Sevgili günlük; Geçen gün, bir kısım medya, tesadüfen Nişantaşı’nda bir kafede, büyük bir masanın etrafında toplaştık. Tesadüfen derken, o kadar da büyük tesadüf değil esasında.
Bir süredir, muayene vesilesiyle düzenli yolum düştüğünden müşahade ediyorum ve biliyorum ki bu bir kısım medyanın daha minör bi’ kısmısı, zaten o kafeye, mahalle kahvehanesini ofis olarak kullanan Muhsin Bey tadında takılıyorlar.
Bendeniz, zaten gittiğimi bile anlamadan Çeşme’den dönmüşüm; canım beter sıkkın. Dışarıda, insanın neden solungaçlara sahip bir canlı türü olmadığı konusunda hayıflanmasına neden olan, sıcak mı sıcak, daha beteri de rutubetli mi rutubetli ve basınçlı mı basınçlı bir hava var. Ve o kafeye gelmeden önce, İstanbul trafiğinin can sıkıcı
güzergáhlarından biri olan Maslak-Beşiktaş hattını katetmişim.
İstanbul trafiğinin konuları tükenmez ya, o günün yol kesme vesilesi o diye, yol boyunca da Suudi Kralı Abdullah’ın soyuna sopuna (20 küsur karılı bir adam olduğu için, çoluktu çombalaktı, torundu torbaydı, kendinden evvelki atalarıydı matalarıydı, kalabalık bir kadro takdir edersin. Kalabalıktan hazzediyor eleman zahir. Bizim memlekete gelirken kendisine eşlik eden şürekası bile 400 kişi babanın. "Majesteleri"ni anarken, onları da hariç tutmadık elbet.) saygılarımı arz etmişim.
Cinnetin eşiğinde, talimat bekliyorum. Birisi "Çıldır afacan!" komutu versin, kafa koparayım; kıvam o kıvam...
Masanın etrafındaki bir kısım medyanın Mansur’u (Forutan) ne dese beğenirsin? "Suudi Kralı çok ’cool’ herif"miş iyi mi!
"Espressonun yanında kafa ısmarlayıp onu yedin herhálde?" şeklinde dile geldik háliyle.
Niye o kadar ciddiye alıyormuşuz? Hadiseyi karikatür boyutundan ele almak lázımmış. Düşünsene, adamın imar izni olmayan dağı varmış. Daha ne olsunmuş?..
Artıııı: "Gün, ben uyanınca başlar!" lafına büyük tav olmuş. Bu ne şahane mottoymuş.
Akabinde Suudi Kral’ın karizmayı masaya meze ettik:
"Dağ mağ safra... İsterse uydusu olsun; terlik giyen heriften hayır mı gelir... Otururken parmaklarının arasını filan da karıştırıyordur o."
"Adam paranın kulağına su kaçırmış. Kumu tırnağıyla iki parmak kazısa petrol fışkırıyor. Eee, bunun neresi enteresan? Uçak katarı kaldıracağına ekonomide uçup gelseydi, bak işte o belki enteresan ve cool olurdu."
"Sen onun Tayyip Erdoğan’la nikáh masasına yürüyen gelin gibi elele süzüldüğü fotoğrafları görmedin galiba? Karikatürse, al ordan yak. Gülünç? Evet. Cool? Zooor..."
MORALES’İ KAPTIMSonra kim cool’dur, kim değildir, dünya liderlerini masanın etrafında kırışmaya başladık. Ahmedinecad’ı cool bulan bile çıktı; öyle söyleyeyim. Bunca "marjinalite"ye rağmen, Erdoğan’a ya da Bush’a filan ekmek çıkmadı. Doğal olarak...
Ben Morales’i kaptım; Chavez’i de stepne hesabına bagaja attım. Mansur, "Onu biz de biliriz" diye Morales’ime sulanmaya kalktı. Yemedim. Önce ben kaptım diyerek, yedirmedim.
Ülkesinde kadınların araba kullanmasına izin vermeyiveren, ülkesini şeriat kanunlarına göre, ama elbette kendine Müslüman bir şekilde yöneten, faşo-maço Suudi Kralı’yla ilgili de tabii, konuyu kendi çapımda; feminist bir tonda bağladım: "Reenkarnasyon denen şey varsa, bir sonraki hayatında kadın olursun inşallah Mansur’cuğum, o zaman bir daha konuşuruz."
Kalkmam gerekiyordu; cebimde Morales ve Chavez, geyiğin tadına rağmen canım hálá fena sıkkın, ekiple vedalaştım.
Bir yandan da Maslak’a nasıl döneceğimi düşünüyorum. Metroya binmeye kalksan, malum, bu aralar pek tekin değil. Volga Dış Ticaret’in sondaj makinesiyle delesi tuttu. Mecidiyeköy’ün ortasında, elemanlar, harala gürele, Allah ne verdiyse, 25-30 metre, kimseye de sormadan etmeden, delivermişler. Bir de üzerine; "Nerden bilelim canım ordan metronun geçtiğini?" filan diyorlar.
Çok şenlikli bir ülkede yaşıyoruz filan da, ben artık yalama olmaktan korkmaya başladım canımcım günlükçüm; şaşırdığımı idrakten aciz düşmüşüm. Gayet olağan bir cümleymiş gibi, "Metroyla gitmeyeyim di mi, uçakla muçakla çarpışır belki" gibi cümleler kuruyorum.
Yurdum otobanında otomobil ile uçak çarpışmışlığı var. Metronun tepesine otomobil düşmesi yakın... Metro rayında karşına uçak niye çıkmasın? O da olur bir gün. Ve benim bu aralarki bahtım göz önünde bulundurulduğunda, Allah bilir o gün de bugün oluverir; bana denk gelir...
Kaşlarım burnuma düşmüş, gözlerim papilerimin ucunda, adımlarımı saya saya ve kafada böyle cümleler kura kura, el mahkûm, yine karayollarına yöneldim. Teşvikiye Camii’nin önünden, taksiye binecekken avluya takıldı gözüm. Çakıldım kaldım.
Son yıllarda, özellikle de yaz aylarında, Teşvikiye Camii’ne küsüm.
Turkcell’in Kardelenler projesi çerçevesinde karne törenine gittiğimiz Mardin’den dönüşümüz geldi gözümün önüne. Akşamın bir vakti, uçaktan inmişiz, evlere dağılıyoruz, servis minibüsüne doluşmuşuz; Duygu bizi ortamızdan yarıyor.
Durduğum ve kalakaldığım yerde ışınlandım o ána. Tepemdeki kavuran güneş sanki batmış, oradayız, o arabadayız; işte Hülya’nın (Ekşigil) suratı, kahkaha atmaktan resmen morarmış.
DUYGU’NUN KIKIR DOĞALLIĞI
Bir yandan Duygu’nun dalgınlık, unutkanlık, isim/surat hatırlayamama hikáyelerine gülmekten sancıyan karnımı tutuyorum, bir yandan, ne kadar sürprizli bir kadın olduğunu düşünüyorum. Kadının Adı Yok’u ortaokulda okumuşum. Kız kolejiyiz; Kadınca’nın amansız takipçisiyiz. Büyüyünce Duygu Asena olma hayallerindeyiz. Seneler senesi Duygu Asena’yı muhtelif şekillerde kafamda kurmuş, kurmuş, kurmuşum. O tapınaktan kaldırmış, bu tapınağa oturtmuşum.
Yıllar önce ilk tanıştığımızda hayretlere gark olmuşum. Karşında bir natura duruyor ki en benim diyeninden; tanımadığın, tanımadığını bildiğin, daha önce tanışan mutlaka hatırlayacağın türden. İçinden ışıklı... Kıkır kıkır bir doğallık. Ve olanca seni de teklifsizliğe davet eden- teklifsizliğiyle olabildiğine saygı uyandıran bir zerafet.
Hani şu benim babasına sizli bizli hitap eden kanka; "Babacığım manyak mısınız?"lı cümleler kurar ya... Duygu ona benzer, ona tezat bir duygu uyandırırdı bende.
Senli benli konuşurduk; tabii ki ona manyak mısın diye sorasım olmazdı; zira değildi, fakat muhteşem bir çıtırdaktı; "İlahi sen var ya sen" tonundan laflarken, en içimden ona "Siz" diye seslenirdim.
Attila İlhan senaryolarının repliklerine yakışır kadındı: Gözlerinizin içinde karamel rengi meydan lambaları mı yanar hep sizin Duygu?
Yolun ortasındaymışım, devasa sarı bir lekenin kornasıyla uyandım. Taksiye bindim.
Hayat, günlükçüm; papatya falına bakar gibi ya da şöyle söyleyeyim, hissiyatım bir papatya falına bakmaktan ibaret: İyiyim, değilim, iyiyim, değilim, iyiyim, değilim...
İşe geldim. Dünya yanıyor dönüyor. Her gün bilmem kaç sivil, bok yoluna ölüyor. Ortadoğu’da günde onlarca çocuk ölürken, hödüklerden bir hödük Majeste’nin otelindeki klozetin yeri, Kıble’ye baksın diye değiştiriliyor; ayağı kaymasın diye banyosuna halı döşeniyor.
Hayat, çok acımasız bir hoca; başkalarının kayıplarına bakıp şükretmeyi öğretiyor. Berbat bir müfredat derim.
Bi’ kavrayamadık gitti şu dünya düzenini. Düzen ne, düzen kim? Aklım, hafsalam, ahir zaman gidişatını almıyor.
Şükredeyim derken kendini, kendine küfrederken buluyorsun. Üstelik artık küfretmek de kesmiyor.