16 Temmuz 2006
Geçtiğimiz hafta, 13 yıllık meslek hayatımda ilk kez bir deadline’ı, yani yazı yetiştirme saatini, yani baskıyı, benden kaynaklanan sebeplerle kaçırdım. Üzerinden üç gün geçti, içim ezik, hálá kendime inanamaktayım.
Basiret bu, bağlandı mı çözmek için Mandrake’nin Abdullah’ı filan olmak lázım...
Şöyle ki, İstanbul’da ikamet eden müzik meraklıları için 12 Temmuz akşamının "Anneni mi daha çok seviyorsun babanı mı" ehemmiyetindeki mühim ötesi meselesi, Park Orman’daki James Brown konserine mi, yoksa Kuruçeşme Arena’daki Guns N’ Roses, daha doğrusu yeni elemanlarla Axl Rose konserine mi gidilsindi.
Ben daha önce James Brown’ı izlemiş, Guns N’ Roses’ın yıllar önce İnönü Stadyum’unda verdiği Slash’li mleşli konseri, üstelik de davetiyem olduğu ve o zaman da stada iki adım mesafedeki Gümüşsuyu’nda yaşadığım hálde, evdeki harlı geyik muhabbetine satmıştım. Muhabbetin belini çatır çatır kırmaktaydık ve hele ki o zamanlar bunu söyleyeni dövüyorlardı ama Guns N’ Roses’a, özellikle de Axl Rose’a pek o kadar bayılmazdık.
Buna rağmen, bu kez deli gönül Guns N’ Roses’a gitmeyi seçti. Ayrıca, gazeteden şahsıma konser izlengeçliği görevi tebliğ edildi.
Gelin görün ki ben Cuma gününe yetiştirmem gereken o vazifeyi "hafif" rötarlı tarifeden ifa edebiliyorum. Neyse, başa saralım...
Axl’ın seyirciyi iki saate yakın beklettiği süre ve konser boyunca "Seni sevmem sütoğlan, babanı da sevmezdim" tonunda mızıldandım: "Ya ben bu herifi bir türlü sevemedim, zaten eskiden de sevmezdim..."
Konsere giderken Aslı’ya bunu söyledim. "Taş gibi şarkıları var; yani şarkılarını seviyorum ama Axl’ın sesine tahammül edemiyorum. Hele ki o ileze sarışın tipine ve o kıpraşan tenya dansına hepten uyuz oluyorum."
İSTERSENİZ RECMEDİN TAHAMMÜL EDEMİYORUM
Aslı; "Zaten Axl söz konusuysa, adam ya seviliyor ya nefret ediliyor" dedi. Valla şaşırdım açıkçası. İlk kez birinin daha adama gıcık olabilme ihtimaline dair bir şey duydum zira. Bizim, müziğin hayat memat meselesi olduğu ergenlik yıllarımızda Axl’a hasta olmayan, çok ağır aşağılanırdı.
Lafı çok uzattığımın farkındayım ama seneler senesi çok çektim ben bu gruptan arkadaşlar çoook. Öyle böyle değil yani. Benim gibi obsesif, üstelik de müzik konusunda sevmediğine had safhada tahammülsüz birinin, ömrünün büyük bir bölümünü, mütemadiyen, üstelik bir döneminde tecavüzden zevk alıyormuş gibi yaparak bir şeye kulak kabartmak zorunda olması nasıl bir duygudur tahmin edemezsiniz.
(Bu arada, hazır yeri gelmişken, Serdar Ortaç’a özel not: Serdar Bey; muhabir olarak birkaç kez amir emriyle abartılı kıyak haberi yapmışımdır ama köşe yazmaya başladığım 23 yaşımdan beri hakikaten hissetmediğim tek bir cümle kaleme almadım. Yani, tereddüdü bol ergenlik yıllarının dostlarla birlikte eğlenme gayretini, düşündüğünü yazmakla ya da yazmamakla karıştırmayalım lütfen. Hani, hakkınızda yazdıklarımın başkaları tarafından empoze edildiğini söylemişsiniz ya Sabah’tan Rahşan Gülşan’a verdiğiniz bir röportajda. Ve hakikaten söylediklerimi düşünüyorsam, bu mesleği bırakma iddiasında olduğunuzu... Bu sözünüz üzerine, sevenlerinizden gelen bir dolu hakaretin yanı sıra birçok ama hakikaten çok arkadaştan da "Eh, nihayet memlekete bir faydan dokunacak" tebriği de aldığımı belirtmeden edemeyeceğim. Saygılar...)
Bir süre sonra dayanamayıp indim zaten o dolmuştan. "İsterseniz recmedin arkadaş, ben bu herife tahammül edemiyorum. Guns N’ Roses’lı organizasyonlarda beni saymayın" diye özgürlüğümü ilan ettim.
İNCECİKKEN HORMONLU DALYAN OLMUŞ
İki-üç gündür bol bol mevzu edildi. Konserin beklendiği kadar kalabalık olmadığını, şöhretlerden kimlerin katıldığını, grubun sahneye bir buçuk saat geç çıktığı için ıslıklandığını, hangi şöhretli simaların orada olduğunu, Axl’ın after party’de Deniz Akkaya’yla takıldığını filan...
Konserde Haşmet’le (Babaoğlu) dip dibeyiz. O’nda Guns N’ Roses’ın yeri ayrıdır. Ezelden ebede gönülden bağlıdır. Benim hazzetmediğimi de gayet iyi bilir. Konser boyunca aramızda dönen, bitmeler bilmeyen geyik; "Bu harbiden Axl mı değil mi" muallağı üzerine oldu.
Birincisi Axl, Axl olduğu dönemlerde hastalıklı derecede incecikten bir adamken, maaşallah resmen bir izbanduda dönüşmüş. Hadi hormonlu dalyan diyelim... Uyuşturucuyu bırakmış olmasının büyük etkisi olduğu konusunda anlaştık neticede. Ben konuda botoks marifeti olduğunu da göz ardında bulundurmamız gerektiğini iddia ettim.
Zira kozmetiğin nimetlerinden bolca faydalanıyor Axl Abi tahminim. Saçlara meselá fena takıldım: "Abi, Axl’ın saçlar Nejat Yavaşoğulları tadında değil miydi. Hani hafif seyrekti... Bu rastafari gürlüğü, peruk mudur dersin, yoksa herif saç mı ektirdi?"
Konuşma sesini sonra, yine benzetemedik. Bunun yanında o kıvırma hareketini hani neredeyse hiç yapmadı, yaptığında da o tonu tutturamadı. Piyanist şantöz blazerleri giydi. Haşmet, "Ulan, bu adam bu kadar pantolonlu da değildi. Hazır kıyafet de değiştirip duruyor, bir bermuda giyse bari. Bacaklardan tanırdık" dedi. Axl, bandana takmadığı gibi bermuda da giymedi. Yüzünün yarısını kaplayan gözlüklerini de anca sonlara doğru çıkardı.
SON ÜÇ YENİ ŞARKIYI ŞAHSEN BEĞENDİM
Sonra o malûm, "Burası şahane bir yer, dolunayımız var, nehrimiz var" muhabbeti geldi. Ben Haşmet’in Axl Rose’u sevmemek gibi şansı olmadığını düşünüp gülmekten yarıldım. Deniz söz konusu oldu mu ufku görmezse içi rahat etmeyen Haşmet de Boğaz’a nehir der çünkü.
Konser bitti. Sezar’ın hakkı Sezar’a rock tarihinde bir nev’i milli marş sayılan November Rain çalarken, háliyle, benim bile içim gitti. Bunun yanında söyledikleri son üç yeni şarkıyı, şahsen eski klásiklerden daha fazla beğendiğimi de itiraf edeyim, tam olsun. Kulağa gayet taze gelen bir müzikti valla...
Neyse; sonunda after party’nin vuku bulacağı Sortie’ye vasıl olabildik. Fakat o noktaya kadar, arada Buz’daki Türkçe gecesine de uğramayı ihmal etmediğimiz için zaten bitmiştik. Axl sabah 04.30 sıralarında mekána teşrif ettiğinde, benim içim çoktan geçmiş, işim çoktan bitmişti. İş derken, ben bitmiştim yani; yoksa, evde iş bekliyordu. Fakat eve nasıl döndüysem, yatağa nasıl girdiysem artık?!.
Bu aralar sabah 09.00-akşam 09.00 kıvamında çalışıyorum ve hayatımın en ulaşılabilir dönemini yaşıyorum. İş yerindeki odada, biri üç hatlı, biri manuel, biri jaklı olmak üzere üç ayrı telefon, bir de cep telefonu var. Bunun yanında internet ayağına, 14 yılın ardından eve bile telefon bağlattım. Tuvalete iki telefonla gidiyorum ve bazen ayıptır söylemesi, telefonların ikisinin de çalması hálinde teşaşür esnasında ikisiyle birden konuşuyorum!
Bununla birlikte, o akşam, ev telefonunu internete bağlı bırakmışım. Uyanmak için beş ayrı alarmına ve annemin telefon tacizine muhtaç olduğum cep telefonunun da şarjı bitmiş; fişe takmayı unutmuşum. Ertesi gün tabii ki uyanamadım, akabinde de hasta düştüm resmen. Bizden geçmiş demeye dilim varmıyor. Bencil bünye, mesuliyeti yine biraz dolunaya çokça da Axl’ın üzerine yüklemeyi tercih ediyor. Sittin senedir yıldızımız bir türlü barışamadı gitti; artık pes ediyorum. Adam söz konusu oldu mu basiretim dokuz ayrı düğümle bağlanıyor.
Yazının Devamını Oku 15 Temmuz 2006
Bu haftaki yerimiz dar olduğu için, düşünüp taşınıp, Kıraç’ın Oysa Bir Umuttu şarkısında karar kıldım. Fakat buncacık yere de ne yazılır? Zira, klibin üzerine yazılacak pek bir şey olmamakla birlikte, konunun uzunluğu yeter de artar abi. Bana yetti en azından, hatta bünyeye fenalık geldi...
Evet efendim, Oysa Bir Umuttu, sittin senedir süren Aliye dizisinin soundtrack’inden bir Kıraç şarkısı. Ki, hayranlarını da kendilerini de rencide etmiş olmayayım ama malumunuz, herkes her şeyi beğenmek zorunda değil: Aliye dizisinin kendisi kadar bayık bir tonu var şarkının.
Klibin, Kıraç’ın gitarını çalıp içli içli şarkısını söylediği performans sahneleri, dizinin de bazı bölümlerinin çekildiği Tuzla Balıkçı Barınağı’nda çekilmiş. Geri kalanı da háliyle Aliye dizisinden sekanslardan oluşuyor.
Ki hayatımda bir kez bile izlemediğim hálde, ben bile diziye, gerek dizinin küçümen oyuncularının magazin programlarında verdiği antipatik beyanatlardan, gerek gazetelere ve magazin programlarına, hatta haber bültenlerine çarşaf çarşaf konu olmasından dolayı bu denli hakimsem, dizinin takipçileri kendi isimleri kadar ezberden biliyordur.
PLATONİK AŞK
Her an yeni uyanmış gibi bir ses tonuyla ve aynı değişmez bezgin tonla bir yandan çocuklarını kötü koca Şerafettin’den, pardon, Sinan’dan almaya çalışan bir yandan da Doktor Deniz Bey’le dünyanın en saftoron aşkını yaşayan Aliye Hanım’ın hikáyesi.
Bir keresinde arada bir diziye takılan bir arkadaşımla zap turunda Aliye’nin bir sahnesine denk düşmüştük. Deniz Bey, kanepeye kıvrılıyor, Aliye de odasına gidiyordu.
Bilmem kaç bininci bölüm yani. "Bunlar kavgalı da görünmüyorlar abi, niye birlikte yatmıyorlar?" diye sormuştum.
Platonik takılıyorlarmış. "Nasıl yani?" dedim; "Yatmıyor mu bunlar yani?"
Yatmıyorlarmış ve hatta öpüşmüyorlarmış. Yani öpüşüyorlarmış ama yanaktan; bir de bol bol sarılışıp birbirlerinin saçlarını okşuyorlarmış.
Çünküm efen’im, Aliye iffetli bir Türk anasıymış, Deniz de biraz kararsız ve basiretsiz olmakla birlikte dünyanın en efendi adamıymış. Aliye’ye anlayış gösteriyormuş, "Nedir yani, severken kardeş mi olduk?" diye sormazmış.
"Bence" dedim "Aliye’nin çocuklarına olağanüstü düşkün olması sadece tipik bir anne olmasından öte gayet normal. Herhálde, üremek için gerekli ve gayet de eğlenceli o faaliyeti de hatırlatıyordur elemanlar buna. Hayatında sadece iki kere çiftleşmiş, onda da döl tutmuş olabilir mi?"
Duyargaları nasır tutmuş iğrenç bir davar olduğumu söyledi. Yeni bir şey söylemedi.
Yazının Devamını Oku 13 Temmuz 2006
Birkaç gündür gözümün önünde Zidane’lar uçuşuyor. Ki bu cümlede kinayesi kıssın, metafor bile söz konusu değil. Hakikaten, ağaçtan filan düşünce gözünün önünde yıldızlar uçuşan çizgi film karakterleri gibiyim.
Hayata mal gibi ve mel mel bakma, baktığını da hasbelkader görme yetimi çok şükür ki (Yani, sanırım???) yitirmiş değilim ama beynimin bir yanı, sadece Zidane’lı kareler döndürüyor.
Youtube.com’daki bütün Zidane "klip"lerini izledim, bir sürüsünü de indirdim. 1500’ü aşkın filmcikten bahsediyoruz. Zidane gözümün önünden gitmiyor derken, şaka yapmıyorum anlayacağınız. Adamın binbir türlü háli zihnime nakşoldu.
Hemen herkes aynı şeyi söylüyor; büyük bir çoğunluk bu senekinin zevkli bir Dünya Kupası olmadığını düşünüyor. Bendeniz o kıvamda ahkám kesebilecek durumda bile değilim. Zira, epeydir ilk kez bir Dünya Kupası’na bu kadar mesafeli yaklaştım. Mevzua, gazetecilik çerçevesinde edindiğim málûmat haricinde, bir futbol meraklısı olarak çeyrek finalde kenarından bulaşıp, esasen yarı final gibi takılmaya başladım.
Bittabii, ilerleyen ayaklarda, Brezilya’nın, Arjantin’in elenmesine filan her seferinde fena hálde içerleyerek... Ve bir yandan da "Bu saatten sonra da neyin nesini yakalamanın derdindeysem artık?" diye düşünerek...
Ama tabii aklın bir köşesinde mühim bir konu vardı. Zinedine Zidane, profesyonel futbol hayatını Real Madrid’de oynadığı son maçla ve terine karışmış gözyaşlarıyla bırakmıştı. Jübilesini de Dünya Kupası’nda yapacaktı.
Zaten artık Maradona’sız, Hagi’siz macisiz bir hayatta yaşıyoruz. Son kez Zidane’ı futbol oynarken izleme fırsatı kaçar mı... Kaçmaz...
Allah bundan sonrasını gösterir mi, gösterirse ne gösterir bilemeyeceğim de bildiğim şu: Bu, yani 2006, benim hayatımın, Türkiye’nin 3.’lüğü yakaladığı dönemle ve Maradona’nın "Tanrı’nın eliyle" attığını iddia ettiği o golün katkısı da sağolsun, Arjantin’in kazandığı kupayla birlikte en unutulmaz üç Dünya Kupası arasında yerini aldı.
Hayat, ironik... Bu denli yabancılaşmış bir şekilde izlediğim bir Dünya Kupası yok. Buna rağmen, belleğimde bu yılki kadar yer etmiş bir Dünya Kupası da yok.
Az olsun, uz olmasın; güç, hiç olmasın yani...
Bu yıl, futbolun insan denen türü tanımak adına nasıl mucizevi bir aparat olduğunu anlamak bakımından, hakikaten bir acayip seneydi.
Hayat, ironik... Youtube’da, Nike Football’ın fair play kampanyası Joga Bonita’nın bir reklam filmi var meselá... Futbol tarihinin gördüğü en büyük manyaklardan biri olan, profesyonel futbolculuk döneminde tribünlere uçan tekmeyle dalan Eric Cantona, fair play kampanyasının sözcülüğünü yapıyor!
Üstelik bunu da futbolun tartışıldığı bir stüdyoyu basmak suretiyle yapıyor; "Yıllardır yalancıların ve hilebazların bir oyunu murdar etmelerini izledik. Şuna bir bakın" diyor. Ardından görüntüye, futbol maçlarından arıza kareleri geliyor. Sonra Cantona; "Buraya dünyaya bu oyunun teknik, yürek, eğlence, şeref üzerine olduğunu hatırlatmaya geldim" diye devam ediyor. Centilmence oynanan futbol görüntülerinde iseee; bilin bakalım?
Onun 2002 Şampiyonlar Ligi Finali’nde Leverkusen’e attığı o efsanevi golün de dahil olduğu, ağırlıklı olarak Zidane görüntüleri....
Eh, bu yıl ne olduğu da cümleten malumumuz di mi?
Neyse ya, Beyin Zidane sulanmasından mustarip, yarın inşallah sadede geliriz diye umuyorum. Şimdilik sessizce dağılalım lütfen.
Zidane’ın koyduğu kafa: Azzz sonra....
Yazının Devamını Oku 9 Temmuz 2006
Ülkemizde Başka Tanrı’nın Çocukları adıyla gösterilen Children of a Lesser God’ı kaç kez izledim bilmiyorum. Çoktur fakat... Sinemada izledikten sonra video kasetini satın almıştım; kiralamamıştım yani... EPT’den orijinalini kaydedip arşivlediğim Moonlighting dizileri gibi, çıkarır çıkarır izlerdim. Beden dilini ve yüz ifadesini mükemmel bir virtüöz gibi kullanan adamlara bakma bağımlılığım o yıllardan, hatta sanırım biraz daha bile eskilerden kalmadır.
Alamıyorum gözümü, n’apayım... Hem, sadece erkeklerin tekelinde bir deyiş değil ya azizim: Güzele bakmak sevaptır.
Filmin bugün evde DVD’si yok, zira günümüzde artık utanç verici bir durum bile sayılabilir ama hálá bir tane edinmediğim için benim evde DVD player da yok.
Yine de bugünlerde de filmi Digiturk’te, Goldmax’te yayınladıklarında meselá; önce birinci kanalda orijinalini izliyorum, hemen akabinde ikinci kanalda bir de altyazılı versiyonunu meselá...
Ama insan, elbet bu durum bugün için de geçerlidir de, özellikle 1986 yılındaki William Hurt’e nasıl bakmaz. Bakmayabilir?
Neyse, lafı yine kuyruğumdan dolandırıyorum. Sonunda bir sadede varabilmeyi umarak sadede gelelim: Children of a Lesser God’da, William Hurt’ün, o dönem gerçek hayatta da sevgilisi ve her daim gerçek hayatta da sağır bir aktris olan Marlee Matlin’e, Bach’ın müziğini tarif etmeye alıştığı bir sahne vardır. Zira sağır çocuklara konuşmayı öğreten idealist bir öğretmeni canlandırdığı filmde adamımız, konuşmayı yekten reddeden, inatçı, gururlu Matlin’e çok aşıktır ve fark eder ki, o yanına taşındığından beri evde "hi-fi"ını hiç açmamış, şöyle uzanıp da kulak kesilmecesine müziğin tadını çıkartmamıştır.
Bunu fark ettiğinde de dener, beceremez... Zira, sevdiği kadınla paylaşamadığı için, müzikten aynı hazzı alamamıştır.
İşte bunun üzerine, Marlee Matlin, Bach’ın plağını tekrar alete yerleştirir ve Hurt’ü odaya kadar takip eder. O sırada pes etmiş, yatağa girmek üzere soyunmakta olan Hurt’ten, kendisine Bach’ın müziğini "göstermesini" ister. Güzel sahnedir. (Hurt’ün o sırada bu çabayı çıplak bir torsoyla "göstermesinin" sahneye katkıları da tabii göz ardı edilemez!)
Dener, onu da beceremez...
Perşembe akşamı, varlığına her dem duacı olduğumuz 13. Uluslararası İstanbul Caz Festivali çerçevesinde Brezilya’nın en önemli müzisyenlerinden olmakla kalmayıp aynı zamanda cunta döneminde hapis yatmasına karşın 2003’ten beri Lula da Silva hükümetinin Kültür Bakanı da olan Gilberto Gil’in konserindeydik...
Şimdi, o konserde bulunamayan tüm sevdiklerimden özür dilerim; hiçbiriniz kusura bakmayın ama sizinle paylaşamadığım için konserin tadını çıkartamadığımı söyleyemeyeceğim. Gökkubelerde, zevkte, sefadaydım... Fakat şu anda kendimi biraz William Hurt gibi hissediyorum. Zira okuma yazması olan, duyan, duymayan herhangi birine, herhangi bir şekilde, ne konseri ne Gilberto Gil’in ihtişamını anlatabilirim. Beceremem yani; acizim...
Geçen haftanın Hürriyet Pazar’ında, "(2500 dolarlık) Maaşı üç eski eş ve dokuz çocuğuna yetmedi, konserleri sürdürüyor" başlıklı muhteşem bir albüm yazısı vardı Serhan’ın (Yedig)... Gil’i tanımayanlara rehber olması adına, kaçırmış olanların dönüp internet arşivinden bulup okumalarını hararetle tavsiye ederim. Gil, o akşam, bossa nova, samba, reaggae ve tabii ki kendi icadı tropicalia’dan çaldı, söyledi... John Lennon’ın Imagine’ının yanında, geçtiğimiz haziranda 64’ünü doldurmuş olması vesilesiyle, Paul McCartney’in, McCartney de bu yıl 64’ünü devirdiği için özel bir anlam taşıyan canım şarkısını, "Will you still need me, will you still feed me, when I’m 64" şeklinde terennüm etti.
Ve konserin sonlarına doğru, harikulade bir tirad attı; "Bugün artık her şeyin birbirine karıştığı, kompleks bir dünyada yaşıyoruz. Günümüzde (Artık ister kökten milliyetçilik, ister kökten dincilik deyin) "tutuculuğa" (fundamentalizm) yer yok. Sadece globalizmden söz edilemeyeceği gibi, hele ki salt lokallikten hiç söz edilemez. Artık her yer global ve lokal" dedi. Bunu da küresel ve yerel kavramlarını birleştiren, yani global ve lokalden üreyen tabirle dile getirdi: Glocal...
64’lük Gilberto Gil, ne bakmaya ne dinlemeye ne anlamaya doyulmayacak o güzellik, sahnedeydi; kimselerin yetişmeye gücünün yetmeyeceği bir enerjisi vardı; dinamo gibiydi.
Olağanüstü bir konserdi; rüya gibiydi...
Yazının Devamını Oku 8 Temmuz 2006
Sibel Alaş’ın ilk albümü Adam’ın aşk tarihçemde derin darbe babında çok özel bir yeri vardır. Bu konuda yalnız olmadığımı, yine aynı dönemde, mütemadiyen o albümü dinleyerek, aşk niyetine vurguna inen çevremdeki birçok kişiden, daha doğrusu birçok kadından da biliyorum. Sibel Alaş’ı uzaktan uzağa hep sevmişimdir ve ne hikmetse, oldum bittim, gaipten bir dalga boyunun dürtüsüyle, tanışsak pek sevişirmişiz hissine sahibimdir.
Müzik kariyerine, Koruyucu Aile Programı’yla edindiği evladını yetiştirmek için verdiği, üzerine bir de üzücü bir rahatsızlık eklenince iyice uzayan, yedi yıla varan bir aradan sonra, nihayet iremrecords’dan çıkan Carpe Diem albümüyle dönen Alaş’ın tanıtım bültenine göz atarken, astral anlamda bilişir olduğumuza uyandım.
Sibel Alaş kendisini şu cümlelerle tanıtıyor: "13 Şubat’lardan birinde, sabahın ilk saatlerinde Dünya’ya geldi. Anne-babasının ilk çocuğu, aile büyüklerinin ilk torunuydu. Bu yüzdendir ki genel inanışın aksine, 13 pek uğurlu sayılır Sibel’in sülalesinde. Pek acayip bir çocuktu Sibel. Her minik, önce anne ya da baba derken, onun ilk kelimesi bir bisküvi markasıydı. İkinci kelimesi de bir bankanın adı. Dört yaşında Ömer dedesinden okuma yazma öğrendi. Altı yaşında ilkokula başladı. Aynı yıl edebiyata merak sardı. Yedisinde babası ona bir mandolin aldı. Kitaplar ve müzikle olan dostluğu o yıllardan beri hiç bozulmadı.
İlkokul bitti; hayatının sekiz yılını geçirdiği Çavuşoğlu Koleji’nde öğrenim hayatı başladı. Okulunda İngilizce eğitim veriliyordu; bu yüzden İngiliz ve Amerikan edebiyatına merak salması garipsenecek bir durum değildir. Ortaokulun ilk yılında, babasının aldığı mandolin büyüdü, gitar oldu. Okulun müzik sınıfına geçiş yaptı. Okul orkestrasına girdi. Yarışmalara, konserlere katıldı arkadaşlarıyla. Yazdığı şiirleri gitarı eşliğinde okumaya başlayınca şiirlerin şarkıya benzediğini fark etti. İlk şarkı Ağlama öyle çıktı işte.
Sonunda lise de bitti tabii. Mümkün olsa birkaç sene daha uzatırdı lise yıllarını ama sırada üniversite vardı. İstanbul Üniversitesi Amerikan Edebiyatı bölümüne girdi. Bu arada Amerikan edebiyatı var mıdır yok mudur tartışmaları gereksizdir. Elbette vardır. Üniversite yıllarında hayatıyla ilgili her türlü kararı kesin olarak verdiğini düşünüyordu. Edebiyatçı olacaktı, bu bir. Üniversitede kalıp akademik kariyer yapacaktı, bu iki. Ve asla evlenmeyecekti, bu da üç. Sonuç... Kesin karar diye bir şey yoktur."
MİNİK BİR KARŞILAŞTIRMA
Şimdi, bendeniz de 13 Şubat doğumluyum. Ben de 13 sayısının uğuruna inanırım. Ben de dört yaşımda ablamın yardımıyla, çokça da can sıkıntısından kendi kendime okuma yazma öğrendim. Ben de konuşur konuşmaz "Uzun uzun kavaklar, dökülüyo laplaklar (!)" şeklinde şiir okumaya başlamışım. (Y ve Z harflerini kıvıramıyormuşum. Yaprak’a laplak, Zonguldak’a Donguldak diyormuşum.) Ben de yedi yaşımda mandolin çalmaya başladım. Ben de Amerikan tedrisatlı bir kolejde okudum. Ben de mümkün olsa, lisenin bahçesinden hiç çıkmazdım. Ben de sadece Anglosakson değil, Amerikan edebiyatının da hastasıyım. Ben de esas olarak yazı merakından, çocukluğumdan beri gazeteci olmak istiyordum. Bunun yanında, edebiyatla derdi olan bir insanım ve ölmeden bir gün, hayatımın kitabını, "o kitabı" yazacağımı umuyorum. Benim mandolin büyüyünce gitar olmadı fakat... Müzikle münasebetimi, eh, hiç de fena sayılmaz bir dinleyici, bir müzik sevdalısı olarak sürdürüyorum. Bir fark daha var aramızda; o da şu ki ben hálá, asla ve kat’a evlenmeyi düşünmüyorum. Bu zamana kadar, yaklaştıysam da kenarından dönmeyi becermişimdir. Ayrıca ne mühendisler ne doktorlar istemiştir (!) ama tufaya gelmemişimdir. Hadi yine şu dilimi bir ısırayım, çok büyük de konuşmayayım ama bundan sonra da gelmeyeceğimi biliyorum; en azından şiddetle umuyorum.
HOŞDÖNDÜNÜZ SİBEL HANIM
Neyse işte...
Sibel Alaş’ı, esasında Ertuğrul Ateş’in yaptığı bir resimde, aşık olduğu adamı yaratan, sonunda, o resmin içinde kaybolan bir ressam olarak izlediğimiz ilk klibini gördüğümüz an, sevmiştik.
Sonra da yaptığı albümler, söylediği ve yazıp başkalarına verdiği şarkılar boyu, sevgimizden bir şey yitirmedik.
Fakat sonra arayı çok açtı, döndüğü iyi oldu, kendilerini özlemiştik. Tekrar gördüğümüze ve sağlıkta, sıhhatte gördüğümüze çok sevindik.
Alaş, geçenlerde TRT’deki bir programda, o tatlı, gırgırcı ifadesiyle yeni albümünden bahsediyordu. Çıkış şarkısını Av olarak belirlemekle esasında risk aldıklarını anlatıyordu. Bu cesur bir yaklaşımmış zira dinleyici şarkıyla özdeşleşebilmek istermiş. Eh, insan háliyle, nakaratında ava gidip avlanan bir avcının hálet-i ruhiyesinden bahseden bir şarkıyla pek özdeşleşmek istemeyebilirmiş!!!
Carpe Diem, tipik bir Sibel Alaş albümü olarak, söz ve müziklerinin tümü Sibel Alaş tarafından yazılmış şarkılardan oluşuyor.
Yine tipik bir Sibel Alaş şarkısı, yani, tipik derken, şahane bir şarkı olduğu için tipik bir Sibel Alaş şarkısı olan Av da bu durumda bir istisna teşkil etmiyor. Düzenleme, iremrecords’un sahibi ve Alaş’ın yakın arkadaşı olan Aykut Gürel tarafından yapılmış. (Ki benim de ahbabımdır; komik ve deli bir adamdır; kendisine buradan özleştik deyip, muhabbetle selam sarkıtmak ister deli gönül.)
Av’ın klibi, 30 kişilik bir ekiple, Silivri’de bir botanik bahçesinde ve açık arazide, Kamil Aydın yönetmenliğinde çekilmiş.
Sibel Alaş, yedi yıldır ortalıkta olmadığı için, yönetmenle ortak karar alıp, performans klibi çekmeyi uygun görmüş. Yemişim senaryoyu menaryoyu; böyle bir kadın vardı ve kendi yazdığı şahane şarkıları, şahane bir şekilde şakırdı, hatırlatırız; demişler özetle...
Kızı Tuğçe’yi evlat edindikten sonra verdiği o uzun ara... Yine kızının velayetiyle ilgili yaşadığı sorunlar... Ardından yetmiyormuş gibi beyninde tespit edilen lezyonun tedavisi için harcanan bir buçuk yıl...
Sibel Alaş, háliyle, anın önemine iyice aymış bir insan olarak carpe diem, yani anı yakala, diyor. İyi yapıyor.
Hoşdöndü, sefalar getirdi.
Yazının Devamını Oku 8 Temmuz 2006
Farkında olanlar olmayanlara anlatsın: 47. Uluslararası Nasreddin Hoca Şenlikleri, geçtiğimiz çarşamba tabii ki Konya’nın Akşehir ilçesinde başladı. Bundan önce, ayın 1’inde, bu yıl bir kez daha Nasreddin Hoca’yı temsil eden Kadir Çöpdemir, Beyoğlu’nda eşeğe ters binerek bir yürüyüş başlattı.
Gerisi ziyadesiyle enteresan. Hatta diyebiliriz ki bu seneki şenlik, başlı başına bir Nasreddin Hoca fıkrası gibi... Bir kere, Kadir Çöpdemir, bir işinden dolayı kaçırınca, Haydarpaşa Garı’ndan kalkıp, Nasreddin Hoca’nın memleketine doğru giden Güldürü Treni, Hoca’sız kalktı.
O hadi bir yere kadar...
Beş gün boyunca, yani ayın 10’una kadar sürecek olan, "Nasreddin Hoca’nın mizahını ve felsefesini ’dünyanın ortası Akşehir’den tüm dünyaya yaymayı" amaçlayan şenlik etkinliklerinin en önemlilerinden biri, ağlanacak hálimize gülecek olursak, kahkahadan insanın gözlerini yaşartacak komiklikte...
Şimdi, bu şenlikte, geleneğe dönüşmüş bir adet var. Nasreddin Hoca’yı temsil eden kişi, mevcut durumda, Kadir Çöpdemir, meşhur fıkraya gönderme yaparak, göle maya çalıyor.
Fakat nedir, Akşehir Gölü kurumuş olduğu için bu yıl, maya, sulama göletine çalınıyor.
Güler misin ağlar mısın... Bence tabii ki otur ağla yani...
Sonracığıma, Kadir Çöpdemir, yani Nasreddin Hoca, Turizm ve Kültür Bakanı Atilla Koç ile "Dünyanın Ortası" yazılı bir levhanın üzerine çıkarak bir konuşma yaptı, bu yılın mesajının akıllı olmak olduğunu belirtti ve "Akşehir Gölü’ne maya çalarken düşüncelerimiz tutmuş, çift kat kaymak olmuş. Bizi uzak ülkelerden arayarak bunu tescil ediyorlar.
Akşehir Gölü’nün kuruması bir hata, Hoca’sını beklemeden kurumuş. Niye kurumuş bilmiyorum. Göle okuyup üfleyeceğim" dedi.
Çöpdemir, malumunuz, Çelebi tabiatlı, nüktedan bir insan.
Yoksa, gölün niye kuruduğu belli; durumun okuyup üflemekle filan telafi edilmek gibi bir lüksü de yok tabii...
Nihayetinde sazı eline Koç aldı ve "Nasreddin Hoca, Mevlana gibi dünyanın tanıdığı gülen yüzün insanıdır. Aynı zamanda zeka adamıdır. Espri yapmak zeka işidir. Ben de zekiyim. Espriyi çok severim. Espri zekanın zekatıdır. Her zeki insanın bu zekatı mutlaka ödemesi gerekir" dedi...
Ki bana sorarsanız, tüm şenliğin en ironik "zekatı" da budur.
Atilla Koç Bey, bir dahaki şenliğe Çevre Bakanı Osman Pepe’yle birlikte katılsalar ve kendi zeka ve espri anlayışları yerine şu göle bir iyilik düşünseler, daha ferahlarda, daha içten güleceğiz; ayrı...
Canına yandığımın hayatı, esprisi kurumuş Nasreddin Hoca fıkrası gibi.
Su göletine maya çalınıyor.
Ne denir?
Dünyanın ortası kurudu.
İnsan pek gülemiyor.
Yazının Devamını Oku 6 Temmuz 2006
Hadi gözümüz aydın... Küçük Amerika olma yolunda memleketin böğründen hálá bir seri çıkarabilmiş değiliz ama çok şükür, hasbelkader, bir nevi Paris Hilton’umuz oldu.
Süreyya Yalçın’ın plaj ’şıklığı’; köpeğine botox yaptırdı mı yaptırmadı mı, köpeğine taktığı boncuklar pırlanta mı değil mi derdi ve son olarak da "üzerinde göz olduğu için" kurşun döktürmek üzere tekneye getirttiği falcı filan...
Allah kimseyi magazin basınının diline düşürmesin. Sonunda isyanlara gelmiş: "Ben 21 yaşında bir genç kızım ve böyle giyinmeyi seviyorum. Tarzım bu."
Hani bazen bir kelimeyi art arda tekrarlarsınız ve kelimeye yabancılaşırsınız ya... Mánásını yitirir... Haziran itibarıyla başlayan ve eylüle kadar durulmayan "Bilmem kimi de bikinili yakaladık, bilmem kimin teknesine zum yaptık" haberlerinden ben bu sene erken koptum.
Geçtiğimiz sabah kendimi gazetenin sayfasına, Süreyya Yalçın’in suratına doğru; "Ben de anlamadım... Hakikaten ya, banane" derken yakaladım.
Sonra, banane dedim ya, dilime Kutsi’nin içinden 30 bin adet banane geçen şarkısı takıldı...
Dilime bu şarkının takılmasına vesile oldu diye Süreyya Yalçın’a küfrettim...
Sonra Süreyya Yalçın’ın ne günahı var diye utandım ve bu kez Kutsi’ye küfrettim...
Sonra bir an durdum ve ciddi ciddi, bir süreliğine gidip bir akıl hastanesinde istirahate çekilsem nasıl olur diye düşündüm...
Sonra akıl hastanesine yatmaktansa Çeşme’ye gitmemin daha doğru olabileceğine hükmettim...
Sonra Demet Akalın’ın geçtiğimiz gün Alaçatı’da evlendiğini, Serdar Ortaç’ın da nikah şahidi olduğunu ve birkaç yıldır temmuz ayında Çeşme’nin tam da bu şekil bir manzara arzettiğini hatırladım.
Sonra derin bir nefes aldım.
Sonra kime olduğunu bilmeden, ortalığa küfrettim.
Ne istediğimi de bilmiyorum esasında. İki senedir Süreyya Yalçın’ın ekstra rüküş, badana tadında makyajlı bedenine bakmaktan yorgun düştüğümü biliyorum ama... Yaz başında, bu sene yurt dışına çıkacağını, kimsenin kendisini Bodrum’da görüntüleyemeyeceğini söyleyip, yani "vaat edip", sonra sözünü tutmayan Çağla Şikel’den ikrah getirdiğimi de...
Pardon; bu plaj fotoğrafı geyiğinde neden sadece Ertuğrul Akbay ya da göbeğini içine çekmiş Kürşad Tüzmen gibi mideye zarar adamları görebiliyor kadınlar?
Yok mudur şöyle dalyan gibi, bisepsleri, trisepsleri yerinde, geniş omuzlu, dar kalçalı, bronz tenli birkaç adam? Biz de arka sayfa (Ya da yaz sezonuysa ’her sayfa’) erkeği görmek istiyoruz filan şeklinde isyanlara gelesim var yüksek müsaadenizle...
Gazetelerde tek tip kıravatlı, fındık bıyıklı ve/veya paçalı donlu AKP adamları haricinde bir güzellik görmek şu hayatımızda nasip olacak mı?
Bunun için ne gerekiyor? Dişi paparazzi mi?
Nimet Çubukçu’yu göreve çağırıyoruz; lütfen yani...
Bir tek Avrupa Kupası tadında kısırlaşmış Dünya Kupası’nın yakışıklıları kesmiyor; tekrar ediyoruz; lütfen, biz de insanız yani...
Mühim not: Bu yazıya dayanarak beynimin sulandığını düşünen okura hak veririm. Doğru teşhis. Mart geldi mi denize girmezse ezberi dağılan, bununla birlikte temmuzun ortasına doğru ilerlediğimiz hálde henüz bünyeyi denize bandıramamış bir zavallının arada bir saçmalama hakkı olmalı, değil mi azizim?
Yazının Devamını Oku 2 Temmuz 2006
Akşam (Cuma), ayıptır söylemesi, MFÖ’nün BKM konserleri çerçevesinde vereceği, Harbiye Açıkhava’daki konsere gideceğim. Şu anda Agannaga albümünde yer alan, Mazhar’ın Edip Cansever dizelerinden derlediği Geçiniz çalıyor: "Günler günlerimize tane tane damlarken / Diyorum neden olmasın / Siz de geçiniz / Geçiniz geçiniz / Üstelik tam zamanında geldiniz / Az önce biraz sonra ve şimdi / Önünüzdeki boşluğu, şu gördüğünüz / Biraz iter misiniz? / Bi’ parça daha lütfen / İyi / Şimdi geçiniz / Hemen geçiniz / Ah bilemezsiniz nasıl / Sanki bir olayın çok derin kıyısında / Bir tatil geçireceksiniz / Bilemezsiniz ne güzel, rengárenksiniz / Öylesiniz, öylesiniz / Hafifçe sıçrayaraktan / Azıcık eğilerekten / Ansızın çekilerekten geriye / Koşaraktan öne doğru yeniden / Sürekli devinimler, sürekli sesler / Geldiler, gelecekler, geliyorlar / Gelecekler, geliyorlar, geldiler..."
Bambaşka bir ruh hálindeyim. Hülya Avşar’ı hatırlatıyor olmasa, hülyalı diyeceğim ama diyemiyorum. Kendileri hayatımıza girdiğinden beri, mefhuma gıcığım. Nasıl ifade etmeli peki? Ruhum, denizden çıkmış, duşunu almış, parfümünü sürmüş, üzerine tiril tiril bir şeyler geçirmiş ve kendini çim ve çiçek kokan bahçelik, deniz kıyısında bir bara atmış gibi... Yani bir yanıyla öyle, diğer yanı da öyle olsun istiyor.
Oysa mevcut durum nedir? Rahşan Ecevit’in suratına bakıyorum. Rahşan Hanım hem gazetedeki fotoğrafından hem de ekrandan suratıma dikmiş gözlerini; evinin damında baykuş öten insanların tekinsiz hálet-i ruhiyesiyle ürperiyor diğer yanım.
Rahşan Ecevit’e inanamamaktan yorgun düşmüş durumdayım.
Danıştay katliamının ardından, 2. Daire üyesi Mustafa Yücel Özbilgin’in cenazesinde beyin kanaması geçirip komaya giren Bülent Ecevit’in elini bir an bile bırakmayacağını zannederken, Rahşan Ecevit’in ilk hareketi ne oldu biliyorsunuz.
Ceviz Kabuğu’na çıktı, Hulki Cevizoğlu’na, sanki o meydanda tüm liderler neredeyse linç edilmecesine tepki görmemişçesine, yuhalanmamışçasına, olan biten sadece AKP’yi bağlıyormuşçasına, Başbakan’ın cenazeye katılmamasını eleştirdi ve hükümeti istifaya davet etti.
BUGÜNKÜ MUTABAKATLAR İLERİDE TIRMALAR
Hadi bu bir yere kadar. Fakat aynı zamanda Bülent Ecevit’in iyileşmesi durumunda vatanına hizmet etmeye devam edeceğini söyledi ve üstüne üstlük bir de "Bu ne yaman çelişki nine" dedirten açıklamalarda bulundu: "Atatürk, Türkiye Cumhuriyeti’ni kurdu ama onu kurduktan sonra gençlere emanet etti. İnanıyorum ki gençler dimdik ayakta olacaklardır."
Şaka gibi, değil mi...
Yetmedi, başta cümleten inanmakta zorlansak da bu hadiselerin akabinde, milli mutabakat çağrısında bulundu ve bu "ideal" uğruna parti turları atmaya başladı.
Milli mutabakat çağrısını yaptığı günden beri, milletin varlıklarından ikrah getirmiş olduğu tüm liderleri ziyaret ediyor... (Bir kısmı tarafından görüşmeyi bile kabul etmemecesine reddediliyor; ayrı...)
Ben başta, eblehçe olduğuna sonradan uyandığım, iyi niyetli bir tahmin yürüttüm. Ne de olsa bir milli mutabakattan söz edilecekse, millet, bu liderleri istemediği konusunda mutabık; öyle değil mi?..
İşte o yüzden, sanmıştım ki Rahşan Ecevit, ziyaret ettiği liderlere; "Ben bir daha düşündüm de... Bakın Bülent bu uğurda bir ömrü heba etti. Eni konu hasta olduğu hálde kalabalık meydanlarda sizin de dahil olduğunuz tüm liderlerle birlikte yuhalandı, halkın çok ağır tepkisine maruz kaldı. Biz ettik siz etmeyin; hiçbirimiz etmeyelim; artık yaş iyiden iyiye kemále erdi; son demlerimizi sürmekteyiz. Hadi gidelim bahçelerimizle uğraşalım. Çiçek sulayalım. Eşlerimizin elini tutup televizyon izleyelim, kitap okuyalım. Sahip olanlarımız torunlarını sevsin" filan diyecek.
Yok... İlk iş gitti Süleyman Demirel’i ziyaret etti. Bin yıldır yaşsız bir toparlaklıkta görmeye alıştığımız Demirel’in bile artık yanakları süzülmüş. Yemin ederim, Rahşan Ecevit ile Süleyman Demirel’in el sıkıştıkları sahne, travma yarattı bende. Bugünkü mutabakatlar, ilerilerde tırmalar... Bakalım bir süre sonra hangi katran karası karabasanıma konuk olacaklar.
Yetmedi... Vaktiyle koalisyon topuna girmeyi içine sindiremediği Devlet Bahçeli’ye bile ziyarette bulunmak istedi. Bahçeli yedi sene evvelden kalma intikam denen ve soğuk yenen yemeği, iştahla mideye indirdi. Özetle, görüşmeyi kabul etmedi.
Popülizmin dalağını yarma fırsatı çıkmış ya, komada yatan Ecevit’e "Kalkın da kucaklaşalım" diyen Baykal da baktı kazın ayağı umduğu adımları atmıyor, çark etti ve "Bizim ittifaka ihtiyacımız yok" dedi.
AĞAR BİLE YANINDA DEMOKRASİ NEFERİ
Ağar deseniz keza, almayalım mersi makamından çaldı ve 45 dakikalık nezaketen görüşmenin ardından "Cumhuriyetin ve rejimin milletin dışında bir koruyucuya ihtiyacı yok. Demokrasi dışı arayışlar anti-demokratik düşünceleri milletin zihninde canlandırır. Türkiye bunu 28 Şubat sürecinde yaşamıştır" dedi. Yani, genelde daha "derin" laflar etmesine alışkın olduğumuz Ağar bile Rahşan Hanım’ın yanında demokrasi neferi kaldı ya, pes diyorum, başka bir şey demiyorum.
Ah Rahşan Hanım ah... Kifayetsiz muhteris tırmalayışlarında "Din elden gidiyor!" triplerine mi girmedi... O hiçbir şeyleri sindiremeyen midesi sağolsun, yine "İçime sinmiyor" diye sakil bir affın çıkmasına vesile mi olmadı... (Ki Yüce Divan’da yargılandıkları davanın kesin hükme bağlanması, şartlı salıverme yasası, yani Rahşan Affı sayesinde ertelenen, bu sayede paçayı sıyırıp bu aralar siyasete dönme turları atan Mesut Yılmaz ve Güneş Taner, herhálde Rahşan Hanım’a duacı oldukları için en azından onlar, en azından "görüşmeyi" kabul ederler diye tahmin ediyoruz.)
Hayatım boyunca Rahşan Ecevit’ten günahım kadar hazzetmemişimdir ama en azından Ecevit çiftinin aşkına dair hasbelkader bir inancım vardı. Sayelerinde soldan umudu keseli çok oluyor, şimdi kimse kusura bakmasın ama aşk dediğiniz buysa, benim Rahşan Hanım’ın aşkına da inancım kalmadı.
Ayıptır, günahtır be...
Biz ne sultalar ne cuntalar Flamingo Yolları Science-fiction şovları Ve daha neler neler gördük
Uzunca süredir her türden komplo teorisine prim veren biri olarak, Rahşan Ecevit ile Tayyip Erdoğan’ın bu aralar ince bir muhabbette olduklarını tahmin ediyorum (!).
Yani tüm bu saçmalıklara bakınca, insanın aklına birkaç ihtimal düşüyor. Şimdi, Rahşan Ecevit, "Sağ-sol ayrımı yapmadan, laik, demokratik, sosyal hukuk devleti Türkiye Cumhuriyeti ile sorunu olmayan partilerin bir araya gelme zamanıdır" diye esasında demokrasiyle uzak yakın alákası olmayan, durduk yerde uyuz kaşıyan, abuk subuk bir öneri şeyedegeldi ve hani kurulması mümkün değil ama böyle bir ittifak kurulacak olsa, o ittifakın lideri olarak da Eskişehir Büyükşehir Belediye Başkanı Yılmaz Büyükerşen’i önerdi ya...
Ve Büyükerşen, hakikaten düzgün bir adam ya...
Ben diyorum ki, Rahşan Hanım’ın kanına Tayyip Erdoğan girdi...
Málûmunuz, Tayyip Erdoğan, "Cumhurbaşkanı benden başka biri de olabilir" derken, cumhurbaşkanı tarifini; "Halkı kucaklayacak bir kişi olacak. O koltuğa otururken formasını çıkaracak" şeklinde verdi.
Buyrun burdan yakın. Tahminim odur ki, Erdoğan, Rahşan Hanım’a, yolda Büyükerşen gibi adamların imajını da hacamat etmeyi ihmal etmeden, kendi popüleritelerini artırması karşılığında, cumhurbaşkanlığı filan önerdi!!!
Seçim günü geldiğinde de herhálde cezai ve idari ehliyeti yoktur filan diye durumu geçiştirecek, ne bileyim.
MFÖ’yle başladık, onların Deneylere Doğru’suyla bitirelim bari:
"Topluca bu toplumda bir topluluk / Deneylere doğru / Dilsizler ordusu, kaval sesleri / Sürüler misáli koyunluk / Doğu-Batı arası köprüymüşüz de / Sentezmişiz bir düşte satılık / Biz ne sultalar ne cuntalar / Flamingo Yolları / Science-fiction şovları / Ve daha neler neler gördük / Yedi kat derinde yasaklar / Kelimeler bitti tükendi / Muska misáli bir gizlilik / Ve daha neler neler / Topluca bu toplumda bir topluluk / Deneylere doğru..."
Ah bir de şu bizim deney laboratuvarındaki mikroskopların merceklerinin camları, hep tersinden bakmasa... İçbükey dışbükey, her bir halt birbirine karışmış azizim...
Yazının Devamını Oku