruyu Sayın Baykal gibi dolduramaz. Benim naçiz zaferim bir gün tarih olacaktır ancak Sayın Baykal’ın azmi, inadı, mıhhhh gibi duruşu sonsuza dek payidar kalacaktır. Seçim zaferi de ne, varlığım Başkan’ımın varlığına armağan olsun...
Yazının Devamını Oku

Tavuk ve yumurta

31 Mart 2004
Savaş Ay hayatını yazsa ‘mesleki deformasyon’ üzerine akademik tez olur. Hayır yani, Biz Evleniyorum evinde oynadığı harici rollere, kamerasını kapıp, habercilikte bir ilke imza atıp kendisinden haber ‘yaratmasına’, içeride randevulaştığı kızla dışarıda buluştuğunda randevu mahaline yanında fotoğrafçıyla gitmiş olmasına, sabaha karşı bir sabahçı kahvesinde kızı haber yapıp rezil rüsva etmesine, bunu da üstelik haber diye yutturmaya kalkmasına, hepsinin ötesinde, o ‘haberi’ de ‘Biz birlikte olamayız, zira benim telsiz susmuyor; ben hep haber peşindeyim, annem de söylemişti zaten, ‘Sen işinle evlisin, başkasıyla evlenemezsin’ diye’ şeklinde bağlamasına filan bir diyeceğimiz yok.

Onlar komik en azından... Gülüyorsun mülüyorsun...

Fakat bazı durumlarda artık insan gülemiyor. Gülmek de ne; eni konu sinirleniyor. Bu aralar Savaş Ay’ın favori oyunu needir, farkında olmalısınız: Burçin Bircan’ın hayatıyla istop oynuyor.

Hey güzel Allah’ım bir ceset ile bu kadar geviş getirmek, nasıl bir yetenektir? Çiğne çiğne tükür... Bir olay ancak bu kadar sömürülür...

Bircan’ın, aşırı dozda uyuşturucudan ölümünün üzerinden üç aya yakın zaman geçti. Savaş Ay, televizyon programında hálá kızın dekolte pozları eşliğinde evire çevire muhabbetini ediyor. Üstelik bunu bir de hiç utanmadan, uyuşturucudan sorumlu duyarlı haber üstadı çalımları satarak yapıyor.

Birkaç gün önce kaleme aldığı yazının başlığı neydi dersiniz?: ‘Burçin Bircan’ın hayatı nasıl kaydı?’

Bu yani, üslup...

‘14 numaradaki Fazilet nasıl düştü’ modeli...

Efendim, ‘gencecik kalem’ Emruhllah Erdinç, Bircan’ın hayatını kitap yapmış. ‘Aslında yaşamı demek biraz abartılı olabilir’miş, ‘çünkü kitabın omurgasında Burçin’in ölümünden sonra, yaşadığı köhne otel odasında bulunan günlüğü var’mış...

‘Emrullah Kardeş’ işi biliyor; ‘eksik olmasın kitabına önsöz yazma işini Savaş Ay’a lütfetmiş.

Savaş Ay önsözde neler yazmış, Savaş Ay gazetedeki yazısında onu yazıyor.

Savaş Ay, Ara Güler ve Coşkun Aral ile birlikte Time’a kapak olmuş üç Türk fotomuhabirinden biri, biliyorsunuz değil mi?

Sistem mi onu bu hále getirdi, onun gibiler mi sistemi bu hále getirdi acaba? Aynı meslekten biri olarak insan, düşünmeden, korkmadan edemiyor...

Asparagas

İbo nereye gidiyor?

Çıktığı kulüpte kendisi gibi ‘efkarlandığında havaya ateş açan’ bir vatandaşın çıkardığı arbede sonrasında tabancasını vermediği için korumasını tokatlayan İbrahim Tatlıses, ülkeyi terk etmeye karar verdiğini açıkladı. Ancak, Asena ile birlikte Almanya’ya yerleşip orada Tatlıses Kebap zinciri kuracağını söyleyen Tatlıses’in beyanatının ardında başka planlar olduğu ortaya çıktı. Tatlıses’in esasında köşe başında silah satılan, silah satışları leblebiye rahmet okutan ABD’ye gideceği, elleriyle yaptığı çiğ köfteyle Beyaz Saray’ı ziyaret edeceği, George W. Bush ile ahbaplığı ilerletmeyi ve ona okey oynamayı öğretmeyi planladığı söylentileri dolaşıyor.
Yazının Devamını Oku