Ebru Çapa

O, kaybolmuş bir uydu Dünya’dan uzaya düşmüş

24 Ocak 2004
Güneşin altında söylenmemiş hiçbir şey kalmadığına, hatta zihnimizden geçen hiçbir düşüncenin bákir olmadığına, yıllar, yıllar önce, yönetmenliğini Blake Edwards'ın yaptığı Arthur adlı filmi izlediğimde kesin kanaat getirmiştim. İzleyenler hatırlayacaktır: Filmde Liza Minelli, Arthur rolündeki Dudley Moore'a, çocukken ayın kendisini izlediğini zannettiğini anlatır. Sanıyordur ki o nereye gidiyorsa, ay da oraya geliyor.

Repliği duyduğumda çocukluğum çalınmış gibi hissetmiştim. Zira o bendim... Aydedenin kendisini izlediğini, ayın görünmediği gecelerde kendisine küstüğü için o somurtuk yüzünü göstermediğini zanneden, onu kızdıracak ne yaptığını merak eden lunatik gerzek yani... Bütün çocukluğumu ay ile flörtte geçirmişim... Ahir ömrümün en saftoron ilişkisinin, günün birinde kıçıkırık bir replik olarak yüzüme çarpacağını nasıl bilebilirdim?

İnsanın yetişkinlik yollarını arşınlarken cebinden ilk düşürdüğü şey oluyor böylesi hayaller... Bilgi, ilim, irfan edinilmiş, hokkalar dolusu mürekkep yalanmış yutulmuş ya, her şeyin anlamına vakıf olduğu şeklinde, başka türden sersem bir sanrıya kapılıyor insan büyüdüğünde. Tam da bu sebepten her şey anlamını yitiriyor. İstesen de istemesen de...

Çocuklukta açılan yaralar, ne yaparsanız yapın kapanmıyor. Herkesin bir formülü vardır herhalde. Benimki málûm: Ne zaman ilk aşkına düşmüş o hafif salak kızı özlesem, şarkılar yarama pansuman oluyor.

İÇİNDE KAR YAĞAN CAM KÜRE

Uzun lafın kısası, salladınız mı içinde kar yağan bir cam kürenin içindeymiş gibi görünen, kayıp bir uydu olduğunu söyleyen genç kadını, ayın önünden gölge misali geçen uçağı gördüğümde, şarkıyı da, klibi de sevmeye mahkûmdum. Hayatını Türkiye ve Belçika arasında mekik dokuyarak geçiren Betty Ween'den, daha doğrusu Betty Ween ismini kullanan, İngilizce sözlü şarkılar söyleyen Gülüş Gülcügil Türkmen'den söz ediyorum.

Müzik kanallarında dönen, Lost Satellite'ı izlediniz mi? Naçizane tavsiyemdir. Şarkı güzel, klip güzel, görünüz... Kliple yetinmeyiniz, ‘‘In Betty Ween’’ isimli albümden de edininiz... Ben zaten kendi adıma bir süredir, elec-trip'ten çıkan seriye takıldım gidiyorum. ‘‘İstanbul Calling’’ adlı albümü misál, her gün en az bir kere dinlemezsem, rahat edemiyorum.

In Betty Ween de keza, hakikaten iyi bir albüm. Lost Satellite'ı ilk dinlediğimde, belki de şarkı Çeşme'de yazılmış olduğu için, ilk aşkıma düştüğüm, mehtaplı Aya Yorgi günlerini düşündüm: ‘‘I'm a lost satellite / Falling from earth to space / And I don't really need to worry / I'm a lost satellite / Falling piece by piece / But the moon has been waiting for me’’

Yani: Ben kaybolmuş bir uyduyum, Dünya’dan uzaya düşmüş... Ve endişelenmeme gerçekten gerek yok. Kayıp bir uyduyum ben. Parça parça dökülüyorum ama ay beni beklemekte...

Heyhat; Aya Yorgi'de ay, artık eskisi gibi doğmuyor. Ah, şu canına yanıdığımın eskimişlik hissi... Ay mıdır küskün olan, aşk mıdır, insan bilemiyor...
Yazının Devamını Oku

Gülüver bi’ kuple!

18 Ocak 2004
Ünlü yapımcı James L. Brooks'un, vaktiyle Amerikan GQ dergisi için kaleme aldığı bir makáleyi hatırlıyorum. L. Brooks, starlık mertebesine yükselirken ödenen bedellerden bahseden yazısında, ileride dünya sıralamasına girmesine kesin gözüyle bakılan çocuk yaştaki bir tenisçiyle ilgili, ilginç bir anektod aktarıyordu: ‘‘Antrenmanın başında çok neşeliydi. Tenisi bir oyun gibi gördüğü, zevk aldığı ve eğlendiği için başarılı olduğu her hálinden belliydi. Antrenörünün son derece sert backhand'ine, voleye çıkarak muhteşem bir karşılık verdi. Topu filenin tam dibine gömdü: Sayı! Hareketinin şıklığı kendisini bile cezbetmişti, müthiş neşeli bir kahkaha attı. Tam o sırada antrenörü seslendi: 'Bak kameralar bu kahkahaya bayılır. Sana anlatmaya çalıştığım bu işte... Bu kahkaha iyidir; onu aklında tut, daha sık kullan...’’' James L. Brooks, antrenörün bu sözünden sonra, o küçük kızın antrenmanın sonuna kadar bir kez daha gülmediğini, gülemediğini, ömrünün geri kalanında spontan, hesapsız, içten bir kahkaha atabilme ihtimalinin de epey zayıf olduğunu söyleyerek bağlıyordu metni.

STAR OLUNCA İLK YAPTIRILACAK: BURUN

Evet, bildiniz, mevzumuz yine Popstar... Zira ilkokul müfredatında Hayat Bilgisi dersi neyse, memleket gündeminde de Popstar yarışması o, bu aralar... Mümkünatı yok; onsuz bir gün geçmiyor.

Cuma akşamı Haldun Dormen, Bayhan'ı, performansını tamamladıktan sonra ‘‘son iki haftadır nihayet 'gülmeyi öğrendiği' için’’ kutladı; izlemişliğiniz vardır herhálde?.. Bayhan, kendini aşma yollarında bununla yetinmedi, Şıkıdım'ı söylerken, dansımsı bir takım figürler bile attırdı... Bunun yanında asparagas olmasını umduğumuz bir habere göre, yarışmayı kazanması hálinde Firdevs, ilk iş olarak -Allah muhafaza- o karakteristik, şahane burnunu küçültmeyi düşünüyormuş. Niyeyse, bu bizi hiç şaşırtmadı...

Ne yalan söyleyeyim, aklım karışıyor, belki de ermiyor... İnsan, gayri ihtiyari düşünmeden edemiyor: Hani star olunmaz, doğulurdu? Hani millet Bayhan'ı nev-i şahsına münhasır bir tip olduğu için beğeniyor, kimselere benzemeyişini takdir ediyordu? Hani Firdevs'in hakikatli belágatı, ‘‘harbi mahalle kızı’’ tavırları, ‘‘komşunun kızı’’ tipi güzelliği ilgi çekiyordu?

Málûm, birkaç yıl sonra bu insanların yüzünü hatırlayacağımız, ismini anacağımız bile şüpheli. Peki onlar ömürlerinin geri kalanında, bir daha kendilerince gülmeyi, kimse bakıyor mu diye etrafına bakınmadan iki kelám edebilmeyi, birilerine yaranmaya çalışmadan fikir beyan edebilmeyi becerebilecekler mi?

Diyarbakır'da bir kardeşim varmış, bilmezdim

Bebelere sorular literatürünün bildik, en saçma ve en sinirsek sorularından biridir: Anneni mi daha çok seviyorsun, babanı mı?

İnsanı lüzumsuz yere seçime zorlayan, ‘‘ya-ya da’’ muallaklarında bırakan, gönül gözüne at gözlüğü takmayı telkin eden suallere alerjim ta o zamanlardan miras olsa gerek... Bu cümleyle muhattap olduğum her sefer, aynı yanıtı vermeyi huy edinmiştim: Ablamı...

KARDEŞLİK ŞAHANE BİR MÜESSESEDİR

Hoş, büyüyünce ne olmak istediğim sorulduğunda da ‘‘Yunus balığı’’ diye cevaplardım, ayrı... Belki de sek gerizekálıyım yani, bilemem... Yine de bu ihtimál, kardeşlik ilişkisinin ebeveyn-evlat ilişkisinden daha sağlıklı olduğunu düşünmeme ve reenkarnasyon diye bir şey varsa, bir sonraki hayatımda Yunus balığı olmayı istememe engel teşkil etmiyor.

Ailenin tek çocuğu olarak büyümüşlere nispet yapmak gibi olmasın ama kardeşlik, şahane bir müessesedir. Otoriteye karşı suç ortaklığının en eğlenceli biçimidir. Yárenlik, dostluk, paylaşım içerir... Elbette ki arada kıskançlık, kavga, sidik yarışı da mebzul miktardadır. Ama işin hoş tarafı şudur ki kardeşlik müessesesinde, olumsuz duyguların bile oyuncaklı ve gülücüklü bir tarafı vardır. Ablam Banu'nun İzmir'de bir yerlerde içinden ‘‘Yapma yav?’’ dediğini, la havle çektiğini duyar gibiyim. Allah biliyor ya, ben bu ilişkinin ekseri avantajlı yönlerini yaşadım, evin küçüğü olduğum ve yaş itibarıyla konumum kara kuzu rolüne soyunmaya elverdiği için...

İnsan dediğiniz mahlûkat hafif bencildir málûm. Hayat bir lüks sunuyorsa, tepmemek lázım. E, bu durumda ne yapsın deli gönül? Ben de haylazlık hakkımı sömürürcesine, sonuna kadar, dibine kadar kullandım. Doğruya doğru, sorumluluk duygum az biraz güdük kaldı. Zira başıma ne gelirse gelsin, arkamı kollayan bir ablam vardı.

Eh Banucuğum, merak etme, intikamın alınmakta... Zira Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği ile Turkcell'in ortak projesi olan Yönderlik Programı'na katıldığım an itibarı ile rolüm değişti. O günden beri çanlar, benim için de çalmakta... Şimdi benim de ablalık nasıl bir duygudur, öğrenme vaktim. Hiç aklıma gelmezdi ama 32 yaşımda -tanısan nasıl seversin- 21 yaşında yeni bir kardeş edindim.

SENİ BİR YERDEN TANIR GİBİYİM?

‘‘Türkiye'nin Çağdaş Kızları Projesi’’nden haberiniz vardır, tahminen? 2000 yılından beri 35 ilden 5000 kız öğrencinin karşılıksız öğrenim bursu almasını sağlayan projenin, yeni bir mentorluk uygulaması var.

Biz, birkaç aydır sessiz ve derinden ilerleyen Yönderlik Programı kapsamında, Turkcell'in kurumsal bünyesinden 25, basından 25 kişi, çoğunluğu Doğu ve Güneydoğu Üniversiteleri'nden 50 üniversite öğrencisi ile abla-kardeş ilişkisine soyunduk. Kişilik testlerinden, hızlandırılmış iletişim eğitimlerinden geçtik. Sonunda nihayet, geçtiğimiz cumartesi, kardeşlerimizle, bir ömürlük yárenlerimizle tanıştık.

Buluşmaya giderken, beni tanıyan, tanımayan hemen herkes, ne hikmetse aynı espriyi patlattı: ‘‘Sen şimdi akıl-makıl mı öğreteceksin yani? Bir genç kızın hayatını karartacaksın desene? Senin cezai ehliyetin var mı bari?’’ Aman da aman, eheheheheee...

Vallahi benim bildiğim kardeşlik zaten akıl-fikir tokuşturmaktan ibaret değildir. Biz lafa ‘‘N'aber? İyilik, senden?’’ şeklinde girdik. Umarım bu girizgáh hayırlı, uzuuun bir muhabbete gebedir. Aramızdaki diyalog fazlasıyla özel olduğu ve onun fikrini almadığım için, size Eylem'den bahsetmeyeceğim. Ancak, bir yerlerimizde benzer doğum lekesi, et beni falan var mıdır diye bakmadım ama zaten bir ömürdür tanıdığım biriyle yeni tanışmış gibiyim.

Diyarbakır'da bir kardeşim varmış, bilmezdim.

Ortaçgil'i sever misiniz?

Bülent Ortaçgil, gayet iyi bildiğiniz üzre, ‘‘piyasa’’ bir sanatçı olmadığı için sık sık TV'de boy göstermiyor. Klip çekmiyor, talk-show programlarına katılmıyor. Dağ Muhammed'e gelmezse, Muhammed dağa gider málûm... Biz de bu durumda ne yapıyoruz? Bülent Ortaçgil'in Erkan Oğur, Gürol Ağırbaş, Cem Aksel, Baki Duyarlar ile birlikte, ayrıca bir yaylı quartet eşliğinde vereceği konsere gidiyoruz. Yarın saat 21.00'de, AKM'de, Böbrek Vakfı yararına gerçekleşecek konserin repertuarı, ağırlıklı olarak Ortaçgil'in son albümü Gece Yalanları'nda yer alan parçalardan oluşuyor. Ki klásiklerin hakkını yiyor olabilirim ama Gece Yalanları, benim tüm Ortaçgil albümleri içinde mutlak favorim: İyi bir dekolteden yıllanmış şarap gibi, demi kıvamında çay gibi, olgunluk hasadı gibi... Dingin, lirik, şahane; Ortaçgil'in ta kendisi gibi... Bir Tek Sen Yalanı’nda üstadın dediği gibi: ‘‘Ne kadar saklıydınız / Herkes gibi ama farklıydınız / Dünya kötü dediniz / Tabii ki haklıydınız / Ayrıntılarda tam bir uyum / Şu film, şu roman... tamam / ORTAÇGİL'İ SEVER MİSİNİZ? / Öyleyse... devam! (...)’’
Yazının Devamını Oku

Evlilik müessesesi de bir nevi hamam yani

17 Ocak 2004
Ergenlik dönemimde, rahmetli babaannemin ‘‘mürüvvetimi görecek kadar uzun yaşamak istediğini’’ her ifade edişinde, aynı latifeyi yumurtlamayı huy edinmiştim: ‘‘Ama babaanne, benim sünnet yaşım çoktan geçti!’’ Kadıncağız bu gibi zırvalarıma alışkın olduğu için sözlerimi hiiiç kaale almaz, ilk kez nikáh masasında tanıştığı dedemle ‘‘aman da nasıl mutlu bir ömür’’ sürmüş izdivaçlarına dair bölük pörçük hikáyeler anlatmayı yeğlerdi.

Babaannem, şimdiki aklımla daha iyi anlıyorum ki hakikaten komik kadındı. Onunla gülmediğiniz zamanlarda bile en azından ona gülerdiniz... Geçenlerde rahmetli beni anmış olacak, bütün günüm evlilik müessesesi denen garabetle hoşbeşte geçti.

Toplantı odasında oturmuş, açık televizyonun önünde haftalık dergilere göz atıyorum. Önüm, arkam, sağım, solum, saklanmayan ebe, sobe: Ekranda Biz Evleniyoruz, dergilerde Biz Evleniyoruz...

Gözümün değdiği her yerde rüküş gelinlik ve damatlıklar, alyanslar... Dünyada kendini pazarlamaktan büyük saadet yokmuş intibaı uyandıran, sırıtkan maskeleri andıran suratlar... Bu ne be?!

Zihnimde Ümit Besen'in Nikáh Masası adlı müstesna eseri çalmaya başladığında durumun iyiden iyiye sakata sardığını idrak ettim. Bünyenin istifra raddesine gelip dayandığını fark edip, kanalı değiştirdim.

Bahtsız bedeviyiz nitekim... Ne çıktı karşıma, tahmin edin: Ege'nin, Sonsuza Kadar isimli bir albümde yer aldığı düşünülünce, hayli ironik anlamlar içeren şarkısı ‘‘Evlilik Yaramamış Sana’’nın klibi...

Dandik bir klişeyle ifade etmemiz gerekirse: Olay banyoda geçiyor. Káh klozetin, káh havluluğun yanında gördüğümüz Ege; ‘‘Beni terk edip hıyarın biriyle evlenir misin? O sırma saçların süpürgeye dönmüş işte; canıma değsin’’ türü intikam sözleri terennüm ediyor: ‘‘Evlilik yaramamış sana / Çok süzülmüşsün / Benden ayrı geçen her gün / Çok üzülmüşsün.’’

Tasarım aşamasında epey ‘‘ince’’ hesaplar güttüğünü ve pek ‘‘yaratıcı’’ bir şahsiyet olduğunu tahmin ettiğimiz Ege Bey, klipte, Rafet el Roman ile boşanma hikáyesi Kerime Nadir tefrikasına dönmüş Tuğba Altıntop'un rol almasını özellikle tercih etmiş: ‘‘Klip, evlenip mutlu olamayan bir kadının öyküsünü anlatıyor. Bütün hikaye banyoda geçiyor. Üzüntüler, heyecanlar ve mutlulukların hepsi banyoda gerçekleşiyor. Bu yüzden klipte özellikle Tuğba Altıntop'un oynamasını istedim.’’

Bu kısmı ben pek iyi anlayamadım gerçi... Altıntop'un başarılı performans sergilediği alanın mutsuz izdivaç mı, banyo mu olduğunu yani...

Olsun varsın; önemli olan iyiniyet... Zira dediklerine bakılırsa Ege, Altıntop'un boşanma sürecinde ‘‘kendisini yeterince ifade edemediğini’’ düşünmüş. Anlayacağınız, kendi için bir şey istiyorsa namert...

Bu arada, başlarda -olur a- Altıntop rolü kabul etmezse hesabına, Pınar Altuğ, Şenay Akay, Yüksel Ak, İpek Tuzcuoğlu gibi isimler de ‘‘boşanma klibi kadın başrol aday adayı’’ olarak ihtimal dahilinde bulundurulmuş. Bütün bu listede yer alanlar, gayet isabetli isimlerdir elbet... (Şahsen Gönül Yazar'ı niçin listeye eklemediklerini anlayabilmiş de değilim hani... Fakat bana söz düşmez; Ege Bey'in takdiridir nihayet...) Neticede, hangi boşanmada, hangi saf, kendini yeterince ifade edebilmiş ki?

Tuğba Altıntop, bu klipte yer almaktan dolayı ne kadar mutlu olduğunu şu sözlerle dile getirmiş: ‘‘Bol bol terledim ama güzel bir klip oldu. Oynamadım, adeta yaşadım.’’ Ben kendi adıma, Altıntop'un samimiyetine inandım.

Eee, evlilik müessesesi de bir nevi hamam sayılır yani; ille ki girmeye niyetliysen, terlemeyi göze alacaksın tabii...

Tuğba Altıntop bilmeyecek de kim bilecek; babaannem mi?..
Yazının Devamını Oku

Bit yeniği aramak yerine sanata reva gördüğünüz kıtıpiyos bütçeyi artırın!

11 Ocak 2004
Üniversite yıllarından aklımda kalan kayda değer ne kadar kelám varsa, hepsi de Ünsal Oskay'a aittir. Ünsal, yine magazinden girip siyasetten çıktığı, yol boyunca edebiyata, felsefeye, psikolojiye uğradığı blok sosyoloji derslerinden birinde, hayatla tutuştuğu kavganın hesabını hırçın bir tavırla kendisinden soran, gözünde at gözlükleriyle ideoloji tokuşturmaya çalışan bir arkadaşa, her zamanki kalender edasıyla şöyle demişti: ‘‘Sizin gözünüzde büyüttüğünüz o liderlerin hepsi, sonuçta kapalı kapılar ardında ayakkabılarını çıkarır, çaylarını alır, çıkarları doğrultusunda allım güllüm muhabbet ederler... Sağ ile sol birbirine çok yakındır esasında; uzak olan sizlersiniz...’’

KELOĞLAN HOLLYWOD’DA

Öyle zahir... Amelie gibi naif ötesi bir filme, izlemeden etmeden porno yaftası yapıştırıp Bornova Anadolu Lisesi'nde gösterimini yasaklatan AKP Bornova İlçe Teşkilatı'nın mentalitesi ile Matrix, Yüzüklerin Efendisi ve Harry Potter'a dair TBMM'ye soru önergesi sunan CHP Adana Milletvekili Atilla Başoğlu'nun yaklaşımı arasında ne fark vardır, söyler misiniz?

Kaçırmış olanlar için özetleyelim: Bu yıl dünya çapında en çok gişe yapan üç film olan Yüzüklerin Efendisi, Matrix ve Harry Potter, CHP Adana Milletvekili Atilla Başoğlu'nun paranoyaya kapılmasına neden olmuş. Memleketi, en başta da gençleri, dış mihrakların elim kumpaslarından korumaya ahdetmiş görünen Başoğlu, Kültür ve Turizm Bakanı Erkan Mumcu'ya pek mühim, pek akılcı sorular yöneltmiş:

n Genç zihinlere ektikleri tohumlar düşünüldüğünde Matrix, Harry Potter ve Yüzüklerin Efendisi bakanlığımızca nasıl değerlendirilmiştir? Matrix'te bahsedilen Zion neresidir? Trinity ne anlama gelmektedir?

n Harry Potter ve Yüzüklerin Efendisi filmleri hakkında kilisenin görüşü bakanlığımız tarafından incelenerek kültür politikalarımız içinde yer almış mıdır?

Başoğlu'nun konu üzerine beyanatları da ziyadesiyle muhteşem: ‘‘Anadolu kültürü 50 yıldan bu yana ihmal edildi. Şimdi de filmlerle, kitaplarla, şiddetli kültür emperyalizminin saldırısı altında. Kendi kültürümüzü savunmamız gerekir. ABD'ye Keloğlan filminin çekilmesi için 1950'de teklif götürüldü. Masraflar Türkiye tarafından karşılanacak olmasına rağmen öneri üç kez reddedildi. Bunu düşünmek gerek. Çünkü onların Walt Disney'i var. Ekonomik emperyalizm, kültürel emperyalizmle geliyor.’’

Biz de sormak isteriz: Madem bu adamların niyetinden bu denli şüpheliyiz Keloğlan'ı alıp da Walt Disney'in kucağına oturtmak neyin nesi oluyor? Masrafları karşılamaya da hazırmışız madem, neden o film Türk yönetmenler tarafından Türk oyuncularla çekilmiyor?

Devam ediyor Başoğlu: ‘‘Açıkça bazı mesajlar veriliyor. Çocuklara 'Harry Potter dininden misin?' diye soruluyor. Çocuklarımızın bu saldırılardan sıyrılması lazım. Bugün bunlar, yarın başkaları olacak. Türkiye açık pazar háline geldi. Bir şey yapamayacak kadar aciz miyiz?’’

BİZ O KADAR ACİZ MİYİZ?

Biz bilmeyiz, siz söyleyiniz... Hakikaten bu denli aciz miyiz? Yüzüklerin Efendisi, filminin yarattığı infial bir yana, dünya klásikleri arasında yeri gayet sağlam bir şaheserdir. Onyıllar önce dilimize çevrilmiştir. Bununla birlikte, Harry Potter, politikayla hiiiç ilgisi olmayan, İngiliz bir yazarın eseridir. Kitapları da yaksak Sayın Milletvekili'nin içi rahat edecek midir?

Sırf Türkiye değil, tüm dünya açık bir pazar artık. Peki biz hakikaten bu denli aciz miyiz? Yap sen de film gibi bir film, sür piyasaya, bak cümle álem seyrediyor mu, seyretmiyor mu? Nuri Bilge Ceylan'ın Uzak'ı misál, Cannes'da Büyük Ödül’ü aldı; sayın milletvekilimiz uyuyor mu? Yine Cannes'da Yol ile Büyük Ödül’ü kazanan Yılmaz Güney, bir Türk'tü. Dünya kendisini alkışlarken, o sürgünde öldü.

Hakikaten, biz kendi gölgemizden ürkecek derecede aciz miyiz? Tüm

dünyada rağbet gören bu filmlerin başarısının altında bit yeniği aramak yerine devletin sanata reva gördüğü kıtıpiyos bütçeyi artırmaya ne dersiniz?

Böylesi alınganlık iç savaş bile çıkarır

Duyargaları hassas necip milletimizin yine alınacağı tuttu... Cuma günü vizyona giren, Durul ve Yağmur Taylan kardeşlerin yönettiği Okul, felsefe öğretmenini canlandıran Deniz Akkaya'nın dekoltesi yüzünden kimi eğitmenlerimizin galeyana gelmesine sebep oldu. Akkaya'nın tiplemesi, eğitim müessesesini hafifletiyormuş, hiç böyle öğretmen olur muymuş?

Şaşırdık mı? Haaayııır!.. Biz alışkınız böyle şeylere... Nasıl muttasıl kanayan, gocun gocun gocunduran bir yara söz konusuysa, herhangi bir sektörden, hasbelkader defolu -o defo da kime ve neye göreyse artık?- bir karakter çizmeyegörün; vay hálinize... Protesto eden edene...

Hep aynı senaryo, bininci kez gündemde: Hamamda bir banka reklamı çekilir, memleketin tellakları ayaklanır... Dizinin birinde kasaba kurnazı bir kapıcı profili çizilir; kapıcılar darılır... Asmalı Konak'ın Bahar'ı senaryo icabı ABD'ye gider, doktorlarımız alınır... Şimdi de bu... Naçizane tavsiyemizdir: Taylan Biradeler, bir dahaki filmlerini, ‘‘sektörel korkular’’ üzerine çeksinler. Meselá: Memlekette her sektöre özel bir film çekiliyormuş. Bu filmlerin senaryolarında sadist dişçiler, pedofil öğretmenler, hırsız muhasebeciler, malzemeden çalan müteahhitler, çürük sebze kakalayan manavlar, mütecaviz doktorlar, at eti kullanan lokantacılar, vs, fink atıyormuş... Ve bu filmler şehrin her yerinde gösteriliyormuş... Herkes kendi içindeki korkuyla yüzleşiyor, sonunda her kasadan bir çürük elma çıkabileceği fikriyle barışıyormuş...

Fakat bir yandan düşününce... Yok be... Fazla iyimser bir senaryo değil mi? Yok yüzleş, yok barış, yok bilmem ne... Böylesi bir alınganlık söz konusuyken, bilákis maazallah memlekette iç savaş bile çıkabilir yani.

Her ölüm erken ölümdür

Kısacık bir ömür ki Ayşecik filmlerine rahmet okutur. Hayata henüz 20 yaşında, güzeller güzeli, cansız bir beden olarak veda eden Burçin Bircan'a belki de en çok geçtiğimiz hafta ölümünün 14. yılını idrak ettiğimiz Cemal Süreya'nın o hazin şiiri yakışır:

Üstü Kalsın...

Ölüyorum tanrım

Bu da oldu işte.

Her ölüm erken ölümdür

Biliyorum tanrım.

Ama, ayrıca, aldığın şu hayat

Fena değildir...

Üstü kalsın...
Yazının Devamını Oku

Kadın şarkıcı değil Uday'ın kaplanı mübarek..

10 Ocak 2004
Öğlen yemeğini müteakip dakikalar... ‘‘Sığır butu dişlerken kahkahalar atan barbar’’ rolündeki Erol Taş kadar coşkun bir oburlukla mönüdeki döneri mideye indirmişim... ‘‘Bir elimde sade Türk kahvesi, bir elimde sigara, umrumda mı dünya’’ hálet-i ruhiyesiyle toplantı odasına girmişim...

Baktım, rejim yaptığı için bizimle birlikte yemeğe inmeyen arkadaş, önüne salata taklidi yapan bir tabak ot koymuş, geviş geviş yeşile yayılıyor.

‘‘Hiç mi acımıyorsun kendine be güzelim?’’ dedim. ‘‘Bu fani bedene bu zulüm, mübah mıdır yani?’’

Kazağını kaldırıp, iki parmağının arasına sıkıştırdığı bir dirhem deriyi gösterdi ve kız kolejinden aşina olduğum bir tavırla; ‘‘Ama göbeğim...’’ diye lafa girmeye niyetlendi.

‘‘Aman aman hiç başlama’’ diye lafını kestim. ‘‘İki satır biyoloji okumuş herkes bilir ki iç organlar da bedenin bir yerine sığmak zorundadır. Bu organlar ve kaslar, literatürde deri olarak anılan bir dokuyla kaplıdır... Deri... Hani şu karın niyetine sıkıştıra sıkıştıra morarttığın şey... Seni leblebi yutmuş sivrisinek seni!’’

Yüzünde acıklı bir ifadeyle ‘‘Ne yemek vardı?’’ diye sordu.

‘‘Döner, pilav, cacık ve sair...’’

Bir lahza durakladı, yutkundu... Neden sonra omuzlarını silkip, ‘‘irade abidesi’’ pozlarında; ‘‘Valla bilemiyorum’’ buyurdu: ‘‘Ben zaten galiba artık et yemeyeceğim... Ciddi ciddi vejetaryen olmayı düşünüyorum.’’

‘‘Hah!’’ dedim, ‘‘bir bu eksikti...’’

Tam o sırada, sanki mezbahadan ya da ne bileyim Kasaplar Birliği'nden yollanmış ilahi bir mesajmışçasına, etsiz bir hayatın nelere mal olabileceği kanıtlarcasına, TV ekranında Petek Dinçöz'ün son klibi belirdi: Arkadaşımın Aşkısın...

‘‘Al’’ dedim ‘‘Burdan otla... Ne istiyorsun bu hayatta? Petek Dinçöz olmak mı?’’

Bir an gafil avlanıp, dinine küfretmişim gibi yüzüme baktı. Sonra meraklanmış olacak, ifadesi yerini aval bir şaşkınlığa bıraktı: ‘‘Ne alákası var be?’’

DARPHANE DEKORLU KLİP

‘‘Bak’’ dedim ‘‘Daha şimdiden zihinsel melekelerinin bir kısmını yitirmişsin bile. Petek Dinçöz, biliyorsun, kibar tabiriyle 'enteresan' gaflarını, kendi tabiriyle 'denyoluklarını' et yememesine bağlıyor. Hanımefendinin vecizelerini toplasan, başlıbaşına kitap olur. Bu bağlamda Tansu Çiller bile onun performansına yaklaşamaz. Niye? Çünkü et yemiyor. Arkadaşımın Aşkısın gibi bir şarkının klibinde bile kameralara arkadaşının manitasını çiğ çiğ yiyebilirmiş gibi bir ifadeyle bakıyor. Gözünü seveyim bir bak: Kadın kendini zincirlerle yatağa bağlamış. Fakat, şarkıcı değil, Uday'ın kaplanı mübarek... Allah muhafaza, bir kurtulsa, önüne ilk çıkan playboyu dişleyecek... Neden? Hep açlıktan... Et lázım bünyeye eeet... Tamam yani, klibin Sultanahmet'teki Darphane'de çekilmesi gayet mánidar. Yani en zayıfından bir kutu bebeği olacaksın ki paralı adam tavlayasın... Üzerinde dekolte kıyafetlerle Laila'larda fink atasın... Ama kızılderililerin de dediği gibi kardeşim: İnsanlık bir gün, bütün kaynaklar tükendiğinde paranın yenilebilir bir şey olmadığını anlayacak. O zaman ne yapacaksın?’’

Bitene dek klibi izledik birlikte... Gözü mü korktu ne; ‘‘Saat kaç?’’ diye sordu. Petek Dinçöz sağolsun, ‘‘Yemekhane kaçta kapanıyordu?’’ başlamadan biten vejetaryen hayatının son sorusu oldu.
Yazının Devamını Oku

Bu ne kısırdöngüdür

4 Ocak 2004
Hakikaten de Sedef Kabaş'ın bir bildiği varmış; meğer başına geleceklerin kokusunu önceden almış... Keşke bir kez olsun yanılsaydı... Olan biteni, farkında olmayanlar için biraz açalım: Bundan iki hafta önce Doğan Kitap'ın Eskişehir'e düzenlediği vagon söyleşileri gezisine, TV'de yaptığı söyleşi programından seçkilerden oluşan ve her gazetecinin kütüphanesinde arşivlik bir eser olarak bulunması gereken Sesli Düşünenler kitabından dolayı Kabaş da katılmıştı. Şehri gezerken, memleketin ve bizim sektörün ahvalinden konuştuk bir süre. Kabaş, bizde prim yapan cinsten programlar yapmıyor, daha sarih bir ifadeyle, eli yüzü düzgün, ağır başlı, sulandırılmamış programlar yapıyor olmasının bedelini, çalıştığı her müessesede ilk gözden çıkarılan eleman olmakla ödediğini söylemişti. Nitekim, Kabaş'ın hazırlayıp sunduğu Sesli Düşünenler, araştırma raporlarına göre kanalın en tanınan programı olmasına rağmen, TV 8 yönetiminin kararıyla yayından kaldırıldı. Bilin bakalım sebep ne: Kanal, bundan böyle nispeten daha magazine yönelik programlara, dizilere yer verecekmiş. Zira halkın talebi o yöndeymiş...

Şimdi, iki hafta önceki söyleşilerde, kendisine neden medyada daha eğitici programlar bulunmadığını, tukaka medyanın niçin hep yavşatılmış mevzular peşinde koştuğunu soranları Kabaş'ın nasıl yanıtladığını, seyircinin de sorumlulukları bulunduğuna dair nasıl cengáverce tartıştığını hatırlıyorum da...

Bir kez daha sormak isteriz: Bakınız, işte sizin talep ettiğiniz türden bir yıldız daha -umarız kısa bir süreliğine- kaydı. Bu konuda ne yapacaksınız? Kanalın önünde slogan mı atacaksınız? Protestolarla kapıları mı yıkacaksınız? Bir yandan lay lay lom programları izleyip, bir yandan medyanın durumu üzerine ahkám mı keseceksiniz? Tavuk mu yumurtadan çıkıyor, yumurta mı tavuktan? Amaaan, bize ne di mi? Bıkmadık mı artık, sahtekárlıktan?..

Hani kötüler ölmezdi?

Ergenlik yıllarını benim gibi 80'lerde heba etmiş bir arkadaş, hışımla yanıma yanaşıp elindeki bilgisayar çıkışı sayfayı burnuma dayadı. ‘‘Görüyor musun bak’’ diye lafa girdi; ‘‘Sonunda Sue Allen'ın ahı tuttu işte...’’

Okuduk ki ne görelim: Dallas dizisinin insanları her pazar eve hapsettiği 80’ler boyunca memleket sınırları dahilindeki her meskende ‘‘ailecek’’ kıl olunan, tek ayak üstünde on ayrı katakulli çevirebilen Jr. Ewing karakteriyle toplumsal belleğimize nakşolan Larry Hagman, Bild'in haberine göre ölüm döşeğinde...

İki hafta önce New York'ta acil olarak ameliyata alınan fakat yapılan karaciğer nakli olumlu sonuç vermediği için evine gönderilen Hagman'a doktorlar şans tanımıyor. Yıllardır alkolik olduğu bilinen 72 yaşındaki aktörün, geçen yılın başında, daha önce bırakmış olduğu alkole tekrar başladığı söyleniyor. Hatta bir arkadaşı; ‘‘Kendi mezarını kazdığının bilincindeydi’’ şeklinde yorum da yapmış.

Ne kendi mezarını kazması kuzum; adamın hayatı meslek icabı kaymış işte... Dallas'ı bir hatırlasanıza? Aile fertleri, sabah kahvaltısında viski bardağını eline alır, jeneriğe kadar da bırakmazdı. Üstelik o viskiler hiç de bizim sulandırılmış çaylara benzemezdi. Bölüm sonlarına doğru, her karede kafayı bulmuş bir karakter görmekten, izleyicinin bile kafası iyi olurdu. Bak sen şu işe... Hani kötüler ölmezdi? Mesleki deformasyon ağır mevzu azizim... Koskoca Jr. bile bu hállere düştüyse... Sue Allen iyi durumda olsa bari...

Aşkın adı elektrik olunca eve giren çarpılıyor

Málûmunuz, son ayların en hayati ve pek milli meselesi Popstar hakkında komplo teorisi üreten üretene... Yarışma sonucunun esasında şimdiden belli olduğunu düşünenler, Deniz Seki'nin jüri üyeliğinden ayrılmasının stratejik bir hamle olduğunu iddia edenler, jüri üyeleri arasında çıkan kavgaların evvelden planlandığını söyleyenler, Bayhan'ın sabıkalı olduğunun ta başından beri bilindiğine inananlar...

Bunca komplo teorisi arasında insan havaya giriyor háliyle... Canı birkaç çatal laf salatası çekiyor háliyle... Bizim de kafamızda birkaç gram beyin, bünyemizde mebzul miktarda paranoya mevcut yani... Uzun lafın kısası, fena hálde komplo teorisi üretesim geldi...

Fakat heyhat, güneşin altında Popstar üzerine söylenmedik söz kalmadığı için ben de bari bir başka ‘‘yarışma’’ya el atayım dedim: Arkadaşlar, bence programın yapımcıları ‘‘neo-görücü-usulü-başgöz etme-hanesi’’ Ben Evleniyorum Evi'ne, yüksek teknoloji ürünü bir sistemle, gözle görülmeyen bir tür elektrik veriyorlar.

HABERCİ DE ELEKTRİK ALIR

Kapıdan içeri ayağını basan, elektroşoka maruz kalmış gibi oluyor. Havadaki vibrasyonu -artık bünyenin her neresiyleyse- algılayan ve fakat başına tam olarak ne geldiğinden bihaber olan eleman, içine aşk böceği kaçtı zannediyor.

Tamam, diyeceksiniz ki, oraya giden tiplerin hepsi zaten koca-karı bulmaya, olmadı, ‘‘Yetmiş milyonluk nüfusta elbet bir beğenen çıkar; dışarıda bir yerde benimle evlenecek gerzek bir orta kademe memuru ya da iyi yemek yapan sazan bir zengin kızı bulurum; en olmadı kısa günün kárı bábında 15-20 dakikalığına şöhret olurum’’ hesabı güdüyor.

Yani daha giriş formunu doldururken, taammüden aşık olmaya niyetliler, geçinmeye dünden razı gönüllüler...

Peki yılbaşı gecesi ‘‘habercilik aşkıyla’’ eve giren Savaş Ay'a ne diyeceksiniz? Allah'tan 31 Aralık gecesi, saatler gece yarısını göstermekteyken, elálemin bir akvaryumun içinde nasıl fingirdediğini seyretmekten daha iyi alternatiflerimiz vardı. Üç-beş yárenle muhabbetteydik. Dolayısıyla, Savaş Ay'ın ‘‘habercilikte yine bir ilke imza atan’’ canlı aşk yayınını (Kendi haberinin aynı zamanda süjesi de olmak kolay iş midir, sorarım size?) naklen izleyemedik. Ancak, biz de gazeteciyiz yani bir yerde... Hemen ertesi gün, kopan geyik fırtınasının uyandırdığı merakla, özetlerin başına çöktük...

EV DEĞİL TRAFO MÜBAREK

Bilenler -varsa öyle bir güruh- bilmeyenlere anlatsın: Savaş Ay, mekánda yeterli kamera olmadığını düşünmüş olacak, kendi kamerasını da kapıp, Ben Evleniyorum evine giriyor. Saatler 24.00'ü vurduğunda, Arzu isimli yarışmacıyla dansa kalkıyor. Ay, dans ederken, kendi tabiriyle ‘‘Arzu'nun bir yaprak gibi titrediğini’’ hissediyor. Arzu'ya ‘‘Ben öyle kimselere benzemem, beğendim mi söylerim’’ tipi laflar ediyor. Uzun süre göz göze, yanak yanağa dans eden çift, daha sonra mutfağa gidip mırıl mırıl fısıldaşmaya başlıyor. Sonunda Savaş Ay evden ayrılırken, Arzu Hanım bir koşu -ya da bir elektrik akışı mı deseydik?- yanına gidip ‘‘Bir an önce evden çıkıp senin yanına gelmek istiyorum’’ diyor. Bu olayın ertesi günü Savaş Ay, köşesinde; ‘‘N'olmuş yani biz de biraz elektrik aldıysak; sevmek suç mu?’’ mealinde bir yazı yazıyor.

Var ya, bu işte kesin Pavlov'dan esinlenmiş, aşkın kimyası, vs. üzerine sapkın deneyler peşinde olan dış mihraklarca görevlendirilmiş bilim adamlarının parmağı var. Eve biri düştü mü, dayıyorlar elektriği, o oluyor. Şoku yiyen, karşısında saç-sakal birbirine karışmış kafasını bir delikten çıkarmış Saddam'ı görse, aşık oluveriyor...

Ev, ev değil, trafo mübarek... Al gülüm elektrik, ver gülüm elektrik... Neslivoltaj ile Sayaçcan nasıl titreştiler; azzz sonra...
Yazının Devamını Oku

Ortalıkta tuvaller, paletler, mumlar, televizyonun sesini kısıp seyreden Vivaldi çalıyor zanneder

3 Ocak 2004
Bu yıl ahir ömrümün en şahane yılbaşı hediyesini aldım. Üstelik benim hediye, daha yeni yıl gelmeden Sam Amca'nın diyarından geldi. İki ayaklı ve gamze gülüşlü bir şey... İlkokuldan beri ruhumun diğer yarısı addettiğim ve dokuz yıldır New York'ta yaşadığı için hasretinden prangalar eskittiğim canım cankuşum, memlekete kesin dönüş yaptı. Değmeyin keyfime yani; sokaklarda naralar atarak koşmak istiyor deli gönül...

İçimde sevinç, onyüzmilyon Sandoz baloncuğu şeklinde, patır patır patlıyor. Sohbet-muhabbet, çene çalarak sabahladığımız bir gecenin ertesinde, ağzım kulaklarımda, uça ese işe geldim... Televizyonun bulunduğu toplantı odasına girip, hormonlu bir görev aşkıyla, müzik kanalını açtım...

Yılbaşı eğlencesi mağduru bir arkadaş, elinde gazetelerle gelip yanıma çöktü. Esnemekten ağzını kapatamadığı için tam olarak anlayamadım ama galiba ‘‘N'aber?’’ diye sordu.

O sormadıysa bile benim ille ki ifade edesim var. ‘‘Çok mutluyum,’’ dedim; ‘‘ısrarlı iddiamdır: Bu yıl iyi şeyler olacak.’’

‘‘Yorgun kulaklarım neler duyuyor?’’ diye sordu bunun üzerine. ‘‘Mutluyum dedin di mi? Ve bunu sen söyledin di mi? Yanılmıyorum yani?’’

‘‘Evet abi,’’ dedim. ‘‘Yeni yılda en dalga geçtiğim insan türünün saflarına katılmaya karar verdim. Yeni yıl kararları alan insan olacağım bundan böyle... Sonracığıma iyimser, olumlu, her şeyi hoş tarafından gören... Pozitif enerji, iyi elektrik geyiği çeviren... Ben artık yeni bir insanım yani; baştan tanışalım. Merhaba, ben Polyanna...’’

Tokalaşmak üzere elimi uzatıyordum ki gözüm ekrana takıldı. Yaşasın, tap-on listesi programı... ‘‘Top listeleri dış sesi’’ Cenk Eren'in Kader Çıkmazı adlı şarkısını anons edip, şarkının ‘‘listemizde hızla zirveye doğru ilerlediği’’ konusunda bizleri bilgilendirdi.

‘‘Bak meselá, Cenk Eren nasıl şahane, önü, arkası, sağı, solu sanat dekorlu bir klip çekmiş’’ dedim cankuşa. ‘‘Bu şimdi çok iyi, çok olumlu bir gelişme değil mi? Hep göbek, hep kalça, olmuyor yani... Kıvır kıvır, nereye kadar? Biraz da kültür-sanat lázım bünyeye. Sanat girmeyen listeye doktor girer azizim. Bir ülkenin en önemli can damarlarından biridir sanat... Bakma sen şarkının bir nevi taverna mırıltısı olduğuna... Ben yine de klibi takdir etmek gerektiği kanaatindeyim. Önemli olan iyiniyet...’’

Hakikaten de Eren, bir nevi Etiler kulübü sahne şarkısı icra ediyor ama klibi televizyonun sesini kısıp seyreden, fonda Vivaldi çalıyor zanneder. Ortalıkta tuvaller, paletler, mumlar... Bir sanat ortamı ki öyle böyle değil... Sanki stüdyoda ölmüş ressamların ruhları fink atıyor. Ne bileyim; meselá Picasso bir koşu hortlayıp gelmiş; bir diğer köşede Van Gogh ile Gaugin'in hayaletleri tavla oynuyor; odanın diğer ucunda Frida Kahlo'nun ruhu kanaviçe işliyor filan...

Klipte bir tek Cenk Eren görünüyor ama buram buram sanat kokan ortamda, diğerlerinin varlığını da hissediyorsunuz yani... Cenk Eren pek buğulu ifadelerle káh yer minderine uzanıp boşluğa bakıyor, káh şövalenin önüne geçip, tuvaldeki bir çift kadın gözünün kenarına karakalemle gölge atıyor.

Bizim cankuş, bendeki olumlu ruh hálinin şokundan kendini kurtaramamış olduğu ve faltaşına dönmüş gözlerle bana baktığı için, ne dediğimi anlamadı başta. Ekrana şöyle bir göz atıp yine bana döndü: ‘‘Kim bu?’’

‘‘Cenk Eren dedik ya,’’ dedim.

‘‘A, bu o mu?’’ diye sordu; ‘‘Çok değişmiş, tanıyamadım. Saç mı ektirmiş ne?’’

‘‘Aşkolsun’’ dedim, ‘‘bu imajı uzun süredir taşıyor. Ama senin durumun da anlaşılır bir şey. Muhtemelen yanında Nükhet Duru olmadığı için tanıyamamışsındır. Bak görüyor musun, olumlu açıdan bakınca her şey nasıl anlam ve boyut kazanıyor. Söylemeye çalıştığım şu ki, bu klip birçok yönüyle fevkaláde başarılı. Tahayyülümüzün ufkunu genişletiyor. Nükhet Duru'suz bir Cenk Eren de olabileceğini anlıyoruz yani..’’

Bunun üzerine cankuş kalktı, can sıkıntısıyla yüzüme baktı ve su aygırı edasıyla bir kez daha esnedi. ‘‘Sendeki şu iyiniyet buhranı geçince haber ver, görüşelim’’ dedi. ‘‘Yani mümkünse yarına kadar görüşmeyelim.’’

Anlayacağınız bizimki içime kaçmış Şeker Kız Candy'ye en fazla bir günlük ömür biçti. Ah, şu sevinç denilen kanatlı böcek; göğüs çeperine hapsolmuş, kelebek misali...
Yazının Devamını Oku

Ben o bildiğiniz Çapa’lardan değilim

28 Aralık 2003
Müjdat Gezen'in ardından Nilgün Belgün'ün de ‘‘hayatımı ve geçmiş manitalarımı yazsam roman olur’’ mantığı güderek kitap döşenmesinden, hatta aldığımız duyumlara göre, henüz yirmili yaşlarını sürmekte olan Gizem Özdilli'nin bile anılarını yazmaya niyetlenmiş olmasından aldığım ilhamla ve geçtiğimiz haftayı bir vagon dolusu yazarla geçirmiş olmanın verdiği gazla, ben de özel hayatıma dair birkaç satır karalamaya karar vermiş bulunuyorum. Ya da şöyle söyleyeyim: Arkadaşlar, Romalılar, yoldaşlar; ben buraya Çapa'yı övmeye değil, gömmeye geldim! (Evet efen'im, benimki had safhada sanatsal, edebi bi' eser olacak. Shakespeare'den mekspirden hafif esinlenmeler felan...)

Epeydir, hani neredeyse bir ömürdür başıma musallat olmuş birkaç konuya açıklık getirmek isterim ki, her Allah'ın günü aynı sorulara muhatap olmaktan dolayı yorgun düşmüş naçiz kulunuz da şu hayatta gün yüzü görebilsin, az biraz kafasını dinleyebilsin. (Evet efen'im; edebiyat, sanat, zaten böyle bişidir. Tamamen egoist bir perspektiften yola çıkar; kendiyle meselesi olan şahsiyetlerin şeysidir...)

Hazırsanız başlayalım... Konuyu -ki, ayyy söylemiş miydim, o ben oluyorum, konu yani- üç başlık altında toplayabiliriz:

Ana başlık: Hayatta en sık duyduğum ve ikrah getirmiş olduğum üç soru

Alt başlık 1: Çapa'larla bir alákanız var mı?

El cevap:
Evet, var. Soyadım Dalgakıranoğlugiller olduğu hálde sahne ismi olarak Çapa'yı almış değilim. Yani baba tarafından sülalem, Çapa soyadını taşıyor. Fakat Çapa Marka'yla, Ahmet-Celal-İzzet biraderlerle filan uzak yakın bir ilişkim yok. Olsaydı, memlekete hakim olan ‘‘akrabanın vurduğu yerde gül biter’’ zihniyetine sığınır, bidicik yaşına bol gelen Seymen Ağa pozlarından dolayı Emre Çapa'yı günde üç posta döverdim. Hayır, Didem Çapa da ablam filan değil. Biz Esra-Berna nevi, tipik, kafiyeli kardeşlerdeniz. Benim ablamın adı Banu'dur, ömrünün büyük bir kısmını benim kıçımı toplamaya vakfetmiş şahane bir insandır ve İzmir'de yaşar... Birkaç antika huyu vardır ama onun haricinde antikaya özel bir ilgisi bulunmamaktadır. Geçenlerde ‘‘o’’ Çapa'lardan biri gazeteyi arayıp ‘‘Sen bizim bilmem kimin kızı mısın?’’ şeklinde bir soru sorunca artık pesss dedim yani... Değilim efendim; benim gayet mütevazı Çapa'lardan mütevellit bir ailem var; o Çapa'ları da Allah birbirine bağışlasın... Tamam mı? Anlaştık mı?..

Alt başlık 2: İzmirli misin? Aaa, nasıl olur; hálin tavrın hiç İzmirli'ye benzemiyor?

El cevap:
Tamam, biliyorum, bunu kompliman bábında dile getiriyorsunuz. Zira hepinizin hayatında, erkekseniz, silleyi vurup kaçmış, sizi de bir dönem kastre etmiş bir İzmirli yosma; kadınsanız sevgilinizi elinizden almış, bir İzmirli kaltak ve o şıllıkla ilgili anlatacak uzuuun bir hikáyeniz var. Özür-mazeret ‘‘aslında ne demek istediğinizi’’ anlatmanıza gerek yok; ben bu hikáyeyi çok dinledim. Fakat arkadaşlar, ben bu sözleri yine de hakaretámiz alıyorum. Korkarım sorunuzu ancak bir Gávur İzmirli nihilizmiyle, bir kontr-soruyla cevaplayabilirim: İzmirli dediğiniz mavi gözlü zenci gibi bakar bakmaz ayırt edilebilen bir tür müdür? Bu ülkede memleketi hiçbir mankenin-uvertürün önüne sıfat olarak eklenmiyor olabilir (Hiç Balıkesirli Manken Bilmemkim şeklinde anılan birine rastladınız mı?) ama yani el insaf; bu kadar da tümevarıverilmez ki?!

Alt başlık 3: Aaa, ben seni daha hanım hanımcık bir şey zannediyordum. Gazetedeki fotoğrafında çok mülayim bir ifaden var. Sen pek öyle görünmüyorsun?

El cevap:
Doğrudur, benzemem. O fotoğraf, Aktüel dergisinin çoğu kapak fotoğrafını çeken, álemlerin en yakışıklı, Adonis lákáplı fotoğrafçısı Muzaffer Sağlam'ın marifetidir. Kendileri kamera fobisi olan insanların bile -ki ben onlardan biriyim- merceğe sevimli bir kedi yavrusuymuşçasına bakmasını sağlamaya muktedir, müstesna bir yetenektir. Dolayısıyla, bu soru, ‘‘Fotoğrafta çok şirin görünüyorsun ama meğer hırtın tekiymişsin’’ cümlesinin zarif bir ifadesiyse, bir dahaki sefere lafınızı bilin isterim yani; mülayim olmadığım gibi, adamı da fena tepelerim.

Teşekkür eder, zehrimi akıtmış, hafiflemiş bir şekilde huzurunuzdan affımı istirham ederim...

Erdal Öz röportaj teklifimizi reddetti, buradan soralım bari

Her seferinde aynı geyik döndürüldüğü (‘‘Kimse beni arayıp gerçekten ne olduğunu sormadı, vs, vs...’’) ve medyayı günah keçisi, kendini de sütten çıkmış ak kaşık ilan etmek moda háline geldiği için baştan söyleyelim: Geçtiğimiz hafta Erdal Öz'ü arayıp, Müjdat Gezen'in kitabıyla ilgili röportaj talebinde bulunduk.

Málûmunuz, Gezen'in kitabı bir dolu magazin gevişine keçiboynuzu olmuş, Öz ile Gezen arasında jet hızıyla katedilen bir atışma-barışma süreci yaşanmış, Gezen kitabın yayınının durdurulması için girişimde bulunduğunu söylemiş, bu beyanatı müteakip iki gün içindeyse kitap yayınlanmış ve sekizinci baskısına ulaşmıştı. Daha önce neredeyse tıpatıp benzer bir hadiseler silsilesi, Hasan Öztoprak'ın ‘‘İmkánsız Aşk’’ kitabında da vuku bulduğu için, Can Yayınları'nın yeni yayın ve ‘promosyon’ politikalarına dair ciddi şüpheler düştü içimize... Aradığımızda asistanı, Öz'ün bu konuyla ilgili tek kelime etmek istemediğini söyledi. E, ne yapalım; biz de sorumuzu buradan yöneltelim bari: Bu ülkede, kitapla haşır neşir herkesin hayatında önemli bir rol oynamış, ancak her geçen gün saygınlığını bir nebze daha yitiren Can Yayınları'nda neler oluyor? Ne Müjdat Gezen'in ne de Can Yayınları'nın böylesi bir rekláma ihtiyacı varsa, bütün bu olanlar nasıl oluyor da oluyor?

İyi şeyler olacak

Sizi bilmem ama benim için şu geçtiğimiz, hayatımın en zorlu senelerinden biriydi. Ölümler, kayıplar, kavgalar, küskünlükler, acılarla dolu... Meşhur sözdür hani: ‘‘Gelecek hakkında bildiğimiz tek şey, henüz gelmemiş olduğudur...’’ Fakat yine de, ta içimizden, iliğimizden kemiğimizden gelen, eblehçe iyiniyetli bir ses de durmaksızın fısıldıyor: ‘‘Bu yıl iyi şeyler olacak. İyi şeyler olacak...’’ Dilerim 2004'ten dilediğiniz hayırlı ne varsa, nur olsun, tepenize yağsın. Yüzünüz gülsün, tebessümünüz daim olsun. İyi olunuz, iyi kalınız, iyi olunuz, iyi kalınız, iyi...
Yazının Devamını Oku