8 Ağustos 2004
Gerek Bush gerekse rakibi Kerry, yoksul kesimin yaşadığı ‘Üçüncü Amerika’nın oylarını kazanmak için yoğun gayret içindeler. Bakalım yoksullar sefaletleri üzerine tuz-biber eken Cumhuriyetçiler’in bu kez de peşine takılacak mı? Postaneye birlikte girdiğim turist görünümlü gencin tişörtünde Fransızca ’Bush’un sesini kesin’ yazıyor. Geçen hafta da Başkan George W. Bush’un resmi üzerine ’X’harfi çizilmiş tişört giyenlerle karşılaşmıştım sokaklarda. Amerikalıların sandık başına gitmesine üç ay var ama seçim kampanyası şimdiden sokaklara dökülmüş. Üstelik oy hakkına sahip olmayan yabancılar bile görselliğe kaçıp tavır koymaya başlamış durumdalar.
Kıyasıya bir seçim olacak Kasım’da. 1970’lerden bu yana izlediklerime hiç benzemiyor. Bush taraftarları oldukça saldırgan. Cumhuriyetçi iktidarı destekleyen bir kısım basın, ‘Çamur at, en azından lekesi kalır’ felsefesiyle Demokrat Parti adayı John Kerry ve ailesi hakkında dedikodular üretiyorlar. Bu kesimin Kerry’nin senato ofisinde kısa süre çalışan genç stajyerle Clinton-Monica ilişkisine benzer iddialarını bizzat stajyer kız öfkeli üslupla yalanladı. Senatörün iki kızının aktör John Cusak’ı paylaşamadıkları için herkesin önünde kıskançlık kavgasına giriştikleri de ’asparagas’ çıktı.
Belden aşağı vuruşlarda muhalefet adayının eşi Theresa Heinz Kerry de hedef. Aşırı Bush yanlısı milyarder basın patronunun gazetesinde bir muhabirinin kelime oyunuyla pusuya düşürme gayretine sinirlenen Theresa’nın ’Al bir yerine sok’ demesi basını günlerce işgal etti. Oysa Başkan Yardımcısı Cheney’in saygın bir senatöre ’Git kendini becer’ şeklinde hakareti Cumhuriyetçileri destekleyen basında üstünkörü dokunuldu.
KIRMIZI VE MAVİRENKLERİN SAVAŞI
Ekranlarda süregelen seçim haberlerinde kimin hangi eyaletlerde şanslı olduğu değerlendirmesi yapılıyor. İki parti dev ülkeyi paylaşmış görünüyor. Haritada eyaletler kırmızı ve mavi renklerle boyanmış. Kırmızı Cumhuriyetçiler’in, mavi ise Demokratlar’ın rengi. Amerikan bayrağında kırmızı cesaretin, mavi ise adaletin sembolü. Geçen seçimlerde Cumhuriyetçiler ’Biz Amerika’yız, diğerleri (Demokratlar) değil’ sloganına sarıldılar. Kongrenin eski başkanı Cumhuriyetçi Newt Gingrich, daha da ileri giderek Demokratlar’ı ‘Normal Amerikalıların düşmanı’ ilan etmekten kaçınmadı.
Cumhuriyetçiler’e göre Demokratlar ‘zengin, şımarık, küstah, parazit, elit’ sınıf. Kendileri ise ‘alçakgönüllü, saygılı, dini inançları sağlam, ahlaklı ve sadık’ insanlar.
Siyaset fayındaki iki renge göre iki Amerika var kıta ülkede. Oysa bu görünüm gerçek değil. Yazar Michael Harrington 1962’de yayımlanan sosyo-ekonomi araştırmalarını topladığı ‘Öteki Amerika’ (Other America) adlı kitabında refah devletindeki ‘sessiz çoğunluk’un sorunlarını dile getirdi. Harrington’ın yaşlılar, çocuklar ve azınlıkların yoksulluk içinde süren yaşantılarına yönelik gözlem ve izlenimleri 42 yıl sonra bugün hálá geçerli.
YOKSUL DÜŞMANICUMHURİYETÇİLER
Amerika’da yoksulluk çizgisi altında yaşayan 40 milyon civarında insan var. Sesi sedası çıkmayan milyonlarca insan su, elektrik gibi uygar yaşam ihtiyaçlarından yoksun evlerde yaşıyorlar. Sağlık sigortaları yok, çocukları okula gidemiyor.
Ekonominin dibe vurduğu Hoover dönemi dahil yoksul kesim hep Cumhuriyetçi başkanlar döneminde ıstırap çekti. Geçenlerde vefat eden Cumhuriyetçiler’in ‘medarı iftiharı’ Başkan Reagan, 1980’li yıllarda dar gelirli vatandaşların ev sahibi olmalarını sağlayan konut fonlarını kesmesi üzerine ülkede üç milyon Amerikalı sokağa düştü. Ortaya gözle görülür bir ‘insan sorunu’ çıktı. Kış soğuğunda sıcak buhar yayan mazgallarda geceleyen, kavurucu yaz sıcağında park ağaçlarının gölgesine sığınanlar ‘evsizler’ diye nitelendi.
İşin garip tarafı ise borçlarını ödeyemediği için çiftliklerini satmaya mecbur kalan, geçim sıkıntısından bunalan Nebraska, Kansas gibi tarım bölgesinde son seçimde Cumhuriyetçiler’in adayı George W. Bush, oyların yüzde 80’ini toplamayı başardı. Selefi Clinton’dan bir trilyon doları aşkın bütçe fazlasıyla iktidarı devralan Bush, Kasım’da hálá yoksulluktan kıvranan bu bölgenin oylarına bel bağlamış durumda. Ancak bu kez Amerikan hazinesi beş yüz milyar dolar açık gösteriyor. Üstelik ortada Irak harbi fiyaskosu, tırmanan terörizm, dar gelirlilerin sağlık sigortası gibi çözüm bekleyen sorunlar var.
Üç ay sonraki seçimler ‘kırmızı’ ve ‘mavi’ renklerin çatışmasıyla geçecek ama gerek Bush gerekse rakibi Kerry, yoksul kesimin yaşadığı ‘Üçüncü Amerika’nın oylarını kazanmak için yoğun gayret içindeler. Bakalım yoksullar sefaletleri üzerine tuz-biber eken Cumhuriyetçiler’in bu kez de peşine takılacak mı?
Yazının Devamını Oku 1 Ağustos 2004
Amerika’da kanıtlanmamış masaj sistemleri her geçen gün yaygınlaşıyor. Çıplak bedenlere kat kat çarşaflar örtülüp üstüne ısıtılmış kristal camlar yerleştiriliyor, gençleşmek için vücuda titreşim veriliyor. Sadece kadınlar değil erkekler de bu furyaya dahil. Sokak çarşısı bu kez bizim mahalleye kurulmuş. Pazar kahvesi için bir İtalyan lokantasına gideceğiz. Arkadaşım ’Bir bakalım, neler var burada?’ diyor. ’İkinci Cadde’nin güneyinde 20 kadar sokağı kapatmışlar. Karşılıklı kaldırımlarda sıra sıra işporta tezgahları, irili ufaklı çadırlar, tenteler. Seyyar mutfaklarda ekmek içi şiş kebaplar, Polonya sosisleri, Ortadoğu’dan Falafel, Uzakdoğu’nun şekere bulanmış ördek kızartmaları, İskandinavya’nın çiğ balıkları, Karayip meyveleri taze avokado, papaya dilimleri kavanozlarda.
Deri yelek, kaban, keten etek, tül bluzlar askılarda. Kızılderililerin kolye, bilezik, elişi vazo, süsleme eşyaları da ayrı bir bölümde. Büyük boy bir çadırda insanların üstüne yüzü koyun kapandığı koltuklara gözüm takılıyor. Çekik gözlü personel koltuklara abanmış insanlara ceket, gömleğin üstünden masaj yapıyorlar. Durup bakıyorum. Garip bir olay bu. Çinli sandığım bir masör koltuktakinin üstüne yüklenmiş dirsek, diz, sıkılı yumruğuyla sırtını eziyor, hamur yoğurur gibi. Müşteri bekleyen biri boş koltuğunu gösteriyor. ’Tui-Na (ne demekse) on dolar.’ Duymazlıktan geliyorum. Sokak masajı uğruna sakat kalmaya niyetim yok.
*
Meğer arkadaşım bu işe meraklıymış. ’Bu masajlar çok yararlı. ’Qigong’ (Çigang) merkezinde kurs al, birkaç ayda yirmi yaş geriye gidersin. Sağlıklı, bakımlı yaşama düşkün New Yorkluların yeni tutkusu bu’ diyor. Çigang da ne? Anlatmaya başlarken lokantanın yolunu tutuyoruz. ’Çin’de binlerce yıldır uygulanan bir terapi metodu. Köylüler artirit, romatizma ağrılarından kurtulmak için bu masajı yaptırıyorlar. Kung-fu, tai-chi sporlarının özünde Çigang var.’
Lokantada bir masaya yerleşip kahveleri ısmarladıktan sonra devam ediyor: ’İlkin sağlıklı nefes alma, hareket ve meditasyonu öğretiyorlar. Masaj daha sonra vücuttaki toksinleri, bayatlamış enerjiyi vücuttan atıyor. Kan dolaşımı artarak hücrelere taze enerji geliyor. Motor yağı değiştirilmiş araba gibi canlanıyorsun. Cildin pembeleşiyor, yolda yürürken adımların hızlanıyor. Gençleştiğini hissediyorsun.’
Aklım pek yatmıyor bu işe. Yüzümdeki ifadeden anlıyor. İki avucunu bir karış mesafede karşılıklı açıyor, gözlerini kaparken aynısını yapmamı istiyor. ’Enerji akımı oldu mu?’ Hayır. Çigang merkezinde hazırlık kursuna gitmem gerektiğini söylüyor. ‘Zaman bulursam denerim’ diyorum. ’Birlikte gideriz, ben de merak ediyorum’ yanıtını veriyor. Meğer anlattıklarını Çigang’a giden kız arkadaşının verdiği broşürden öğrenmiş.
*
Amerikalıların sağlık, yüz ve vücut güzelliği, yaşlılığı geciktirme iddialı akımlara ilgisi her geçen gün artıyor. Kentlerde, kırsal kesimde göl, nehir kenarında kaplıcalar (spa) mantar gibi çoğalıyor. 95 milyon Amerikalının ziyaret ettiği kaplıcaların yıllık net hasılatı beş milyar doların üstünde. Günübirliğine ziyaretçilerin yüzde 71’ini kadınlar oluşturuyor. Kadınlar genelde cilt temizliği, manikür-pediküre geliyorlar. Toplum giderek yeni arayışlara yönelirken doğruluğu tıbben kanıtlanmamış masaj sistemleri de yayılıyor. Çıplak bedenlere kat kat çarşaflar örtülüp, üstüne ısıtılmış kristal camlar, parlak taşlar yerleştiriliyor, bunların titreşimle kaslarda kan dolaşımını yükselttiği söyleniyor. Boyundan topuğa bedenleri yanardağ lavasıyla kaplama zengin kesimin meraklı olduğu bir ayrı uygulama.
*
Erkekler de son yıllarda güzellik, gençliği muhafaza kulvarında kadınlarla yarış halinde. Güzellik salonları, yeşil çayla, yosun yapraklarıyla vücut masajı yapıyor. Yüzdeki ölü dokuları taze mango ile temizleyip ardından bitkisel maskeyle cilt pembeleştiriliyor. Gözaltı siyahlığını çeşitli otlarla gideriyorlar. Saç dipleri, ezilmiş üzüm çekirdeğiyle güçlendiriliyor. Akabinde yarım saat süren naneli saç maskesi örtülüyor. Alın ve ağız çevresine yerleşmiş çizgiler ise Botox enjeksiyonuyla yok ediliyor. Bu işlemler sürerken salon personeli manikür ve pedikür de yapıyor. Yüz güzelliği, saç bakımı masrafları yılda 15 milyar doları aşıyor. Erkeklerin sakal tıraşı dahil her sabah ayna başında harcadığı zaman ise 24 dakika.
Böylesine güzellik tutkusu zamane erkeklerinin kadınlığa özentisi midir, hüküm vermek güç ama abartılı bir moda girdabına takıldıkları aşikar.
Yazının Devamını Oku 25 Temmuz 2004
Yeni yayınları tarayıp okurlara kültür aşılaması yapacak, bellek hazinesini genişletecekleri seçmek imkansız. İnsanoğlunun ömrü yetmez bu işe. Bu ülkede her yıl 175 bin, evet yüz yetmiş beş bin yeni kitap basılıyor. Kim bu kadar kitabı okuyup eleme yapacak zamana sahip?
Bazı yazarlarımızın yabancı kitaplara ilgisi giderek artıyor. Sütunlarında bu kitaplardan alıntı yapanlara ilaveten okurlarına ‘Okumanızı önemle tavsiye ederim’ diyerek liste yayınlayanlar da var.
Yazı işlerinden ‘Amerika yayıncılığın merkezi. Sen de arada bir bilgi hazinesini zenginleştiren kitapların listesini hazırla’ diye istek gelse elim ayağım birbirine dolaşır. ’Afganistan’da Usame bin Ladin’i bul, röportaj yap’ deseler bu kadar telaşa düşmem. Niye mi? Kitap seçiminin nasıl yapılması gerektiği hakkında fikrim yok. Fikri olanı da sanmıyorum. Dipsiz kuyudan taş çıkarmak gibi konu bu.
*
M.Ö.’ye giderek Homeros’un İlyada’sı, Eflatun’un Cumhuriyet’inden mi başlamak lazım acaba? Sonra Shakespeare’in Hamlet’i, Machiavelli’nin Prens’i, baba-oğul Alexandre Dumas’ların Kamelyalı Kadın ile Kont Monte Cristo’su, Bernard Shaw’ın Pygmalion’u belki. Ya Jonathan Swift’in Gülliver’in Seyahatleri, Fuzuli’nin Leyla ile Mecnun’u, H.D. Thoreua, A. Conan Doyle, Tolstoy, Kant, Maugham, Steinbeck, Shackleton, T.S. Eliot, Locke, Dostoyevski, Melville, Neruda’nın yapıtları? Tüm zamanların en çok kitabı basılan Isaac Asimov liste dışı bırakılır mı? En cimri sıralama dahi sütun değil sayfalar dolduracak. Geçen 2500 yıl içinde yaşamış dev yazarların eserlerini okumuş kimseyi biliyor musunuz?
Bu isimler ve diğerleri zihin eleğimden geçerken insanoğlunun kitaplarla yarış etmeye ömrü yetmeyeceği ortaya çıkıyor. Ama 2003 Martı’nda piyasaya sürülen Da Vinci Şifresi’ni son haftalarda önerenleri, Çok Eşli Evlilikler, Metafizik’te Dinler, Büyücülerin Seks Dünyası’nı andıran isim listelerini düşündüğümde işin kolayına kaçtıklarını görüyorum.
*
Amerika’da bu işi becerecek bir babayiğit enteli bulmak mümkün değil. Nedeni basit. Yeni yayınları tarayıp okurlara kültür aşılaması yapacak, bellek hazinesini genişletecekleri seçmek imkansız. İnsanoğlunun ömrü yetmez bu işe. Bu ülkede her yıl 175 bin, evet yüz yetmiş beş bin yeni kitap basılıyor. Astronomik bu rakam içinde çocuk masalları, yemek, avcılık, mobilya, koleksiyonculuk, romantik aşk, seyahat, sağlık vs. gibi özel merakları tatmin edenler var. Ama kim bu kadar kitabı okuyup eleme yapacak zamana sahip? Bir yıl sonra yeniden 175 bin kitap piyasaya çıkacak, on yıl sonra bu rakam iki milyona yaklaşacak. Ya 200’ü aşkın ülkede yayımlananlar? Üstüne üslük geçmiş asırlarda yazılmış eski yapıtlar ne olacak? Okurlar eskilerden başlasa yeni zamanları nasıl yakayabilecek? İmkanı yok. Biz gene aşina olduğumuz bir konuya, gazeteciliğe dönelim.
*
Amerika’da gazeteci sınıfı toplumun kültür seviyesi en yüksek bir kaç kesimi arasında. ABD Gazete Editörleri Cemiyeti’ne göre haber peşinde koşanların yüzde 89’u üniversite mezunu. Amerika genelinde bu oran yüzde 27. Basın, halkı hangi olayın önemli olduğunu düşündürme gücüne sahip. Oysa demokratik ülkede basın sanıldığı kadar özgür değil. Muhabirler yılda 30 bin doların üstünde para ödeyerek gazetecilik eğitimi görüyorlar. Gelir düzeyi yüksek ailelerin basın mesleğini seçen çocukları dar gelirli insanların sorunları hakkında bilgi veya tecrübeye sahip değil. Büyük tirajlı gazeteler ile ABC, CBS, NBC gibi ileri gelen TV kurumlarında çalışanlar yoksulluk yerine zengin sınıfı içeren haberlere yöneliyor. Katolik Rahipler Konferansı ’Basın ABD’de bir milyon yoksul olduğunu yazıyor. Oysa gerçek rakam 35 milyon. 44 milyon kişinin sağlık sigortası yok ama yazmıyorlar’ diye yakınıyor. Gözlemciler reklam şirketlerinin basını ’Yoksulluğu yazan gazetelerde reklamlar satış sağlamıyor’ görüşüyle yönlendirdiğini söylüyor.
*
Resmen yasadışı olmasına rağmen ırk ayrımı da hálá sürüyor lider ülkede. Muhabirler aile ocağında iken zencilerin yaşadığı iskan yerlerinin ’tehlikeli bölge’ olarak şartlandırıldıklarını itiraf ediyor. Beyaz muhabirlerin kaygılarını dikkate alan editörler zenci mahallelerindeki polisiye vakalarına zenci muhabirleri gönderiyorlar. 2002 yılında aynı anda kaçırılan 14 yaşındaki Elizabeth Smart günlerce başhaber olarak tüm ülke basınında yer alırken, Alexis Patterson adlı yedi yaşındaki zenci çocuğun haberi lokal gazeteler dışına çıkamadı. Partizan eğilimini sütunlarına taşıyan yazarların olayları saptıran yorumları da halkın gerçekleri öğrenmesini engelliyor.
*
Türkiye’ye kıyasla Amerikan basınında ’asparagas’ sıfatlı yalan yanlış haberlerin sayısı az değil. Masabaşı haberleri ’röportaj’ diye editörlerine yutturanlar arasında en saygın konumdaki gazetelerin muhabirleri de var. Hatalar hemen her gün özel bir sütunda okurlardan özür dilenerek düzeltilmeye çalışılıyor.
Yazının Devamını Oku 18 Temmuz 2004
İleri gelen bir gazetemizin New York muhabirliğine atanan genç meslektaşımla sohbet ediyoruz. Laf lafı açıyor, sıra yasalar nezdinde oy kullanma haricinde Amerikan vatandaşlığıyla eş değerde olan Yeşil Kart’a geliyor. Muhabir arkadaşım Yeşil Kart’ın da süreli olduğuna işaret edince şaşırıyorum. ’Bir yanlışlık var. Yeşil Kart’ı bir kere aldığında işin tamam. Sadece yılın asgari altı ayında Amerika’da kalmak gerekir’ diye itiraz ediyorum. Sakin konuşma üslubuyla üsteliyor söylediğini: ’Belirli bir süre sonra uzatılması lazım.’
Yeşil Kart’ımı yıllar önce aldım. O tarihten bu yana da ABD’ye giriş için vizeye de gerek kalmadı. Akşam eve dönünce yeşil kartımı çekmeceden çıkarıp incelediğimde 10 yıl önce Göçmen Dairesi’nin postayla gönderdiği kartın süresinin beş ay geçtiğini gördüm.
Ertesi gün telefon başına geçtim. Göçmen Dairesi’nin sesli yanıt bantlarından sıyrılıp ulaşmayı başardığım yetkili, kimliğimi, görev sorumluluklarımı açıkladıktan sonra üç hafta sonrası bir günde sabah 08.00 için randevu verdi. Akabinde doldurulması gereken belgeler sürüsünü sıraladı, renkli fotoğraflarımı, pasaport, nüfus kimliği kopyalarını, yeşil kartın orijinalini getirmemi istedi.
Resmi dairelerde, hele ABD göçmen daireleri gibi sokaklar boyu devam eden kuyrukların olduğu yerlerde beklemenin azap olacağı kesin. Ama elimiz mahkum. Üstelik genç meslektaşım söylememiş olsaydı bir dış seyahatten ABD’ye döndüğümde giriş kontrolünde tatsız bir tecrübe de yaşayabilirdim.
*
Randevu günü koltuk altımda onlarca belgeyle kuyruğa giriyorum. Sırada her milletten insan var. Hindu, Pakistanlı, çekik gözlü Uzakdoğulular, Orta ve Güney Amerikalılar, tek tük beyazlar. Bina dışında başlayan bir umut kuyruğu bu. Çoğu vatanlarında ekonomik girdaba kapılmış insanlar Yeni Dünya’da yeni hayat kurmak üzere kapağı Amerika’ya atmışlar. Konumlarını yasal şekle dönüştürme çabası içindeler.
Refah, özgürlük ve imkanlar ülkesi Amerika. Oysa herşey güllük gülistanlık değil burada. Son iki yıl içinde iki harbe girmiş, Afganistan ve Irak harplerinin 200 milyar doları aşkın faturası işsizlik ve ekonomik durgunluğu daha da derinleştirmiş, terör korkusuyla yaşayan, dış politika turtarsızlığından geleneksel dostlarıyla arası açılmış bir ülke bu.
Üstelik yoksul halkların düşündüğü gibi taşı toprağında altın yok Amerika’nın. 280 milyonluk nüfusunda altı milyonu çocuk olmak üzere 40 milyona yakın nüfusu yoksul tanımına giriyor. 20 yaş üstünde 40 milyon kişi karacahil sıfatıyla niteleniyor. Cehalet seviyesi öylesine yaygın ki The National Geographic Society’nin bir araştırmasına göre halkın yüzde 85’i Amerika’nın işgal ettiği Irak’ın haritada yerini göstermekten aciz. Aynı şekilde Amerikalıların yüzde 11’i haritada Amerika’nın nerede olduğunu da bilmiyor.
*
Dünya nüfusunun yüzde 5’inin yaşadığı bu ülke yerküredeki tüm cezaevlerindeki mahkumların yüzde 25’ine sahip. Rakamla iki milyonu aşkın tutuklu var Amerika’da. Halkının korkunç ölçüde cürüm eğilimine rağmen zenginliği de yabana atılır gibi değil Amerika’nın. Sadece Wal-Mart dükkanlar zincirinin yılda 250 milyar doları aşkın satış hasılatı, petrol zengini Suudi Arabistan’ın brüt milli hasıla toplamının üstünde.
Olumlu olumsuz yaşam göstergelerine rağmen Yeni Dünya’ya yasadışı yoldan gelip yerleşen 9 milyon yabancı var. Bu meblağın yarısını kaçak Meksikalılar oluşturuyor. Yasadışı 4.8 milyon Meksikalıya karşı tüm Avrupalı kaçak göçmenlerin sayısı ise 191 bin. İstatistiklerde Amerika’da yasadışı göçmen listesinde Polonya 47 bin, Rusya Federasyonu 46 bin ile liste başını çekerken İtalyanlar 10 bin, Fransız, Yunan, İspanyol ve İngilizler 7’şer bin, Türkler ise 6 bin ile alt sıralarda. Türkiye Avrupa Birliği’ne girmeye uğraşırken Avrupalılar ise yasadışı da olsa ABD’ye yerleşme çabası içindeler.
Yazının Devamını Oku 11 Temmuz 2004
Şölen top patlamasını andıran gürültüyle başlıyor. Telaşlanmaya gerek yok. Amerika’nın egemenlik gününde havai fişek gösterisinin başlangıç atışı bu. Nehir üstünde hilal gibi açılmış üç dev mavnadan fırlatılan fişekler gece karanlığında gökte zambak, krizantem, sümbül desenlerine dönüşüp suya düşüyor. Hoparlörden J.P. Sousa’nın ‘Stars and Stripes Forever’ parçası nehrin iki yakasına yayılıyor.
Pencereden aşağı bakıyorum, rıhtım kalabalık. Aileler yemek sepetleri, buz kutularını yere sermişler, renk, müzik, ışık gösterisini izliyor. Giderek hızlanan tempoda turkuvaz, yakut, zümrüt renklerine bürünen çiçek desenleri gök karanlığını bastırııyor.
Gene de geçen yıllardaki coşkunluk yok. ’Amerika, Amerika’ sloganları kısıtlı. Nehir boyunca birikenler eskisi kadar kalabalık değil. Bana mı öyle geliyor yoksa Amerikalılar ’Fahrenheit 9/11’ filminden ötürü yönetime tavır mı koydu?
‘Fahrenheit’ görülmesi gereken bir film. Bir fabrika işçisinin oğlu Michael Moore’un Cannes Festivali’nde Altın Palmiye ödülünü kazanan filmi, belgeseller tarihinde izlenme rekorları kırdı. Yarım saat kuyrukta bekleyerek seyrettiğim filmde Moore, Başkan Bush’un iç ve dış politika yanlışlıklarını belgelerle sergiliyor.
YEDİ DAKİKALIK SUSKUNLUK
Şaibeli Florida seçimlerinin kongrede tartışmasıyla başlayan filmde limuzinle yemin törenine gelen George W.Bush’a karşı gösteriler için ’ABD tarihinde bir başkan görev alırken ilk kez proteso edildi’ anonsu yapılıyor. Bush ilk aylarını Teksas’taki çiftliğinde at gezintileri, av, golfla geçirmesini sorgulayan bir muhabiri ’Başkanlık yapmak için ille Washington’da bulunmak gerekmez’ diye tersliyor. Bush ve yakın çevresinin El-Kaide tehditlerini ciddiye almadıklarını, kongrede terör uzmanların ağzından dinliyoruz. Sonra perde karanlığa gömülüyor, ardından 11 Eylül terörünün tüyler ürpertici görüntüleri beliriyor. Şaşkın New York’lular enkaz altında yakınlarını arıyor. Bush saldırıları bir yuvada çocukları ziyaret ederken kulağına fısıldayan bir yardımcısından öğreniyor. Raftan ’Küçük Keçim’ adlı bir masal kitabını alan Başkan yedi dakika hareketsiz açık sayfaya bakıyor.
Tüm ülkede uçak trafiği durduruluyor. Eski başkan Bush’un dahi özel uçakla seyahatine izin verilmiyor. Ama Beyaz Saray’ın emriyle yüzü aşkın Suudi’nin uçaklarla Amerika’yı terk etmesi sağlanıyor. 30 yolcu ise Usame bin Ladin’in ailesinden. Baba-oğul Bush’ların Suudi kraliyet ailesiyle buluşmaları, el ele yürümeleri, Suudilerin para yardımıyla genç Bush’un şirketlerini iflastan kurtardığı açıklanıyor. Petrol şeyhlerinin Bush Ailesi’nin şirketlerine 1.4 milyar dolar aktardığı, Amerika’da Suudi’lerin 860 milyar dolar parası olduğu bildiriliyor. Suudiler 11 Eylül kurbanlarının ailelerinin açtıkları davada George Bush’un Dışişleri Bakanı James Baker’i savunma avukatı olarak kiralıyor.
Arkadan Bağdat’ta bir evde düğün şöleninden gelin, damat ve ailelerinin mutluluk görüntüleri ekranda. Kameralar sokakta oynayan çocukların çehrelerinde gülümser ifadelerini yakalıyor. Ekran tekrar kararıyor, sağır edici gürültü ile bombalar düşmeye başlıyor kent üzerine. Çığlıklar feryatlara karışıyor. Her yer toz duman, binalar çöküyor. Hastanelerde ağır yaralılar, ölülerine kapanıp ağlayan Iraklı annelerin görüntüsü yürek parçalayıcı. Amerika’nın Irak’ı istila ve işgal harekatı başlıyor.
Başkan Bush, yardımcısı Cheney, Savunma Bakanı Rumsfeld ’Saddam toplu imha silahlarına sahip. 11 Eylül’le bağlantısı var. Irak, ABD için büyük tehlike’diyerek halka harbi haklı göstermeye çalışıyorlar. Daha sonra iddialarının asılsız olduğunu kabul ediyorlar.
İBRET VERİCİ SAHNELER
‘Fahrenheit’ traji-komik bir belgesel. TV gösterilerinde Bush ve yardımcılarının mimikleri, makyajları, Savunma Müsteşarı Wolfowitz’in tükürükle saçlarını ıslatıp şekil vermesi, Bush’un bir davette süper zenginleri işaret edip ’Benim tabanım bunlar’ demesi ibret verici.
Amatör çekimler, askerler, aileleriyle mülakatlar, Başkan yardımcısı Cheney’in eski şirketi Halliburton’ın Irak ihalelerinde kayrılması, Bush’un askerlik kayıtlarının degiştirilmesi de yer alıyor belgeselde. Moore’un doğduğu Flint kentinde askerde iki çocuğu olduğunu mutlulukla bildiren bir annenin oğlunun Irak’ta öldüğü haberi gelince, ‘Bizi kandırdılar, Amerika’nın ne işi var Irak’ta’ diye ağladığı, Beyaz Saray önündeki protestosu ekrana getiriliyor.
Belgesel dalında hasılat rekorlarını kıran ‘Fahrenheit’ artık Bush’un kabusu. Beyaz Saray film hakkında yorumdan kaçınıyor. Moore yüksek tirajlı dergilerde kapak konusu. ‘Seçim propagandası yapıyor’ eleştirilerine Moore ’Her şey gerçek. Yanlışımı çıkarana on bin dolar ödeyeceğim’ diyor. ‘Fahrenheit 9/11’ Bush ve yönetiminin kirli çamaşırlarını ortaya döktü.
Bu film Bush’a seçim kaybettirecek.
Yazının Devamını Oku 4 Temmuz 2004
Michael Jackson çocuklara cinsel taciz davasını unutturmak için bir zenci Müslüman tarikatına girdi. Uyuşturucu nedeniyle sanat hayatı sönen Whitney Houston bir Zenci İbrani olduğunu açıkladı. Madonna ise Esther adını alıp kendini Kabala’ya adadı.
Güneş henüz çekilip, gitmemiş. Manhattan ışıl, ışıl. Türkiye’den gelen genç bir dostla akşam yemeği yiyeceğiz. TAO’ya girdiğimizde gözlerimizi içerinin karanlığına alıştırmamız gerekti. Bu Japon lokantası, gece kulüplerine yakışan loşluk içinde. Önümüzde bir çift var, garson salonda mı, asma katta mı yer istediklerini soruyor. Saygın görünüşlü erkeğin aynı suali aktardığı sarışın kadın dudak büküyor: ’İlk defa geliyorum, sen seç.’ Erkek tanıdık biri, Amerikan pop-cazın en gözde sanatçısı Tony Bennett. Salonda Tony Bennett ile yan yana bir masaya yerleştikten sonra sohbete başlıyoruz.
NESLİ TÜKENMİŞ ŞARKICI BENNETT
Dostum bir süre sonra ’Adama yazık yahu, kadın kurulu ses bandı gibi konuşuyor. Kafası şişmiş olmalı’ diyor. Aramızda bir kulaç mesafe var. Dediği doğru. Sarışın, soluk soluğa bir şeyler anlatıyor. Ünlü şarkıcı sesini çıkarmadan dinliyor.
Yemeğimiz bittikten sonra yan masaya yaklaşıp ’Konuşmanızı kestiğim için kusuruma bakmayın’ dediğimde sarışın kadın ilk defa susuyor. Tony rahatlamışa benziyor, kendimi tanıtıp bir davette karşılaştığımızı, şarkılarını zevkle dinlediğimi söylüyorum. Arka arkaya teşekkür etmesi üzerine uygun zamanında bir Türk lokantasında yemeğe davet ediyorum. Memnun oluyor, masasında minik Çin çöreğinden çıkan bir kağıda ilkin kendi adını sonra oğlu Danny’nın telefon numarasını yazıyor. Kağıdı katlarkan arkasındaki mesaj dikkatimi çekiyor. ’Aşka zaman ayırmaya ihtiyacınız var.’ Tony’e gösteriyorum. Gözlüğünü takarak okuyor: ’Evet ama fırsat verilirse.’ El sıkışarak ayrılıyoruz.
Yeri kolay doldurulamayacak, nesli tükenmiş sanatçılardan biri Tony Bennett. Yarım asrı aşkın sanat hayatında rock’n roll, metallic, hip-hop, rap gibi değişik müzik türlerine, basit reklam hilelerine ödün vermeden çizgisini sürdürmeyi başarmış. Dünyanın dört bir köşesinde verdiği konserlerin yanısıra müzikseverlerin uğrağı kulüplere çağrılan popüler şarkıcı, Beyaz Saray’da yabancı devlet adamları için düzenlenen davetlerde de ilk akla gelen isimlerden biri.
MICHAEL TARİKATÇI OLDU
Son aylarda ise bir Kabbalah (Kabala) modası müzik ve sinema aleminde yayılmaya başladı. Museviliğin mistik özü olduğu belirtilen Kabbalah’nın öncüsü Madonna. Esther adını alan 45 yaşındaki pop kraliçesi kocası Ritchie’den başlayıp Elizabeth Taylor, Demi Moore, Demi’nin genç sevgilisi aktör Ashton Kutcher, Barbara Streisand, Sandra Bernhard, Laura Dern gibi şöhretleri de Kabbalah inancına geçmeye razı etti. Madonna’nın yeni din hocası Phillip Berg adlı bir haham. Geçimini yıllarca sigorta poliçeleri satarak sağlayan Berg, mistik inancı paraya çevirmek için 50 kentte Kabbalah merkezleri açarak ticarete başladı. Nazar boncuklu ’Bendel’ bilezikleri, kahve bardağı, Kabbalah suyu, mum, Hz. Davud yıldızlı kolyeler, ‘Kabbalist’ler daha iyi yapar’, ‘Musa erkek arkadaşım’ sloganlı tişörtleri alışveriş merkezleri, butikler, internet ve kataloglarda satışa sürüldü.
ŞİRİN GÖZÜKMEYE ÇALIŞIYORLAR
‘Kendini Yeniden Keşfetme Dünya Turu’ndaki Madonna’nın Kabbalah Merkezleri’ne yardım için bağışladığı ön sıra biletlerini dahi açıkgöz Berg 300-600 dolar fiyatla satarak yüklü kazanç sağlıyor. Din, inanç istismarına birkaç haham dışında karşı çıkan olmadı. İş, ticaret dünyasında olduğu gibi müzik ve sinema sanayiinde de güçlü konuma sahip Musevilere yaranmaya, zenci Müslümanlara şirin görünmeye çalışan Jackson, Houston, Madonna,Demi Moore ve Laura Dern’in eski şöhretlerini yakalaması artık mümkün değil. Liz Taylor ile Streisand’ın defterleri de kapandı. Tony Bennett ise hálá ayakta, dimdik. Yıpranmadan şöhretini sürdürüyor. Tek dayanağı sanat gücü.
Yazının Devamını Oku 27 Haziran 2004
Bitkin düşen Tau, garsonların getirdiği hesabı imzaladı, ayağa kalktığında yürüyemeyecek kadar sarhoştu. Oysa içkili, çıplak kızlı gece daha bitmemişti. İki hafta sonra Tau’ya kredi kartı faturası geldi: 129 bin 626 dolar. Kapıdan içeri girdiklerinde dört kişiydiler. Briyantinli saçları gömlek yakasını kapayan Tauhidul Chaudry cüsseli vücuduyla önde yürüyordu. Yarı çıplak garson kızların ’Tau, Tau hoşgeldin’ diye sevinç çığlıkları duvarlarda yankılandı. Renkli ışıklarla yıkanan pistin önünde alelacele geniş bir masa hazırlandı. Scores’da bol para harcamasıyla tanınan gözde müşteri, ’hükümdar’ lakaplı Tau ile üç arkadaşı kadife koltuklara yerleştiler.
Gece yeni başlıyordu. Manhattan’ın ünlü striptiz kulübü Scores’un menajeri avuçlarının ovuşturup ’Başka kimse gelmese bile geceyi kurtardık’ diye düşündü. Sonra dört erkeğin işgal ettiği masaya gitti, ’Sizi görmekten çok mutluyuz, kulüp emrinizde’ diyerek boyun kırdı. Menajerin göz işareti üzerine barda müşteri bekleyen striptizciler bir anda piste fırladılar. Gözleri Tau’nun masasında, davetkár bakışlarla pistin dikleme demir çubuklarına sarılarak seks gösterilerine geçtiler. Dörtlü masa kısa zamanda buz kovaları içinde Fransız şampanyaları, yıllanmış şarap şişeleri, çeşitli meze tabaklarıyla donandı. Kafalar hafifçe dumanlanırken kızlar Tau’nun masası önüne geldiler. Avuç boyu sutyenler gevşetildi. İç bayıltıcı müziğin hızlanan ritmiyle ’Lap dance’e (Kucak dansı) geçildi. Mendil büyüklüğündeki külotlar giderek sıyrıldı. Boşalan içki şişeleri de tazeleniyordu bu arada. Tau ve arkadaşları, cazibesi, Playboy orta sayfa modellerini aratmayacak kızların gösterisinden mutlu, striptizciler ise bahşişi yüklü mesai umuduyla sevinçli iki saat böyle geçti. Saat 23.00’ü geçtiğinde Tau’nun üç arkadaşı kulüpten ayrıldılar.
ÇOK İÇKİLİYDİM, ÖNÜMEGELEN KAĞIDI İMZALADIM
Oysa Scores’un gözde müdavimi Tau için gece henüz başlıyordu. Kulübün özel bir odasında yeni bir masa hazırladılar kalın cüzdanlı müşteri için. Bir düzine dansöz ’Ortadoğu’lu hükümdar havasındaki erkeği saatlerce eğlendirip, ’memnun’ ettiler. Bitkin düşen Tau garsonların getirdiği hesabı imzaladı, ayağa kalktığında yürüyemeyecek kadar sarhoştu. Kulübün çağırdığı taksiye bindiğinde sabah güneşi çıkmıştı.
Oysa bol içki, çıplak kızların seksi dans gösterileriyle geçen eğlence gecesi sona ermemişti. İki hafta sonra Tau kredi kartı şirketlerinden gelen faturaları gördüğünde kalbi duracak gibi oldu. Şirketler Scores’daki gecenin masrafları için ödedikleri 129 bin 626 doları Tau’dan istiyorlardı. Ahu gibi güzel, anadan üryan genç kızların seksi şovları, pahalı içkiler, müzik eşliğinde keyifli gecenin sonunda astronomik hesapla karşılaşan Tau derhal avukatını aradı. ’Çok içkiliydim, önüme gelen kağıtları imzaladım. Sarhoşluğumdan istifade ederek beni tongaya düşürdüler. Kulüpten geri al bu parayı’ diye direktif verdi.
Olay kısa zamanda diplomatik skandala dönüştü. Tauhidul Chaudry, Bangladeş’in BM misyonunda kıdemli müşavir Saide Muna Tasneem’in kocasıydı. Eşinden ötürü diplomatik dokunulmazlığı vardı. Ama konu bir striptiz kulübüyle Tau arasında hesap anlaşmazlığı idi. Bir Scores yöneticisi ’Tau daimi bir müşterimiz. Kulübümüzü sık sık yabancı devlet başkanları, sanayiciler ziyaret ederler. O da her geldiğinde önemli bir devlet adamı olduğunu söylerdi. Şimdiye kadar hesap sorunumuz olmadı. Avukatı alacak davası açtıktan sonra dahi klübümüze gelmeye devam etti’ diyerek 130 bin doları geri vermeyeceklerini bildirdi.
Peki, faturanın böylesine kabarık olması neden?
Scores’ın yanıtı şöyle: ’Piyasanın en pahalı şampanya ve şaraplarını ısmarladılar. Masalarında yok, yoktu. Sonra kulübün özel ’Cumhurbaşkanı odası’nda dansözler gece sabaha kadar Tau’yu eğlendirdiler. Müşterimiz 15 dansözün her birini beşer bin dolar bahşişle ödüllendirdi’
DÜNYANIN EN YOKSULÜLKELERİNDEN BİRİ
Kara mizahın dik álásı bu. BM Kalkınma Programı raporlarına göre Bangladeş yerkürenin en yoksul ülkelerinden biri. 140 milyon nüfusunda 45 milyonu günde bir dolar, 121 milyon Bangladeşli ise günde iki dolar kazançla hayatını sürdürüyor. BM’deki Bangladeş Misyonu büyükelçi dahil altı diplomatla 191 ülke arasında nüfusuna göre en az diplomata sahip olanı. 129 bin 626 dolarlık fatura gecesine kadar Scores kulübüne çanta dolusu banknot bırakan Tauhidul yoksulluk çizgisi altındaki bir ülkenin vatandaşı olarak bu paraları nereden buldu? Bilen yok.
Skandal gecenin mahkemesi başlamadan Bangladeş Dışişleri Bakanlığı ’Bayan Tasneem toplum yararına hizmet veren başarılı bir diplomatımız. Diplomatik dokunulmazlıktan istifade eden kocası Tauhidul’un kötü davranışının kurbanı oldu’ şeklinde bir açıklama yaptı. Aynı anda Büyükelçi Müşaviri Tasneem’e ‘Görevinizi bırakıp derhal Dakka’ya (başkent) dönün’ diye mesaj gönderdi.
Yazının Devamını Oku 20 Haziran 2004
Marilyn Monroe’nun 1955’te çekilen ’The Seven Year Itch’ adlı filmde metro mazgalları üstünde unutulmaz görünümü bu. Sırtı açık, göğüsleri dik, basınçlı havanın uçurduğu etekleri havada. Kalçalarına kadar açılan bacaklarını kapamak için eteğini bastırıyor. Çatının sokağa bakan cephesindeki dev saatin çapı dört metre. Çevresinde Yunan-Roma mitolojisinin üç kahramanı Herkül, Minerva ve Merkür’ün mermer heykelleri. 42’nci sokaktaki kapıdan içeri giriyorum. Alışık olduğum bir insan selindeyim. Ofis rotamda sabahları gelip geçtiğim Grand Central tren ve metro istasyonu bu.
İlk kez alıcı gözle inceliyorum etrafı. Niye mi? Tren istasyonunun 100’üncü yıldönümü de ondan. Haydarpaşa Garı, Sirkeci tren istasyonu Grand Central’dan yaşlı ama yıldönümü kutlaması yapıldığını duyduğumu hatırlamıyorum. Amerikalılar meraklı böyle işlere. Brooklyn Köprüsü’nün inşasının 100’üncü yılını da şölenlerle kutlamışlardı.
Grand Central’ın ana meydanı geniş. Turist ofisi broşürüne göre boyu 125 metre, eni ise 40 metre. Ortada dört kesitli saatin altında danışma bürosu. En cazip yeri ise, 44 metre yükseklikteki tavanı. Turkuvaz mavisine boyalı tavanda yıldızlar, burç sembolleri ve samanyıldızları. Minik deliklerden sızan ışıklar yılın her gününde bulutsuz bir New York gecesini çağrıştırıyor. Oysa dışarda, bu haziran sabahında gök koyu gri bulutlarla kaplı.
Meydanın batı ucunda Michael Jordan’ın merdivenüstü et lokantasının önünden geçip New York Transit Müzesi’ne giriyorum. Panolarda banliyölerden Manhattan’a gelen yolcuların seyahat hikayeleri karikatürlerde işlenmiş. Yaşı geçkin, süslü bir kadın önündeki genç erkeğin üstüne hafifçe abanmış, kadın arkadaşına çapkın yüz ifadesiyle ’Flört ediyorum’ diyor.
METRO RESİMLERİ SERGİSİ
Sabah trafiği kalabalığından sıyrılıyorum. Sıra yüzyıllık kutlama için düzenlenen resim sergisinde. Sergi yalnızca son 50 yılı kapsıyor. Metroya girip çıkanların, trenlerde asılı çengellere tutunmuş yolcuların, sıralarda kitap okuyanların resimleri. Fotoğraf ustası Fransız Henri Cartier-Bresson dahi Grand Central yolcularını resimlemiş.
Salonun alt köşesi kalabalık. Yanaşıyorum. Siyah-beyaz kontrastının tipik bir örneği karşımda. Marilyn Monroe’nun 1955’te çekilen ’The Seven Year Itch’ adlı filmde metro mazgalları üstünde unutulmaz görünümü bu. Sırtı açık, göğüsleri dik, beyaz bir tuvalet içinde basınçlı havanın uçurduğu etekleri havada. Zifiri karanlıkta Marilyn kalçaya kadar açılan bacaklarını kapamak için eteğini bastırıyor. Sarı saçları dalgalı, tebessümünü düzgün dişleri tamamlıyor. Arkasında dört erkek sinemanın en seksi yıldızını hayranlıkla seyrediyor.
Dile kolay, aradan yarım asır geçmiş. Marilyn yaşasaydı bu ay 78’inci doğum gününü kutlayacaktı. M.M. 1962’de hayatının baharı sayılacak 36 yaşında California’da öldü. Ölüm nedeni resmi kayıtlara uyku hapıyla intihar ve ’kaza’ olarak geçti.
Sinema tarihinden Brigitte Bardot, Sophia Loren, Rita Hayworth, Ava Gardner, Racquel Welch gibi cinsi cazibeleriyle şöhrete ulaşan onlarca film yıldızı gelip geçti. Oysa sinemaseverlerin gözünde tüm zamanların bir numaralı seks sembolü hep Marilyn Monroe idi. Hollywood’da hiçbir yıldız M.M.’nin ulaştığı zirveye erişemedi. Baş döndürücü güzelliği, karizması, erotik olduğu kadar genç kız masumiyeti taşıyan tavırları, inişli çıkışlı kariyeri, evlilikleri, ünlü erkeklerle ilişkilerini kapsayan 36 yıllık yaşamı film, TV dizileri ve romanlara konu oldu.
SIR DOLU BİR ÖLÜM
Marilyn hayata Norma Jean Baker adıyla gözünü açtı. Dar gelirli bir ailenin kızıydı. Kısıtlı eğitim gördü, ama cazibesi çocuk sayılacak yaşlarda dahi dikkatlerden kaçmadı. İlk evliliğini 16 yaşında yaptı. İkinci kez Amerika’nın en ünlü beyzbol oyuncusu Joe DiMaggio ile evlendi. O yıllarda kocası kadar meşhur olmadığı için gazeteler Marilyn resmi üstüne ’Joe’nun kalbini çalan kız’ diye başlık attılar. Bu evlilik Hollywood’ın kapılarını araladı M.M.’ye. Ama ligde üç kez en değerli oyuncu seçilen, vuruş rekorları hálá kırılmayan DiMaggio mutlu değildi. M.M.’nin Sinatra ve Brando ile yakınlığını kıskanıyordu. Dokuz ay sonra boşandılar. Marilyn ardından meşhur yazar Arthur Miller ile evlendi. Gece hayatına düşkün yıldız ile entelektüel yazarın evliliği M.M.’nin çocuk düşürmesiyle sona erdi. Miller, bu evliliği ’Düşüşten Sonra’ adlı bir piyes yazarak sahnelere taşıdı.
Marilyn daha sonra ABD Başkanı J.F. Kennedy ve kardeşi Senatör Robert Kennedy ile ilişkiye girdi. Dedikodu sütunlarından düşmeyen ilişki Kennedy’lerin siyasi hayatını tehlikeye düşürdüğü dönemde Marilyn’in ölüm haberi geldi. Fesat teorisi üreticileri M.M.’nin Kennedy’ler tarafından öldürtüldüğü haberini yaydılar. Ama bugüne kadar sinemanın bir numaralı seks sembolünün ölümündeki sır açıklığa kavuşmadı.
Tren istasyonu sergisindeki resme bakıyorum. Kağıt üzerinde dahi çekici bir güzelliği var Marilyn’in. Ama gerçekten merak ediyorum, ’Öldü mü, öldürtüldü mü?’
Yazının Devamını Oku