Doğan Uluç

50 Cent’in hikayesi

22 Şubat 2004
‘‘Tower Records’’un önü Dolmabahçe Stadı'nın maç çıkışını andırıyor. Zincir kordonlarla süslü deri ceketli, fabrika borusu kot pantolonlu zenci çocuklar çığlık atıyor. Alında çevrelenen bandanalarda ‘50 Cent’ yazısı parıltılı düğmelerle işlenmiş. Plak mağazasında bir şöhret olduğu muhakkak. Ama kim?

Broadway'de atlı polisler, kapı önünde korumalar müzik alemi şöhretinin çıkışını bekleyen kalabalığı kontrol altına almaya uğraşıyorlar ama iri yapılı atlar dahi karmaşadan ürkmüşe benziyor. Bu arada koro halinde ‘‘50 Cent- Forever (sonsuza kadar)’’ diye slogan atıyorlar. Saç örgüsü basketbol yıldızı Allen Iverson'u andıran 14-15 yaşlarındaki kıza ‘‘Nedir 50 Cent?’’ diye sormak gafletine düşüyorum. Merih'ten New York'un göbeğine paraşütle inen bir uzay yaratığıyla karşılaşmış gibi hayretle beni süzüyor. Cevaplamaya gerek görmeden.

Ofise dönüşümde elime aldığım tabloid gazetenin ilk sayfasında Grammy Ödülleri’ni işlemiş. İkinci başlıkta gözlerim açılıyor ‘‘50 Cent- Yılın bir numaralı hip-hop'çusu. İç sayfalara geçiyorum, haberi köşe yazısı, dünü-bugünü, geçmişi-geleceğiyle 50 Cent lakaplı Curtis Jackson önümde.

Müzik, güzel sanatların en sevdiğim türü. Ama sazla-sözle siyasi eğilim propagandası gibi hip-hop'u da, ikiz kardeşi rap'i de sevmem ve dinlemem. Nedeni ise içeriğinde müzik olmaması. Arada ekranda tesadüfen karşıma çıkan hip-hop ve rap'çileri bunlar ne yapıyor diye dinlememe rağmen sanat zevkim içinde bir yere koymayı hiç düşünmedim. Omuz başından bileklerine dövmeyle kaplı 20 yaşındaki zenci çocuklar ağıza bitişik mikrofon, arkada ritim-tempo veren birkaç enstrümanla hip-hop'çuluk yapıyorlar. Güfteler aslında hayat hikayelerini, sıyrılmayı başardıkları cürüm kazanı çevrelerinde olup bitenleri yansıtıyor. Seks tecrübelerini ar damarı patlamış olanların dahi yüzünü kızartacak şekilde anlatan hip-hop'çularda küfürün bini bir para. Sansür nedeniyle ekranda yapamadıklarını sahnede sergileyenlerin masum zihinleri zehirlemesini kimse engelleyemiyor.

Şimdi tekrar ‘İki Çeyrek'e, 50 Cent'e döneyim. 27 yaşındaki bu hip-hop'çu New York'un uyuşturucu ticaretin yoğun olduğu Güney Jamaica mahallesinde dünyaya gelmiş. Evini terk eden babasını hatırlamıyor, annesi ise nedeni bilinmeyen bir cinayete kurban gitmiş. 16 yaşında iken kokain satarken yakalanıp sekiz ay hapis yatmış. Arkadaşları çete çatışmalarında arka arkaya öldürülürken Curtis Jackson hip-hop'a merak salıp ‘50 Cent' lakabıyla kısa zamanda üne kavuşuyor. Dört yıl önce ‘Murder İnc.' (Cinayet Şirketi) kurucusu rakip hip-hop'çu tarafından bıçaklanıyor. Hastaneden çıktıktan iki ay sonra Queens'de büyükbabasının evi önünde araba içinde kurşun yağmuruna tutuluyor. Vücudundan dokuz mermi çıkartan cerrahlar ‘‘Hayatta kalması mucize’’ diyorlar. Hip-hop listelerinde zirveye ulaşan 50 Cent geçen eylülde bir otoparkta gene saldırıya hedef oluyor, bu kez yara almadan kurtuluyor.

50 Cent, aralarında Dr. Dre, Chingy, R. Kelly, Jay Z, Bad Boy Loon, Kanye West, Da Band, Goodie MOb'ın başını çektiği ‘gangster rap' türünün en ünlü icracısı. Mahallesi dışında kimsenin varlığından haberi olmadığı yılları geride bırakıp şöhrete, sefaletten milyonerliğe ulaşmasını takiben can derdine düşen 50 Cent rakipleriyle arasını bulması için zenci Müslüman lideri Farakhan'a başvuruyor. Militan Farakhan dahi ünlü hip-hop'çunun canını almaya ant içmiş hasımlarını ikna etmeyi başaramıyor.

Müzik eleştirmeni Ikimulisa Liningston 50 Cent plaklarının 600 milyonu aşkın satış yaptığını, geçen 18 ayda 400'ün üstünde şova çıktığını ve halen dünyanın bir numaralı hip-hop'çusu konumunu kazandığını söylüyor. Peki yaşamı nasıl geçiyor? Her an için düşmanları tarafından öldürülme korkusu içinde. Connecticut'ta boksör Mike Tyson'dan 4.1 milyon dolara satın aldığı 20 bin metrekarelik malikanesi bu eyaletin en büyük konutu. Şovlarında karnına inen tek taş pırlantalarla donanmış kolyesinin değeri bir milyon doların üstünde. Yüzük, bilezikleri, pırlanta süslü platin. Boynundaki haç gene pırlanta, adının baş harfi işlenmiş ağır madalyon, bileğinde saat de yüzlerce bin dolar değerinde. Yarısı resmi polis sürekli 20 korumayla gezen 50 Cent kurşun geçmez yelek giyiyor.

Ordu kalabalığındaki hayranları gözünde ‘kahraman' İki Çeyrek. Oysa aile değerleri, toplum ahlaki ölçeklerine vurulduğunda gençliği içten kemiren kanser virüsü.
Yazının Devamını Oku

Ahmak olmayan sarışın

15 Şubat 2004
Kırmızıya boyanmış çift katlı otobüs Manhattan'da ilk yıllarda kaldığım apartmanın bir sokak altında durunca Uzakdoğulu bir turist grubu dışarı çıktı. Rehber-şoför karşıdaki binayı işaret ederek konuşmaya başladı. Kamerayla binayı görüntüleyen bir turiste yaklaşıp ‘‘Neyi çekiyorsunuz?’’ dediğimde ‘‘Marilyn Monroe'nun evini’’ yanıtını verdi. Ünlü aktrisin sokak komşum olduğunu bilmiyordum.

Sinemanın gelmiş-geçmiş en ünlü yıldızı Marilyn Monroe toplum içinde ‘‘Sarışın Bomba’’ lakabıyla tanınıyordu. M.M. vasat aktrisliği ile değil erkeklerde arzu uyandıran dolgun göğüsleri, yuvarlak kalçaları, biçimli vücuduyla şöhrete ulaşmıştı. ‘‘Sarışınlar ahmak olur’’ tanımlamasında ilk akla gelen Marilyn olurdu. Yakınları ünlü yıldızın aşağılık duygusu yüzünden yalnız yaşamı tercih ettiğini söylüyorlar. Zorunlu katılacağı davetlere gitmeden önce saatlerce gardırobundaki kıyafetleri deneyen, saç ve yüz makyajı yaptıran Marilyn'in hazırlanmadan dışarı çıktığında en sadık hayranının dahi tanıyamayacağı ölçüde vasat görünüşlü bir kadın olduğu söyleniyor.

Özel fotoğrafçısı Stern anı kitabında Marilyn'in kendisini arayıp ‘‘Canım sıkılıyor, kahve içmeye gelsene’’ dediğini naklediyor. Oysa Stern bir arkadaşının doğum günü partisine davetli. ‘‘Seni almaya geleceğim yarım saat içinde. Birlikte gideriz ama, giyinip kuşanmaya kalkma, zaten geç kaldım. Herkes ev kıyafetiyle gelecek’’ diyor. M.M. rengi uçuk blucin üstünde, kısa kollu bluz, saçlarını at kuyruğu toplamış, yüzünde tek çizgi makyaj yok, Stern'le partinin yapılacağı eve gidiyorlar. Kapıyı açan arkadaşı Marilyn'e kendisini tanıtıyor. ‘‘Ben Thomas, hoş geldiniz’’ Sarışın Bomba tanınmadığı için bozuluyor: ‘‘Ben Marilyn Monroe.’’ Thomas sıradan bir kadın görünümündeki yıldıza alaycı gülüşle karşılık veriyor: ‘‘Ben de Clark Gable'ım.’’

Özel hayatımda olduğu gibi mesleğimi sürdürürken de bir kısmı doğuştan, gerisi kuaför marifetiyle kumral-esmerden dönüş yapmış pek çok sarışınla karşılaştım. Ama kafayapısında kültür donanımına sahip olana ender rastladım.

Genelleme yaparak tüm sarışınları ‘‘ahmak ve kültürsüz’’ olarak tanımlama niyetinde değilim. Gene de gerek beyazperde gerekse halk içinde çabuk elde edilebilen, erkekleri baştan çıkaran, yükselmek için dişiliğini kullanan kadınlar çoğu zaman sarışın olarak tasvir ediliyor.

Günümüzde eğlence aleminde zirveye tırmanmış Britney Spears, Christina Aguilera, Pink, Jessica Simpson, Hillary Duff, Kylie Minogue gibi ünlüler de bu sınıflamaya giriyor. Hilton otelleri zincirinin varisi 21 yaşındaki sarışın afet Paris Hilton'un kısa zamanda üne kavuşma nedeni de skandal dolu yaşamına ilaveten internette dolaşan porno filmleri.

Ama dış görünüşe aldanmamak lazım. Sarışın Bomba Marilyn'e karşı bir Hollywood stüdyosunun rakip çıkardığı sarışın Jayne Mansfield döneminin en iri göğüslü, nefes kesecek seksi görünümlü yıldızı idi. Eleştirmenlerin ‘‘Kafasız Sarışın’’ nitelemesine maruz kalan Mansfield şöhretini sürdürmek için Dünya Vücut Güzeli Mickey Hargitay ile kısa süren bir evlilik yaptı. Son kez şarkıcılığı denemek üzere çıktığı İngiltere turnesinde birkaç kez buluştuğumda ‘‘Sarışın seks bombası etiketini üstümden atamadım. Erkekler filmlerime göğüslerimi, bacaklarımı izlemeye geldiler, kulüplerde şarkı ortasında ‘‘Çıkar, çıkar’’ diyerek soyunmamı istediler. Oysa ben ahmak sarışın değilim’’ diye yakındı. İyi eğitim gördüğünü vurgulayan seksi sarışın Amerikan dış politikasından Afrika'daki yoksulluğa kadar çeşitli konularda görüşlerini sıralayıp bilgi düzeyini kanıtladı. Kanımca kafasının içi dolu ender sarışınlardan biriydi.
Yazının Devamını Oku

Washington'da Türk casusları(!)

8 Şubat 2004
Son bir haftadır Türkiye'den arayanların en çok merak ettiği husus, Amerikan basınının Başbakan Erdoğan'ın ABD ziyaretini nasıl işlediği. Ziyaretin basında ne kadar yer aldığı. Ancak ben size bugün ‘Sibel Edmonds’dan bahsedeceğim. Şimdi ‘Sibel de kim?’ diyeceksiniz. Anlatayım:

Sibel son iki yıldır ABD yazılı ve görüntülü basınında adından en fazla söz edilen Türk kökenli bir Amerikalı. 11 Eylül terör saldırılarını takiben FBI'ın tercüman olarak işe aldığı ve altı ay sonra kovduğu Sibel'in maceraları bir filme konu olsa şaşmayacağım. ‘60 Minutes’, ‘20-20’ gibi ödül kazanmış TV programlarına çıkan, düzinelerle gazetede haber ve röportajları yayımlanan Sibel'e son kez geçen hafta New York Observer Gazetesi bir tam sayfa ayırdı. Matthew Edmonds adlı bir Amerikalı'yla evli Türk kökenli kadın eski görevine tekrar alınması için FBI ve Adalet Bakanlığı'na karşı açtığı dava ile basına sürekli malzeme konusu olmaya devam ediyor.

Ama konu sadece ‘işten kovulma’ mağduriyeti değil. Sibel ülkenin iç güvenliğinden sorumlu FBI yöneticilerini ‘görev suiistimali’ ile suçladığı gibi bir dost ülkenin, ABD Dışişleri ve Savunma Bakanlıklarında ‘casus’ları olduğunu ileri sürüyor. Kim bu ülke? Türkiye.

Sibel, 11 Eylül terörüyle bağlantılı bir örgütü dinlemeye alan FBI'ın telekulak kayıtlarına göre Washington Türk Büyükelçiliği'ndeki iki entelijans ajanının bu örgütle ilgisi olduğunu iddia ettikten sonra ortalık kızışmaya başlayınca iki Türk ajanının aniden Amerika'yı terk ettiğini ekliyor.

‘‘New York, Los Angeles ve bazı şehirlerde FBI ajanlarının El Kaide'nin ABD ve diğer ülkelerdeki bağlantılarını tespit için kaydettiği telefon konuşmalarını tercüme etmeye başladım. Bazı tercümeler yanlış yönlendirici idi. Bir Türk ajanıyla ilgili kayıtlara bir Türk tercüman ‘Konuyla ilgisi yok' etiketi koymuştu. İç güvenlik ihlali olduğu için sözlü ve yazılı olarak şikayette bulundum, dikkate alınmadı.’’

FBI'ın Washington ofisinde 200 tercüman arasında Sibel dışında iki Türk kökenli daha vardı. Bunların arasında Sibel'i en fazla rahatsız eden Melek Can Dickerson adlı tercüman idi. ABD Hava Kuvvetleri'nde bir binbaşının eşi Melek hakkında Sibel şu iddiaları öne sürüyor:

‘‘Daha başlangıçta ondan şüphelendim. Melek bir Türk örgütü için çalıştığını söylemişti. Israrı üzerine eşlerimizle birlikte Alexandria'da çaya gittik. Binbaşı Dickerson kocama bu Türk örgütünden bahsedip ‘Onlarla ilişki kurman senin için yararlı olur' dedi. O örgütü Melek'le birlikte izlemeye almıştık. Melek, beni ve kocamı bu örgütün zirvesindeki iki Türk’le tanıştırmak istedi. Oysa ikimiz de Washington'daki Türk Büyükelçiliği'nde görevli bu iki entelijans ajanının FBI'ın kayda aldığı konuşmalarını tercüme ediyorduk. Kocam işini geliştirmek yolunda teklifi dinliyordu ama bu klasik casusluğa yem atma stili idi.’’

Sibel'e göre Melek Can daha sonra ilişkisi olduğu iddia edilen Türk entelijans ajanının konuşmalarını yanlış tercüme edip ‘Sibel Edmonds' imzasıyla amirlerine göndermiş. Sibel durumu öğrenip telekulak kayıtlarını tercüme edince Türk ajanın ABD Dışişleri ve Savunma Bakanlıklarında kendisi için çalışan ‘casuslar' olduğunu söylediğini ortaya çıkardığını bildiriyor. Tercümeleri bitirmeden önce FBI, Sibel'i işten kovuyor.

FBI, Sibel’in evindeki bilgisayarına bile el koyar. Bu arada Sibel’in ifadesine göre iki Türk ajanı aniden Washington'u terk eder.

Sibel bu olaydan sönra ABD Senatosu Adalet Komitesi'ne başvuruyor. Davaya yeşil ışık yakılırsa Adalet Bakanı Ashcroft ile FBI Direktörü Mueller de ifade verecekler. FBI'dan ayrılıp Belçika'ya giden Melek Can, Sibel'in iddialarını ‘Saçmalık' diye yanıtlıyor. Washington Büyükelçiliğimiz ‘‘Konu hakkında gazeteler dışında bilgimiz yok’’ şeklinde konuşuyor. Büyükelçiliğin baş müttefikimiz ABD'de yasadışı eylemlere karışması deli saçması gibi görünüyor. Sibel'in TC vatandaşı olup olmadığı hususunda bilgi vermiyorlar.

Eski ve yeni vatanları arasında sıkışmış tercümanlar, El Kaide, aşk ilişkisi, casusluk, terörist avı, kovulma mağduriyeti, tehditler, ABD'ye karşı açılan davalar gibi film konusu malzemeyle dolu. Sibel, 11 Eylül'de erkekleri ölen dört Amerikalı kadınla ABD'yi zorlama peşinde son günlerde. Bakalım bu işin sonucu ne olacak?
Yazının Devamını Oku

Kutup soğuğunda mini etek

1 Şubat 2004
Topluca bir hanım ‘‘Aşırı şişmanlığın tek iyi tarafı zayıflara kıyasla soğuğa daha fazla dayanıklı olmamız’’ diyor. Acaba öyle mi? Bir doktor dostum aşırı şişmanların (obez) soğuğa karşı avantajını küçümseyerek obezliğin sebep olduğu kalp, şeker gibi hastalıkları sıralıyor.

New York'un uluslararası havalimanı J.F.Kennedy'nin otoparkına arabayı bırakıp dondurucu soğuğa çıkıyoruz. Yolcu terminali istikametinde beton zemine halı gibi döşeli buz tabakasından gözümüzü ayırmadan yürüyoruz. Çok kimsenin buzda kayıp ayağını, kalçasını kırdığını duyduğumuz için dikkatli davranmak zorundayız. Arkadaşım önümde yürüyen ve zeytin renkli kabanının altında mini eteği görünen kadını gösterip ‘‘Üşümüyor mu bu kıyafetle?’’ diyor. Parmağımı dudağıma götürüp 'sus' işareti yapıyorum. Zihnimde yıllar önce aynı yerde başımdan geçen benzer bir olay canlanıyor.

Gene çok soğuk bir günde terminale giderken önümde leopar desenli yarım kürk paltolu, kısa etekli bir kadın battaniyeye sarılı bir çocukla yürürken birlikte olduğum kişiye ‘‘Yahu şu kadın milletinde hiç akıl yok. Böyle havada üç günlük bebekle dışarıya çıkılır mı?’’ şeklinde eleştiride bulundum. Kadın aniden geriye dönüp pırıl pırıl Türkçe'siyle ‘‘Evde bırakacak kimse olmazsa çıkılır’’ diyerek beni tersledi. Ders oldu bana bu patavatsızlığım.

OBEZLİK İNSANI SOĞUKTAN KORUR MU?

Tanıdık hanımlara kutuplardan gelen soğuğun eksi 20'lerde dolaştığı havalarda işe, alışverişe, gezmeye nasıl gittiklerini soruyorum, anlatıyorlar:

‘‘Soğuktan korunmanın sırrı giyim-kuşamda tabakaları (layer) çoğaltmak. İç çamaşırında ipek şart. Yuvarlak yakalı, uzun kollu. Külot ise ayak bileklerine kadar inecek. Üstüne gene ipek çorap. Su geçirmez ayakkabı. Sonra bluz, dik yakalı kazak, yünlü veya sentetik kumaştan pantolon. Palto, boğazı saran kaşkol, eldiven, kürk veya yünlü şapka. İpek iç çamaşırını kadınlar kadar erkekler de kullanıyor.’’

Oysa caddede sokakta soğuğu umursamadan gezinen göğsü bağrı açık kilolu kadınlar görüyorum. Hayli topluca bir hanım ‘‘Aşırı şişmanlığın tek iyi tarafı zayıflara kıyasla soğuğa daha fazla dayanıklı olmamız. Kasları kaplayan yağ tabakaları soğuğun hissedilme oranını azaltıyor. Ben ince vücutlu arkadaşlarıma nazaran daha az üşüyorum’’ diyor. Acaba öyle mi?

Bir doktor dostum aşırı şişmanların (obez) soğuğa karşı avantajını küçümseyerek obezliğin sebep olduğu kalp, şeker gibi hastalıkları sıralıyor.

Dediği doğru. Bu ülkede obezlik insan sağlığını tehdit eden başlıca nedenlerden biri. Kadını, erkeği, okul çağındaki çocuğuyla Amerikalılar her yıl daha fazla şişmanlaşıyor. Tıp otoriteleri şişmanlığın salgına dönüştüğünu bildiriyor.

‘‘Obesity Research’’ adlı bir dergi obezliğin Amerikan hazinesine yılda 75 milyar dolara mal olduğunu açıkladı. Resmi sağlık kurumları Medicare ile Medicaid bu meblağın yarısını ödüyor, vergi mükelleflerinin payına düşen kısmı ise 39 milyar dolar. Bütçelerinde obezler için en fazla yardım ayıran eyalet 7.6 milyar dolarla California. New York 6 milyar dolar ile ikinci sırada. Bu meblağlar aşırı şişmanlığın tedavisine harcanıyor.

MANOLO BLAHNIK PABUÇLA MUTLULUK

Peki obezler aşırı kilolardan kurtulmak için bir şey yapmıyorlar mı? Yapmaz olurlar mı? Devamlı olmasa dahi perhiz, sabit bisiklet, şeritte yürümeyle kilo vermeye çalışıyorlar. Manken yapılı hemcinslerinin alışveriş uğrağı Ann Taylor mağazasının yöneticisi bina komşum ‘‘Patronum geçen yıl fazla kilolarımdan kurtulduğum takdirde beni müdür yapacağını söyledi, utancımdan yerin dibine geçtim. Ama haklıydı. Müşterilerim genelde altı- sekiz arasında değişen ölçüde elbiseler alıyor. Benim ölçüm ise 14-16 arası. Hem de genç kızlığımdan beri. Patronun meslekte terfi vaadi değil, bir erkek gözüyle obez olduğumu yüzüme söylemesi beni kamçıladı. Derhal sıkı bir perhize girdim ve jimnastik salonunda sabah akşam egzersizlere başladım. Dört ay içinde ölçüm 12'ye düştü. Hedefim 10’’ derken profilden incelmiş bedenini gururla gösteriyor.

Komşum devam ediyor: ‘‘Kar fırtınası başlamadan önce indirim ilanı veren Manolo Blahnik'in butiğine gittim. Hayatta en büyük arzum fiyatları astronomik olmasına rağmen Manolo'nun stiletto topuklu bir gece ayakkabısını giymekti. Bir kaç yıl önce denediğimde parmaklarım cenderede sıkıştırılmış gibi olmuştu. Kilo verdikten sonra ayakkabılarım bol gelmeye başladı. Bir kez daha tecrübe etmek için butiğe gittim. Gözüme kestirdiğim iskarpinle rahatça yürüdüm. 1230 dolardan 615 dolara inen işlemeli stilettoyu aldım. Uzun zamandır kendimi böylesine mutlu hissetttiğimi hatırlamıyorum.’’
Yazının Devamını Oku

Hortumcuya, vurguncuya hoşgörü yok

25 Ocak 2004
Telefonda şen şakrak bir ses: ‘‘Soğuktan şikayet ediyorsun ama gel de Coney Island'daki kutup ayılarını gör, nasıl oynuyorlar denizde. ’’ Arayan ‘‘Matbaacı’’ İsmet abi. Ayı, bildiğimiz orman azmanı değil, kış ortasında denize giren, yaş ortalaması 50'yi aşkın eski sporcuların kurduğu Polar Bears Club'ın üyeleri. ‘‘Mahalledeki dondurmacı kalabalıktan geçilmiyor. Bu soğukta çocuklar külahta dondurma alıp sokakta yalayıp yiyorlar. Haberin olsun 20'yi dört kere katladım. Zımba gibiyim’’ diyor 80'i dönmüş 'Matbaacı' abimiz.

New York bu yıl da dondurucu bir kış içinde. Birkaç gündür termometre eksi 16-18 derece civarında. Bir de rüzgar faktörü eklenince ortaya Alaska'yı hatırlatan ilik dondurucu bir soğuk çıkıyor. Coney Island'daki 'ayılar' okyanus suyunu daha sıcak bulmuş olmalı.

Ocak, soğuğa rağmen bazı şöhretleri terleterek geçeceğe benziyor. Ama saunada, jakuzide değil, mahkemede. Sahibi olduğu şirketleri hortumlayan, borsa hilekarlığı yapanlar savcı, hakim karşısında ifade verecekler. Sanıklar mültimilyoner, meblağlar astronomik. Nerdeyse bir Afrika ülkesi bütçesi kadar. Ama Amerikan sistemi hortumcu, vurguncu, hırsız şirket sahibine, işadamına karşı acımasız. Bizde, Türkiye'de olduğu gibi yasa boşluklarından sıyrılmak kolay değil. Suçu sabit görüldüğünde en ünlü şirket sahibi bileklerinden kelepçeye vurulup cezaevine teslim ediliyor.

WorldCom.Inc.'in finans başdirektörü Scott Sullivan 11 milyar dolarlık sahtekarlık yaparak şirketin iflasına yol açmaktan yargılanacak. Kablolu TV şirketi Adelphia'nın kurucusu John Rigas ile iki oğlu kendi şirketlerinden iki milyar dolar hortumladıkları için sorgulanacak. Tyco International'ın Yönetim Kurulu Başkanı Dennis Kozlowski şirketinden milyarları şahsi hesabına geçirdiği, hisse senetlerinin değerini şişirip sahtekarlık yaptığı gerekçesiyle mahkemede hesap verecek.

Adını taşıyan özel TV programlarında ‘‘Amerika'nın Ev Kadını’’ diye tanınan Martha Stewart vurguncu şöhretler arasında en budalası olsa gerek. Şahsi serveti 400 milyon doları aşan Martha borsa portföyünü yöneten komisyoncunun verdiği tüyo ile bir gecede 51 bin dolar kazanç sağladı. Yakın dostu ImClone şirketinin sahibi milyoner Sam Waksal geçen yıl sonunda bu suça iştirak ettiğinden altı yıl hapis yiyerek cezaevine gönderildi. Martha Stewart kürk paltosunun omuzunda taşıdığı Birkin marka altı bin dolarlık ısmarlama çantayla çıktığı ilk duruşmada hakime ‘‘Suçsuzum’’ dedi. Jüri oluşturulduktan sonra dava görülmeye başlanacak. Bu listeye bir de yeraltı dünyasını ekleyelim. 150 FBI ajanı ve New York polisinin baskınları sonucu 27 mafya gangsteri hafta ortasında tutuklanarak cezaevine gönderildi. Aralarında Bonanno çetesinin 'Baba'sı Anthony Urso ile Kanada'nın 'Baba'sı Vito Rizzuto'nun da bulunduğu gangsterler, cinayet, haraç, soygun ve benzeri 15 suçtan adalet karşısına çıkarılacaklar.

Peki, bu dondurucu soğukta insanın içini ısıtacak iyi şeyler olmuyor mu? Amerika burası, olmaz olur mu? Buharlı havanın ısıttığı kaldırım mazgalları üstünde geceleyenlerin yanından geçip eve geldiğimde Joan Kroc'la ilgili kısa bir haber ekranlardan gelip geçti. McDonalds'ın kurucusu Ray Kroc'un eşi Joan, Amerika'nın yoksullarına, kader mahkumlarına yardım için kurulmuş Salvation Army'ye 1.5 milyar dolar bağışta bulundu. Salvation Army'nin genel direktörü Todd Bassett ‘‘Şaşırıp kaldık, bu meblağ bağışta dünya rekoru olsa gerek’’ diye konuştu. Croc'un başka kurumlara yaptığı bağışların toplamı ise ayrıca 500 milyon dolara yaklaşıyor.
Yazının Devamını Oku

New York'ta insanın kalbi sıkışsa bile merdiven basamağına oturması yasak

18 Ocak 2004
Bir yasak furyası sürüyor New York'ta. Bir bakkalın dükkanın önüne sandık koyup oturması yasak kapsamına giriyor. Parklarda aç güvercinlere ekmek kırıntısı dağıtmanın cezası da elli dolar. Limuzin sürücüsü tanıdık bir kişi. Yarım saatlik yola gideceğiz. Ofiste kurabiye eşliğinde sabah kahvesinden sonra bir sigara tüttürmeye fırsat bulamadığımız için soruyorum: ‘‘Yakabilir miyim?’’ O da benim gibi tiryaki. ‘‘Tamam abi. Ben de yakacağım bir sigara’’ diyor ama ikazı da ardından geliyor: ‘‘Devriye arabası görürsen hemen söndür, yoksa ceza yeriz.’’

İlk bakışta durum garip. Belediye otobüsü veya ‘‘Yellow Cab’’ diye tanınan ruhsatlı taksi içinde değiliz. Yan yana ateşliyoruz sigaralarımızı. Yasak gölgesinde kaygıyla sürdürülen bir zevk bu. Havadan sudan laf ediyoruz gene de gözümüz yan aynalarda, polis aracı gözlüyoruz.

Burası eski Taliban yönetiminde Kabil, ramazan ayında Riyad değil. Dünya başkenti diye reklamı yapılan, onca insanın gelmeye can attığı New York'tayız. İstanbul'da bazı kolejlerden, Ankara'da Siyasal Bilgiler Fakültesi'nden zaman zaman ‘‘Amerika'nın olumsuz yönlerini yazıyorsunuz’’ diyen genç okurlarım belki bu kez de eleştirecekler beni. Ama gerçekleri anlatıyorum.

Bazı eyaletlerde eşcinsel evlilik için yasa çıkarılan, özgürlük bayraktarı ülkenin gözbebeği New York'ta taksi, limuzin şöyle dursun özel aracınızda dahi sigara içemezsiniz. Peki bir sigara yaksan ne olur? Polis gördüğü takdirde ‘‘Kapalı Yerde Temiz Hava Yasası’’ ihlalinden ötürü 200 ile 2000 dolar arasında ceza yiyebilirsiniz.

Bu yasa 1995'te yürürlüğe girmiş. Ama kağıt üstünde kalıp rafa kaldırılmış pek çok yasa gibi uygulanma sürecine girmemiş. Nedeni ise New York'un içki, yemek, sigara-puroyla özdeşleşen işadamı, banker, sanatçı içeriğindeki sosyal dokusu. Oysa Michael Bloomberg'in belediye başkanı olmasını takiben sigara yasağı ofis, mağaza, lokanta, bar, kulüplerden başlayıp tüm kente yayıldı. Yasak bir yılda New York'un 23 bin lokantasının dörtte üçünde gelirin yüzde 30 civarında düşmesine sebep oldu. Lokantacılar ‘‘Akşamcılar sigara yasağı yüzünden içkiye gelmiyor. Kazanç kaybımız büyük’’ diye yakınıyorlar.

Bloomberg'in sigara konusunda baş düşmanı Vanity Fair dergisi yönetmeni Graydon Carter. 1.2 milyon tirajlı derginin yönetmeni Carter ‘‘Sigara polisi çalışma masamda içi boş olmasına rağmen kül tablası bulunduğu için üç kez ceza yazdı’’ diyor. Yüksek sosyetenin gözdesi, iş, siyaset, eğlence dünyası şöhretlerinin yakın dostu ünlü baş editör öfkesini şöyle kusuyor: ‘‘Garip yasakların hüküm sürdüğü bir yer oldu New York. Çalışma yerinde şarjörü dolu tabancanız varsa sorun değil. Ama masanızda boş kül tablası yüzünden ceza ödersiniz. Hem de sigara polisinin ofisinize haber vermeden araştırma için girmesiyle.’’

Kentin bazı semtlerindeki binalarda da daire sahibi veya kiracılara sigara yasağı geldi. Tiryakinin ofis, ev, barların yanısıra kaldırımda lokanta tentesi altında dahi sigara tüttürmesi yasak.

Amma da büyüttün bu işi, tütündeki nikotinin zararı malum, toplum sağlığını düşünerek yasak getirilmiş, fena mı diyebilirsiniz. Konu bireysel özgürlüğün, insan haklarının ihlal edilmiş olması. Sigara paketleri üstünde satırlarca ikaz ifadesi var. Ürünleri en fazla satan Philip Morris dahi TV'lerdeki reklamlarında sigaranın sebep olduğu hastalıkları sıralıyor. Buna rağmen tiryakileri caydırmak kolay değil. Amerika'da 45 milyon kişi sigara içiyor. Zararlarını bile bile.

Amerika'da sarhoş araba kullananlar yılda 20 bini aşkın insanın ölümüne, on binlercesinin de sakat kalmasına sebep oluyor. Alkolün getirdiği hastalıklar da cabası. Buna rağmen kimse ortaya çıkıp alkollü içki satan dükkanları, barları, meyhaneleri kapatalım, şaraptan viski ve biraya tüm içkilere yasak getirelim diyebiliyor mu?

Sigara içmediği için sigarayı yasaklatan belediye başkanının New York'a getirdiği diğer yasaklar da var. Mesela mahallede hafta sonunda bisikletle geziyorsunuz, etrafta pek kimseler de yok. Denge denemesi yapmak, ustalığınızı göstermek için iki elinizi direksiyondan çektiniz. Polis görürse ceza yazıyor. Kilolu bir kişi veya hamile bir kadının metrodan sokağa çıkarken kalbi sıkıştığında merdiven basamağına dinlenmek için oturması dahi yasak. Bir bakkalın dükkanın önüne sandık koyup oturması da yasak kapsamına giriyor. Parklarda aç güvercinlere ekmek kırıntısı dağıtmanın cezası da elli dolar.

Manhattan'ın SoHo kesiminde Mekong lokantası sahibi Brian Bui, bir müşterisinin yemek sonrası dışarda sigara içmesine mani olmadığı için 200 dolar ceza yedi. Bu cezayı ödemedi ve mahkemeye başvurdu. Açtığı davayı kazandı ama avukatına ödediği üç bin doları New York belediyesinden geri alamadı.

Bir yasak furyası sürüyor New York'ta. Bakalım nerede duracak?
Yazının Devamını Oku

Kadın onuru için cinayet

11 Ocak 2004
Çok değişti Manhattan. Zenci Harlem'i turist uğrağına dönüştü. Morning Side Park'ında polis devriyeleri gece-gündüz cirit atıyor. Geçenlerde mafya hálá yaşıyor mu diye düşünürken ünlü Rao lokantasında işlenen bir cinayet dikkatleri tekrar uzun yıllardır Manhattan'ı kemiren İtalyan gangsterlerine çekti...

Gün ışığının cimriliğinde bir kış günü. Hava daha ikindi basmadan kararmış. Bir arkadaşın evine yemeğe davetliyim. Oturduğu yer Columbia Üniversitesi'ne yakın. Manhattan'ın ortasında metroya biniyorum. İstikamet adanın kuzeyi. Ekspres treninin 116'ncı durağında dışarı çıkıyorum.

Dışarda in-cin top oynuyor. Etrafta irili ufaklı evler var. Oysa arkadaşın aylar önce gittiğim evi yüksek binalarla çevriliydi. İleride sokak kavşağında elektrik direği altında gördüğüm üç kişiye yaklaşıp ‘merhaba’ diyorum. Beni tepeden tırnağa süzüyorlar. Karanlıkta fark etmemişim, üçü de zenci bunlar.

Soruyorum: ‘‘116'ncı sokakta bir eve gideceğim ama burada o yükseklikte bina yok. Yardım eder misiniz?’’ Genç olanı yanıt veriyor: ‘‘Yanlış yere gelmişsin. Burası 116'ncı sokak ama senin aradığın batıdaki. Tekrar trene binip 42'nci sokağa git, Broadway trenine bin.’’

Gerisin geriye 74 sokak gidip tekrar dönmek zaman alacak. Taksiye bineceğimi söylüyorum. Çehrelerinde müstehzi ifade, ‘‘Kolay bulamazsın.’’ diyorlar.

Yolun ortasında beklemeye başlıyorum. Rahat on dakika geçiyor. Uzakta bir taksi beliriyor. El-kol işareti yapıyorum ama sürat kesmeden geçiyor yanımdan. Elli metre sonra durup geriye geliyor. Taksinin yaşlı sürücüsü eğilip yüzüme baktıktan sonra düğmeye basarak kapı kilidini açıyor. İçeri girince ‘‘Ne arıyorsun Harlem'de? Beyaz olmasaydın seni almazdım. Direk dibindeki zencileri gördüğüm için durmadım. Soyulmadığına şükret’’ diyor. Üniversitenin olduğu mahalle batıda kalıyormuş. Şoför arabayı gazlarken devam ediyor: ‘‘Çapraz gitsek beş dakikalık yol ama ortada Morning Side Parkı var. Parktan gündüz dahi geçmem, uyuşturucu satan çeteler orada. Cinayet, ırza geçme oranı en yüksek yer kentte. Sağ tarafımız ise Doğu Harlem, mafyanın yeri.’’

New York'la haşır neşir olma dönemimdeyim, şoför acemiliğimin farkında. Yaktığım ikinci sigaranın sonuna gelmeden zenci ve İspanyol Harlemlerini, mafyanın adanın güney ucundaki İtalyan mahallesinde değil doğu Harlem'den yönetildiğini bir çırpıda anlatıyor.

O günden bu yana çok değişti Manhattan. Zenci Harlem'i turist uğrağına dönüştü. Morning Side Parkı’nda polis devriyeleri gece-gündüz cirit atıyor.

Beş mafya ailesi liderinin gücünü kaybetmesi, son ‘Baba’ John Gotti'nin cezaevinde ölmesi üzerine film ve kitaplara konu olan eylemler ‘efsane’ olarak anılıyor. Gangsterlik can çekişiyor son on yıldır.

Geçenlerde mafya hálá yaşıyor mu diye düşünürken ünlü Rao lokantasında işlenen bir cinayet dikkatleri tekrar uzun yıllardır Manhattan'ı kemiren İtalyan gangsterlerine çekti. Bir yıl sonrasına dahi rezervasyon yaptırmak mümkün olmayan 40 kişi kapasiteli Rao'da Louis Barone adlı eski mafya tetikçisi, yemek arasında şarkı söyleyen bir sopranoya sürekli hakaret ettiği için gene mafya bağlantılı Albert Circelli'yi tek kurşunla öldürdü.

Belediye başkanı, banker, önemli işadamlarının yıllık masa kiraladığı Rao, Pleasant Avenue ile 114 ve 120'nci sokakları içeren mafya merkezinin ana caddesinde. En gözü kara gangsterlerin yaşadığı İtalyan mahallesinde eskiler ‘‘Kapılarımızı kitlemeye hiç lüzum görmedik. Amerika'nın en güvenli yeri burasıydı’’ diyorlar. Bakkal, kasap, berber salonları duvarlarında Marlon Brando, Frank Sinatra, Dean Martin, yıldız beyzbolcu Joe DiMaggio'nın imzalı resimleri hálá asılı.

Altı sokağı içeren mahalle yavrusu, Al Pacino'nun ‘Carlito’s Way', Robert De Niro'nun ‘Analyze That’ gibi filmlerine sahne oldu. ‘‘The Godfather'da Sonny (James Caan) eniştesini Pleasant Avenue'de dövdü. Genovese ailesinin ‘Baba'sı Anthony Salerno'nun (Şişko Tony) ofisi de bu caddede idi.

Oysa şimdilerde mafya eylemlerinin planlandığı bu kesimde Borsalino şapkalı, ince beyaz çizgili takım elbiseli gangsterler yok. Mafya eskileri öbür dünyaya göçmüş veya cezaevinde, genç kuşak İtalyanlar koleje gidiyorlar. Pleasant Avenue'de mafya ‘baba'larının, alt kademe tetikçilerin berberi Claudio Caponigro geçmişten özlemle söz ediyor:

‘‘53 yıldır bu dükkanı işletiyorum, çok iyi bahşiş alırdım müşterilerden. İnsanlar hep takma adıyla anılırdı. ‘Bacak' Danny, ‘Salam' Tommy, ‘Kedi' Sam, ‘Göbek' Frank, ‘Tilki' Johnny gibi. Yıllar önce ‘Gözleme' lakaplı bir dostumuz hastaneye kaldırıldı, ziyarete gittik. Soyadını bilmediğimiz için kayıtlarda bulunamadı. Buradakiler kendilerini kurşunlayan diğer aile mensuplarının adını polise ihbar etmezdi. Eski insanlar gerçekten mert idiler.’’

Peki Rao'daki cinayet mafya kapışması mı idi? Yaşlı berber ‘‘Hayır. Aile kavgaları bitti. Circelli bir sopranoya hakaret etti, ‘Öbek Öbek' Louie kadının onurunu savunmak için tabancasını kullandı’’ diye 67 yaşındaki mafya emeklisine arka çıkıyor.
Yazının Devamını Oku

‘‘Arkadaşım’’ Oktay Ekşi'ye

4 Ocak 2004
Geride bıraktığımız yıl hakkında yazılacak çok şey var bu ülkeden. Amerika nereden nereye geldi son bir yılda. Irak Harbi, tutuklu Saddam'a rağmen terörün süregelmesi, Usame'nin tehditleri, Beyaz Saray'ın ‘‘Ben yaptım, oldu’’ felsefesinde yürütülen dış politika, Kasım seçimleri, sağlık, eğitim gibi sosyal programlar dururken Merih'e seyahat projesi aklıma ilk gelenlerden.

Ama önümde ciddi bir konu var. Şahsi bir konu bu. Yanıtlamadığım takdirde kişiliğime ihanet etmiş olacağım.

İlk kez haftalık yazımı ‘‘New York-Amerika’’ ekseninden çekip bir ‘‘dost’’uma serzenişe, eğrileri doğrultmaya hasrettiğim için bağışlayın.

Arkadaşlığımız, kendi ifadesiyle ‘‘en az 40 yıllık’’ olan Oktay Ekşi geçen hafta gazetemizde yayımlanan ‘‘Amerika'da Üç Gün’’ başlıklı yazısında bu ülkeye yaptığı ziyaretini anlatıyor.

Ekşi bu ziyaretinde de karşılaştığı güçlükleri eleştiriyor. ‘‘Aşağıda kar vardı, havaalanının trafiği yoğundu, havada tur attık. Tekerlekler piste değdi ama aprona bir saat sonra geldik’’ diyor. New York, halkının kar görmediği Karayip'lerde değil. JFK ise dakikada düzinelerle uçağın inip-kalktığı dünyanın en işlek havaalanlarından biri. Günde beş uçağın indiği Benin havaalanına gitseydi iki dakikada terminale çıkardı.

Cep telefonu kullanamamış Ekşi. Duvar telefonları da fazla karışık gelmiş. Atatürk havalimanındaki duvar telefonundan New York'ta bir yakınına ‘‘İstanbul'a geldim’’ demeyi acaba hiç denemiş mi?

Dönüş yolculuğunda ise alanda kuyrukların uzunluğu, bavulların denetlenmesi, bel kemerinden ayakkabılarına aranmasına kadar hayli zorluklar geçirmiş.

11 Eylül sonrası Amerika bu, dostum. Uçuş güvenliği, terör tehditleri yüzünden tüm yolcuların bavulları bomba, ayakkabıları patlayıcı malzeme var mı diye didik didik ediliyor. Soyunup dökünmekten şikayet eden de yok. Sonunda can kaygısı var. Kimseye ayrıcalık tanınmıyor. Hollywood şöhretleri, Wall Street bankerleri, holding sahipleri de aranıyor. Başyazarlar da.

Şimdi ‘‘kişisel’’ konuya geçiyorum.

Ekşi, New York'ta ‘‘Kime telefon ederseniz, pek şanslı değilsiniz, karşınıza ‘Lütfen ses mesajı bırakın’ diyen bant kaydı çıkıyor’ dedikten sonra şöyle devam ediyor: ‘‘Mesajınızı bırakıyorsunuz ama size dönen olmuyor. Çünkü herkes sadece kendi bencilliğine hizmet sunuyor. Bir örnek vereyim’’ diyor.

‘‘Hürriyet'in NY'taki temsilcisi, en az 40 yıllık arkadaşım Doğan Uluç'a ben şahsen dört defa mesaj bıraktım, dönüp aramadı. Üstelik New York'a geleceğimi ve kendisini arayacağımı önceden haber vermiştim. İnsanlık nereye düşmüş, anlayın.’’

Zehir-zemberek bir suçlama bu. Bencillikle nitelenecek ne yapmışım?

Beni insanlık nereye düşmüş dediği işlevlerin içine sokuyor. Ağır bir saldırı bu. Ekşi aradığında telefona çıkamayışımla insanlık suçu mu işlemiş oluyorum?

Ziyaretinden önce iki kez konuştuğumda ‘‘Geldiğimde seni ararım’’ demişti. Hangi uçakla geleceğini söylemiş olsaydı arabamla karşılamaya gider, terminal kapısında Türkiye'yle konuşması için cep telefonumu da verirdim, dostlarımın dostlarına dahi yaptığım gibi. Oktay Ekşi'yi BM'de katılacağı toplantının ikinci seansında aradım, göremedim. Gündüzleri ofisteyim. Ses kaydına bıraktığı mesajlarını ancak akşam eve geldiğimde dinledim. Ama kaldığı otelin adını veya ulaşabileceğim bir telefon numarası da bırakmamıştı. İstanbul'dan Hürriyet santralında sekreterini aradım, ulaşamadım. Santral cep telefonunu veya kaldığı oteli bilmediklerini söyledi.

Bunca yıldır eş, dost bir yana hiç tanımadığım kimseler bana ofis ve cep telefonlarımdan ulaştılar. Mesaj bırakıp aramadığım kimse olmadı diyebilirim. Bir dostun bana bir taş atımı mesafeden gönderdiği mesajlarını niye yanıtsız bırakayım? Zahmetli seyahatin faturasını yanlış adrese çıkarmaya çalışmış Ekşi. Bunca yıllık dostluğun talihsiz nedenlerle okka altına gitmesi üzücü.

Ekşi'yi telefonla arayıp itibar sarsıcı, kişiliğimi karalayıcı ifadelerini sorgulamak isterdim ama, suçlamaları Hürriyet'in hayli kalabalık okur ailesine uzandığı için aynı yolu seçmek zorunda kaldım.

‘‘Dostum’’, ilk tanışmamızdan bu yana saçlarım inceldi, yüzümdeki hatlar derinleşti. Ama karakterimde ufak bir sapma olmadı. Dostluklara hep özen gösterdim. Afrika zebrası Alaska'ya da götürülse sırtındaki çizgiler daireye dönüşmez.
Yazının Devamını Oku