Ebru Çapa

Mor ve Ötesi ağlak yapmıyor Büyük Düşler kuruyor

1 Temmuz 2006
Gerçi tahminim odur ki Mor ve Ötesi, bu albümde de ne İsa’ya ne Musa’ya yaranabilme durumunu yaşayacaktır. Kimileri tarafından, şarkı sözleri birçok alt metin barındırdığı için ne dediği anlaşılmaz, üstelik gösteriş adına politize, ukalá mı ukalá bir "entel"ler topluluğu; daha küçük kitlelerce tanındıkları günlerden kalma fanlarının bir kısmına göre ise áleme uymuş, popülaritenin dalağını yarmış bir "lale buketi" olarak anılacaktır. Umarım bu durum onları zaman içinde yıldırmaz ve Mor ve Ötesi, tutturdukları müstesna yoldan caymaz. Sağlıklarına duacı bir dinleyici olarak, dileğim budur.

Allah biliyor ya, Mor ve Ötesi’nin beşinci albümü Büyük Düşler’i bir tür endişeyle bekliyordum. Sebep málûm: Mor ve Ötesi başından beri takibinde olduğumuz bir grup. Gerek albümlerini, gerek başka sanatçılarla birlikte yer aldıkları projeler için yaptıkları şarkıları, takdirle izliyoruz.

Üçüncü albümleri Gül Kendine’de iyiden iyiye aşka gelmiştik. Dünya Yalan Söylüyor’da ise ellerimizi havaya kaldırıp pes ettik.

Dünya Yalan Söylüyor’u, çıktığı günden bugüne dek, iki yılı aşkın zamandır, düzenli, gayet de sık aralıklarla dinliyorum. Dimağımda bıraktığı tadından en ufak bir şey kaybetmiş değil.

Böylesi albümler sayılıdır. Kimi şarkılarını hiç bıkmadan bir ömür dinleyeceğiniz albümler vardır ama baştan sona, hiçbir şarkısını atlamadan dinlemekten yorulmayacağınız, o derece seveceğiniz bir albümle karşılaşma ihtimaliniz azdır.

Dünya Yalan Söylüyor, benim için o albümlerden biridir. Ve yine málûmu ilam olacak ama böyle albümlerden sonraki albümler huzura, ekseri hayalkırıklığı olarak gelir.

Öyle ya, adamlar artık olmuştur. Daldan düşme vakti gelmiştir...

İstisnalar kaideyi bozmaz ya; keşke bozsa; önümüz arkamız sağımız solumuz, Mor ve Ötesi gibi gruplarla dolsa diye şöyle bir keşkeledikten de sonra, henüz edinmemiş olanlara duyuralım. Büyük Düşler, bu mánáda kesinlikle müstesna bir albüm...

Başından sonuna kadar, bir an önce tekrar başa sarma telaşıyla dinlenen bir güzellik.

Ayıp Olmaz Mı’yı dinlerken bir an önce Küçük Sevgilim’e ya da Çocuklar ve Hayvanlar’a ulaşmayı diliyor, onlara geldiğinizde tekrar Kördüğüm’e ya da Kış Geliyor’a dönmek için sabırsızlanıyorsunuz. Ben öyle bir şarkı oburu kafası kopmuş aç tavuk modeli takılıyorum en azından.

ZOMBİYE DÖNMÜŞ ŞİRKET İNSANLARI

Harun Tekin, Kerem Kabadayı, Burak Güven ve Kerem Özyeğen’den oluşan Mor ve Ötesi, Büyük Düşler’in çıkış şarkısı ve ilk klip parçası olarak Şirket’te karar kılmış. Kimileri, bu şarkının tercih edilmesine akıl erdiremese de 13 senelik meslek hayatını bir plaza faresi olarak tüketmiş şahsım için, takdir edersiniz ki gayet isabetli bir seçim...

Gürcan Kelek’in yönetmenliğinde, görüntü yönetmenliği Gökhan Atılmış üstlendiği hálde, İstanbul’daki büyük bir alışveriş merkezinde çekilmiş klipte, zombiye dönmüş "şirket insanları"nı izliyoruz. Makineleşmiş bir tempoda oraya buraya koşuşturuyorlar diyeceğim ama ona da ne kadar koşuşturmak denilebilir tartışılır tabii...

Bültende de belirtildiği üzre, 70-80’li yılların düşük bütçeli korku filmlerinden esinlenilmiş... Klipte "albümün kapak ve kitapçık tasarımında da gördüğümüz, şarkıyla aynı ismi taşıyan, altı kollu, kimi eldivenli, kimi ojeli ellerinde aynı anda muhtelif silahlar, dolar banknotları, telsiz ve çanta taşıyan, cinsiyeti belirsiz yaratığın" da dahil olduğu 25 kişilik bir oyuncu kadrosu rol alıyor.

Bu arada, bu satırların yazarı, o 25 kişilik kadroda yer alan kişilerden biriyle aynı binada çalışıyor (Hayır, yaratık olan değil Allah’tan; altı üstü zombi kadrosundan!!!) ve bir yandan kıkırdayıp bir yandan mánásızca ürpermekten kendini alamıyor.

Bizim zavallı zombiler, bir şirketin şuursuz dişlileri olarak dönenirken, Mor ve Ötesi, bir yandan enstrümanlarını konuşturup bir yandan şarkısını söylüyor:

"Adını bile soramam / Maksadımı aşamam / Şiddetin meşru háline / Bakıp ağlayamam / Ne kadar güzel / Ne kadar sıcak / Ne kadar yakın / O kadar uzak / Şirket mirket anlamam / Anlasam da anlamam / Bana saldırıyorsa / Gözünün yaşına bakamam / Adaleti sarmış / Kumandalı bir cinnet / Vahşeti gördüm, korkmadım / Hasar yok içimde / Maske takmadan üstüme gelmek zor muydu? / Adı olmayanların sesi de yok mu?"

YÜREKLERİNE SAĞLIK ÖTESİ YOK

Alper Bahçekapılı’nın kaleme aldığı, kapak olan Rolling Stone makalesinde Kerem Kabadayı, bazılarına neden "yapmacık" geldiklerini şöyle açıklıyor:

"Türkiye’de özellikle bizim kuşağımızdaki insanların politik olanın tanımıyla ilgili büyük bir cehalet içerisinde olduğunu düşünüyorum. Gündelik hayattaki, insan vücudundaki politikayı görmezden gelmiş bir şekilde yetişiyor kuşaklar. Bunun aksi yönünde bir bilinçlenme ve topladığın birikimi insanlarla paylaşma çabası en iyi ihtimalle ’Bunlar da böyle kendi aralarında konuşuyorlar işte; bir şeyler parçalıyorlar’la karşılık buluyor. En kötü ihtimalle ise ’Mor ve Ötesi ukalá’ deniyor. Çünkü oradan yine Türkiye’deki baskın kültüre bağlanıyor hikáye. Türkiye’de bir şeyleri birazcık bilip paylaşan insanlar, 1980 sonrasındaki zaman diliminde ’entel’ olarak etiketlenip aşağılanıyor. Düzgün yaşamak aşağılanıyor. Kendine odaklı bilinç göklere çıkarılıyor. Biz bunu paylaşamayan dört insanız ve biraz da bu yüzden bir grubumuz var."

Yine Bahçekapılı’nın makaleyi bağlarken dediği gibi, Mor ve Ötesi elemanları, ilgili, dikkatli ve farkında oldukları olaylardan rahatsızlar. Ve Büyük Düşler’ini hayata geçirme yolunda rahatsızlıklarını da oturup ağlamak yerine, müzik yaparak dile getiriyorlar.

Beyinlerine, yüreklerine sağlık. Ötesi yok.
Yazının Devamını Oku

"Ücret dışı" bir güzellik

30 Haziran 2006
Jean Claude Van Damme, "Benim tekmelerim bile ÖSS kadar acıtmıyor. Bunun için de Türk gençlerinin ÖSS dramını anlatan bir filmde soruları çalmaya çalışan bir hırsızı oynadım" demiş iyi mi...

Bırakın youtube.com’daki "ÖSYM g..ümü ye!" şarkısı sayesinde isyanını "via internet" uluslararası platformda haykıran Deli grubunun yarattığı yerel infiali; eğitim sisteminin sakaleti Van Damme’ların diline kadar düşmüş durumda yani.

Ki müstehaktır demek ister deli gönül...

Şu memlekette gençlerin çekisi zaten... Bitmeler bilmez. Herhálde diğer yazarlara da bu konuyla ilgili pek çok e-posta geliyordur. Benim check-list’ime en sık düşen şikáyet başlıklarından biri, özellikle yaz aylarında, yani festival dönemlerinde, gençlerden geliyor.

Gençler, bu festivallerin kimin için yapıldığını sorup duruyor. Uzun lafın kısası; genç subaylar (!) yüksek bilet fiyatlarından rahatsızlık duyuyor.

Málûm, öğrenci harçlığıyla 60’tı 100’dü papeller bayılıp gün aşırı konsere gitmek pek mümkün görünmüyor.

Dinamo 103.8, bu anlamda, taşın altına elini uzatıyor. İlk kez 8 Temmuz’da düzenlenecek mini-fest Radar Live’ın girişi için ücret talep edilmiyor. Park Orman’da gerçekleşecek festivale, www.radarlive.com adresinden kayıt yaptıran ilk 7 bin kişi bedava girebilecek. O güne dek 7 bin kişilik kontenjan dolmazsa, kapıda form doldurup kayıt yaptırmak da mümkün olacak.

Kapılar 14:00’te açılacak. Ece Sükan, Ahu Yağtu ve Yağmur Musal’ın kuracağı pazarda birçok butik marka renkli standlarıyla yer alacak, ikinci el giysi ve eşyalar da satılacak.

Ve program daha sonra, elektronik müzik ağırlıklı olmakla birlikte, canlı performansı güçlü gruplardan oluşan sahne şovlarıyla sabah 05:00’e kadar sürecek...

İngiliz Dreadzone, İngiliz Crazy Penis, Fransız The Youngsters, İngiliz The Paddingtons, Alman Ms. John Soda, Hayko Cepkin, Anima, Da Frogg, Homegrown Soundsystem, Cervus...

Bu arada, Dünya Kupası’nda o gün oynanacak maçı kaçırırım derdinde olanlar için üçüncülük maçını izlemek de mümkün olacak. Bir yandan dev ekrandaki maçı izlerken, bir yandan da kurulacak kalelerde penaltı atışlarıyla kapışılacak, Dünya Kupası kadar fiyakalı olmasa da (Háliyle!!!) ödül bile kazanabilirsiniz.

Sonracığıma, 29 Temmuz’da Haliç’te gerçekleşecek Red Bull Air Race World Series’in heyecanından da festival alanına kurulacak bir simülatörle bir parmak bal çalınacak.

Yiyecek ve içecekler de gayet makûl fiyatlara satılacak.

Daha ne olsun?

Sadece elektronik müzikten hoşlanan arkadaşlara değil, açık havada, kaliteli müzik ve türlü atraksiyonlarla çimlerin üzerinde ayakkabıları fırlatıp serilmek isteyenlere, dans etmek isteyenlere, deşarj olmak isteyenlere duyurulur.

Bu kalbinizden temiz sayfadan "Gençler ve genç kalanlar!" diye seslenmek isteriz (!): Bizden duymuş olmayın, ya da olun, hatta daha önce duymuştuysanız, bir de burdan duymuş olun: Türkiye’de iyiniyetli ve iyi şeyler de oluyor.

Gidin, eğlenin, hatta şarkı aralarında Deli grubunun mutena şarkısı "ÖSYM g..ümü ye!!!"yi terennüm edin...
Yazının Devamını Oku

Önlem paketi

29 Haziran 2006
Salı günü, bizim gazetede Ateş Yalazan imzalı "Kaliteli Meclis’in sandalye komedisi" başlıklı bir haber vardı. Bu gibi haberlerde sık rastladığımız üzre ve bu gibi olaylara da sık rastladığımız için haber yine "Aziz Nesin’lik olay" patlangacıyla verilmiş.

Kaçıranlar için; hikáye şu: Efen’im, Meclis’e ISO 9001 belgesi verilmesi nedeniyle düzenlenen törende renkli kumaşlarla süslenen sandalyelerden beşi kırıldığı için konuklar yere düşmüş. TBMM Başkanlığı, sandalyeleri aldığı firmayla sözleşmesini iptal etmiş.

Kendisi ateist olduğu için belki rahmetle anmamıza itiraz ederdi ama yine de öyle anmadan yapamayacağım, rahmetli Aziz Nesin’in kulakları çınlasın... Ki hayatımız her gün, "tam Aziz Nesin’lik" hikáyelerle geçtiği için zaten bolca çınlıyordur tahminim...

Döndüm dolaştım, onun "Bizim milletin yüzde 60’ı aptaldır" sözü konusunda nerede durduğuma karar verdim. Biliyorsunuz, Nesin’in bu sözü sarf ettiği için bir linç edilmediği kalmıştı. "Aaa vallahi adam haklı" diyenlerin yüzde 100’ü de o meşhur oranın yüzde 40’lık diliminde yer aldığına mıh gibi inanmıştı.

Şahsi duruşum şudur: Ben de "Adam haklı" diyorum. Ve bu cümleyi sarf etmekten, kendimi yüzde 60’lık aptal dilime dahil saydığım, iğneyi de çuvaldızı da kendime batırdığım için kesinlikle çekinmiyorum, utanmıyorum, gocunmuyorum.

Bir aklım olsaydı belki yürütebilirdim ama bırakın akıl yürütmeyi; 34 yıldır şu memlekette olan biten hiçbir şeye akıl erdiremiyorum. Basmıyor abi, n’apayım...

Her şeyin başında, bir ülkenin Meclis’i kalitesini ispat etmek için niye ISO 9001 belgesi alır? Kalkıp da TSE’nin kalite yönetim belgesinin flamasını göndere çeker?..

Ayrıca, "tam Aziz Nesin’lik" saçmasapan şeyler yaşamaktan bitap düşmüş bir millet, yaşadığı hayata bakıp da taş gibi belgesi var diye "kaliteli" bir Meclis tarafından yönetildiği mavalını hangi kulağıyla dinler?

Ekonomi dibe ha vurdu ha vuracak diye, milleti yine işsiz kalma korkusu sarmış durumda. Merkez Bankası’nın yandım Allah önlemleri bir yana, Başbakan’ın yoksulluktan yakınan işçiye "önlem" diye ne önerdiğini hatırlarsınız herhálde?: Zeytini tek lokmada yemeyiverin; kemire kemire, üç lokmada yiyin; hadi ananızı alın da gidin!

Pek üretken ve başta insan üremesi olmak üzere üretime prim veren Sağlık Bakanımız da son olarak, Kırım Kongo Kanamalı Ateşi hastalığı üzerine, tabii ki önce "ortada düşünüldüğü veya aksettirildiği gibi büyük bir salgın olmadığını" söyledikten sonra, konuyla ilgili önlem önerilerini açıkladı bildiğiniz gibi: Pantolonunuzun paçasını çorabınızın içine sokacakmışsınız efen’im!!!

Öyle diyor... Ve ister inanın ister inanmayın, bunu Doğrudan Gözetimli Tedavi Stratejisi Yaygınlaştırma Eğitimi toplantısında söylüyor: "Alınabilecek en önemli tedbir, vatandaşlarımızın kenelere karşı vücutlarının kol, bacak, ayakları gibi açıkta kalabilecek bölümlerini örtmeleri, çıplak ayakla yere basmamalarıdır. Özellikle tarımla uğraşan vatandaşlar pantolonlarını paçalarının içine soksunlar."

Büyük gururla da şunu ifade ediyor: Bu virüs yeni bir şey değilmiş, tee 2000 yılında, kendi hükümetleri hüküm sürmekteyken tespit edilmiş. "Bravo" diyoruz kendisine, altı yıl boyunca düşünüp de pantolon-çorap ikilisini bu şekilde bir araya getirme önlemini geliştirebildikleri için...

Aptal olsam gerek, kellemin yarısına aklar düştü, hálá olanı biteni anlamıyorum. Onun yerine, pek çok "icraatı" ve cankurtaran tadında önlem önerisini, sanki birileri bana "gerizekálı" diyormuş şeklinde algılıyorum. Herhálde öyleyim...

Her konuda kalitelerini konuşturan ileri gelenlerinden daha iyi mi bileceğim? Eh, milletin büyük bir oranının benim durumumda olduğunu da biliyorum. Ben hatta el artırıp, yüzde 80’i filan diyeyim...

N’apsam n’etsem içinden çıkamıyorum; Aziz Nesin’i rahmetle anıyorum. Ben aptalım Aziz Bey. Kabul ediyorum...
Yazının Devamını Oku

Birkaç dakikalık sükûnete olmayan krallığımı veririm

26 Haziran 2006
Sevgili günlük; Bu sabah gözlerimi yine "devvv kadrolu" bir absürd trajikomediyi andıran, uzuuun bir rüyadan, yorgun da ne, bitap düşmüş bir şekilde açtım güne. Yine... Yine... Yine...

Dünyanın bütün seslerine açık bir radyo gibi hissediyorum kendimi. Ya da ne bileyim, devasa bir uydu anteni... Gazetecilik denen meslek sayesinde gün boyu aşırı doz haber yüklemesine maruz kalmıyormuşuz gibi, geçen hafta, özel hayat cephesinde de dostlardan gelen, birbirinden ağır, kötü, kasvetli manşetlerle geçti.

Biri merdivenlerden yuvarlanma, diğeri trafik kazası suretiyle iki kafatası kırma vakası, iki kanser haberi...

Hani tüm bunlar yetmiyormuşçasına bir de geceleri... Uyuyabilmek için ne varsa yapıyorum; uyuduğumda daha doğrusu sızdığımda da sanki Harikalar-Garabetler Diyarı’nın meydanında, baykuş gözleri ve fil kulaklarıyla dikiliyorum. Uğraş uğraş nereye kadar... Birkaç dakikalık sükûnete -olmayan- krallığımı veririm.

Dolar bu aralar, hayvanat bahçesinden firar etmiş piton modeli... Maliyenin, yabancı yatırımcıya vergi teşviki vererek çözme "fikri" de sökmedi. Merkez Bankası, cuma günü iki kez müdahalede bulundu. Fren tutmuyor... Doların önlenemez yükselişi durdurulamıyor.

Sabah Gazetesi, Türk yatırımcılar için yüzde 10’a çekilen vergi oranının yabancı yatırımlar için sıfırlanmasını manşetten, "Kapitülasyonlar döndü" başlığıyla verdi.

KENDİNİ DOLMUŞ ŞOFÖRÜZANNEDEN TAKSİCİLER

Bizim gazetenin sürmanşeti ise "22 Haziran kararları" şeklinde. Ki insanın zihnine direkt "5 Nisan kararları" düşüyor ve háliyle ürpermeden edemiyor.

Bu aralar zaten dönen dönene. Mesut Yılmaz, siyasete dönüyor, Aziz Yıldırım FB’nin başına dönüyor (Ki esasında bir GS’li olarak Yıldırım’ın haberine sevindim. Bize yarıyor valla. Seneye de şampiyonuz; tamam inşallah!). İki gözüm günlüğüm; beceriksiz semazene döndüm; başım, gözüm, midem, eşgüdümlü dönüyor.

Dün işe gelirken, yolda taksiciyle lafladık. Arabaya bizim duraktan binmişim ama adam tanıdık değil. Sordum. "Haklısınız" dedi. Durak taksisi olmak istemiyormuş ama 20 küsur yıllık meslek erbabıymış. Birçok taksi durağı kendisini muhabbetle buyur ediyormuş.

O şoför zaviyesinden, ben hayatı taksilerde geçen yolcu zaviyesinden taksilerin ahvalinden konuştuk. Benim en birinci konum, kendini herhálde dolmuş şoförü zannettiği için keyfinin hattı haricinde bir yere gitmek istemeyen taksicilerin güzergáh beğenememesinden ikrah getirmiş olmamdı.

Beyefendinin de ilginçtir, en büyük sıkıntısı kendi meslektaşlarıydı. "Dikkat edin bu durum 94’ten beri yaşanıyor" deyip durdu. İddiasına göre, ekonomik krizlerin ardından işsiz kalan, işi batan kim varsa, taksici olmaya soyunmuş. Şimdi ortalıkta pek meslek erbabı yokmuş. Taksicilikten anlamayan, sağını solundan ayıramayan adamlar ortalıkta taksiciyim diye dolanıyormuş.

Sonra her zamanki gibi, tüm taksicilerin ve tüm yolcuların üzerinde hemfikir olduğu bir konuya geldik, işyerinin kapısına kadar da o konudan inmedik.

Tabii ki bildin günlükçüğüm; belediye ve hakkında masal kitabı külliyatı döşenilesi muhteşem icraatları...

AYASOFYA TABİİ KİFAVORİLERİ SAYILMAZ

Büyükşehir Belediyesi’nin son icraatı (Son derken, kazılar mazılar ve trafik illeti harala gürele sürüyor; o masal bitmez...), İstanbul’da doğup büyüyen çocuklara kentin tarihi, kültürel, turistik mekánlarını ve sosyal dokusunu eğlenceli bir dille öğreterek kentlilik bilinci kazandırılması amacıyla hazırlanan "Masal Masal İstanbul / 23 Masal, 23 Eser" projesini hayata geçirmek oldu.

Proje ilk açıklandığında, 23 eserin arasında Fatih Sultan Mehmet Köprüsü filan vardı, Yeni Dünya Harikaları seçiminde aday olan Ayasofya yoktu. Cami bile yapamadıkları, hatta bir zamanlar kilise olan Ayasofya, tabii ki Topbaş’ın belediyesinin favorileri arasında sayılmazdı. Tepki gelince, Ayasofya da proje kapsamına alındı.

Ha bu arada, ilk masalı da AKP’nin basın danışmanlarından, eski gazeteci Ahmet Tezcan, Kız Kulesi üzerine yazdı. Adam basın tarafından kim var kim yoksa hepsinden tepki aldığı için, basınla ilişkiler meselesinde pek faaliyet göstermiyor artık málûm. Kalemi de kuvvetlidir muhteremin. "Basın, bizim poh poh haberi yutturmak amacıyla anlattığımız masalları pek yutmuyor, sen iyisi mi harbi masal yaz bari" dediler herhálde.

Proje kapsamında İstiklál Caddesi de var meselá. Üzerine nasıl bir masal yazacaklar acaba? Topbaş’ın "Bakın şapşa’ane işler yapıyoruz. Önceki Çin işi granitleri biz sipariş etmemişiz gibi sil baştan ve hálá böğrünü deşmekte olduğumuz, bizim yüzümüzden işletmelerinin büyük bir oranı iflas eşiğinde olan İstiklál’de her adım başına bir de utanmadan ’Burada yerli granit kullanılıyor, mutluyuz, gururluyuz’ tabelaları dikiyoruz" masalı, masal bile değil, karanlık bir siyasi-gerilim senaryosunu andırıyor zira.

Canımın içisi dert ortağım günlükçüm; şu masal topuna girsek mi dersin?

Memlekette istikrar üzerine yazarız; bir varmış bir yokmuş diye başlarız, sonra masal bundan ibaret abi, diye noktayı koyarız. Türküz ve Guinness Rekorlar Kitabı’na girmek konusunda iddialıyız ya... Durumu şakkadanak özetleyen dört kelimelik bir masal attırabildiğimiz için dünyanın en kısa ve en modası geçmez masalını yazdığımız iddiasıyla başvurumuzu yaparız.

Sen ve ben güzelim; biz var ya biz; proce denen nanenin çift başlı ejderhasıyız!
Yazının Devamını Oku

Ajda’nızı sıcak mı alırdınız cool mu?

24 Haziran 2006
Her insanın poster asmacasına hastası olduğu bir yıldız vardır ya; benim babam, yabancılardan Jean Simmons’a, Türkiye’den Ajda Pekkan’a aşıktı. Annem, belki de babamın ulaşabileceği bir yerlerde yaşadıkları için yerlilerden pek kimseleri beğenmediğini iddia ederdi; yabancılardan büyük aşkı ise Rock Hudson’dı.

Bildiğiniz üzre, sonradan Rock Hudson’ın eşcinsel olduğu ortaya çıktı. Ajda Pekkan ise yıllar içinde değiştikçe babamın tipi olmaktan çıktı. Onun temposunu yakalayacak diye 80’ler boyunca saçını ve makyajını, Türk kadınlarının büyük bir çoğunluğu gibi "a la Ajda" yaptıran annem de bu sayede Ajda Pekkan’ın yakalanması mümkün olmayan temposunu kovalamaktan bitap düşmekten kurtuldu.

Hani annemdir diye söylemiyorum ama annem gerçekten, gençliğinde İzmir, Karşıyaka’da şanı yürüyecek kadar güzel kadındır. Bugün de 12 yaşında bir torun sahibi bir kadın olarak cildi pırıl pırıldır; mihrabı da yerindedir. Yine de bugün artık kusura bakma anneciğim- geçen hafta BKM konserleri çerçevesinde sahnede izlediğimiz Ajda Pekkan’ın pes dedirten, taş gibi seksapelinden háliyle "biraz" uzaktır...

Ama kim değil ki tabii di mi? O da var...

Ajda’nın eski bir şarkısından alıntı yapacak olursak: Gözün(müz) aydın, olanlar oldu sonunda... 10 yılın ardından, orijinal bir Ajda albümüyle başbaşayız: (Ben aslında o gördüğün) Cool Kadın (değilim)...

Albümün çıkış şarkısı olarak belirlenen, güftesi Sezen Aksu’ya bestesi Can Algeç’e ait Vitrin’in klibini de ilk kez o akşam, sahnede izledik. Klip, Benetton reklamlarının da yönetmenliğini yapmış olan ve İtalya’da yaşayan Murat Gönüllü yönetiminde, 35 kişilik bir ekiple, 16 mm. filmle çekilmiş.

Ajda Pekkan’ı, biri sakin (Anna Oxa havasında), diğeri çılgın (Madonna’nın Ray of Light klibindeki gibi desek?) iki suretiyle izliyoruz klipte. Aralarda meyve aranjmanı, oyuncak bebek, kelebek görüntüleri...

Deli olduğunu haykırdığı yerlerde saçını başını yolmacasına deliren bir Ajda Pekkan, insanı kıpraştırmadan şurdan şuraya bırakmayan şarkısını söylüyor:

"İçime attım ne varsa / Anlamaya çalıştım herkesi / Aşkı da sevdim kavgayı da / Anlatamadım ki / Hiç korkmadım çelişkiden / Onaylanmayan ilişkiden / Ne çoğaldım övgüden / Ne azaldım yergiden / Hiç korkmadım yasaklardan / Korunmadım tuzaklardan / Kalktım güvenli kucaklardan / Hep denedim / Bilerek göstermedim / Kendimi sakladım görmeyi bilenlere / Vitrinime değil, iklimime gelenlere / Deliyim aslında Allah’ına kadar deliyim / Kalbimi vereceğim aslımı görenlere..."

TEYP ALERJİSİ

Allah biliyor ya, Ajda Pekkan’ın tüm dönemlerine bayıldığımı söyleyemem. Hiçbir zaman "ölümüne" Süperstar, Diva fanı filan olmadım. Hatta dönem dönem, kimi şarkılarından, albümlerinden, hállerinden ve özellikle beyanatlarından fena hálde gıcık kaptım. (Ayrıca, meselá Harun Kolçak gibi, ekranda ve sahnede dans etmemesinin kesinlikle daha hayırlı olacağını düşündüğüm birkaç sanatçıdan biridir. Bu düşüncem, dönem dönem değişmez, her daim bákidir.)

Geçen yıl, Ajda Pekkan’ın televizyona yapacağı bir sohbet programı için bir röportaj gerçekleştirmiştik. Günün büyük bir kısmını birlikte geçirmiştik. Çekimden kalkıp birlikte modacısına gitmecesine... Ajda Pekkan’dan gelmesi muhtemel "enteresan" tavırları ve acayip cümleleri beklerken ne görelim?

Son derece espritüel, hakikaten matrak, afacan kız telaş ve tavırlarında bir kadın. Teyp açıldığında ne hikmetse daha basmakalıp laflar eden...

Kendisi de söylemişti zaten. "Ben, bu gördüğün benim" demişti, sonra teybi işaret edip; "Bu ama açıkken, otomatikman (burada kendisi için kullandığı kelimeyi anmayayım ama inanın epey acımasız bir şeydi) başka bir şeye dönüşüyorum" diye eklemişti.

Benim kefaletimin ne kadar hükmü vardır bilemem ama şahsen kefilim: Ajda Pekkan terennüm de ettiği üzre, vitriniyle değil, iklimiyle müşerref olduğunuzda hakikaten o gördüğünüz cool kadın değil. Sahnede? Had safhada cool ve bu şahane bir şey.
Yazının Devamını Oku

Şöhret(imsi)ler 2

23 Haziran 2006
Dünden devam: Muharrire, en fena 10 (tapon) reality show "kahramanının" seçildiği Son Ütücü programında Biz Evleniyoruz evinin evlere şenlik "jön"ü Caner’in, kendisi sanki farklı bir kaba pislemişçesine, pisliyormuşçasına Ahu Tuğba’lı korkunç programın korkunç ötesi Meriç Bey’iyle dalga geçebildiğini ve inanması güç ama evet, bir milletin gözünün önünde her türlü garabeti, sakaleti, felaketi yaşamış Semra’anım’ın evladını kaybettikten sonra bile, daha bile hınçlı bir şekilde bu sefer de "kazananlardan intikam almak için" yine bir eve girmeyi kabul edeceğini söylediğini duymuş, dehşete kapılmıştır. Brrrehtir, pesss artıktır...

"Atfedilen şöhretin sıkıştırılmış, yoğunlaştırılmış bütün biçimleri için ’şöhretimsi’ sözcüğünü öneriyorum.

Şöhretimsileri şöhretlerden ayırıyorum çünkü şöhretler, genellikle toplum içinde daha uzun ömürlü ve kalıcı bir meslek yaşamının keyfini sürerler.

Ne var ki şöhretimsilerin ve şöhretlerin toplumun tüketimine sunuluş tekniklerinin pek çoğunun özdeş olduğunu sorgulamaksızın kabul ediyorum.

Şöhretimsiler, sahnelenmiş sahicilik ve kitle iletişimi çevresinde düzenlenen kültürlerin aksesuvarlarıdır.

Piyango talihlileri, düdükçüler, bir kerelik mucizeler yaratanlar, pusucular, spor sahalarında çırılçıplak soyunanlar, bir defalık kahramanlar, toplumdaki saygın kişilerin sevgililileri gibi bir gün için medyanın ilgisini üzerlerinde toplayan ve ertesi gün unutulan daha başka toplumsal tipler, şöhretimsilere örnektir."

Sosyolog akademisyen-yazar Chris Rojek’in Şöhret (Celebrity) adlı kitabında yer alıyor bu "öneri." (Ayrıntı Yay.)

Gelin görün ki Rojek, Oval Ofis’te ABD Başkanı Bill Clinton’a oral seks yaptığı ortaya çıktıktan sonra bütün dünyanın bir numaralı gündem konusu olan "şöhretimsi" Monica Lewinsky’den Jim Morrison’ın mezar taşını çalan ölüsoyucu "fan"a, seri katil Ted Bundy’den muhtelif ünlü siyaset ve sinema yıldızına, şöhret mefhumunu farklı örneklerden yola çıkarak birçok farklı açıdan ele aldığı kitabını, bir süre de bu topraklarda vakit geçirdikten sonra kaleme almış olsaydı, Şöhret, literatürde birkaç ciltlik bir eser olarak yer alırdı.

Burada çünkü, şöhretimsilerin şöhretleri de bir kez koltuğa çöreklendi mi kalkmalar bilmeyen şöhretli siyasilerimiz gibi sünüyor da sünüyor. Süne süne sürebiliyor.

Niye, hangi becerisiyle bir şöhret olduğunu hiç sorgulamadan şöhretin kendisine hiçbir getirisinin olmadığından yakınan Semra’anım ne diyor?: Daha evinin tadilatını bile tamamlayamamış. Girişin mi ne, merdiveni öööyle duruyormuş.

"Başarı açlığı, açgözlü toplumun doğal psikolojik sonucudur. Şöhretimsilerin ve şöhretoyuncularının çokluğu, anlamsız ve sıradan olayların, bireyleri şöhret kültürünün içine yansıttığı bir başarı belásı sunarak, dikkatimizi bu psikolojik durumdan başka yöne çekebilir. (...) Şöhretimsilerin ve şöhretoyuncuların, popüler kültürdeki derin kayıp ya da yokluk duygusunu açığa vurdukları yorumu yapılabilir."

Ben demiyorum; Rojek diyor...
Yazının Devamını Oku

Şöhret(imsi)ler

22 Haziran 2006
Geçtiğimiz hafta, Kanaltürk’ün, 80’lerin meşhur dizisi Fame / Şöhret’i tekrar yayınlamaya başladığını biraz rötarlı da olsa fark edip ekranın karşısında efsunlanmış maymun gibi kalakaldım. Yıllar yıllar önce, daha TRT’de yayınlanmazken, Yunan ulusal kanalı EPT’den orijinalini izleyip hastası olduğumuz bir diziydi. Málûm, 1980 tarihli Alan Parker sinema filmi Fame’in yakaladığı başarı üzerine dizi háline getirilmiş, seneler senesi de başlı başına bir başarı abidesi olarak sürmüştü. Konservatuvara başlarken okuma yazması bile olmayan, doğuştan dansçı Leroy Johnson’ın mezun olana dek Shakespeare’i hatmetmesini filan izleyip, onun başarısıyla gururumuz kabarmıştı...

Bizim kuşak için sporda Beyaz Gölge ne anlama gelirse, Şöhret de sahne sanatları konusunda öyle bir diziydi.

Salı günü, yavaş yavaş kendini hissettiren, insanın pestilini çıkaran sıcaklarında, dışarıda bir takım işlere koşuşturdum. Akşam saatlerine doğru, üzerimdeki gömlek güneşte terden ıslanıp klimalı ortamda kurumaktan üç beş kez sudan geçirilmiş gibi, saç diplerim kaşınmaya filan başlamış bir şekilde eve vardım.

Ve çok istememe rağmen Pink Floyd’un efsanevi lideri Roger Waters’a konserinde bağırarak şarkılarını söylemek suretiyle saygılarımı sunamadım.

Bundan 15-20 yıl kadar önce Roger Waters ayağına kadar gelecek, sen de "yorgunum doktor" mıymıntılığı içersinde, üşenecek, gitmeyeceksin deselerdi; "Evet tabii; hatta Robert de Niro da çıkma teklif edecek (Ne gülüyorsunuz; o zamanlar çıkma teklif edilirdi!) ve ben reddedeceğim" filan diye yanıtlayabilirdim. Şimdi, hani hayatın mucizeleri tükenmez ya, yarın bir gün De Niro’yla tanışırsak ve adam şaşırıp da bana yeşillenirse pas geçer miyim acaba endişelerindeyim...

Roger Waters konserinin vuku bulduğu saatlerde zira, kendim de inanmakta zorlanarak, Star’da başlamış olan Son Ütücü programını izlemekteydim.

İşe kendini ütülemekle başlayan Armağan Çağlayan’ın hazırlayıp sunduğu ve her bölümde bir konunun "tapon"larının (Top 10) "ütülendiği" proramın ilk konusu, en fena reality show ünlüleriydi.

"Şöhretimsiler", 10’dan "zirveye" doğru teker teker huzura geldiler: BBG evinin Gaye’sinden Ünlüler Çiftliği’nin Ferhat Güzel’ine, Gelinim Olur Musun’un Belma Hanım’ından İkinci Bahar’ın Nurhan Bey’ine...

İlk üç, bu aralar Ahu Tuğba’ya olası en salak saçma şekillerde ilán-ı aşk etmekle iştigál eden Meriç (3.); kendi yediği hurmalar şimdilerde çok gerilerde kaldı, o şimdi Adana’da Tülin’le dizi çekmekte ya, Meriç’in "Ahuuuu"lamasıyla dalga geçen Caner (2.) ve tabii ki Semra’anımdı (Tüm zamanların 1.’si).

Roger Waters’ı izlemektense, onlara baktım durdum ya, travmatik bir aydınlanma yaşadım diyebilirim. Dolayısıyla yüksek müsaadenizle yarın şu şöhret ve şöhretimsilik mevzuuna en azından bir süreliğine ara vermecesine nokta koymak adına devam edeceğiz efen’im. Azzz sonra; beklerim...
Yazının Devamını Oku

Büyük sözü dinleyin güzel kardeşlerim, bol bol üreyin

18 Haziran 2006
Mehmet Ali Erbil, pantolon indirmek gibi pek kalifiye ve sofistike esprisi canlı yayında yüzünde patladığı hálde Türk halkının nezdinde sonsuz kredisinin asla tükenmeyeceğini düşünedursun... Erol Köse, sanatçısı ve manitası Gulshen’le ilişkisini canlı yayında açıklayıp, akabinde Seda Sayan’ın programında yine canlı yayında ışık hızıyla çark edip, nedamet getirip kendisine "yarı küs" karısına döndüğünü açıklayadursun...

Helin Avşar, Sting’in oğlu, "çok şeker çocuk" Joe Sumner’a yeşillenip önümüzdeki ay için Bodrum’da birlikte tatil planları yapadursun...

Et sezonu açıldığı için magazin programlarında ön-arka-yan-alt-üst her cepheden çek-çek-çekilen plaj kadınları, bikinilerinin, minikinilerinin, yokinilerinin orasını burasını çekiştiredursun...

Millet ekran karşısında, her canlı yayında, yüreği ağzında, apışadursun, şaşıradursun...

Haftanın en şok edici, bana sorarsanız en "müstehcen" açıklaması yine çalışmadığımız yerden geldi.

Málûmunuz, İstanbul’un göbeğinde, Göztepe Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nde, peş peşe bebekler ölüyor. Ülkenin Sağlık Bakanı Recep Akdağ, tam da bu sıralarda yaptığı mühim bir açıklamayla ne diyor?: Üreyin gari!..

Vallahi de dedi, billahi de dedi: "Nüfus planlaması ve aile planlaması gibi tabirler artık sağlık camiası tarafından rafa kaldırıldı."

Akıl hafsala almıyor. Kelimeler kifayetsiz kalıyor.

LİSE SON SINIFTA OKULUNU ZİYARETTE

Bugün ÖSS’ye giren çocukların kimbilir kaçı "yırtmaya" muvaffak olabilecek ve insan gibi bir hayat yaşayacak. Geçen sene sınavda başarılı olamamış, bu yıl deli gibi hazırlandığı hálde yine başaramayacağı endişesine kapılan 19 yaşındaki Ayşe Koşun, sınava birkaç gün kala kendisini gittiği dershanenin terasından atarak intihar etti.

Eskişehir’de bir firma, türbanla sınava girmek yasak olduğundan, türbanlı kızlara, türbanlarının üzerine takabilsinler diye bedeli 100 milyon olan perukları, 20 milyona bir günlüğüne kiralamak gibi uyanık bir formül üretti. Ama o çocuklar, üniversiteyi kazanabilirlerse, önümüzdeki eğitim yılında derslere girebilmek için kendilerine bir peruk edinmek zorunda kalacaklar; ayrı... Beher güne 20 papel bayılmaktansa; değil mi?..

Sonracığıma, Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik’in oğlu da bu yıl sınava giriyor ya; lise son sınıflara sınavdan önceki hafta için raporlu sayılmacasına izin verildi. Zaten lise son, laf ola beri gele, fasulyeden okunuyor bildiğiniz üzre. Müfredat kimsenin ipinde değil; onun yerine harala gürele dershane testi çözülüyor.

Bir ay kadar önce 2006 Türkiye Güzeli Merve Büyüksaraç ile ilgili bir televizyon haberi izledik. TED Ankara Koleji’nde, lise son sınıfta okuyan Büyüksaraç, bir etkinlik için okulunu "ziyaret" ediyordu. Ve mikrofona, okullarda ádettendir, küçük sınıflar büyük sınıfları tanır, büyükler ufakları pek tanımaz ya; dönem arkadaşlarının üniversiteye hazırlanmakta oldukları için o sırada okulda bulunmadığını, dolayısıyla pek kimseyi tanımadığını anlatıyordu. Yine bir işi olduğu için tesadüfen okula uğrayan bir arkadaşını görünce pek bir sevinmişti.

PARAN YOKSA, HAYAT SANA SU BİLE VERMİYOR

70’li yılların sonlarında 200 civarında olan dershane sayısı bugün 3000’i aşmış durumda. İyi öğretmenler, futbolcu transferi tadında paralar karşılığında dershanelere geçip okullardan ayrılıyor.

Parayı basıp dershaneye gitsen bile her sene silbaştan düzenlenen sakil sistemde doğru tercih yapacağın, talihin ve gayretinin değerli katkılarıyla barajı aşıp kazanacağın şüpheli; paran yoksa, bırak kaliteli eğitimi, hayat sana su bile vermiyor.

Yoksul ailelerin, ırgat edinmek için üremesine, çocukları okul yerine işe koşmasına, tarlaya göndermesine filan değinmiyoruz.

Ensest, çocuk suiistimali, vb. toplara hiç girmiyoruz.

Nimet Çubukçu’nun devletin himayesi altındayken kaybolan çocukların kendilerinin kaçtığını söylemesine, en çok da fuhuş yapan kız çocuklarının kaçtığını belirterek durumu "savunmasına" falan...

Sistem bu sistem. Eğitimi böyle... Sağlığı böyle...

Milli Eğitim Bakanı, çocuklar ders çalışabilsin diye okulu erkenden paydos ediyor.

Sağlık Bakanı, çocuk ölümünden kırılan bir ülkede, herkes kendisi gibi bakan ve yine kendisi gibi altı çocuğa bakabilecek durumda ya, üreyelim arkadaşlar diyor.

Ne denir? Ben buna edebe aykırı mánásında müstehcen derim, başka bir şey demem. Zira kendileri pek rahatsız görünmüyorlar ama bizim burda utançtan yüzümüz kızarıyor.

Bir de kalkıp gençleri beğenmezler sonra. Ne veriyorsunuz ki ne bekliyorsunuz?

Tabii ki popstar yarışmalarının önünde kilometrelerce kuyruk olur. Tabii ki gençler büyüyünce en çok Acun Ilıcalı olmak ister. Tabii ki reyting rekortmeni olup paranın kulağına su kaçıran Mehmet Ali Erbil, yırtmış bir yırtıklık abidesi olarak örnek alınacak biridir ve kredisi sonsuzdur.

Tüm ÖSS adaylarına başarılar dileyerek bitirelim bari. Hepsinin başarılı olmasının mümkün olmadığını bilerek. Ve üniversiteyi kazanamamaları hálinde çok da ölümüne üzülmemelerini dileyerek... Málûm, en olmadı, senede bir çocuk peydahlar, sayıyı 11’e filan tamamlar, kendi futbol takımınızı ya da otomobillere selpak-çiçek satış ya da ne bileyim kapkaç şirketinizi kurarsınız.

Büyük sözü dinleyin. E mi güzel kardeşlerim? Öyle yani; bol bol üreyin.
Yazının Devamını Oku