Ebru Çapa

Sevgilerimle

30 Temmuz 2006
Azrail fazla mesai yapıyor. Okyanuslar ötesinde bir kıtada konuşlanmış bir süper gücün, espri anlayışı Roma’daki Barış Konferansı’nda "Savaşa tam destekle devam" kararı çıkarmaktan ibaret olan, liderleri "Yeni bir Ortadoğu lázım", yani "Bize daha çok petrol lazım, dolayısıyla bol bol silah satmamız ve üç-beş ülke daha işgál etmemiz lázım" buyurdu diye.

Bakıyoruz öyle...

Vatan’dan Burak Kara, Lübnan’ın Sayda kentindeki CHS Güney Kompleks Hastanesi’nin morguna girmiş. İzzettin ailesinin hayatını kaybeden, sekiz-44 yaş arasındaki 11 ferdinin cesetlerinde yanık izi yok. Saç, sakal, bıyıklar yanmamış. Fakat bedenleri kömür...

Dr. Ali Mansur; "Eğer bu aile bomba saldırısıyla ölseydi cesetleri parçalanırdı, şarapnel izleri ve yaraları olurdu. Derilerinin altı dahil, saç, sakal, bıyık, her yerleri yanardı. Gördüğünüz gibi bu belirtilerin hiçbiri yok. Vücutları kömürleşmese, ’boğularak öldü’ diyebiliriz. Çok eminiz ki bu kimyasal bir silahın sonuçları" demiş.

Prof. Dr. Beşir Cham, İsrail’in fosfor bombası kullandığını iddia ediyor: "Hiç böyle bir şey görmedim. Vücutlarda yanık kokusu yoktu. Saçlar, bıyıklar yanmamıştı. Ama herkes kömürleşmiş bedenleriyle can çekişiyordu. Birkaç saat içinde tüm aileyi kaybettik. Gözümüzün önünde bir vahşete tanık olduk. Böylesi cesetler kimyasal silah dışında bu hále gelmez. Laboratuvar sonuçları katliamda hangi kimyasal silahların kullanıldığını açıklayacak. Ama bence bu fosfor. İmha edilecek bölgenin üstünde patlattığınızda aşağıda yaşayan her canlıyı kömürleştiren bir kimyasal."

ÇOCUKLARA LOLİPOP İŞKENCESİ

Ortaokulun ilk yıllarında, yabancı ülkelerden çocuklarla mektup arkadaşı olurduk. Yüzünü sadece bir fotoğraftan tanıdığımız pen-friend’imize, kenar süslü káğıtlara yazdığımız mektuplarda, onun umurunda olup olmadığını umursamadan kendi hayatımızdan detaylar anlatırdık: Annem bugün kuaföre giderken beni de yanında götürdü, canım sıkılmasın diye benim de saçımı taç şeklinde ördüler; en iyi arkadaşımla okulun yan bahçesindeki ağaçtan erik aşırdık; ablam bugün mor kazağını giymeme izin verdi; cumartesi şu filme gittik... Senin annenin saçları ne renk? Senin en iyi arkadaşın kim? Senin kardeşin var mı? Seyrettiğim film sizin orda da oynuyor mu? Bizim burda cumartesi olduğunda, sizin orda cuma mı pazar mı? Haftasonlarında okulun tatil olması ne güzel değil mi? Sizin orda da pazartesiler hemencecik geliverir mi?

Ahir zaman çocukları, şimdilerde bombaların üzerine "Sevgiler" yazıp, altına imzalarını atıyorlar.

Bu çocukların insanlıktan bir nebze olsun nasibini alamamış ebeveynleri, nasıl, ne şekil, ne mene, ne derece hasta ruhlar? Hadi diyelim ki başkasının çocuğunun başına geleni umursamayan sadist dallamanın tekisin; kendi çocuğuna böyle bir şeyi nasıl yaptırabilirsin?

Los Angeles Times’ın manşeti, Jill Greenberg’in fotoğraf sergisini manşetten vermiş. Greenberg, dünyadaki siyasi karamsarlığı yansıtmak için iki-üç yaşlarında zırıl zırıl ağlayan çocuk fotoğrafları sergilemiş. Çocukların gözyaşı ve hıçkırık "poz"larının "doğal" olabilmesi için de önce onlara lolipop verilmiş, sonra da lolipopları ellerinden alınmış. Çekim hikáyesi ortaya çıkınca, mevzu gazete manşetlerine taşınmış. Hatta fotoğrafçının çocuklara işkence yaptığı gerekçesiyle tutuklanması bile istenmiş.

ÇUKUR BİLE BİR İRTİFADIR

Vahşete doymayan insanoğlunun tarihinde herhálde her kul, kendi dönemi için aynı şeyi düşünmüştür ama yine de beynin bir köşesi, istemdışı, durdurak bilmeksizin, otomatikman hep aynı soruyu kuruyor: Hayatını idame ettirmek, karnını doyurmak gibi gaileler haricinde bir takım "çıkar"lar için kendi türünü öldüren yegáne canlı türü olan, insan denilen mahlûkat, hiç kendine atfettiği yüce hasletlerinden, erdemlerinden bu denli uzak düşmüş müydü?

Çukur bile bir irtifadır ya hani, dibin zemini yitti. Suçlu nerde? İnek içti. İnek nerde? Dağa kaçtı. Dağ nerde? Tepesinden kimyasal bomba şeyettirdik. Saçları duruyor ama gövdesi kömür. Anlayacağınız, sizlere ömür. Yandı, bitti, kül oldu.

Çocukluğun masumiyeti tartışılır bir mefhumdur elbet. Yine de sanki çocukluğun "saf"lığı hiç bu denli yalın bir kötücüllüğe yontulmamıştı.

En içimden duamdır: Olan biten şeyler karşısında midesi tutmayan, nüvesinde az biraz insaniyet kalmış olan isyanlarda insanları "demode bir romantik" olmakla itham eden bütün "modern" ve süper güçlerin, vulgar liderleri için: Münasip bir yerinizden öpsün o lolipoplar. Ve tabii bombalar...

Televizyonunuzu kapatmayı unutmayınız

St. Petersburg’da yapılan G8 zirvesinden hemen önce bir kısım medya, WWF / Dünya Doğal Hayatı Koruma Vakfı’nın Türkiye yöneticileriyle bir kahvaltıda toplandık.

Şimdilerde Irak’ta hayatını kaybeden İngiliz çocukların ailelerinin açtığı, "Hükümet bu savaşa neden girdiğimizi açıklasın" içerikli dava haklı bulunduğu için mahkeme önünde ifade vermeye hazırlanan hükümetin lideri Blair’in kulaklarını da çınlattık elbet.

Evvelki zirvelerde mirvelerde ya da iş seçim öncesi oy dilenciliğine gelince hede hödö konuşup, şirinlikten geberip, anında vaatlerinden tornistan yapabilmesinden dem vuruldu. Daha doğrusu biz bir kısım medya sorarken vurduk. Dem yani...

WWF’in yöneticileri bizden daha makul, daha yapıcı, daha ılıman, uzun vadede sonuca yönelik politika adına uzlaşmacı insanlar. Bense, çıldırmanın eşiğinde öfkeli hissediyorum. Akıl yürütme safhasından geçtim ya da henüz o mertebelere erişemedim; mütemadiyen ortalığa çemkiriyorum.

Bak şimdi Blair deyince yine sinirlendim. Neyse...

Konu başlığı dünyanın enerji politikalarıydı. Dünyanın çanına ot tıkamayan yöntemlerin benimsenmesi gerektiği filan üzerine iyiniyetle lafladık. (Ki iflah olmaz bir hormonlu Pollyanna olarak, iyiniyetin hálá eblehliğe tekabül etmediğine inanma gayretinde, azmindeyim.) (Parantezlere gelesi muharrirenin notu: Şu enerji meselesini bilahare, dersimizi iyice çalışınca, uzun uzun açacağız efen’im; şimdiden randevulaşalım isterim.) Laf lafı açtı. Güzel ve aydınlatıcı bir kahvaltıydı.

O günden beri, hayatımda yeni bir sayfa açıldı.

İlginçtir, genellikle televizyonun karşısında uyuyakalan ve sabahleyin gözünü yine kanepede, açık televizyonun karşısında açan bendeniz, kafası iyi olduğunda gece alka-seltzer içmeyi, hatta kimi zaman sigarasını söndürmeyi beceremeyen bendeniz, televizyonu, düğmesinden tamamen kapatıp yatağa gider oldum.

Sözün özü şu ki: Televizyonunuzu, kumandasıyla kapatmayın, kapatınca adam akıllı, cihazın üzerindeki düğmesinden kapatın kardeşim. Stand-by denilen hadise büyük palavra. O alet, orada stand-by’da durdukça, kapalı durmuyor. Enerji tüketiyor.

Bilgisayarınız, düğmesine basıp uyumaya gittiğiniz bulaşık/çamaşır makineniz... Durduğunu zannettiğiniz ama durmadan durduğu yerde dünyanın enerjisini emiyor.

Hani bu umrunuzda değilse şöyle söyleyelim: Sizin cebinizden de gidiyor.

Çamaşırınızı akşam, indirimli tarifeden yıkamanızı da tavsiye ettikten sonra, bir de Özgür’ün (Gürbüz) "hep şaşarım" diye dile getirdiği şeyi analım: Bu ülkede herkes, bırakın ekmeğin kaç lira olduğunu bilmeyi, hani neredeyse gazetesini alırken bile pazarlık yapmaya bu denli meraklıyken, niye dakikada kaç kilovat elektriği kaça tükettiğini hiç merak etmiyor?

Dünya elden gitmiş hadi kimsenin umrunda değil ama bakın bu umursanır bir şey olarak dikkat çeker belki: Cebinizden gidiyor.

Efharisto poli

27 Temmuz akşamı, Ziya’nın doğum gününü, Most Productions konserleri çerçevesinde Harbiye Açıkhava’da verilen Haris Aleksiyu konserinde kutladık. Káğıt mendil tüketerek. Ve "Ulan bizim ailede bile bir sürü bileni var, biz bu lisanı niye bu güne kadar öğrenmedik?" diye hayıflanarak...

"Yunanistan’ın Sezen Aksu’su" Aleksiyu, bilindiği üzre, müzikal anlamda komşu alışveriş, esinleniş, apartış hállerinde, en çok "hit"i içselleştirilmiş sanatçılardan biridir.

Müziğin dili zaten evrenseldir... De... Nasıl ki Sezen klásiklerinin en vurucu tarafı güfteleriyse, söz, öylesine önemliyse, Aleksiyu’nun şarkılarında da insan, müzik kendi başına bir yere kadar anlatsa da tam anlamıyla ne dediğini bilmek istiyor. Niye şimdiye kadar bilmediğine hayıflanıyor.

Olmasa Mektubun, Telli Telli, Beni Yak Kendini Yak, Sevgili (Bir tek sevgili), Yunanca’da nasıl terennüm edilmiş acaba? Ana tarafı silme Giritli, evinde yarım yamalak Rumca da konuşulan, hayatının ilk Batılı müzik kliplerini Yunan kanalı EPT’deki müzik programlarından izlemiş, onları izlemek adına haber bültenlerinin bile önünde mesai vermiş bir İzmirli olarak, Yunan dilinin müziğine hakim, vokabülerinde cahil biri olarak bunu niye ta 34’ünde merak edesin tuttu salak, şimdiye kadar aklın nerdeydi acaba?" şeklinde, kuruyor, kuruyor, kuruyor...

Kahve, dolma, kadayıf, rakı/uzo...

Senin midir, benim midir?

İkisi de değildir ve dahi her ikisi de birdendir: Bizimdir.

Komşu kavgası ağız tadıyla edilir. Kaldı ki biz komşu bile sayılmayız, aileyizdir.

Haricinde, ortaokulda Çeşme Festivali’nde mihmandarlık yaparken, Yunanlı grubun elemanının dediği gibi: "Bizim birbirimizle derdimiz yok; gül gibi de geçinir gideriz. Gerekirse, atlet-pijama saç-baş kavga eder, akabinde öpüşür helálleşiriz. Bin yıldır süren giden bu bok, ne onların ne bizim hazzettiğimiz ’büyükbaş’ların, yani politikacıların meselesidir."
Yazının Devamını Oku

Gıcık ol ya da olma, insanı hoppidi hoppidi hoplatıyor

29 Temmuz 2006
"Haydaaa, bu da iyiymiş!" dedi Ayça (Şen) odaya girerken. Hayvan insan, geçiyorken uğramakla kalmamış, gelirken donut almış. Üstelik dört tane alana iki de beleş veriyorlarmış. Ediyor mu ikimize altı donut!.. Önümüzdeki haftalarda hafif tertip bir detoks/perhiz olayına gireceğim (Bu da komik bir hikáye yani, bilahare açarız); dolayısıyla bir süreliğine normal insan temposunda yaşayacağım için jübile yapıyor sayılırım. Liseden beri perhiz denilen şeyle uzak yakın alákam yok ama bu kez konu sağlıktan geçiyor. Birtakım tahliller sonucunda, hızlı koşup 34 yaşımda her türlü risk grubuna kenarından köşesinden bulaşmayı becerdiğim çıktı ortaya. Dolayısıyla reçeteye ya uyulacak ya da uyulacak. En azından bir süreliğine...

Anlayacağınız gözüm dönmüş vaziyette. Ayça’yı da odadan sürüp, donutların altısını birden yiyesim var.

"Buyur birader" dedim; "Sen ve donut kardeşler hoşgeldiniz, afiyetler getirdiniz. Yalnız mümkünse, bu hadiseyi ’Çapa’nın son donut götürmesi’ şeklinde algılayalım, bu glikoz manyağı olmuş şahane hamur topacıklarını ayinsel bir edayla işkembeye gömelim; bundan sonra bir süreliğine ’Hadi donut yiyelim, hadi dondurma alalım, hadi kebap yemeye gidelim’ benzeri ahláksız tekliflerle gelmeyelim."

"Bırak bu ’Bana bunlarla gelmeyin’ gibilerinden Fatih Terim ağızlarını" dedi; "Hálini görünce bunları bile vermek konusunda şüpheye düştüm zaten. Belli ki zaten arpan bol gelmiş. Bir de bunların enerjisiyle duvara, daha da fenası üstüme tırmanırsın diye korkarım valla. Nedir bu halin o’lum, hoppidi hoppidi? Uyarıcı filan mı aldın sen?"

O sırada fark ettim ki hakikaten de bedenimden görünmez bir kabloyla trafoya bağlanmış gibiyim. Yerimde duramıyorum.

"Sorma" dedim "hep bu herif yüzünden. Al işte, gıcık ol ya da olma, insanı bu hállere gark edebiliyor beyefendi."

Kliptoman yazısının başına çökmüş, her zamanki gibi mevzubahis şarkının albümünü dinliyordum. Mevcut durumda Kenan Doğulu’nun Festival’ini...

Ayça’yla daha önce de birkaç kez aramızda bahsi dönmüştü Kenan Doğulu’nun... Ki arkadaşlarla oturup popçular üzerine "tartışmak" gibi bir huyumuz da yoktur esasında. Allah’a şükür mevzudan yana o derece sıkıntı çekmiyoruz. Yine de ilginçtir, Kenan Doğulu’yla ilgili gıcık mıdır değil midir, gıcıksa nesi gıcıktır, değilse neden değildir geyiği döndürmüşlüğümüz var hakikaten.

Ben bundan yıllar önce -ki bahsini daha evvel de açmıştım sanırım- Eski Yeşil’de bir jam session’da kendisi gibi kalifiye müzisyenlerle, kendi keyfine döktürdüğü bir sahne performansını izlediğimden beri havlu atmış vaziyetteyim bir kere. Hastası olmuştum. Müzisyenliğinin... "Abi, bu benim diyen festival sanatçısına taş çıkartabilir eleman o bildiğimiz ailemizin popçusu Kenan Doğulu olabilir mi?" hayretinde, ağzım beş karış açık kalakalmıştım.

Akustik ve/veya poptan daha sofistike -mi demeli- düzenlemeli buçuklu albümlerini daha fazla sevmekle birlikte en cıstak parçalarına bile o performansı dinlercesine dikkatle kulak kabartıyorum o günden beri. (Bazı şarkılarını her şeye rağmen tahammül fersa bulmama engel teşkil etmiyor bu durum; ayrı...)

Gerçek bir sahne hayvanı Kenan Doğulu. İllá müzisyenliğini konuşturduğu bir caz kulübünde yer alması da gerekmiyor o sahnenin elbet; ister laylom barlarında, ister kitle konserlerinde, canlı izlediğinizde, Kenan Doğulu’nun performansı karşısında parmak ısırmamak mümkün değil.

Bunların yanında, sözlükte tikinin, pardon, tikky’nin karşısına, kendi markası Ken’in o alacalı bulacalı kıyafetlerinden bir şeyler giymiş háliyle fotoğrafı konulacak insandır. Ki Ken diye bir marka yaratmış olmasına değinmeyi yekten reddediyorum.

Haricinde, Etiler’in Bodrum’un laylom mekánlarında masaların üzerine çıkmış sonradan görme aile çocuklarının kuduruk bir coşkuyla, çıldır çıldır eğlenirken, atıyorum, Sürünüyorum’un ardından 10. Yıl Marşı’nı, o saçmasapan düzenlemeye eşlik ederek söylemesine vesile olmuş kişidir Kenan Doğulu ki müzikal kariyerinin kara lekesi sayılabilecek bu ayıp da ona yeter bana sorarsanız.

Festival’in çıkış şarkısı olarak seçilen söz ve müziği Sezen Aksu’ya, düzenlemesi Mustafa Ceceli’ye ait olan Çakkıdı’ya gelince; ilk duyduğumda, pek çokları gibi "Yok artık!" dedim ben de; "Hep beraber çıkkıdı çıkkıdı bunu mu çıkarttınız?"

"Kız" hitabına uyuz olan biri olarak, nakaratı her duyduğumda şöyle bir iliklerimden titredim başlarda. (Aman be hadi kalk kaynaşalım KIZ / Çakkıdı çakkıdı oynaşalım KIZ / Azıcık alttan azıcık üstten / Hoppidi hoppidi hoplatalım KIZ!)

Çok zaman olduğu üzre, dilim dönüp münasip bir yerime konuşlandı tabii. Günlerdir "Onu yapasım var, bunu edesim var, şunu da şey edesim var" şeklinde açılıyor zihnim güne... Gözlerimden önce...

Klip deseniz, Umur Turagay yönetmenliğinde, İstanbul’un muhtelif semtlerinde, yerli ve yabancı dansçılardan oluşan kalabalık bir ekiple, 35 mm filme, dört günde çekilmiş. Ki uzun zamandır gözlerimi alamadan izlediğim en müthiş seyirlik.

Bu aralar bol dansçılı, güya MTV stili kliplerden geçilmiyor ya müzik kanalları... Umur Turagay, sanki "O iş öyle olmaz güzelim, nahan da böyle olur" şeklinde bir tavır koymuş.

Sonra sonra, biraz şarkıya alışıp çokça da klibin hatırına dinledikçe, özellikle düzenlemeye eni konu tav oldum. Gerisi málûm: Bir süredir her hadisede "Ortağı olmuşum düzeneğin" diye lafa girip duruma göre cümleyi "Kendimi boğasım var" ya da "Herkesi oyasım var" diye tamamlıyorum.

Üstelik bunu, Ayça gibi bir maniği bile şaşırtacak derecede hoppidi hoppidi bir hoppidilikle yapıyorum. Pes diyorum, başka bir şey demiyorum...
Yazının Devamını Oku

Kesişim kümesi

28 Temmuz 2006
30’lu yaşların ortaları, gıcık bir dönemi hayatın. Hayat insanı istese de istemese de yetişkinliğe koşuyor; bünye kendini ehlileşmiş hayvan gibi hissediyor. En fenası da insan, kendisini, annesine hak verirken, hatta onun, ömrü billah burun kıvırarak ve gözlerini devirerek dinlediği kimi cümlelerini kurarken yakalıyor.

Yine de bir yere kadar tabii...

Geçenlerde bir grup yemekteyken yine annemin açtığı telefon üzerine söylenmeye başladım.

Ben, málûm, alışveriş yapmazmışım; şöyle şöyle bir gömlekle şort mort görmüş; benim tarzımmış, vallahi hiçbir yerinde süs püs yokmuş, alsın mıymış?.. Hem geçen gün niye yine beni uyandıramamış; çok mu içiliyormuş, bu serseri hayat tarzı nereye kadarmış?.. Peki tahlilleri yine mi ihmal etmişim, sonuçlar ne olmuş?..

Benim tüm bunlara cevabım, "Anne Allah’ını seversen hiçbir şey alma, saçmasapan evhamlara da kapılma" oldu her zamanki gibi...

Olacak şey değil. 16 yıldır yalnız yaşıyorum. Kazık kadar kadın oldum. Geçen seneler içinde insan, şu "Bizim çocuk karşıdan karşıya geçerken önce sola, sonra sağa, sonra tekrar sola bakıyor mudur?" triplerinin geçeceğini, en azından yumuşayacağını ümit ediyor. Yok abicim, bilakis, gittikçe kuduruyor.

Hayır, ablam bir tane torun da verdi kucağına; onunla uğraşıp oyalansana... Yok, bizimki elinde kumanda aleti modeli bir telefon, bilmem kaç şehir öteden, hálá hayatımı bir nizama oturtmaya çalışıyor.

Geçenlerde yine bu tonda söylenirken, bir kanka dikkatimi çekti; "Bak, ne ana-kızlar var, utan" diye... Yovita reklamından bahsediyor. Reklamda iki uyuz kadın tipi çiziliyor. Ana-kız bunlar... Efendim, bütün zevkleri ortakmış. Birlikte beyaz eşofmanlarını çekip koşuya çıkarlarmış... Aynı duygusal filmlerde sarılışıp ağlaşırlarmış... Kolkola verip alışverişe çıkarlarmış...

Ama ah, bir konuda anlaşamıyorlarmış... Valide Yovita’yı yemeyi tercih ederken, kızımız Yovita’yı içmeyi severmiş...

Bizim kanka televizyondaki deterjanla çitilenmişçesine beyazlardan beyaz kadınlara dikkatimi çektiğinde herhálde suratımda acayip bir ifadeyle reklamı izledim. O gün bugündür de insanın annesiyle sadece bir diyet mandıra ürünü üzerinde anlaşamıyor olması nasıl bir şeydir acaba meraklarında, derin tefekkürlerdeyim. Böylesine çatışmasız bir ana-kız ilişkisi, benim lûgatımda ancak ve ancak iki hasta ruha tekabül eder zira.

Benim annem, sigara içmez, çay içmez, kahve içmekten anladığı pişmiş süte bir küçük kaşık kahve karıştırmaktır; alkolü sevmez, mecbur olmadıkça kullanmaz, her yere yürür, mümkünse de yakın-uzak bilumum alışveriş merkezlerine...

Ben gözümü açar açmaz sigara ve kahveye sarılırım. En az iki büyük kupa koyu kahve ve birkaç sigara içmeden afyonum patlamaz. Akşam saatlerine kadar 10 küsur fincan kahve ve bilmem kaç gazlı meşrubat götürürüm. Sonra da büyük olasılıkla dışarıda yemek yer ve alkol fazına geçerim. Tuvalete bile taksiyle giderim. Alışverişten de düpedüz tiksinirim.

Sonunda dayanamayıp haset içinde annemi aradım: "Anne Allah aşkına ortak bir zevkimizi söylesene? Birlikte ne yapmaktan hoşlanırız biz? Hani düşününce aklına gelmez ya insanın... Biz seninle şahane eğleniriz de; ne yaparak eğleniriz, bak o aklıma gelmiyor?"

"Her şeyden önce, çok şahane babanı çekiştiririz" dedi, iyi mi...
Yazının Devamını Oku

Adamın adı çok

27 Temmuz 2006
Yemin ederim baygınlık geçirmek üzereyim. Gün gelip de erkekler adına "Yazıktır, kategorize etmeyin" triplerine gireceğimi söyleselerdi, "Beter olsunlar, hep kadınları mı kategorize edecekler; beden ölçüleriyle, saçlarıyla başlarıyla, kıl-tüy politikalarıyla oynayacaklar" diye cevap verir, üzerine de en hain feminist-feminen kırması sırıtışımla nı-hı-hıa-aaay-ilahi-hihi diye gülerdim. (Yok tabii böyle bir gülüş modeli; varsa da benim bünyenin envanterinde yok; ayrı...)

Ama ah, kıyamazlar yahu.

Nedir bu modern erkeğin durumu?

Ajda Pekkan’ın gardırop politikasını takip etmeye çalışmaktan helák olmuş 80’li yıllar Türk kadınlarına döndüler mübarek!

Kaçırmış olanlarınız varsa ve yeni trend şeyediyoruz derdindeki sosyal ’merci’lerin zorlama triplerini haberden sayarsanız, haberi buradan almış olun: Metroseksüeldi, mirldi, şuydu buydu derken şimdi de devir rekroseksüel erkeklerin dervriymiş efendim.

Hollywood’un erkek oyuncuları arasında salaş giyinen, kendine özen göstermeyen ’retroseksüel’ aktörler giderek gözde hále geliyormuş.

Fiziki görünümüne önem veren, güzellik merkezleri ve spa’lardan çıkmayan, manikür-pedikür ve ağda yaptıran, zamanını maç karşısından çok spor salonlarında geçiren, saçına fön mön çektiren metroseksüellerin tam tersinde, üstlerine başlarına ve fiziki görünüşlerine fazla önem göstermiyorlarmış.

Vee sıkı durun: "Biraz buruşuk ve hatta pörsük olarak nitelenebilecek" bu erkekler, beş yaşında bir çocuk gibi abidik gubidik hareketler yapsalar da "sevgililerine sıcak bir öpücük verdikten sonra gidip otomobillerini tamir edebiliyorlar"mışşş.

"Biz yüce trendsetter’lar, bir ara bildiğiniz erkeği biraz eli yüzü düzgün, bakımlı bir moda sokmaya çalıştık ama hamur tutmadı, yine ortalıkta bildiğiniz erkek bildiğiniz erkek dolanan erkeklere ’geri döndü’ dedik, e hani döndü ya, adını da ’retro’ koyduk" diyorlar özetle.

İşin komiği, saç-baş darmaduman bir şekilde dolanıyor olmaları, büyük hadise şeklinde ele alınan, hırtın şahı olarak nam salan Johnny Depp, Brad Pitt gibi erkekleri şimdilerde metroseksüel sayılıyor.

Jennifer Aniston’ın yeni manitası Vince Vaughn ve daha düne kadar o zamanki manitası Jennifer Lopez’in kendine Cartier’lerden mücevher beğenirken güya paparazzi tarafından görüntüleniyormuş gibi yaptığı kliplerde rol alan, saç maç ektirmiş olan Ben Affleck, retroseksüeller arasında örnek gösteriliyor.

Buyrun buradan yakın yani...

Esasında hep aynı dava... Nasıl ki bizim küçük Amerika coğrafyamızda, bizimkiler iki gün sakal tıraşı olmayınca kirli sakalı çarşaf çarşaf "Bilmem kimin yeni imajı!" diye lanse ediliyorsa, orası da büyük Amerika ya, her mevzuun kuyruğuna illá ki bir global trend yaftası yapıştırıyor.

Hani Brad Pitt’le Johnny Depp yanlışlıkla salaş bir kıyafetle bakkala filan giderken görüntülenirlerse ya da Vince Vaughn ile Ben Affleck bir sonraki kırmızı halı okazyonunda smokinleri çektiklerinde ne olacak diye soracak olsak, ona da illá ki bir kılıf bulunur elbet.

Bikeredenbişiolmazseksüel...

Canışimdiböyleçekmişseksüel...

Aradabiroluröyleseksüel...


Alternatif mi yok.

Ne de olsa erkek hep aynı erkek ama adını koyduğun zaman, adamın adı çok...
Yazının Devamını Oku

Çoğunluğun pısıp susup durmasından bezmiş durumdayım

23 Temmuz 2006
Geçen gün işe gelirken, her zamanki güzergáhın üzerindeki kazılara çalım atmak gayretinde, şoföre bambaşka bir yoldan gitmeyi önerdim. Bir önceki gün de orayı kullanmıştım. Biraz daha uzun bir mesafeden dolanıyor, kulağını kuyruğundan gösterir gibi oluyorsun ama en azından "Koşasım var ama halı ayağımı tutuyor" hafakanı bastıran, karabasanları andıran trafikten yırtıyorsun.

Yani... Yırtıyordun o güne kadar...

Hazır okullar da kapandı, ÖSS’ler, OKS’ler de bitti, tatilciler şehri terk etti filan... Uzun zamandır hasretinden prangalar eskittiğimiz bir şekilde trafikte akar giderken... Biliniz bakalım? Evet abi, orada da kazıya başlamışlar. Hiç değilse, tatil döneminde bir kazıya başlamayı akıl edebildikleri için galiz bir üsluba sardırmamaya gayret ederek, yine yeni yeniden Kadir Topbaş’ın kulaklarını çınlattım.

Taksi şoförü, ağzımın içinde yuvarladığım homurtulardan bir anlam çıkaramamış olacak; "Bir şey mi dediniz hanımefendi?" diye sordu.

"Yok bir şey beyefendi" dedim; "Ya bu adam bu işte çok iyi ya da ben çok aptalım."

Dikiz aynasından gözlerini üzerime dikmek kesmemiş olacak ki, bunun üzerine kafayı arka koltuğa çevirip suratıma baktı: "Buyur?"

"Siz önden buyurun" dedim, "önünüze dönün isterseniz, kırmızı yanıyor."

Önüne döndü, frene asıldı; sonra yeşil yandı ve radyodan yükselen müzik, asfaltı kaşıyan devasa aletlerin gürültüsüne karışmış bir hálde, yolumuza devam ettik.

YA BEN ÇOK İYİYİM YA BALIK ÇOK APTAL

Oysa olay gayet basit. O sırada önüme açtığım gazeteden, üç gün içinde aynı balığı iki kez yakalayan adamın haberini okuyordum. İngiliz Bob Watton, arkadaşlarıyla balığa çıkmış ve oltasına kallavi bir balık takılmış. Fakat balığı tekneye çekerken misina kopmuş ve kaçan balık büyük olur ama bu durumda sadece kaçtığı için değil, harbiden de büyük olan balık, ağzında kancayla birlikte süratle uzaklaşmış. Watton, üç gün sonra yine balığa çıkmış ve oltasına yine kocaman bir balık takılmış. Bu sefer balığı tekneye çekmeye muvaffak olmuş ve bir bakmış ki ne görsün? Bu, üç gün önce kaçırdığı balık. Watton, elemanı, hálá ağzında olan kancadan tanımış.

Bu gibi dış kaynaklı haberlerde hep anıldıkları üzre "uzmanlar"a sormuşlar, denizde aynı balığı ikinci kez yakalama olasılığı milyonda birmiş. Şanslı balıkçı bunun üzerine; "Ya ben bu işte çok iyiyim ya da bu balık çok aptal" demiş.

Onu diyordum yani... Ya Kadir Topbaş bu işte çok iyi ya da biz çok aptalız. Üstelik bizim bu oltalara yakalanma olasılığımız ikide bir bile değil. Hani neredeyse bire bir. İşte, İstanbul’da ikamet etmenin bedelini her sakinin burnundan fitil fitil getirmeye ahdettiğini tahmin ettiğim Büyükşehir de "çalışıyor" kardeşim. Ve bizim vergimizle, Allah bilir kimin hayrına, sıkı çalışıyor. Bize de onların "çözüm"lerinden kaçmak üzere geliştirdiğimiz her "çözüm"de, kendimizi aptal mı aptal hissetmek kalıyor.

Ve yine belediye bunu, gururla, her kavşağa, her alt geçide imzasını ata ata yapıyor. Üst geçitlere astıkları pankartlardan bahsetmiyorum. Onlara alıştık artık. Fakat bir de bitirdikleri kavşak ve alt geçitlere vurdukları damgaları var ki hakkında ne desem boş. Çirkin ötesi, beton rengi, arabesk desenli taşların üzerinde düzenli aralıklarla belediyenin logosunu görüyorsun. Giriş ve çıkışlarda da "Başlangıç tarihi şu, bitiş tarihi bu, hedehödö miládı şu" filan şeklinde altın kakmalı taklidi yapan pirinçten tabelalar bir de...

Mağara duvarlarındaki mamut resimlerinden filan tarihini okuyor ya hani insanoğlu, herhálde gelecekte kazı yapanlar da bunlara bakacak ve "2000’li yıllarda burada gerçekten zevksiz ve şehircilikten anlamayan bir ırkın ahvadı yaşıyormuş" diyecek. İnsan zaten yapması gereken işi -ki bu durumda yapmaması halkın faydasına olan işgüzar işi, yanlış işi- böyle dağa taşa nakşeder mi? Böyle bir görgüsüzlük, böyle bir ayıp olabilir mi?

DÜKKANIN ÖNÜ, TIRAŞ OLMUŞ FİNOLAR GİBİ

Zevk demişken, Kaktüs’ün önündeki çiçekleri kaldırtmışlar. Dükkánın önü, tıraş olmuş finolara benziyor. Hani neredeyse zavallı bir manzara. Geçerli bir gerekçeleri varmış. Her yere tek tip bir uygulama yapılacakmış. Tek tip pirinç yazılı lambri tabelalar, tek tip yapma çiçekler, tek tip aydınlatmalar... Taksim Meydanı’nda heykelin önüne devasa bir sümen yerleştirseler, önüne de tahta üzerine -tabii ki pirinçten- kendilerinin isminin yazılı olduğu bir ofis şeysi koysalar, Kadir Topbaş’ın makamını aratmayacak mübarek. İstanbul’un en kozmopolit meydanını ve caddesini orta kademe memuru ofisinin iç bayıcı ortamına döndürdüler. Heykeldeki figürlere de AKP’nin o ruh sıkan kravatından takarlar; tam olur artık...

AKP’nin "vizyonu" bu işte. Vekilleri bile bir örnek, tek tip, insanın ruhunu bayan kravatlar takıyorlar. Hani tip, tip olsa, tek olması bu kadar göze batmayacak belki ama?

Simitçilerin ve mısırcıların Cemil İpekçi’yi pek iyi andığını tahmin etmiyorum açıkçası. Adamların yaz günü kıçından ter damlıyor o acayip TEK TİP üniformalarla. Üstelik de gülünç ötesi görünüyorlar.

ÇANINIZA OT TIKIYORLAR YAPMAMA LÜKSÜ MÜ VAR

Beyoğlu Güzelleştirme Derneği’nin Başkanı Baybars Altuntaş’la konuşuyoruz ara sıra. Ve Beyoğlu’ndaki birçok tanıdık işletmede can çekişen arkadaşlarla. Ondan şikáyet, bundan şikáyet. Ben sonunda artık onlara çemkirmeye başladım. "Eee," diyorum; "Pardon da siz bu konuda ne yapıyorsunuz? Yerinizde olsam, eylem koyar, dava açar, illá ki birlik olur, bir şeyler yapardım. Yapmamayı nasıl beceriyorsunuz? Ekmeğinizle oynuyorlar, çanınıza ot tıkıyorlar. Bir şey yapmamak gibi bir lüksünüz mü var?"

Yapmıyorlar...

Gözleri korkuyor... Damokles’in kılıcı misali tepelerinde sallanan denetim sopasından, belediyenin tehditten beter uyarılarından, hatta birbirlerinden, ortak bir eyleme geçtiklerinde yan dükkánın madik atmasından...

Eh be, diyorsun di mi ey okur? Bu kaçıncı Beyoğlu şikáyetnámesi, bu kaçıncı Topbaş vikviklemesi?

Öyle deme güzelim. Bu ülke yerel meselelerini hálletmedikçe, kendi evinin ve dükkánının önünde ne olduğunu iplemedikçe boka sardırıyor.

Orası da sadece benim mahallem değil, tek tipe mahkûm olmak istemeyen bir zihniyetin, çok tipli evidir. Minyatür Türkiye’dir. Çeşitlilik adına mühim bir kaledir. Ve bu kale bizimdir.

Ayrıca, çoğunluğun pısıp susup durmasından, kendi arasında söylenip durup iş eyleme gelince hiçbir halt yapmamasından da bezmiş durumdayım. El insaf be, koyunlar bile en azından topluca intihar ediyor.

Demem o ki ya bu adamlar aba altından sopa gösterme işini çok iyi biliyor ya da biz çok aptalız.

Enseye tokat dünyaya parmak bir muhabbet

Bu aralar süper güçler arasında bir yılış muhabbettir gidiyor. Bush, bildiğiniz gibi Rusya’daki G-8 zirvesinde, Almanya Başbakanı Merkel’e arkadan yanaşıp, gafil avlayıp omuz masajı yapmaya kadar götürdü işi.

Bizim hükümetle ABD Ankara Büyükelçisi Ross Wilson arasındaki gerilimli atışmalar, Erdoğan’ın Bush’a İsrail’i şikáyet etmek ve Kuzey Irak ile ilgili sitemlerini sunmak için açtığı telefon filan şöyle dursun, Abdullah Gül’ün, Rice’a Condi diye hitap ettiğini öğreniyor, rahatlıyoruz. Rice’ın kendisine isminin o bilindik kısaltmasıyla hitap edip etmediğini bilmiyoruz ama... Bilmesek daha iyi olur zaten. Berbat bir çağrışım malum. Belki gülüm filan diyordur?

Bush dingiliyle Blair tekerinin ne menem bir muhabbette olduğunu da biliyoruz ayrıca: "O’lum şu Ortadoğu’da bu boku yemesinler diyorum, hey, sen ne dersin?" "Sorma be baba, bence de ama işte, ehe, dinlemiyor keratalar..."

Bu arada, G-8 filan bahane; lağımdan akıp gidiyor Kyoto’lar mıyotolar... Çevre mi, küresel ısınma mı, politikasına yandığımın enerjisi mi??? Lübnan’da bir günde 70, Irak’ta iki ayda 6 bin ölü...

Bunlar enseye tokat, dünyanın canına parmak...
Yazının Devamını Oku

Böyle türü bozuğa can kurban

22 Temmuz 2006
Bazen denk düşmüyor işte. Hayko Cepkin’in Sakin Olmam Lazım adlı albümünü bir yıla yakındır düzenli aralıklarla dinliyorum. Hakkında iki satır yazmak, ancak, bu aralar müzik kanallarında dönen üçüncü klibi Fırtınam’a, Cepkin’i sahnede canlı izlemek ise bundan birkaç hafta önce vuku bulan Radar Live’da nasip oldu.

Amerikalılar’ın "Dağ Muhammed’e gelmezse, Muhammed dağa gider" şeklinde bir deyişi vardır. Serbest çağrışımın dalağını yaracağım ama benim de "Sen Ay’a, Hayko Cepkin’e gidemezsen, uzaylı Hayko Cepkin, sana, dünyaya gelir" gibi saçmasapan bir cümle kurasım var müsaadenizle.

Bildiğiniz üzre, Hayko Cepkin, bundan önceki, Yarası Saklı ve Görmüyorsun isimli şarkılarına çekilen kliplerinin senaryosu, uzayda geçiyordu.

Kendileri, Fırtınam ile nihayet yeryüzüne teşrifatta bulunuyorlar. Fakat Doruk Can Çetin, Fırat Giraygil ve Emir Can Arkman tarafından, Durusu Park ve göl çevresinde çekilen klipte, şahane bir fikr-i takiple, bu kez de mitolojik, insanüstü bir varlığı canlandırıyorlar. (Bağırsaktan yorum yapmıyoruz; bültenin yalancısıyız.)

Canlı görüntülerin dijital ortama modifiye edilerek animasyonlarla süslenmesi suretiyle ortaya çıkarılan klipte Cepkin, çevresinde yıkıcı etkiler yaratabilecek kudretinden habersiz bir şekilde kafasındaki sorulara cevap arıyor, bu arada bir yandan bulunduğu çevreyi tanımaya çalışırken bir yandan da varlığını sorguluyormuş.

SADECE SAHNE ADAMI DEĞİL

Ben kafayı zorlasam da yer yer performans bölümlerinin de olduğu klibe böylesine derin anlamlar yüklemeyi becerebilir miydim şüpheli ama şarkı da klip de gayet güzel; bakın o kadarından kendi çapımda fevkaladenin fevkinde (!) bir şekilde eminim.

Hayko Cepkin, şahane bir adam. Ben bayılıyorum en azından. Şarkıları bir nefaset. Röportajlarını okumak gayet eğlenceli. Ve hani piyasaya çıktığından beri, Cepkin tüm kayıtları, Kurtuluş’taki aile evinin odasında, komşular rahatsız olmasın diye mırıl mırıl bir tondan yaptığı için şarkıların, albümde, sahnedeki icra hálinden ne kadar farklı olduğu konuşuluyor ya... Kendilerini nihayet dünya gözüyle görmeye muvaffak olduğumuz Radar Live’da anladım. Hayko Cepkin’in sahnesi anlatılmaz, yaşamak lázım! Zira albümün adını Sakin Olmam Lazım koymasına koymuş ama sahnedeyken bunu becerebildiğini söylemek zor. Ki zaten becerebilmek gibi bir kaygısı olduğunu da zannetmiyoruz. Ki olmasın da zaten.

Bilen biliyordur: Hayko Cepkin, ’78, İstanbul doğumlu. Dedesi ve babası da enstrüman çalan adamımızın müzikle teşerrüfü, Orta 1’de girdiği Ermeni Kilisesi Korosu’nda vuk’u bulmuş. Orada geçirdiği dokuz yılın ve lisenin ardından iki yıl Mimar Sinan’ın şan bölümünde eğitim görmüş. Ardından Timur Selçuk Çağdaş Müzik Merkezi’nde iki sene, şan, solfej ve armoni... Akabinde Akademi İstanbul’da bir yıl boyunca piyano eğitimi ve nihayet profesyonel hayat...

Birçok tanınmış sanatçıyla birlikte çalışmış. Enstrüman çalarak, düzenleme yaparak... Sadece sahne adamı değil yani, son derece yetenekli bir mutfak erbabı...

Radikal’den Melis Danişmen’e verdiği röportajda albümüyle ilgili şunları söylüyordu:

"Kış gelecek, yağmur yağacak, hava kararacak, insanlar denize girmeyecekler, mayolu kızlara bakmayacaklar, o zaman bizim devrimiz gelecek. Aslında albüm direkt arabeskin yandan yemişi; rock müziği de sıyırtmış ama elektronik altyapıdan da emmiş bir tür. Ne tür bu? Türü bozuk."

Kurban oluruz böyle türü bozuğa! Hem siz Cepkin’e kulak asmayın. Yani müziğine asın da tevazuuna takılmayın. Biz lafını edene dek yaz geldi, geçiyor bile ama Sakin Olmam Lazım, yazın da bir damacana yağmur suyunu lıkır lıkır kafaya dikercesine iyi geliyor zira.
Yazının Devamını Oku

Yaz g(a)ribi sayıklamaları (2)

21 Temmuz 2006
Gülshen-Reha Muhtar-Erol Köse "sevda tripotu"nun, zaten gribal enfeksiyondan dolayı zayıf düşmüş bünyemin üzerinde sürüm sürüm süründüren bir mide ekşimesine yol açmak suretiyle beter bir etkisi oldu. Aşklarına saygımız sonsuz; kim ne yaşarsa yaşasın diyeceğiz ama diyemiyoruz.

Zira bir gözümüzün önünde halvet olmadıkları kaldı.

Biz Cannes seyahati boyunca Gülshen’in ne kadar uykusuz kaldığından, Reha Bey’in bel ağrısından haberdar olmak zorunda mıyız be abi?

Bu ülkede dibin sonu hiç gelmez mi? (Ayrıca, aşklarına inanasımız olmadığı, dolayısıyla içimizden gelmediği için de saygıdan ve aşktan pek söz edesimiz yok.)

Bunun yanında nasıl ki dünyanın gelmiş geçmiş en acayip ana haber bültenlerini sunmak suretiyle şöhretli bir televizyon "duayeni" olmuş Reha Muhtar, vakt-i zamanında yaptığı haberlerde; "Biz şimdi (haber süjesinden bahsediyor) bu adama ayı derdik ama RTÜK ceza verir diye diyemiyoruz" şeklinde cümleler kuruyorduysa...

İşte biz de bu aşkla ilgili daha düz cümleler kurmak istiyoruz ama aaah, kuramıyoruz.

Takdir edersiniz ki burada kim kimin nesine tav oldu derdinde değiliz. Gönül ota da konar buta da...

Hem burada kim ottur, kim buttur, kim duttur, o da tartışılır.

Ama artık; kim ansiklopedidir, kim okuduğu kitapları ortamlara saracak denli álicenap okurdur, kim arama motorudur; muhabbete gel yani.

Köse, sanki kendisi dış kapının harici mandalıymış gibi, Cem Yılmaz’dan replik de çalarak; "Bunlar reklam kokan hareketler" filan diyerek, Muhtar-Gülshen ikilisinin ilişkisinin reklam koktuğunu söylüyor ya; benim hafsalam, şu aşk ve reklam ilişkisine bir türlü ermiyor. Onun yerine zavallı mide, muttasıl dönüyor.

Gülshen Hanım’ın bitaneciğinden slogan çalarak, pek very espritüelce şey ettirdiği gibi, "her nerde yaşıyor ve yaşatılıyorsa aşk"ını sahnelerden haykırıyor.

Herhálde bayi toplantılarındaki Allah’ın cazibeden yana pek de latif davranmadığı beyler, Gülshen’e bakınca; "Abi bu kadın Köse’yle Muhtar’a tav oluyorsa, gün gelir bana da olur" diye düşünüyor, hanımefendinin bu sayede piyasası artıyor.

Hayrını görsün. Kötüsüne insan neden ve nasıl böyle hevesle tenezzül eder, anlamak güç ama herhálde bir bildikleri vardır. Reklamın iyisi de kötüsü de prim yapıyor.

Meselá inanması güç ama Erol Köse’nin eşine kaset yapacağı konuşuluyor.

Böyle bir şey gerçekten mümkün olabilir mi? Harhangi bir insan evladı, düne kadar adını bile duymadığı Ajlan Köse’nin sırf eşi tarafından aldatıldı diye, kendisini aldatan kocasının yapımcılığını üstlendiği albümünü satın alabilir mi?

Reha Muhtar’ın saç-baş yoldurtan "kadın yazıları", bundan böyle meselá daha çok okunabilir mi?

(Hakikaten her şey bir yana; kadınları anlatmak da Reha Muhtar’a kaldı ya... Feminist sivil toplum örgütlerini göreve çağırıyorum.

Kadınlar birleşsin, bir şekilde yaptırım uygulansın, Reha Muhtar’ın kadınlar üzerine ahkám kesmesi yasaklansın.)

Reytingin adı aşk oldu olalı, insan frijit olmaktan korkuyor.
Yazının Devamını Oku

Yaz g(a)ribi sayıklamaları (1)

20 Temmuz 2006
Küresel ısınmadan biz de nasibimizi aldık herhálde. Kişisel sağlık sistemimin ahvali, memleketin sağlık sisteminden bile beter durumda neredeyse. Bünyesel sistemin ezberi bir dağılış dağıldı, toplayabilen beri gelsin!

Son yıllarda hep aynı şey... Yaz dedi mi, dışarının yapış yapış sıcak, basınçlı ve rutubetli havası ile içerinin kupkuru üfffleyen klimalı ortamları arasındaki deveranın da büyük katkısı olsa gerek, illá ki leş gibi hasta düşer oldum.

Kış, mış, mevsim normalleri ve hatta kipler kipler çekim boyu normalin tüm zaman ve hálleri halt etmiş yani.

Kışın da dünyanın en zevkli şeyi değildir ya, yazın grip olmak, insana iyiden iyiye koyuyor.

Zaten dünyanın en huzurlu uykularını uyumakla nam saldığımız söylenemez, gecede yedi-sekiz kere kan ter içinde bir kábustan uyanmazsam, o gecenin hakkı kalıyor.

Üstelik senenin bu döneminde parasetamol daha da çekilmez bir şey. İnsan kafasına balyoz yemiş gibi oluyor. Dört gün boyunca evde mal gibi baydım.

Zaten dünyanın en sevimli ve sevecen tabiatlı insanı olarak nam saldığımız söylenemez, nemrutluğun şahikasına ulaştım.

Fakat bu durumun salt bünyede kıpraşan virüslerle ilgili olduğunu da zannetmiyorum.

Bütün hafta, başta hallüsinasyon zannettiğim ama sonradan maalesef olmadığına aydığım ve daha beter ürperdiğim görüntülerle boğuştum.

Gündüz gözüyle, uyanık muyanıkken, karabasan görürcesine; zapladığın her kanalda aynı kábus beliriyor.

Zaten şu hayatta Reha Muhtar, Erol Köse ve Gülshen’in en büyük fanı olarak nam saldığımız söylenemez, insanın ilacı milacı kesip, direkt bilekleri de jiletleyip, ölmelere yatası geliyor.

Neymiş, daha geçen haftalarda, canlı manlı yayınlarda ilan-ı aşklarla Erol Köse’yle beraber olduğunu öğrendiğimiz Gülshen, Reha Muhtar’la büyük aşk yaşamaya başlamış.

Cannes’a mana gitmişler gelmişler. Muhtar, havaalanında, üzerinde Cannes’dan ziyade Hawaii aloha’sı şıklığı taşıyan bir gömlek, o malûm "ben var ya ben, işte ben o aşmış benim" edalarını takmış takıştırmış, "Siz beni bilirsiniz; bizim olayımız yalansız yaşamak" tonundan çalıyor.

Gülshen, magazincilere mahsusçuktan bir bir naz-niyaz yaptıktan sonra Muhtar’a "Bi’tanecik" diye hitap ettiğini söylüyor. Köse, anında tornistan dizinin dibine döndüğü ve dahi kendisine "semi-küs" olan karısının yanında mikrofonlara; "Reha, zorlandığı yer olursa bana bir telefon açsın, yardımcı oluruz" tonundan hedehödölüyor.

Paçozluğun, pardon, sevdanın rüya takımı mübarek. Ben aşk olsaydım, başvururdum...

Aşkın, ırzıma geçiyorlar hakim bey iddiasıyla AİHM’ye filan başvurması gerekiyor.

Takdir edersiniz ki burada kim kimin nesine tav oldu derdinde değiliz.

Gönül ota da konar buta da... Hem burada kim ottur, kim buttur, kim duttur, o da tartışılır.

Kim ansiklopedidir, kim okuduğu kitapları ortamlara salacak, hibe (!) edecek denli álicenap bir okurdur, kim arama motorudur; muhabbete gel yani...
Yazının Devamını Oku