Sibel Alaş’la günü yakalayın ama ava gidip avlanmayın

Sibel Alaş’ın ilk albümü Adam’ın aşk tarihçemde derin darbe babında çok özel bir yeri vardır. Bu konuda yalnız olmadığımı, yine aynı dönemde, mütemadiyen o albümü dinleyerek, aşk niyetine vurguna inen çevremdeki birçok kişiden, daha doğrusu birçok kadından da biliyorum.

Sibel Alaş’ı uzaktan uzağa hep sevmişimdir ve ne hikmetse, oldum bittim, gaipten bir dalga boyunun dürtüsüyle, tanışsak pek sevişirmişiz hissine sahibimdir.

Müzik kariyerine, Koruyucu Aile Programı’yla edindiği evladını yetiştirmek için verdiği, üzerine bir de üzücü bir rahatsızlık eklenince iyice uzayan, yedi yıla varan bir aradan sonra, nihayet iremrecords’dan çıkan Carpe Diem albümüyle dönen Alaş’ın tanıtım bültenine göz atarken, astral anlamda bilişir olduğumuza uyandım.

Sibel Alaş kendisini şu cümlelerle tanıtıyor: "13 Şubat’lardan birinde, sabahın ilk saatlerinde Dünya’ya geldi. Anne-babasının ilk çocuğu, aile büyüklerinin ilk torunuydu. Bu yüzdendir ki genel inanışın aksine, 13 pek uğurlu sayılır Sibel’in sülalesinde. Pek acayip bir çocuktu Sibel. Her minik, önce anne ya da baba derken, onun ilk kelimesi bir bisküvi markasıydı. İkinci kelimesi de bir bankanın adı. Dört yaşında Ömer dedesinden okuma yazma öğrendi. Altı yaşında ilkokula başladı. Aynı yıl edebiyata merak sardı. Yedisinde babası ona bir mandolin aldı. Kitaplar ve müzikle olan dostluğu o yıllardan beri hiç bozulmadı.

İlkokul bitti; hayatının sekiz yılını geçirdiği Çavuşoğlu Koleji’nde öğrenim hayatı başladı. Okulunda İngilizce eğitim veriliyordu; bu yüzden İngiliz ve Amerikan edebiyatına merak salması garipsenecek bir durum değildir. Ortaokulun ilk yılında, babasının aldığı mandolin büyüdü, gitar oldu. Okulun müzik sınıfına geçiş yaptı. Okul orkestrasına girdi. Yarışmalara, konserlere katıldı arkadaşlarıyla. Yazdığı şiirleri gitarı eşliğinde okumaya başlayınca şiirlerin şarkıya benzediğini fark etti. İlk şarkı Ağlama öyle çıktı işte.

Sonunda lise de bitti tabii. Mümkün olsa birkaç sene daha uzatırdı lise yıllarını ama sırada üniversite vardı. İstanbul Üniversitesi Amerikan Edebiyatı bölümüne girdi. Bu arada Amerikan edebiyatı var mıdır yok mudur tartışmaları gereksizdir. Elbette vardır. Üniversite yıllarında hayatıyla ilgili her türlü kararı kesin olarak verdiğini düşünüyordu. Edebiyatçı olacaktı, bu bir. Üniversitede kalıp akademik kariyer yapacaktı, bu iki. Ve asla evlenmeyecekti, bu da üç. Sonuç... Kesin karar diye bir şey yoktur."

MİNİK BİR KARŞILAŞTIRMA

Şimdi, bendeniz de 13 Şubat doğumluyum. Ben de 13 sayısının uğuruna inanırım. Ben de dört yaşımda ablamın yardımıyla, çokça da can sıkıntısından kendi kendime okuma yazma öğrendim. Ben de konuşur konuşmaz "Uzun uzun kavaklar, dökülüyo laplaklar (!)" şeklinde şiir okumaya başlamışım. (Y ve Z harflerini kıvıramıyormuşum. Yaprak’a laplak, Zonguldak’a Donguldak diyormuşum.) Ben de yedi yaşımda mandolin çalmaya başladım. Ben de Amerikan tedrisatlı bir kolejde okudum. Ben de mümkün olsa, lisenin bahçesinden hiç çıkmazdım. Ben de sadece Anglosakson değil, Amerikan edebiyatının da hastasıyım. Ben de esas olarak yazı merakından, çocukluğumdan beri gazeteci olmak istiyordum. Bunun yanında, edebiyatla derdi olan bir insanım ve ölmeden bir gün, hayatımın kitabını, "o kitabı" yazacağımı umuyorum. Benim mandolin büyüyünce gitar olmadı fakat... Müzikle münasebetimi, eh, hiç de fena sayılmaz bir dinleyici, bir müzik sevdalısı olarak sürdürüyorum. Bir fark daha var aramızda; o da şu ki ben hálá, asla ve kat’a evlenmeyi düşünmüyorum. Bu zamana kadar, yaklaştıysam da kenarından dönmeyi becermişimdir. Ayrıca ne mühendisler ne doktorlar istemiştir (!) ama tufaya gelmemişimdir. Hadi yine şu dilimi bir ısırayım, çok büyük de konuşmayayım ama bundan sonra da gelmeyeceğimi biliyorum; en azından şiddetle umuyorum.

HOŞDÖNDÜNÜZ SİBEL HANIM

Neyse işte...

Sibel Alaş’ı, esasında Ertuğrul Ateş’in yaptığı bir resimde, aşık olduğu adamı yaratan, sonunda, o resmin içinde kaybolan bir ressam olarak izlediğimiz ilk klibini gördüğümüz an, sevmiştik.

Sonra da yaptığı albümler, söylediği ve yazıp başkalarına verdiği şarkılar boyu, sevgimizden bir şey yitirmedik.

Fakat sonra arayı çok açtı, döndüğü iyi oldu, kendilerini özlemiştik. Tekrar gördüğümüze ve sağlıkta, sıhhatte gördüğümüze çok sevindik.

Alaş, geçenlerde TRT’deki bir programda, o tatlı, gırgırcı ifadesiyle yeni albümünden bahsediyordu. Çıkış şarkısını Av olarak belirlemekle esasında risk aldıklarını anlatıyordu. Bu cesur bir yaklaşımmış zira dinleyici şarkıyla özdeşleşebilmek istermiş. Eh, insan háliyle, nakaratında ava gidip avlanan bir avcının hálet-i ruhiyesinden bahseden bir şarkıyla pek özdeşleşmek istemeyebilirmiş!!!

Carpe Diem, tipik bir Sibel Alaş albümü olarak, söz ve müziklerinin tümü Sibel Alaş tarafından yazılmış şarkılardan oluşuyor.

Yine tipik bir Sibel Alaş şarkısı, yani, tipik derken, şahane bir şarkı olduğu için tipik bir Sibel Alaş şarkısı olan Av da bu durumda bir istisna teşkil etmiyor. Düzenleme, iremrecords’un sahibi ve Alaş’ın yakın arkadaşı olan Aykut Gürel tarafından yapılmış. (Ki benim de ahbabımdır; komik ve deli bir adamdır; kendisine buradan özleştik deyip, muhabbetle selam sarkıtmak ister deli gönül.)

Av’ın klibi, 30 kişilik bir ekiple, Silivri’de bir botanik bahçesinde ve açık arazide, Kamil Aydın yönetmenliğinde çekilmiş.

Sibel Alaş, yedi yıldır ortalıkta olmadığı için, yönetmenle ortak karar alıp, performans klibi çekmeyi uygun görmüş. Yemişim senaryoyu menaryoyu; böyle bir kadın vardı ve kendi yazdığı şahane şarkıları, şahane bir şekilde şakırdı, hatırlatırız; demişler özetle...

Kızı Tuğçe’yi evlat edindikten sonra verdiği o uzun ara... Yine kızının velayetiyle ilgili yaşadığı sorunlar... Ardından yetmiyormuş gibi beyninde tespit edilen lezyonun tedavisi için harcanan bir buçuk yıl...

Sibel Alaş, háliyle, anın önemine iyice aymış bir insan olarak carpe diem, yani anı yakala, diyor. İyi yapıyor.

Hoşdöndü, sefalar getirdi.
Yazarın Tüm Yazıları