16 Aralık 2001
ULUSLARARASI politikada meltemler esiyor. Yıllar yılı, siyah-beyaz tezatındaki rejimlerin üst düzeyinde, bir diğerine karşı ömür tüketmişler arasında görülmemiş yakınlaşma var. ABD ile Rusya Federasyonu liderleri kapitalist George W. Bush ve eski komünist Vladimir Putin sanki tesadüfen kanbağı olduklarını öğrenen iki kardeş gibi, aralarından su sızmıyor.
Ege sularıyla yıkanan sahillerde de durum aynı. İsmail Cem - George Papandreu flörtü üçünü yılında. Son haftalarda liderler dostluk dalgası daha sıcak iklime, Kıbrıs'a ulaştı. Denktaş ile Klerides yaşamlarının sonbaharında, anlaşmazlıkta anlaşmada ne kadar boş zaman harcadıklarını idrak ettiler. Artık çözülmez damgası taşıyan Kıbrıs sorunu, maun masalarda içi ültimatomlar, ön koşullar dolu belgeleri taşıyan dosyalardan değil, garsonların hünkar beğendi servisi yaptığı beyaz örtülü masalarda ‘‘Kirye Denktaş’’, ‘‘Vre Glafkos’’ hitaplarıyla görüşülüyor.
Yabancı diplomatlar, Kıbrıs liderleri arasında beklenmedik yakınlaşmadan memnun olduklarını saklamıyorlar. Onlara göre, Cem-Papandreu ilişki modelinin Kıbrıs'a da sarkmış olması çözüm yolunda önemli bir gelişme. BM’de ise durum farklı. Genel Sekreter Kofi Annan'ın politika danışmanları, Denktaş'ın Klerides'e sürpriz yüzyüze görüşme davetinin sebep olduğu şoktan nihayet sıyrıldılar. Annan'ın Eylül ortasında dolaylı görüşme davetine ‘‘Zemin hazır değil, gelmiyorum.’’yanıtından sonra, Denktaş'ın Klerides'i buluşmaya razı etmesi, BM'de olay yaratmıştı. Danışmanları, Nobel barış ödülü kazanan Genel Sekreter'in Kıbrıs müzakerelerinden dışlanacağı telaşına kapılıp, Kofi Annan'ın sözcüsü Fred Eckhard'ın ‘‘Yüzyüze buluşmadan memnunuz.’’ açıklamasını geri aldırtmışlardı. Oysa, yemekli görüşmelere Denktaş, Annan'ın özel temsilcisi Alvaro De Soto'yu da davet edince kaygıları sona erdi.
Kıbrıs Rum yönetiminin BM'deki temsilcisi Büyükelçi Sotirios Zackheos, ‘‘İki lider, politik irade sergilediler. Ben buluşmayı çok olumlu buluyorum. ’’ diyor.
Denktaş'ın davetiyle başlayan yakınlaşma, gerginlik sınırını zorlayan Kıbrıs'ta politik havanın yumuşamasına sebep oldu. İki lider, çözüme yönelik sürecin canlanmasında arayış içindeler. Ocak ayında yeniden biraraya gelecekler. Makarios'la başlayan Rum liderleriyle görüşmelerimin sebep olduğu karamsarlığın ilk kez aydınlanmaya başladığını hissediyorum. ‘‘Denktaş, neden aniden bu girişimi yaptı, Klerides niçin yelpazenin diğer ucundaki karşıtının davetini kabul etti’’ sorusunu kendime sorarken, yanıtını kişisel duygulara bağlıyorum.
75'ini aşkın Denktaş, 83'ündeki Klerides'in kariyerlerini yılan hikayesine dönüşen Kıbrıs sorununu çözmüş olarak kapamayı ciddi şekilde düşündüklerini sanıyorum. Yemekli ilk görüşmelerin, ‘‘Nerdeyiz, ne yapabiliriz’’ şeklinde yüksek sesle görüş alışverişiyle geçtiği muhakkak. Ama Ocak'ta tekrar buluştuklarında, sorunun özüne yönelik konuları ele alacaklar. Kıbrıs Türk tarafı, çözüm parametrelerindeki görüşlerini son iki yıldır dosyalarla BM Genel Sekreteri ve Güvenlik Konseyi üyelerine iletti. Kıbrıs Rum yönetimi, Türk kesiminin Ada'nın geleceği konusunda politikasına BM kanalıyla ayrıntılarıyla vakıf. Oysa Rauf Denktaş, her konuşmamızda ‘‘Rumlar ne istiyor’’ sorumuza, ‘‘BM söylemiyor, bilmiyorum.’’ yanıtını verdiğine göre, Rum tarafının gerçek niyetinden fazlaca bilgili değil.
Son iki haftanın değerlendirmesini yaptığımız bir Türk diplomatı da Denktaş'ın bize söylediklerini doğruluyor. ‘‘Şimdiye kadar Kıbrıs sorunuyla ilgili BM'ye 540 sayfa kadar tutum belgesi verdik. Bu belgelerde, Kıbrıs Türklerinin güvenliğinden, kayıp şahısların aranması, toprak mübadelesi, siyasi eşitlik, anayasa içeriğine kadar her konu var. Ama Rum pozisyonu hakkında bilgimiz yok’’ diyor. Klerides'in, Denktaş'la yüzüyüze görüşmeye niye razı olduğu hakkında ise Özdemir Asaf'ın bir şiirine atıf yapıyor:
‘‘Balık, balıkçıya; Yemi çıkar, oltayı göreyim.’’
Bu işin sonunda, belki de iki lider özgür iki toplum, iki bölgeli ‘‘Birleşik Kıbrıs Devleti’’ gibi bir isimle ortaya çıkıp halklarının onayını almayı deneyecekler. Ama ne olursa olsun, Denktaş-Klerides flörtünün devam etmesi lazım. Önümüzde, yavru vatandaki ırkdaşlarımız yanısıra, anavatanımız açısından kaçırılmaması gereken bir fırsat var.
Yazının Devamını Oku 9 Aralık 2001
Christie's'in Londra merkezinde iğne atsan yere düşmeyecek. Podyumda Christie's'in açık arttırma müdürü satışa çıkarılan parçaları numara sırasıyla takdim ediyor. İrili ufaklı tablolar getiriliyor, müdür mikrofondan taban fiyatını açıklıyor. Şık kıyafetli alıcılar renkli katalogdan eserin tarihçesini inceliyor. Bazıları girişte kayıt yaparken aldıkları numaraları kaldırıp fiyatı artırıyor. Beni davet eden müdürün sekreterine ‘‘Elimi kaldırsam ne olur?’’ diyorum. Genç sekreter, ‘‘Bin sterlin taahhüt etmiş olursun, üzerine kalırsa tüm fiyatı ödemen gerekir’’ diyor. Banka hesabımdaki miktar aklıma geliyor. Yanlışlıkla kolumu oynatsam elaleme mahçup olacağız.
Mikrofondan ‘‘Lot 17’’ anonsuyla iki koruma, tabloid gazete boyunda bir tablo getiriyor. Ortaçağ asillerinin süslü kıyafetinde küçük bir çocuğun göğüsten yukarı portresi. Gözleri ışıl ışıl. Öylesine canlı ki pembe yanağına dokunsam sanki konuşacak. Sekreter fısıldıyor. ‘‘En değerli parça bu. Velazquez'in oğlunun resmi.’’ 250 bin sterlinle açılıyor artırma. Christie's'in müdürü salonun sağına bakıyor ‘‘300 bin’’, gözü arkaya gidiyor, ‘‘350 bin.’’ İki saniyede 50 bin sterlin artıyor minik tablonun fiyatı.
Velazquez tablo satışıyla kirasını, eşinin, oğlunun ihtiyaçlarını karşılayabildi mi? Kaç günde tamamladı bu resmi? Ben düş üretirken tablo bir milyonu geçiyor. Geriye dönüp bakıyorum kim artırıyor fiyatı diye ama el-kol kaldıranı göremiyorum. Salon sessizlik içinde. 10-12 yaşındaki İspanyol çocuğun resmi iki milyonu aşıyor. Dört milyona gelince sağdan fiyat artıran herhalde çekiliyor. Müzayede evi müdürü, ‘‘Sat, sat, sattım’’ diye tokmağı vuruyor. Arkalarda gri yağmurluklu bir adam ayakta. Yanındakiler tebrik ederken yaklaşıp adını soruyorum. İsteksizce, ‘‘Simon Norton’’ diyor. Adam California'da kendi adını taşıyan müze için açık artırmaya girmiş. ‘‘Aşk Güzel Şeydir’’ filminin aktrisi Jennifer Jones'un kocası. Rakibi ise Tate Gallery'nin genel müdürü.
Sonraları çeşitli müzayedeler izledim. Ama hiçbiri uzun yıllar önce tanık olduğum Velazquez resminin satışı kadar beni etkilemedi. Son günlerde New York sanat aleminde çalkalanan Sotheby's-Christie's skandalını takip ederken eski anılar canlandı belleğimde.
Yerkürede sanat, takı ve mobilya açık artırımlarının yüzde 90'ını kontrol eden bu iki müzayede evi aralarında anlaşarak satıcı ve alıcılarını 7 yılda 500 milyon dolar dolandırmışlar. Sotheby's'in sahibi Alfred Taubman ile genel müdürü Diana ‘‘DeDe’’ Brooks New York'ta yargılanıyor. Christie's'in sahibi Sir Anthony Tennant New York'a gelmeye yanaşmıyor. Demir Leydi diye tanınan DeDe suçu kabullenirken, Taubman, Anthony Tennant ile anlaşma yaptı. ‘‘Fiyatları şişirdik, komisyonları yüzde ikiden yüzde 10-15'e çıkardık. Ben patronun direktifini uyguladım’’ diye kendini savunuyor.
76 yaşındaki Alfred Taubman 700 milyon dolarlık servet sahibi bir işadamı. Avukatları, ‘‘Sotheby's'i İsrail Güzeli eşine hediye olarak satın aldı. Tüm işleri DeDe yönetirdi. İcra komitesi toplantısında uyur, sadece yemek molasında ne yiyeceğini sorardı. Suçlu Genel Müdür DeDe'dir.’’ diyorlar. İki yıldır süren davada Sotheby's ile Christie's müşterilerine 512 milyon dolar tazminat ödedi, jüri bu hafta Taubman'ı suçlu buldu. Yasalara göre üç yıl hapse mahkum olacak.
Müzelere, özel koleksiyonlara eserler satmış Burhan Doğançay'a, ‘‘Velazquez, Van Gogh, Raphael ve Picasso'nun tabloları niye milyonlarca dolara satılıyor?’’ diye soruyorum. ‘‘Çok yetenekliydiler. Kiliseden, dönemin zenginlerinden büyük destek gördüler. Yeni bir şey yaratmak çok zor. Son kuşaktan Jasper John'un Amerikan bayrağı tablosu 20 milyon dolara satıldı. Kimine göre hayli abartılmış bir meblağ bu, ama resim bütün sanat dalları arasında en öznel olanı’’ yanıtını veriyor.
Gene de Jasper'in bayrağına, Andy Warhol'un Cambell teneke çorba resmine, Velazquez'in oğlu tablosuna milyonlar ödenmesine aklım yatmıyor.
Yazının Devamını Oku 2 Aralık 2001
İki günlüğüne bir kaçamak yapalım dedik. Hedefimiz başkent Washington. Dost ve tanıdıklarla ‘‘Şükran Günü’’nde bir arada olacağız. Başkentten davet geldiğinde ‘‘Meşgulum, çok işim var’’ diye mazeret sıralamanın da anlamı yok. Tüm Amerika tatilde. Resmi kurumlar kapalı. Kapıcıdan holding sahibine dört kuşaktan Amerikalısına ilaveten Yeni Dünya'da kaçak yaşayanlar da bu geleneksel günü kutlayacaklar.
‘‘Şükran Günü’’'nün tarihi Amerika Birleşik Devletleri'nin kuruluşundan 150 yıl öncesine uzanıyor. Kilise baskısından kaçıp 1620 yılında gemiyle Plymouth'a kapağı atan İngiliz göçmenler aşırı soğuk geçen kışı takiben Tanrı'ya minnetlerini sunmak üzere bir yıl sonra ‘‘Şükran Günü’’ geleneğini başlatıyorlar. Göçmenlere mesken ve gıda yardımı yapan Wamponaug yerlileri de ilk davetin baş konukları. Günün simgesi ise hindi. Haftalardır tüm süpermarket, bakkal ve kasap vitrinleri hindiden geçilmiyor. Şükran Günü'nün sembolü 40 milyon hindi bu yıl da sofraları süsledi.
Washington yolculuğunda bir taşla iki kuş vuracağız. 11 Eylül terör saldırılarından sonra uçak seyahatinde artırılmış güvenlik önlemlerini de göreceğiz. İki saat önceden alana geliyoruz. La Guardia, sanki havaalanı değil asker kışlası. Adım başında eli otomatik silahın tetiğinde asker. Terminal kapısında bilet kesme, bagaj alımı kaldırılmış. İçeride Washington'a gideceklerin kuyruğuna takılıyoruz. Önümüzde 20 kadar yolcu var ama ancak bir saat sonra bilet tezgahına geliyoruz. Kimlik gösterdikten sonra görevli bavulumu gecekondu boyu bir cihazın içine sokuyor. Bu patlayıcı maddeleri tesbit eden röntgen cihazı imiş. Yandaki ekranda iki görevli bavulumun iç manzarasını bir süre inceledikten sonra bir düğmeye basıyorlar. Emektar bavul, havantopu gibi cihazın diğer kapısından fırlayıp çıkıyor.
Sıra küçük el çantamda. Didik didik ediyorlar. Minik tırnak kesicisine, bir otel odasından aldığım dikiş iğne ve ipliğine ‘‘uçağa giremez’’ diye el koyuyorlar. Sıra yolcu kontroluna geliyor. Cep telefonu, gözlük, anahtar, saat, cüzdan ve çakmağı plastik kutuya koyup metalde ses çıkaran kapıdan geçiyorum. Bir başka görevli, ‘‘butan gazla çalışıyor’’ diyerek çakmağımı alıyor. Kalem ucuyla alt deliğine bastırıp tüm gazı boşaltıyor. Boş çakmağı geri veriyor. Önden, arkadan metal dedektörle vücudumu taradıktan sonra güvenli yolcu statüsünü kazanıyorum.
Uçak girişinde insanlar yanyana bostan korkuluğu gibi. Kollar iki yanda bir kez daha bazı üst-baş araması yapılıyor. Çocuk arabaları araştırılıyor, el çantaları inceleniyor. Aralarında beyaz saçlı nineler, futbol eşofmanlı kolej öğrencileri de var. Sivri uçlu taraklar, cımbızlar toplanıyor. Nihayet içeriye alınıyoruz. Koltuk komşum tedirgin bir genç kadın. Üzerime eğiliyor, gözü dışarda bir uçağa yürüyen şeritlerle bagaj yükleyen işçilerde. ‘‘Bunlardan biri terörist olsa bir bavula bomba koyabilir’’ diye sızlanıyor. Sakinleştirmeye çalışıyorum. ‘‘Güvenlik yöntemleri çok sıkı. İki saat süren bu kontrol en gözükara teröristi bile caydırır. Bak pilot kabin kapısı çelik. Arkada oturan adam silahlı polis. Merak etme’’diyorum.
Bu kez kaygı sırası bende. Terör saldırılarından sonra Başkan Bush başkente gelen uçaklar rota değiştirip Beyaz Saray, Kongre binası yaklaştığında F-16'larla vurulması kararını çıkardı. Ya bizim uçağın pilotu bir rota yanlışlığı yaparsa? Meltem'in lafı aklıma geliyor, ‘‘Takma kafana tokadan başka şey.’’ Bol sayfalı gazetenin sonuna gelmeden uçağımız Washington'a iniyor.
Amerika uçuş korkusunu yavaş yavaş üzerinden atıyor. National Havalimanı bir kaç hafta öncesi kadar tenha değil. Alınan tedbirler herkese güven veriyor. Yolcuların çoğunluğu arka arkaya bıktırıcı kontrollardan şikayetçi değil. Bir havaalanı görevlisi Noel ve Yılbaşı tatili döneminde uçak seyahatinin normale yakın canlanacağını söylüyor.
‘‘Şükran Günü’’ yemeğinden önce kent merkezinde bir gezintiye çıkıyoruz. Müzeler, mağazaların önü kalabalık. Kaldırım üstünde bir seyyar satıcı gelip-geçeni çevirip, ‘‘Üç dolar teki, çifti beş dolar’’ diye alışverişe çağırıyor. Tezgahında Amerikan bayrağı, elli yıldızlı rozetler sıralı. Oysa eylüldeki terör günlerinde herkes araç antenine takacağı bayrağı, yakasına rozetini almış. Satışlar durgun artık. Genç bir erkek, bayraklı tişörtü evirip çevirdikten sonra tezgaha bırakarak ayrılırken satıcı çıkışıyor: ‘‘Bu senin bayrağın, Amerikalı değil misin?’’ Tipini yadırgıyorum satıcının. ‘‘Selam! Nerelisin?’’ diyorum. ‘‘Güney Koreli’yim’’ diye yanıtlıyor.
Yazının Devamını Oku 25 Kasım 2001
Mike'ın dört tekerlekli kulübesi bir ayı aşkın zamandır Central Park'ın batı köşesinde. Manhattan'ın göbeğindeki parkta iki turiste tur yaptırıp dönen fayton sürücüsüne sütlü kahvesini verirken bize laf yetiştiriyor: ‘‘1980'lerin başında West Broadway'in güney ucuna, Dünya Ticaret Merkezi'nin iki sokak bitişiğinde tezgahı kurup çalışmaya başladım. Bu kulübe yıllardır geçim kaynağımız oldu. Eylül ortasında ise işler duruverdi. Nedeni malum. Sonunda işimi buraya taşımaya mecbur kaldım. Ekim ortasında taşınma hazırlığı yaparken çevredeki esnaf arkadaşlar ‘Bizi bırakıp lüks muhite gidiyorsun' diye takıldılar. Oysa daha ödenecek taksitlerim, torunlarımın okul masrafları var. Hayat atlı karınca gibi, inişli-çıkışlı.’’
Mike’ın esas adı Mihali. Kefalonya'dan yıllar önce Amerika'ya göçmüş bir Rum. Seyyar kulübesinde sabahları çay-kahve, şekerli çörek, öğle üzeri sıcak lahana soslu sosisli sandviç satıyor. ‘‘Gene Broadway'den ayrılmış değilim, bir ucundan diğerine geçtim. Eskiden Ada'nın güneyindeki köşemde sekreterlerden genel müdürlere kadar her düzeyde çalışanlara servis yapardım. Önemli insanlarla senli-benli ilişkim vardı. Borsacılar zaman zaman tüyo verirlerdi bana. Şimdi müşterilerimin çoğu turist, bir gördüğümü bir daha görmüyorum.’’
Yanımızdan parkta sabah yürüyüşüne çıkmış spor giyimli genç kadınlar, bakımlı köpekleri gezdiren Uzak Doğu'lu hizmetçiler geçiyor. Mihali dertli ama şikayetçi değil. ‘‘İlk yıllarda Yunanistan'a tatile gittiğimde ailem ‘‘Kefalonya'lıların çoğu lokanta açmış. Sen hala kahve, sandviç satıyorsun kar, yağmur altında’’ diye işimi küçümserlerdi. Oysa bu kulübe sayesinde iki çocuğumu üniversitede okuttum. Bahçeli ev satın aldım. Dört kapılı arabam, bankada da üç-beş kuruş param var. İsteseydim küçük bir lokanta açardım. O zaman dükkan sahibiyle uğraşmak, çalışanlara maaş vermek gibi başıma bir sürü dert çıkacaktı. Tek başıma yoruluyorum ama günde iki yüz dolar para yapıyorum. Bu bana yeter.’’
Terör saldırıları yerkürenin en gözde bu kentinde yaşamı etkilemesine rağmen New York gerek cazibesi, gerekse öneminden fazlaca kayba uğramış değil. Amerika çapında düzenlenen son bir ankette California'da Malibu en fazla yaşanma arzusu uyandıran yerler sıralamasında yüzde 25 ile ilk sırayı işgal ederken New York'un Manhattan'ı yüzde 24 ile ikinci sırada. San Francisco'da Pacific Heights, Miami'de South Beach, California'da Beverly Hills Manhattan'ı izliyor.
11 Eylül olaylarının anıları hala taze. Gene de Amerika'lıların gözünde New York'un yıldızı parlak. Kent sakinlerinin yüzde 36'sı yabancı göçmen. Sanat, tiyatro, müzikte New York dünya lideri. Uluslararası iş ve ticaretin merkezi şehir hemen her alanda genç yetenekleri bünyesinde toplamış. New York'lular kentlerine sadakat bağlantısıyla ünlü. Ama Dünya Ticaret Merkezi saldırısı Manhattan'ın güney kısmında ciddi sayıda işsizlik yarattı. Turist uğrağı Chinatown'da lokanta, hediyelik eşya dükkanları sinek avlıyor. Peki ya emlak piyasasının da ağır krize girdiği söylentileri? İşit ama inanma!
Aylardır apartman arayan ünlü aktör Harrison Ford nihayet Trump'un International Hotel and Towers gökdeleninde karar kıldı. Beğendiği penthouse dairenin aylık kirası, sıkı durun, 99 bin dolar (150 milyar lira.) Bu astronomik kiraya rağmen Ford 52'inci kattaki daireye geçemiyor. Sebebi ise bir diğer ünlü aktör, Bruce Willis'in aynı daireye gözkoyması. Oteller Kralı Donald Trump ikisi arasında seçim yapacak.
Emlak göstergesinin çok altına indiğimizde dahi daire fiyatları hálá el yakacak ölçüde. Manhattan'da iki yatak odalı daireler 4 bin doların üzerinde. Oturma, yatak odası, banyo ve mutfağı bir odaya sığdırılmış tavuk kümesi kadar stüdyo apartmanlar iki bin dolardan aşağı değil.
Tezatlar şehri yeni unvanı New York'un. Bir taraftan iş bulma ofisleri önünde kuyruklar, ardı ardına kapanan dükkanlar, öte yanda akıl durduran emlak fiyatları. Hangisi gerçek yaşamı yansıtıyor belli değil.
Yazının Devamını Oku 4 Kasım 2001
Başkan George W. Bush sırtında New York İtfaiyesi yazılı mont rakip takım oyuncusuna topu fırlatarak Yankees'in beyzbol maçının açılışını yapıyor. Aynı saatte Madison Square Gardens'da yere iğne atsan düşmeyecek. Millet Michael Jordan'ı görmeye gelmiş. Jack Nicholson'dan Bruce Willis'e düzinelerle Hollywood şöhreti beyzbol finali ile basketbol sezonu açılışı için New York'talar. Kent süratle 11 Eylül öncesine dönüyor. Marriot Marquis Oteli'nde Bette Midler konserini Vali Pataki, Belediye Başkanı Giuliani aynı masada izliyorlar. Bond filmleri aktrisi Jane Seymour'un moda defilesi ünlüler geçidinden farksız. Bina tepeleri, araç antenleri, vitrinlerde Amerikan bayrakları hala asılı, uzun zaman ineceğe benzemiyor. New York'lular böylesine coşkun vatanseverliği belki de ilk kez sergiliyorlar.Amerikalıların yumruk gibi bütünleşmesi güzel ama Türklerin içi buruk. Cumhuriyetimizin 78'inci yıldönümü bu arada gözardı edildi. Cumhuriyeti ilk kez bu yıl New York'ta kutlayamadık. Türkevi'nde her Ekim sonunda düzenlenen kutlama davetleri, bayram balosu bu yıl yapılmadı. Yetkililer, ‘‘Dışişleri Bakanlığı güvenlik nedenleriyle iptal edilmesini istedi’’ diye bilgi verdiler. Oysa konserden maçlara, defileden resmi davetlere çeşitli etkinliklerin sürdüğü New York son haftalarda adım başında polisi, askeriyle dünyanın en emin şehri. Bu hengame içinde Kaliforniya'lı bir Türk kaygı verici bazı girişimlerden bizi uyardı. Amerika'daki Ermeni lobisi Los Angeles Başkonsolosu Kemal Arıkan'ı öldüren Hampig Sasunyan ile Türkevi'ne bombalı saldırı planlayan Murad Topalyan'ın serbest bırakılması için girişimlere başlamışlar.Anılarım yıllar öncesine gidiyor. Los Angeles Devlet Mahkemesi arkasındaki garaja cezaevi aracıyla getirilen 20 yaşındaki Sasunyan önümden geçerken, ‘‘Hampig niye öldürdün Arıkan'ı?’’ dediğimde sağ elini havaya kaldırıp iki parmağıyla zafer işareti yaparak yanıt verdi. Türklük dışında suçu(!) olmayan birini pusuya düşürerek öldürmekten gurur duyan kıvırcık saçlı gencin çehresindeki yaygın tebessüm aradan 19 yıl geçmiş olmasına rağmen hala belleğimde canlı.Sasunyan'ın avukatları Paul Geragos, William Paparian ve Levon Kirakosian mahkemede Ermeni gencinin sözde Ermeni soykırımının etkisiyle bu eylemi gerçekleştirdiğini söyleyerek suçu hafifletmeye çalıştılar. Amerika'daki Ermenilerin 250 bin dolarlık savunma yardımına rağmen Sasunyan müebbed hapis cezasına çarptırıldı. Cezanın teblig gününde mahkeme çevresinde Türkiye aleyhinde gösteri yürüyüşünü izlerken kamuflaj kıyafetli üç Asala militanı güpegündüz ve polislerin gözü önünde kameramızı zorla gaspetti.Şimdi avukat Geragos ‘‘teknik usulsüzlükle’’ Sasunyan davasının yeniden görülmesi yolunda karar çıkartmış. Başkonsolos Arıkan'ı öldürdüğünü itiraf etmesine rağmen Hampig'in 'politik' nedenlerle mahkum olduğunu ve 'serbest' bırakılmasını istiyor.12 Ekim 1980 günü New York'ta Türkevi'ne dört kişinin yaralandığı bombalı saldırıyı düzenleyen ve iki yıl önce tevkif edilen Amerika Ermeni Ulusal Komitesi Başkanı Murad Topalyan savcının 30 yıl hapis talebine rağmen 37 aya mahkum edildi. Cleveland'da kiraladığı bir depoda bomba istifi bulunan, Amerika'daki Ermeni gençlerine Lübnan'da terörist eğitimi sağlayan üniversite mezunu, önemli kurumlarda görev almış Topalyan'ın savunmasını da gene avukat Geragos üslenmişti. Topalyan'ın hapis cezasının azaltılması yolunda girişimlere başlandığı bildiriliyor. Amerika'nın 11 Eylül'den sonra terörizme karşı kararlı bir savaş açtığını bilmeyen yok. Gene de yakın bir gelecekte Sasunyan ile Topalyan'ı bir barda kadeh tokuştururken fotoğrafını görsem fazla şaşırmayacağım. Dışişleri Bakanlığı'nın Cumhuriyet Bayramı kutlamalarına gösterdiği umursamazlığı iki Ermeni teroristle ilgili son gelişmelerde de tekrarlayacağını sanmıyorum.
button
Yazının Devamını Oku 19 Ağustos 2001
Simon, ‘‘Karadeniz, iki erkek bir kadın. Az önce geldiler.’’ dedi. Simon Hilton Oteli'nin resepsiyon şefi, biz de o zamanlar Beyoğlu muhabirliği yapıyoruz. Görevimiz önemli yabancıların ziyaretlerini izlemek. Ama işimiz güç. Şimdilerde ünlünün biri gidiyor beşi geliyor, eskiden hippiyi bile evirip çevirip haber yapardık. Simon'un dediği Karadeniz, ‘‘Kral Dairesi’’, yani otelin en pahalı dairesi. Tüyoyu alınca artist, işadamı, politikacı, sanatçı meslekleri geliyor aklımıza. Dahili telefondan yukarıyı arıyoruz. Tok bir erkek sesi hattın öbür ucunda. Gazeteciyiz, görüşelim diyoruz. Yukarı çağırıyor. Lobide haber pususuna yatmış meslekdaşlarımızı alarma geçirmeden fotomuhabirine gözle mesaj veriyoruz. Az sonra Karadeniz Dairesi'ndeyiz.
Boylu poslu, ellisini aşkın, tipi saygı yansıtan güleç yüzlü adam ‘‘Merhaba’’ diyerek bizi karşılıyor. Bir köşede karısı ile bir rahip bavul yerleştirmekle meşgul. Balkona çıkıyoruz, tekerlekli masa ile içkiler geliyor önümüze. Adam kimdir, milliyeti, ziyaret sebebi nedir bilmiyoruz. Konuşmaya da bunları sorarak başlıyoruz. ‘‘Amerika'lıyım, karım ve rahip dostumla dünya gezisine çıktık. İstanbul rotamız üstünde’’ Sıra mesleğinde. İlkin düşünüyor ardından eşine sesleniyor, ‘‘Sevgilim, portföyümü getirsene.’’
Dosya boyutunda timsah derisi portföyü açıyor. İlk yaprak birbirine çizgilerle bağlı minik dörtgenle dolu. Hepsinin tepesinde adamın ismi. Acaba bunlar ne? Adam açıklık getiriyor. ‘‘Bu şirketlerin bir kısmında ünvanım Chairman of the Board, Chief Executive Officer veya President. Diğerlerinde direktör kurulundayım veya mavi hisse sahibiyim.’’
Chairman, President, Executive Officer ne iş yapar, mavi hisse ne demek hiç fikrim yok. Amerika'lının büyük bir patron olduğunu anlıyorum, o kadar. Bu şirketlerin hangileri Türkiye'de tanınır soruma, ‘‘General Dynamics, Esso ( yeni adıyla Exxon.)’’ yanıtını veriyor.
Konuşurken sürekli beni süzdüğünü hissediyorum. Eşi de geliyor yanımıza. Sıra Amerika'lıda. Ne yaptığımı, kaç para aldığımı soruyor. İşimi anlatıyorum ama maaş konusu güç. Karadeniz'in bir geceliği 1500 lira, benim aylığım ise 1250. 1960'lı yıllarda 1250 lira vali, milletvekili maaşından fazla. Dolar yanılmıyorsam dokuz lira idi. Oturduğum iki yatak odalı, bahçeli evin kirası ise 250 lira. Rahat bir hayat sürdüğümü, gerçekten, anlattım. Gazeteye dönme zamanım geldi, kalkmaya hazırlanıyorum. Adam ‘‘Amerika'ya gelmek ister misin?’’ dedi aniden. Bir süre ne söyleyeceğimi bilemedim. Amerika çocukluğumdan beri düşlerimi süsleyen bir ülke. Ama gönlüm gazetecilikte. Üstelik Hürriyet'teyim. İlan vermeye gelenlerin dahi kapısında düğme ilikledikleri Hürriyet'e girmeyi başarmışım. Aile durumları da cabası.
Amerikalı, ‘‘Kendi uçağımla buradan Yeni Delhi, Tokyo, Hawaii, Los Angeles'e uğrayıp Houston'da gezimiz sona erecek. Yetenekli, tuttuğunu koparan birine benziyorsun. Ben işlerimi Houston'daki merkezimden yönetirim, sen de orada çalışırsın. Merak etme alacağın para seni de aileni de çok rahat geçindirir. Üç gün sonra İstanbul'dan ayrılacağız. Kararın müsbet ise bize dahil olursun. Yanına pasaportundan başka bir şey alma, ihtiyaçlarını biz hallederiz’’ diye ekledi.
Teklifine teşekkür ederek düşünmem gerektiğini söyledim. Ayrılırken verdiği kartvizit üzerine bir telefon numarası yazdı. ‘‘Sonra gelmek istersen beni bu direkt numaradan ararsın. Beni seni Houston'a getirtirim.’’
Gazeteye döndüğümde otelde iki kare resim çekip ayrılan foto muhabiri yazıişlerinin haberimi beklediğini belirtti. Uçak fabrikasından petrol kuyusuna çeşitli sanayilerin tepesindeki Amerika'lıyla görüşmemizi, özel uçağıyla dünya turunu, Türkiye-Türklerle ilgili görüşlerini bir çırpıda toparlayıp verdim. Haberde bana yaptığı iş teklifiyle ilgili tek kelime dahi yoktu.
Şirketler sahibi işadamını Karadeniz Dairesi'nden ayrıldıktan sonra aramadım. Oysa, ‘‘Tekrar teşekkürler. Ama gelemeyeceğim.’’ deseydim iyi olurdu. Amerika'nın en güçlü sanayicilerinden birinin iş teklifi bazı vesilelerle zaman zaman belleğimde canlanıyor. Yaşamımın en krizli dönemlerinde dahi, ‘‘Teklife keşke evet deseydim.’’ düşüncesine kapılmadım. Bu sanayicinin davetinden 6-7 yıl sonra Hürriyet muhabiri olarak New York'a gönderildim. ‘‘Türkiye Uçağını Arıyor’’ dizisinde F-16 uçakları röportajı için Houston'a General Dynamics üst düzey yöneticileriyle konuşmaya gittiğimde Karadeniz Dairesi'ndeki görüşmemizi yeniden anımsadım. Yöneticilere de adını unuttuğum sanayicinin nerede olduğunu sormayı gereksiz buldum.
‘‘Abi iki milyon insan Yeşil Kart için başvuruyormuş. Ne dersin Amerika şansını deneyeyim mi?’’ diyen havuz barı garsonu Murat şezlonguma eğilmiş, kimbilir kaçıncı defa sorusunu yineliyor. İlk sorusu beni yıllar öncesine götürmüş, yarı uykudayım. Gelecek hafta bu sütunlarda milyonların ‘‘Amerika Rüyası’’ndan birkaç kesit vereceğiz.
Yazının Devamını Oku 12 Ağustos 2001
Amerika alabildiğine tatil hummasında. Californialı zengin sınıfı batıda Nevada'nın Lake Tahoe gölüne nazır villalarda, kuzeyde Washington eyaletinin Atlantik kıyılarındaki malikanelerinde, Arizona'nın kuru sıcağın hüküm sürdüğü dağ yamacındaki çiftliklerinde eş, dostlarla bitmek bilmez davetlerle yaz tatili geçiriyorlar. Kanada'ya komşu kesimdekiler ise gemi boyu özel yatlarla Atlantik'ten Meksika Körfezi'ne, Karayip adalar zincirinde tur atıyorlar. New York'un bir kaç kuşaktan servetle aşina olmuş tabakası ise Long İsland'ın Hampton bölgesinde özel plajlı, düzineyle misafir ağırlayacak saray yavrusu evlerinde yazın tadını çıkarıyor. Birkaç haftalığına Londra, Paris gibi Avrupa kentlerine gruplar halinde sonbahar öncesi gezintisine gidenlerin sayısı da az değil.
Orta direk ile dar gelirli Amerikalılara gelince...Onların fazlaca bir seçeneği yok. Bu insanların yaz tatili programlarını ekonomik çizelgeler belirliyor. Başta elektronik olmak üzere durgun dönem geçiren sektörlerde çalışanların çoluk-çocukla eğlenceli tatile çıktıkları Disneyland gibi yerlere rağbet geçen yıllara kıyasla hayli düşük. Birkaç haftalığına çevrede günü birliğine plajlara, göl-nehir kıyısında her keseye uygun motel, bungalovlara yöneliyorlar. Bu grubun başlıca zevki ise sinemalar.
Sinema konusu ise bir alem. Yaz mevsiminde vizyona girenlere göz attığımda zevkime uygun film bulmama imkan yok. Yeşilçam, hem de eskinin Yeşilçam'ı, bir sinema kültüründen gelmemize rağmen bu Amerikalıların görsel sanat zevkine bir türlü akıl erdirmek mümkün değil. En çok izleyici çeken ilk 10 filmin beşi şunlar : Planet of the Apes (hasılat 70 milyon dolar), Jurassic Park 3 ( 125 milyon dolar), Cats and Dogs (82 milyon dolar), Dr. Doolittle 2 (101 milyon dolar), Shrek (255 milyon dolar). Bunlar temmuzun son gününün rakamları. Birkaç hafta sonra bu rakamlar katlanacak.
‘‘Ne varmış bunda?’’ diyeceksiniz. Dışarısı kaynıyor, sinema salonları buzdolabı gibi. Ama nasıl seyredilir bu filmler? Aktörü de hayvan, figüranı da. Birinde gezegene hükmeden maymunlar, diğerinde dinozorlar, ötekinde kedi-köpekler, akla gelen her hayvanla konuşmayı başarmış bir doktor, bir başkasında bilgisayarın yarattığı animasyon karakterleri. 10 dolar verip hayvanlar alemiyle haşır neşir olmaya hiç niyetimiz yok. Evde oturup kitaptan Japonca öğrenmeyi denesek daha akıllıca iş yapmış oluruz.
Gene de Amerikalının bizim gibi düşünmediği kesin. Hasılat toplamları ortada. Peki nerede aktörler, ünlü oyuncular ? Mesela Mel Gibson, Tom Hanks, Harrison Ford, Bruce Willis, Tom Cruise? Yıldızsız bir sinema mevsimi bu. Genç yeteneklerden Ben Affleck'in ‘‘Pearl Harbor’’ı, Jennifer Lopez'in ‘‘Angel Eyes’’ı, ağır toplardan Julie Roberts ile Catherine Zeta-Jones'un ‘‘America's Sweetheart’’ı prodüksiyon masraflarını dahi çıkaramadı. Angeline Jolie'nin Antonio Banderas'la çevirdiği ‘‘Original Sin’’, aniden zirveye tırmanan zenci komedyen Chris Tucker ile Jackie Chan'ın ‘‘Rush Hour 2’’nun izlenme seviyesi önümüzdeki günlerde belli olacak.
Bu tabloya bakıp ‘‘Artık Amerikalılar şöhretli oyunculara ilgi göstermiyor’’ demek de mümkün değil. Sinema merkezi Hollywood'da 2001 yılında bir düzineye yakın aktör milyonerler klübündeki konumlarını muhafaza ediyorlar. Bazılarının son filmleri beklentilerin altında iş yapmasına rağmen Mel Gibson, Julia Roberts, Bruce Willis, Tom Cruise, Tom Hanks, Jim Carey, Eddie Murphy, Leonardo DiCaprio, John Travolta, Adam Sandler ile Chris Tucker'ın film başına aldığı ücret 20 milyon dolar.
Oldum olası, Türkiye'deki benzerleri dahil, şarkıcı, komedyen veya aktörlere ödenen astronomik ücretlere alışamadım. 20 milyon doları tek tek saymaya kalksan bir yılda bitiremezsin. Sinema oyuncusu ortalama üç haftada bitirdiği, beyazperdeyi iki saat işgal eden film için 20 milyon dolar alıyor. Ses kalitesinden dans stiline vasat gösteri sergileyen Madonna'nın bir konser ücreti bir milyon doların üstünde. Kimsenin parasında gözümüz yok ama mantığa ters düşüyor bu rakamlar. Dünya politikasına yön veren, milyarlarca insanın kaderini etkileyen kararların ardındaki Amerikan cumhurbaşkanının yıllık maaşı 250 bin dolar. Okul sıralarında yıllarca dirsek çürüten doktor, mühendis, avukatların maaşları da ancak rahat bir hayat sürecek düzeyde.
Yeni Dünya'da ekonomik durgunluk böyle giderse sanırım sinema ve eğlence aleminin patronları bilgisayardan üretilen figürlerle işi ucuza çıkarmaya yönelecekler.
Yazının Devamını Oku 5 Ağustos 2001
Ilık bir sonbahar günü. On beş yıl kadar olsa gerek. New York parklarının incisi Central Park'ta AIDS araştırmaları yararına bir bisiklet yarışı. Yüzlerce genç sporcunun parkın dış kulvarlarında pedalları zorlamasını yerlisi turistiyle binlerce insan çimler üstünde seyrediyor. Yarışın ortasında kasklı, şortlu bir sporcu koşar adımla viraj başını tutmuş atlı polise yanaşıyor. ‘‘Bisikletimi çaldı. İri yarı bir zenci beni durdurup bisikletimi aldı. Şu tarafa doğru gitti’’ diye eliyle istikameti gösteriyor. Nefes nefese konuşan sporcunun işaret ettiği yön, Harlem.
ABD eski başkanı Bill Clinton için Harlem'de düzenlenen töreni ekranda izlerken anılarımda bu cürüm mizahı bir kez daha canlandı. Harlem, Amerika'da muhtemelen adı en çok bilinen minik kent. Yerküredeki tüm ırkların içiçe yaşadığı kent içindeki bu kentin özelliği 300 bini aşkın nüfusunun zenci olmasından kaynaklanıyor. Harlem'in müzik, sanat ve kültürünü uyuşturucu trafiği, çocuk çeteleri, kanlı çatışmalar bir asır boyunca gölgeledi. 1990'a kadar akşamları şöyle dursun gün boyunca beyazların otomobille dahi geçmekten çekindiği zenci kenti şimdilerde yeni bir Rönesans başlangıcında.
New York'u artık başkan değil, vatandaş Clinton olarak ziyaret eden eski devlet başkanının Harlem'de ofis açmasıyla kamuoyunun dikkati yeniden ‘‘Siyah Manhattan’’ şöhretli minik kent üzerinde odaklaştı.
Geçen hafta ne olup bittiğini görmek için Harlem'i ziyaret ettik. Dünyanın refah düzeyi en yüksek şehirleri arasında gelen Manhattan'ın bu güney kesiminin artık ‘‘Yoksullar Mahallesi’’ kimliğinden sıyrılmaya başladığını farkettik. Harlem River ile Hudson River su şeritleri arasındaki bölgede 125'inci sokağı kesen Frederick Douglass, Adam Clayton Powell bulvarlarında yeni iş hanları, onarılan eski ev ve binalar, alışveriş yerleri, dev mağazalarla Harlem'in yeni bir yapılanma içinde olduğunu gördük.
Basketbol devi Magic Johnson sinema zinciri, HMV plak mağazası, Old Navy, Disney Store, Modell's, gibi dükkanlar, JP Morgan, Chase banka şubeleri, Numero Uno Department Store saygın bir görünüm vermiş zenci mahallesine. Siyahlara özgürlük hareketinin lideri Martin Luther King'in adını taşıyan bulvarı geçip Fifth Avenue'ye çıktığımızda aşağılarda Empire State gökdeleninin sivri ucunu görüyoruz. Manhattan'ın bu ünlü caddesinin Harlem'e uzayan kesimi hayli ilginç. Kentin göbeğinde Tiffany's, Gucci, Dolce and Gabbana, Dior, Ralph Lauren, Henri Bendell, Cartier, Saks gibi etiketleri bol sıfırlı mallar satan mağaza ve butikler, geceliği 400 dolardan başlayan lüks otellerin sıralandığı cadde Harlem'e geldiğinde köy pazarını andırıyor. Vitrin camları puslu French Cleaners kuru temizleme, Guinea stili saç örgüsü yapan kuaför, hem kuyumcu hem ayakkabı tamircisi, Falcı Naomi, yanyana kiliseler, dört katlı evlerin basamaklarında bira yudumlayan insanlar caddenin beş km. güneyindeki zenginlik sergilemesinden nasiplerini almadığını kanıtlıyor.
Gene de önemli bir kıpırdama olduğu da muhakkak. Harlem Ticaret Odası Başkanı Lloyd Williams eski apartmanların yıkılıp süper dublekslere dönüştüğünü, cam kule olarak inşa edilen Harlem USA'in başlıca alışveriş merkezi haline geldiğini, Milli Caz Müzesi'nin yakında kurulacağını söylüyor. Ella Fitzgerald, Sara Vaughn, Pearl Bailey, Dionne Warwick, Jackson 5 gibi müzik ünlülerinin ilk kez sahneye çıktığı Apollo Tiyatrosu'nun yıllık ziyaretçi sayısı 100 bine ulaşmış.
Harlem artık New York'ta Hürriyet Abidesi, Rockefeller Center, Broadway gibi yerli ve yabancılar için bir turist uğrağı. Uyuşturucu satışı, gangster çetelerinin kökünün büyük ölçüde kazındığı söyleniyor. Ama bölgenin yoksul sakinleri bu süratli gelişmeden memnun değil. Sürekli değişiklik arayışında olan beyazların Harlem'de yeni inşa edilen ev-apartmanları on yıl öncesinin üç dört misli para ödeyerek satın almaları emlak fiyatlarında astronomik artışlara sebep oluyor. Harlem'lilerin çoğunluğu hala yoksulluk barajı altında yaşıyor. Eşiyle kilise çıkışında konuştuğum temiz giyimli, hasır şapkalı yaşlı bir zenci erkek, ‘‘Bu gidişle bizi buradan kovacaklar. Kiraları artırıp evlerimizi terke zorlayacaklar.’’ diye şikayet etti. Clinton'ın ofis açılış töreninde bazı zenciler, ‘‘Clinton evine dön’’ diye pankart taşıyarak beyaz kapitalin yakında yaratacağı tehlikeye karşı tavır koydular.
İleriye yönelik bu değerlendirmede gerçek payı az değil. Harlem'in 1900'lü yıllar başlangıcında İtalyan gangsterlerinin ünlü Cotton Club'ına zencilerin girmesi yasaklanmıştı. Bu eğilim devam ederse 20 yıl içinde Harlem'e gelen turistler cadde-sokakta, merdiven basamaklarında zencileri değil beyazları görecekler.
Yazının Devamını Oku