Danışan: En yakın arkadaşım yazın evlenmeyi planlıyor. Çok üzülüyorum, çünkü yanlış bir karar verdiğini düşünüyorum.
Dr. Başak: Neden?
Danışan: Çünkü insan daha iki ay önce tanıştığı bir kişiyle evlenmez. Bence sadece evlilik takıntısı olduğu için evleniyor.
Dr. Başak: Arkadaşınız kaç yaşında?
Danışan: Aynı yaştayız, 27.
Dr. Başak: Neden evlilik takıntısı olduğunu düşünüyorsunuz?
Danışan: Evde kalacağım, ailem olmayacak, çocuğum olamayacak diye panik oluyordu. Son bir yıldır bu konu dışında başka bir konusu yoktu. Resmen bunalıma girmişti. Bu adamı buldu ve iki ay içinde evlenmeye karar verdi.
Danışan: Üstümde sürekli bir hüzün var, hiçbir şeyden keyif almıyorum, canım kimseyle olmak istemiyor.
- Dr. Başak: Ne zamandır böyle hissediyorsunuz?
Danışan: Uzun zamandır karamsarım. Okuduğum haberler, seyrettiğim haber kanalları sürekli olumsuz. Ama Soma’daki feci maden kazasından sonra iyice dibe vurdum. Gece gündüz haberleri seyrediyorum, olanları anlamaya çalışıyorum. Seyrettikçe kızgınlığım, çaresizliğim daha da artıyor. Oraya gidip bir şeyler yapmak, yardım etmek istiyorum ama buradaki sorumluluklarımı bırakamıyorum, bu da beni daha kötü hissettiriyor.
- Dr. Başak: Soma faciası hepimizi derinden etkiledi. Sizin gibi birçok kişi aynı duyguları yaşıyor; kızgın, üzgün ve çaresiz hissediyor. Türk Psikologlar Derneği bu konuda bir bildiri yayınladı:
Süreç içerisinde yaşadıklarınızı ve hissettiklerinizi çevrenizle paylaşmaktan çekinmeyin. Bu dönemde ortaya çıkabilecek duygusal, bedensel ve davranışsal birçok tepki, “anormal bir duruma verilen normal tepkiler” olarak tanımlanır. Bu süreçte;
* Duygu durumunuzda ani değişiklikler olabilir.
Mahkeme, maden mühendisi olan babam Fehmi Tunçoğlu’nu, bilirkişi heyetinin başı olarak görevlendirmişti. Babamın anlattığına göre, olay yerinde araştırma yapıldıkça madeni işleten şirketin ihmali daha da açığa çıkıyordu. Hâl böyle olunca, babama raporunu işletmeyi yapan şirket lehine yazması için yüksek miktarda para teklif edildi.
O yıllar bizim kendimize ait bir evimiz yoktu, o teklif edilen paralarla rahatlıkla ev alınabilirdi. Bir akşam yemeğinde babam ‘Eğer o parayı alırsam, ölen madencilere ve ailelerine büyük haksızlık yapmış olurum, kendimle yaşayamam’ dedi ve reddetti teklifi... Raporunu en doğru bildiği şekli ile yazdı...
Ne zaman bir rüşvet teklifi alsam, gülümseyip, reddederken hep bu olayı hatırlarım... Cennetlik adamdır canım babacığım...”
Etik, vicdan, dürüstlük eğitimi ailede başlar. Aynı bu örnekteki gibi çocuğunuz ilk ahlak dersini kâh yemek masasında, kâh bir yürüyüşte sizin hikâyelerinizi dinlerken alır. Bu hikâyelerden dürüstlük, ahlak, vicdan, hoşgörü gibi kavramları öğrenir. Bu hikâyeler ve anne-babanın tutumu ömür boyu unutulmaz. Çocuğunuz bu hikâyeleri dinlerken zihnine bir ‘pusula’ yerleştirir. Bu pusulanın yönü bellidir, bir kere yerleşti mi artık hep doğruyu, dürüstlüğü, vicdanı gösterir.
Bazılarında bu pusula bozuktur. Doğruyu yanlıştan ayıramaz, yanlışı seçtiğinde suçluluk duymaz, vicdan, etik, dürüstlük gibi kavramlar pusulada yoktur.
Etik ilkeleri olmayan kişilerin ortak özellikleri vardır: Onlar, bencil davranan ve kendi menfaatlerini tüm ilkelerden önde tutan, toplumun ahlaki değerlerinden farklı kişisel ahlaki standartlara sahip olan, “Herkes yapıyorsa kabul edilebilirdir, ben de yaparım” şeklinde düşünen insanlardır.
Annesinin gözlerine bakıp bu cümleyi söylediğinde neler hissettiğini, nasıl bir yolculuk içinde olduğunu, hüzünle neşeyi, korkuyla cesareti, isyanla şükretmeyi, aynı anda nasıl yaşadığını tam olarak anlayabildiğimi sanmıyorum.
Yıllar içinde, anne-babaları Alzheimer hastalığına yakalanan danışanlarım, arkadaşlarım oldu. Onların da gözlerindeki hüznü, çaresizliği, korkuyu hissetmiştim ama düşünüyorum da onların da neler yaşadığını anlayamamışım tam anlamıyla. Şimdi biraz daha değişik durum. Alzheimer bana ilk defa bu kadar yakın. Amcamın eşi, güzeller güzeli yengem, çok sevgili kuzenlerimin annesi Alzheimer...
Alzheimer, nedeni bilinmeyen, tedavisi olmayan ve zamanla kötüye giden bir hastalık. Beynin, öncelikle hafıza olmak üzere, tüm bilişsel fonksiyonlarında ilerleyici kayba neden oluyor. Genellikle üç evrede kendini gösteriyor; erken evre, orta evre ve ileri evre.
Erken evrede ortaya çıkabilecek şikayetlere tanıdık olmak erken teşhise yardımcı olabiliyor. Kişi, önce eşyalarını nereye koyduğunu veya eşyaların isimlerini hatırlayamıyor. Örneğin “gazete” kelimesini unutan kişi, kelimeyi unuttuğunu farkına varmayıp “Masanın üstündeki resimli şeyi versene” diyebiliyor. Böyle bir durumda unutkanlığının derecesinin uzun süre farkına varamayabiliyorsunuz. Bunun yanında, önemli günleri veya olayları unutmak, aynı şeyleri defalarca sormak da ilk evrenin belirtiler arasında.
Alzheimer hastalığı orta evreye gelmiş kişinin hayatındaki aksaklıklar daha fazla göze çarpıyor ve bu kişinin kendi başına yaşaması mümkün olmayabiliyor. Çünkü öğrenilmiş bilgiler yavaş yavaş kaybolmaya başlıyor. Kişi, bakım, giyinme, yemek ve tuvalet ihtiyaçları için zamanla yardıma ihtiyaç duyabiliyor. İlaç alıp almadığını, yemek yiyip yemediğini hatırlamakta güçlük çekebiliyor.
Son evrede beyin fonksiyonları iyice hasar görüyor. Algılama ve anlamada ciddi problemler ortaya çıkıyor. Kişi, depresif, öfkeli veya saldırgan olabiliyor. En son dönemde yürüyemez, yutamaz, konuşamaz hale geliyor.
TEDAVİ MÜMKÜN DEĞİL AMA SÜREÇ YAVAŞLATILABİLİR
Hiçbir şey eskisi gibi değil, gün geçtikçe daha da kötüye gidiyor. Ayrılmak istemiyorum, derinlerde bir yerde onu hâlâ seviyorum. Ama bir şeyleri düzeltmezsek bu evlilik daha fazla süremeyecek. Acaba evliliğimizi kurtarmanın bir yolu var mı?” Siz de böyle düşünen binlerce kişiden biriyseniz ve evliliğinizi kurtarmak istiyorsanız, aşağıdaki maddelere bir göz atmanızı tavsiye ederim...
1. Her şeyden önce, medeni bir şekilde tartışmayı öğrenin: Anlaşamadığınız konuları çözmeye çalışırken, konuya odaklanın, birbirinizi eleştirmekten, alay etmekten, aşağılamaktan kaçının. Çatışmaların ve kızgınlıkların her ailede olması doğaldır. Önemli olan olumsuz duygularınızı ifade edebileceğiniz güvenli bir ortam sağlamaktır. Farklılıklarınızı, kızgınlıklarınızı veya problemlerinizi birbirinize ifade ettiğinizde bile aranızdaki bağın güçlü olmasını sürdürün. Birbirinize güvendiğinizde, problemlerinizi konuşmak ve yönetmek daha kolay olur.
Çatışmaları kırıcı olmadan yönetmeyi öğrenin. Tartışmalarınızda kimin haklı olduğu veya kimin kazanacağı asıl amaç haline gelirse, ikiniz de kaybedersiniz, çünkü böyle bir tartışma sonunda hiç bir şey çözülemez.
Kimin haklı olduğunu ortaya çıkarmaya çalışmak yerine probleminizi çözmek için seçtiğiniz yolların doğru olup olmadığını anlamaya çalışın. Evliliği bozan çatışmanın kendisi değil, yönetme biçimidir.
Karşınızdakinin size nasıl davranacağını aslında siz belirlersiniz. İhtiyaçlarınızı ve sınırlarınızı ona bildirmezseniz, sizin hayal ettiğiniz gibi davranmasını beklemeyin.
Hayatın her döneminde krizler olacaktır. Karşımıza çıkan her krizin evliliği yıkma potansiyeli olduğu gibi, evliliği güçlendirme potansiyeli de vardır. Beklenen (yaşlılık, ölüm vs.) ve bazen de beklenmedik zorluklarla (hastalık, ekonomik kriz vs.) baş etmeye hazırlıklı olmalı, bu zorluklar karşısında ortaya çıkacak acılara beraber göğüs gererek ilişkinizi güçlendirmelisiniz.
Danışan: Çoğu şişman bunu açık açık söyleyemiyor ama bence şişman olup da mutlu olabilmek mümkün değil. En azından, ben değilim.
Çünkü kimse kilolu ve çirkin olmak istemez. Herkes zayıf, güzel ve çekici olmak, beğenilmek ister. Kilosu ile değil, güzelliği, zarifliği ile dikkat çekmek ister. Benim gibi aşırı kilosu olan insanlar, zayıf kalmayı beceremeyen zavallı, güçsüz, başarısız insanlardır.
Dr. Başak: İnsanların kilolu olanlar hakkında böyle düşündüğüne mi inanıyorsunuz?
Danışan: Evet, ben de kendim için böyle düşünüyorum. Zayıf kalmayı beceremiyorum, iradesiz ve güçsüzüm. Bunun sonucunda da şişman ve çirkinim.
Dr. Başak: Kilonuzla ilgili kendinize epey kötü şeyler söylüyorsunuz.
Danışan: Fazlasını hak ediyorum. Ama kendime ne söylersem söyleyeyim bir işe yaramıyor gördüğünüz gibi. Şu sıralar kilom tavan yaptı, utanarak söylüyorum, 95 kilo oldum.
Üç yıl önce 60 kiloydum. Anlatırken ben de inanamıyorum, nasıl bu hale geldim bilmiyorum ama kendimden nefret ediyorum. Aynaya bakamıyorum. İnsanlarla karşılaşmak, buluşmak istemiyorum. Görüntümden utanıyorum. Ne giyecek kıyafet bulabiliyorum ne eskisi gibi rahat hareket edebiliyorum. Zaten artık içimden hiçbir şey yapmak gelmiyor.
Fiziksel sağlığımız bozulduğunda psikolojik sağlığımız da bozulur, bunu az veya çok hepimiz yaşamışızdır. Ufacık bir hastalıkta bile, bir gripte örneğin, tadımız kaçar, gergin, sinirli, bıkkın hissederiz, etrafımızdakilere karşı toleransımız düşük olur. Birkaç gün sonra grip geçince, iyice iyileşince, psikolojimiz de eski haline döner, keyfimiz, neşemiz yerine gelir.
Ama öyle biyolojik problemler var ki, kendisini hastalık olarak belli etmese de, fiziksel şikayetlerle kendisini göstermese de psikolojimizi biz farkına bile varmadan bozar.
Uzun zamandır bıkkın, yorgun, halsiz, mutsuz hisseden kişi, ortada belirgin bir hastalığı da olmayınca, bunun nedeninin psikolojik olduğunu sanabilir.
Psikolojisini düzeltmek için birçok şey dener ama sonucu değiştiremez, ne yaparsa yapsın bir türlü iyi hissedemez. Sonuç olarak kendisini çaresiz ve umutsuz hissedebilir.
Oysa kan şekerindeki dengesizlikler, hipotiroidi, hipertiroidi, D vitamini eksikliği, kansızlık, kalsiyum yüksekliği, hipofiz bezinin yeterince hormon üretmemesi, böbrek üstü bezinin çalışmaması veya başka durumlar da kişinin yorgun, bıkkın, halsiz hissetmesine neden olabilir. Böyle durumlarda, her şeyden önce biyolojik problemimizi düzeltmemiz gerekir, yoksa iyi hissetmemiz mümkün olmaz.
Öyleyse, kendinizi kötü hissettiğinizde psikoloğa gitmeden önce, yaşadığınız sıkıntıların kaynağının fiziksel olup olmadığını anlamak için genel bir sağlık kontrolü, kan değerlerinin genel bir taramasını yaptırmak çok faydalı olabilir.
Ayşe, 9 yaşında, anne-babasının anlattığına göre birçok şeyi kendi başına yapabilecek kadar becerikli ve akıllı. Ayşe’nin yapamadığı bir şey var ve bundan çok utanıyor; yalnız başına odasına gidebilmek. Ona bunun nedenini sorduğunuzda şunları söylüyor: “Pencereden birinin bana baktığını düşünüyorum. Bazen de yatağımın altında biri varmış gibi geliyor. Tek başıma gidersem bana bir şey yapacaklar diye çok korkuyorum. Annem veya babamla odama gidip onlar odamı kontrol edince yalnız başıma kalabiliyorum ama tek başıma gidemiyorum.”
Ali, 13 yaşında, arkadaşlarıyla iyi geçinen, dersleri iyi olan, anne-babasının gurur duyduğu bir çocuk. Ali’nin anlatırken bile utandığı bir problemi var; geceleri karanlıkta yatmaktan korkuyor. Mutlaka ışığın açık kalmasını istiyor. Bu da uykuya geçmesini engelliyor. Eğer yanında biri varsa ışığı kapatabiliyor ama yalnızken ışığın açık kalması gerekiyor. Ali bu problemini arkadaşlarından gizliyor.
Sinan, 15 yaşında, okulun popüler çocuklarından biri. Anne-babası, Sinan’ın bugüne kadar üstünde pek durmadıkları bazı davranışlarının artık onun hayatını olumsuz etkileyecek kadar arttığını fark etmişler.
Sinan, ev dışında bir mekânda tuvaletini yapmıyor, kapıları ve muslukları gereğinden fazla kontrol ediyor ve günde en az 10 kere elini yıkıyor. Özellikle okuldayken, etrafın çok pis olduğunu düşündüğü için elini sık sık yıkama ihtiyacı duyuyor.