12 Aralık 2004
Cebinde bir paket sigara parası yok. Banka hesabında 87 cent’i (120 bin lira) var. New York Times gazetesi almaya kafi değil. Uçan kuşa borçlu. Banka, kredi kartı şirketleri, vergi dairesi. Toplam 45 bin dolar. Otopark işçisi olarak haftalığı ancak günde iki öğün yemeği karşılamaya müsait. Borç isteyecek diye arkadaş bildikleri telefonlarına çıkmıyor. Peşindeki alacaklı ordusundan kurtulmak için mahkemeye iflas başvurusunda bulunmuş. Bunlar yetmiyormuş gibi 17 yıllık eşi evden atmış. İki ceket, üç pantolonla dayıoğlunun minik evinde gardırop boyu odaya yerleşmiş.
*
İşte New Yorklu Juan Rodriguez’in ’evlerden uzak’ diyeceğimiz yaşantısı özetle böyle. Ama 19 Kasım itibariyle. Kolombiya göçmeni Juan, bir dolarla aldığı ’Mega Millions’ piyangosundan tam ikramiyeyi kazandığını 19 Kasım’da öğrendi. ’Hızır’ dara düşmüş Tanrı kuluna en sıkıntılı anında yardım elini uzatmış diyeceksiniz, hem de iflas başvurusunu yaptığı tarihten iki gün sonra.
Juan’ın kazandığı para az buz değil, 149 milyon dolar. Beynine çöken kara bulutlar dağılmış, iflas başvurusunu geriye çekecek, araba yükü dolarlarına kıyasla esamisi okunmayacak borçlarını ödeyecek.
Yağmur çamur demeden çalıştığı işyerine galeriden çekip aldığı lüks arabasıyla geldiğinde eski mesai arkadaşları park edecek. New York’ta apartman, sayfiyede villa alacak. Şehri kar basmadan Karayip Adaları’nda güneşe yatacak.
*
Başına talih kuşu konduğu varsayımılı minik senaryo güzel ama gerçekler öyle değil. The Beatles’ın ‘Can’t Buy Me Love’ (Aşkı Parayla Satın Alamazsın) şarkısında olduğu gibi.
‘Loto Kralı’ Juan tek bir biletle New York milyonerleri arasına girdi ama 10 gün sonra eşi Iris boşanma davası açtı.
Juan etek peşinde koşan bir Don Juan değil. Karısına aşık ama yaşını başını almış Iris yeni dolar milyoneri kocasını gözden çıkarmış, boşanmak istiyor. Avukatları 149 milyonun yarısını istiyor Juan’dan. Yeni milyoner göçmen karısına ‘Seni seviyorum. Boşanmayalım, kazandığım parayı birlikte harcarız’ şeklinde aşk mesajları gönderiyor ama Iris’in kulak astığı yok. ‘21 Ocak’ta avukatlarımız mahkemede anlaşırlar’ diye yanıt gönderiyor.
*
Mutsuzluğa düşen otopark işçisi ne yapacağını düşünürken aniden ’akraba, eski dost’ olduğunu söyleyen birtakım insanlar ortaya çıkıp yardım istiyor. Röportaj peşindeki muhabirler de cabası.
Juan, tüm eşyasını bir bavula doldurup yeğeni Robert Herrera ile New York’ta lüks bir otele yerleşiyor. Kaldığı otel süitinin gecesi 350 dolar. Piyango idaresi henüz ödeme yapmadığı için dayı ile yeğen yiyecek içecek ihtiyacını oda servisinden karşılıyorlar. Dışarda lokantaya gidecek paraları yok.
Huzuru kaçan otopark işçisi ayrıca kaygılı. Ağabeyleri, ablaları Kolombiya’da. Kolombiya ise dünyanın insan kaçırma başkenti. Kardeşlerinin fidye için kaçırılacağı korkusunu yaşıyor. Bir işçi arkadaşı ‘Keşke loto ikramiyesini kazanmasaydım. İki hafta öncesine kadar böyle sorunlarım yoktu. Yoksul ama mutluydum’ diye yakındığını naklediyor.
*
Amerika’da loto milyonlarının geri tepmesi olağandışı değil. Bir bilet ile refaha kavuşanların çoğunun iflas bayrağı çektiği, yasadışı işlere karışıp hapse düştüğü, aile düzeninin bozulup sefalet içinde öldüğü gazetelere haber oluyor.
Bu gruba girenlere ilginç bir örnek Virginialı Jack Whittaker.
Kovboyluğa özenen Jack, Amerikan piyango tarihinin en büyük ikramiyesini kazanan kişi. 2002 Noel gecesi yapılan çekilişte 314.9 milyon dolarlık ‘Powerball’ ikramiyesini tek başına kazanıyor.
İçki, kumar, kadın, macera düşkünü ’Kovboy Jack’in bir diğer merakı da külliyetli miktarda nakit parayı yanında taşıması.
*
Bir striptiz kulübünde çıplak kadınların gösterisini seyrettikten sonra arabasına döndüğünde içeride bıraktığı 545 bin doların çalındığını anlıyor ve soluğu poliste alıyor.
Geçen ocak ayında bir başka striptiz lokalinin müdürünü dövüp ölümle tehdit ettiği için tevkif ediliyor. Kefaletle serbest bırakıldıktan on gün sonra hırsızlar camını kırdığı arabasından 100 bin dolar alıp götürüyorlar.
Haftası dolmadan Kovboy Jack sarhoş araba kullandığı için tekrar tevkif ediliyor. Gene duruşma tarihine kadar kefaletle bırakılıyor.
Bir diğer kulüpte dansöz sevgilisi içkisine ilaç koyup uyutuyor, menajerle üstündeki banknot destelerini çalıyorlar.
Eylül sonunda evine hırsızlar giriyor. Alarm çalmasıyla gelen polisler Jack’in torununun 18 yaşındaki arkadaşının cesediyle karşılaşıyorlar. Kovboy Jack’in son günlerde nerede olduğunu bilen yok ama loto parasının çoğunun yok olduğu kesin.
Yazının Devamını Oku 5 Aralık 2004
<B>GAZETE</B> yazarları kağıda döktükleri satırlarla okurların düşüncelerine pencere açıyorlar. Kimi yazar olayların kulisine girip muhabirin işlediği konunun neden, niçinlerini ortaya çıkarıyor. Kimileri ise sürekli değişim geçiren dünyada politikadan ekonomiye, bilimden sanata çeşitli alanda gelişmeleri naklederek okurlarını bilgilendiriyor. Yetenekli beyinlerin tahlilci yaklaşımı olayları prizma süzgecinden geçirip daha derin yönlere ulaşılmasını sağlıyor.
Biz de yıllardır bu köşede Amerika’da olup bitenleri okuyucumuzla paylaşma gayretini sürdürüyoruz. İşimiz göründüğü kadar kolay değil. Amerika kıta ülke. Yerkürenin tek ’süpergücü’. Uluslararası siyaset, sanayi, iş, ticaret, üretim, medya, moda, turizm ve olimpik sporlarda önder. Halkının refahı, doğa kaynaklarının bolluğu dillere destan. Yaptığımız iş, ’yorumlu habercilik’.
*
YAZIP çizdiklerimiz boş duvarlara çarpıp dökülmüyor genelde. Beğeninin yanısıra eleştiri de alıyoruz. Fikirlerimizi paylaşanlar gibi karşıt görüş gönderenler de oluyor. Bizi mutlu eden okur yelpazesindeki renklilik. Aralarında pop, hip-hop meraklısı gençler de, Amerika’da yaşamı merak eden öğrenciler, devlet memurları, yüksek eğitim görmüş ev kadınları, iş adamları, değişik meslek erbabı da var.
Son haftalardaki iki yazımıza hayli yanıt aldık. ‘Yazarlık herkesin harcı değil’ başlıklı olanında genel hava ‘Köşelerde kişisel çatışma değil, memleket sorunlarında öğretici unsurlar görmek istiyoruz’ idi. Prof. Ömer Baybars Tek, bu yazıyı web sitesinde ’etik’ butonunda yayınladığını, asistan ve öğrencilerine bahsettiğini bildirdi. (Prof. Tek’e teşekkür ediyorum.)
’Estağfurullah’ın İngilizcesi var mı?’ başlıklı yazımıza da, içerdiği unsurlar nedeniyle iki ayrı kesimden mesajlar geldi.
*
DOSTLARLA özlem giderme toplantımızda gittiğimiz Türk lokantasında hizmetin yavaşlığı, siparişlerin yanlışlığını, bizleri unutup iki Amerikalı müşteriyle sohbete dalan garsondan yakındığımızı belirtmiştik. Ardından Türk resmi kurumlarında Amerikalılara ayrıcalık tanınmasından yakınıp yabancı karşısında eziklikten söz etmiştik.
Başkent Washington’da garsonluk yapan Türkler ‘Biz bahşişle geçiniyoruz. Türkler ’Alo’, ’Koçum’ diye hitap ediyor bize. Çok az bahşiş bırakıyorlar. İstemeyerek servis yapıyoruz. Türk, Arap ve Latin müşterilerden nefret ediyoruz’ şeklinde şikayette bulundular.
*
İNGİLTERE’DEN bir bayan okurun, adı bizde mahfuz, yazımızın duygularına tercüman olduğunu belirttiği özetlediğim mesajı şöyle: ‘Yabancıların bizi 2’nci sınıf vatandaş görmesi yanında Türkler olarak biz de birbirimizi öyle görüyoruz maalesef. Türk olduğu için yakınlaşmak istediğim eski kapı komşum benim yerime İngiliz olan eşimle sohbeti tercih etti her oturmaya gittiğimizde. Semtimizdeki Türk kebapçı ile muhabbete yeltendim neredeyse başından atmadığı kaldı. ODTÜ’den mezun olmuş, yedi yıl kariyer yapmış benim gibi birini... Türk elçiliğine işim düştü, dış kapıda Londra ayazında saatlerce bekledim. Yıllardır burada yaşayan, İngiliz vatandaşlığını almış vatandaşlarımızın birbirlerine bağıra çağıra ‘Sen daha Türk pasaportunu geri vermedin mi oğlum? Ver gitsin ya, ne uğraşıyorsun buralarda’ şeklinde konuşmalarına şahit oldum. Biz birbirimizle dost olmadıktan sonra yabancı bize dost olur mu!’
*
KÖŞEMİZİN son kısmında yabancı diyarda korunması gereken anadilimizin dışlandığını, Türklerin düzenlediği toplantılarda İngilizcenin tercih edilmesini kınamıştık. Bu arada ifade ve duygu beyanında Türkçe’nin yoksul olmadığına işaret ederek Amerikalı dostların bazı hallerde ‘Bir eşeklik ettim’ gibi deyişlerine yanıt vermekte güçlük çektiğimi belirtmiştim. Çünkü ‘Estağfurullah’ın İngilizce’de karşılığını bilmiyorum.
Amerika’dan, İngiltere’den ve Türkiye’den sözcük tercümesi arayışıma yardımcılar çıktı. East Anglia’da yaşayan bir Türk tercüman telefonla bizi arayıp birkaç yanıt şekli önerdi. California, New York ve Florida’dan bizimle temas edenler ‘God forgive you’ (Tanrı seni affetsin), ‘It is unjust to blame yourself’ (Kendine haksızlık ediyorsun) gibi yorum getirdiler. Türkiye’den bir İngilizce öğretmeni ‘Yazınıza gönülden katılıyorum. Estağfurullah’ın İngilizcesi ‘Don’t say such a bad thing’dir. (Böyle kötü laf etme)’ mesajını gönderdi.
*
ZAHMETE girenlere teşekkür ederim ama bu tercümelerin hiçbiri ’Estağfurullah’ın anlam derinliğini yansıtmıyor. BM’de Arapça’dan İngilizce’ye simültane çevirmenlik yapan bir Mısırlı, ‘Perish the thought’ (Düşündüğünü yok et) ifadesini önerdi. Bu da gerçek karşılık değil. Bir Amerikalı kendini kötüleyen laflar etse ben gene sıkıntıya düşeceğim.
Böylesine önemli bir sözcüğün İngilizcesi yok.
Yazının Devamını Oku 28 Kasım 2004
Amerika’nın en görkemli sanayii nedir diye sorsalar, hiç düşünmeden müzik cevabını veririm. Bu değerlendirmede kilit sözcük ’görkemli’. Aksi halde cirolarını dikkate alırsak iletişim devi Microsoft, meşrubat imparatorluğu Coca Cola, alışveriş mağazaları zinciri Wal-Mart, sivil havacılık önderi Boeing, harp-savunma malzeme ve servisleri Haliburton, John Kluge medya krallığı ve düzinelerle diğerlerini sıralamak lazım.
*
Müzik, yıllık satışları milyarlarca doları aşan bu sanayileri geriden takip ediyor. Oysa müziğin yeri ayrı. Yerkürenin en ücra köşelerinde tank- füze nedir bilmeyen, jet uçağını ancak gökten geçtiğinde gören, bilgisayar- cep telefonu duymamış insanlar dahi müzikle iç içe yaşıyor. Ninnilerle insan hayatına giren, yediden yetmişe toplumlara heyecan, ümit, zevk aşılayan, yaşama renk katan, güzel sanatların incisi müzik. Beyazı, siyahı, çekik gözlüsü, yanık çehrelisini, ırk, din, dil ayrımı, hudut çizgisi olmaksızın birleştirip, bütünleştiren tek sanat bu.
*
Müzik aleminin başta gelen dergisi Rolling Stone tüm zamanların ‘’En İyileri’ başlıklı bir araştırma sonucunda 500 şarkılık bir liste yayımlayarak müzik sanayiinde yeni bir tartışmaya sebep oldu. Eleştirmen, uzman, yapımcı ve müzisyenlerden oluşan bir seçici kadronun hazırladığı liste pop müziğinin yayılmaya başladığı son 60 yılı kapsıyor. Ortaya çıkanların adlarını okuduğumda ‘Eskiye rağbet olsa bit pazarına nur yağardı’ şeklindeki atasözünü anımsadım. Listede ‘Like a Rolling Stone’ adlı şarkısı ile Bob Dylan tepede. İlk 20’deki diğer şarkıları seslendirenler ise The Rolling Stones, John Lennon, Marvin Gaye, Aretha Franklin, Beach Boys, Chuck Berry, The Beatles, Nirvana, Ray Charles, The Who, Sam Cooke, The Beatles, Bob Dylan, The Clash, The Beatles, The Jimmy Hendrix Experience, Chuck Berry, Elvis Presley ve gene The Beatles.
*
İngiltere’nin 40 yıl önce bir numaralı ihracatı diye nitelenen The Beatles ’Hey Jude’, ’Yesterday’, ’Let It Be’ ve grubun dağılmasını takiben John Lennon’ın bestelediği ’Imagine’ ile birlikte dört parçayla zirvedeki 20’de diğerlerine fark atıyor. ‘Şahane Dörtler’ ayrıca 500 şarkıyı içeren listede 23 parça ile rekor kırmış addediliyor. The Beatles’ın kadim rakibi The Rolling Stones ise 14, Bob Dyland 12 ve Elvis Presley yalnızca üç şarkı ile geriden geliyorlar.
*
Derginin anketinde seçilen isimlere baktığımda ortaya İngiltere’nin damgasını taşıyan 60’lı seneler ortaya çıkıyor. The Beatles, The Rolling Stones, The Who, kadın modasına yeni anlam kazandıran manken Twiggy, mini etek, alabildiğine özgür seks-uyuşturucu rüzgarına kapılmış gençlik, Vietnam Harbi’ne baş kaldıran Çiçek Çocukları, hep bu dönemin aktörleri.
‘İngiliz Fırtınası’ diye adlandırılan pop grupları, Frank Sinatra, Bing Crosby’den efsanevi Elvis’e kadar batı yarımküresinin şöhretlerini erken emekliliğe zorlamışlardı. Tüm zamanların en iyilerinin sıralandığı 500’lük listede yer alan 202 şarkının 1960’lı yıllarda bestelenmiş olması dönemin önemini vurguluyor.
*
Rolling Stone dergisinin listesi, müzik dünyasında beklenen tepkiyi gördü. Genç ve orta yaşlı kuşaklar dergi editörlerini mektup yağmuruna tutarak Michael Jackson’dan Madonna’ya, Bruce Springsteen’den Snoop Dady’ye sevdikleri pop ve rap’çilerin dışlanmasını protesto ettiler. Öfkeli gençlik, Eminem’in ’Lose Yourself’ ve Stan’ın 166-290, OutKast’ın ’Hey Ya’ parçasının 180’inci sıraya konmasını kınadı. Oysa Sonny and Cher’in platin plağı ’I Got You Babe’ dahi ancak 444’üncü sıraya girebildi.
*
2000’li yıllara baktığımızda pop müziğinin ünlülerinde alçakgönüllüğün giderek yayıldığını görüyoruz. Pop şöhretleri dev salonlar, futbol stadyumları ve parklarda ücret almadan konserlere çıkıyorlar. ABC, NBC gibi önde gelen TV kanalları Manhattan’daki genel merkezleri önündeki meydanlarda sıcak-yağmur demeden plakları milyonlarca satış yapan, müzik ödülleri sahibi sanatçılara şov yaptırıyorlar. Rod Stewart, Duran Duran, Sting, Enrico Iglesias, Mariah Carey, Sheryl Crow, Norah Jones, Alicia Keys, Ricky Martin, Bono’lu U-2 ve diğerleri, dev kamyonların düz şasileri üstüne çıkıp eski-yeni parçalarını söylüyorlar, hayranlarına, New York’u ziyaret eden turistlere imza dağıtıyorlar.
Müzik meraklısına New York’a gelirlerse sabah saatlerinde TV stüdyoları önündeki meydanlarda bedava konser izlemelerini öneririm.
Yazının Devamını Oku 21 Kasım 2004
Akşam yemeğinde çocukluk yıllarından damak tadımızı belirleyen yiyeceklerle haşır neşir olacağız. Haylidir bir araya gelemediğimiz bir arkadaş grubuyla gittiğimiz lokanta New York’un iyilerinden. İsmi, mönüsü, sahibi, aşçısı, dekoruyla her şey Türk. Garsona beyaz peynir, mantı, piyaz, çoban salatası, ardından ana yemeği ısmarlıyoruz. Sıra hal hatır sormada. Arkadan sağlık vaziyetleri, çoluk-çocuk sorunları, iş gidişatı, yeni evli birinin boşanma dedikodusu. Masada sohbet derin.
*
Oturalı yarım saati çoktan geçmiş, içki yoldaşı mezelerin geldiği yok. Garsonumuz yan masaya bizden sonra gelen bir Amerikalı çifte İskender kebabı servisi yapıyor. Arkadan konuşmaya dalıyor gençlerle. Kebanın nasıl yapıldığını anlatıyor. Ama biz de müşteriyiz, sabah kahvaltısına gelmedik lokantaya. Girişte barmene söylediğimiz içkiler boş mideye iniyor. Kaş-göz, el işaretiyle bizim yiyeceklerin ne olduğunu soruyor bizden biri. Garson İskender’i bitirmiş Kapadokya’nın peri bacalarını anlatıyor. İşaretimizi fark edince yüzü asılıyor, bir kaşı havada mutfağa yöneliyor.
Biz gene ufuk turuna devam ediyoruz. AB üyeliği, seçimler, AKP derken konular azalıyor, Asena-Tatlıses tartışmasına giriyoruz ama gözler mutfak kapısında. Rahat bir saat geçmiş masaya oturalı. Nihayet garson çıkageliyor, tepside kebap tabakları. Oysa yalnızca iki kebap siparişi vermişiz. Gerisi birer, ikişer buğulama balık, döner ve köfte. Mezelerden ses-seda yok. Rakı meraklısı yaşlıca doktor dostumuz öfkeyle birkaç laf ediyor garsona. Kulağına eğilip ‘Vazgeç, keyfimiz bozulmasın. Yemek mühim değil, maksat birlikte olmak’ gibisinden söz edip yatıştırmaya çalışıyorum.
*
Hayatta çekindiğim şeylerden biri lokantada garsonu sinirlendirmek. Zira masaya getireceği tabakta yemeğin hammaddesi dışında kim bilir ne olur! Usturayla sakal tıraşı yapan berberi kızdırmak hangi babayiğitin harcı?
Bizim garson, şüphesiz iyi niyetli. Türk mutfağını, tarihi yerlerimizi anlatarak Türkiye’nin tanıtımına katkıda bulunduğunu sanıyor. Ama işi turist rehberliği değil. Yanlış meslek seçmiş olmalı. Lokanta müşterisi olarak siparişlerin makul zamanda masamıza gelmesini bekliyoruz. Genç çift hesabı dolarla ödeyecek, biz de çakıl taşı vermeyeceğiz. Aradaki fark bizim Türk olmamız.
*
Her nedense yabancılara karşı boynumuz kıldan ince. Amerikalı değil de Patagonyalı bile olsa. Keşke yaban ellerinde birbirimize karşı aynı ilgiyi gösterebilsek. Amerikalı’ya dostluk göstermek güzel, hoş. Bir de endazenin ölçüsünü kaçırmasak. Yıllardır hálá alışamadığım bir kimlik arayışı, muhabere garipliği var Amerika’daki Türklerde.
Bu kıta ülkede sayıları 60’ı aşkın dernek-cemiyetlerimizin isminde, birkaçı dışında çoğunlukla ‘Amerikanlık’ vurgulanıyor. Türk cemiyetlerine üye gerçek Amerikalıların sayısı bir elin parmaklarından az.
Türkiye’den gelen devlet ve hükümet erkanı için yapılan toplantılarda bile zaman zaman konuşma dili İngilizce oluyor. Devlet Bakanı Ali Babacan, geçen yıl Türk gazeteciler için yaptığı basın toplantısında konuşmasını da, sorulara verdiği cevapları da İngilizce’yle sürdürdü.
*
Derneklerin konferans, sanat etkinliklerinde anadilin bir tarafa atılıp, İngilizce’nin tercihi pek ender sayılmaz.
Kendi lisanımızda birbirimizle anlaşmak dururken 300 Türk’ün katıldığı bir kültür konferansında üç Amerikalı var diye İngilizce konuşmamız şart mı! Ankara’da Amerikalıların kurduğu bir derneğin toplantısında, herhangi bir etkinlikte Türkler geliyor diye Türkçe mi konuşuyorlar!
Yabancı ülkelerde korunması, yaşatılması gereken Türk dilinin dışlanmasını anlamak mümkün değil. Yeni Dünya’da yaşayan Türklerin konuşma dili için İngilizce’yi seçmeleri Türkçe’nin daha zayıf görülmesinden mi? Şimdiye kadar çözemedim.
*
Lisan uzmanı değilim ama Türkçe yabana atılacak bir dil değil. Lugátlardaki kelime sayısı İngilizce’deki kadar kalabalık olmayabilir. Ama ifade, duygu beyanında anadilimiz hiç de yoksul değil. Amerikalı dostların bazı hallerde, ‘Kusura bakma bir eşeklik ettim’ deyişlerine yanıt vermekte her seferinde güçlük çektim. ‘Estağfurullah’ın İngilizce’de karşılığını bilmediğim için. Bilen çıkıp beni bilgilendirirse mutlu olurum.
Konu bence Amerikalılığa yönelik özenti. Türkçe konuşulması gereken yerde İngilizce tercihi bu özentinin bir uzantısı. Lokantadaki Türk garsonun sekiz Türk müşterisine azap çektirip iki Amerikalı’yı memnun etme uğraşısı da bireysel bir yanlışlık değil. New York’taki resmi kurumlarımızı, Birleşmiş Milletler delegeliğimizi telefonla arayan Amerikalı ve Türklerin nasıl farklı muamele gördüklerini deneyin, anlarsınız. Yabancı karşısında eziklikten acaba ne zaman kurtulacağız?
Yazının Devamını Oku 14 Kasım 2004
Yazarlık hayli güç bir meslek. İlkin ’yazarlık’ sözcüğünü açmam lazım. Gazete ve dergilerde köşe, yorum yazarlarından bahsetmiyorum. Hele hele arabasına gaz pompalayan benzincinin derdini, sevgilisiyle tartışmasını, kıyafet seçiminde kararsızlığını, konu bulmakta zorlanıyorum diyerek abuk sabukluğu sütunlarına geçirenlerin mesleği değil güç dediğim. Hayatının roman olduğunu sanıp kaleme sarılan bıyığı terlememiş çocukların aklından geçen hiç değil. Gerçek kitap, roman yazarlığını kastediyorum.
*
KALICI, okur çekici, orijinal bir kitap yazmak bilgi, kültür birikimi, özveri, sabır ve zaman isteyen bir iş. Bıkıp usanmadan araştırma, gerektiğinde seyahat, konuya ışık tutacak insan kalabalığıyla görüşme gerekiyor.
Bu hafta Graham Greene ile ilgili bir haberi okurken hayrete düştüm. ’Third Man’ (Üçüncü Adam), ’The Power and the Glory’ (Güç ve Zafer), ’The Quiet Man’ (Sessiz Adam) gibi birkaç eserini okuduğum Greene’nin hayat hikayesinin üçüncü cildi yayımlanmış. Yazarı Prof. Norman Sherry. 1991’de ölen Greene’in izniyle biyografisinin yazarlığını üstlenen Sherry’nin bu konuya harcadığı zaman sizi de şaşırtacak. Tam 30 yıl. Greene’in 87 yıllık yaşamını içeren üç ciltlik kitap ise 2 bin 251 sayfa.
*
Texas’ta bir üniversitede edebiyat hocalığı yapan Prof. Sherry, Greene’in notları, anıları, günlük tutanakları, sevgililerine mektuplarını toplamış, dost ve yakınlarıyla görüşmelerini kağıda dökmüş. Bu kadarla da kalmamış, Greene’nin romanlarının geçtiği yerleri ziyaret etmiş: ‘Graham’ın ’Journey Without Maps’ine (Haritasız Seyahat) konu olan Liberya’ya aynı rotayı takip ederek gittim. ’The Power and the Glory’ (Güç ve Zafer) için Meksika’ya, Diktatör Duvalier’i anlatan ‘’Comedians’ (Komedyenler) için Haiti’ye, arkadan ’The Honorary Consul’u (Fahri Konsolos) yazdığı Paraguay’a gittim. Ve daha başka ülkelere.’
*
GREENE’in izinde dağ, bayır demeden yol kateden profesör bu seyahatlerde tropik diyabet, dizanteri, bağırsak kangreni ve sıtmaya yakalanmış, kısa süreli körlük geçirmiş, Haiti’de üstüne kurşun sıkılmış, Kongo’da saldırıya uğramış, Küba’da tutuklanmış.
Graham Greene’in biyografisi uğruna 30 yılını harcayan Sherry, ‘Sağlığımı kaybettim, çocuklarımla aram bozuldu. İki kere evlenip boşandım. Ailem bu tutkuyu paylaşmaya yanaşmadı’ diye dert yanıyor.
Biyografide romanları filme aktarılan, ünü dünyaya yayılan yazarın karanlık yaşamına ışık tutuluyor. Greene’in fahişelere merakı ortaya çıkıyor, genelevlerde 47 fahişeyle sevişmeleri ayrıntıyla yer alıyor.
*
KİTAPTAN öğreniyoruz ki, yazar evliyken aynı zamanda kocalarının bilgisi dahilinde iki evli kadınla ilişkiye girmiş. ‘En büyük aşkım’ dediği metresi Catherine Walston’la birlikteliğini nasıl bitirdiğini ‘The End of the Affair’ (İşin Sonu) adlı kitabında anlatıyor. Son metresi Yvonne Cloetta’yla 30 yılı aşkın ilişkisinde genelev ziyaretlerine de devam etmiş.
Yazarın çocukluğu hayli sorunlu geçmiş. Babasının baş öğretmen olduğu okuldan sık sık kaçmış. Sayısız kere intihara teşebbüs etmiş, 15 yaşında tedavi için psikiyatra gitmeye başlamış, alkol bağımlısı olmuş, komünist parti üyeliğine girmiş.
Bir aile dostunun desteğiyle gazetelerde sanat eleştirmenliğine başladıktan sonra da romancılığa merak sarmış. İlk kitapları geri çevrilmesine rağmen yılmamış. Macera düşkünü yazar, kitaplarını yazmak için İsveç’ten başlayıp Meksika, Liberya, Vietnam, Kongo, Kenya, Küba ve Polonya’ya kadar gitmiş.
Bu arada anı kitapları da yazmış. İstanbul anılarını anlattığı ‘Stamboul Train’ (İstanbul Treni), Hindiçini’de, Afrika’da izlediği harpler...
*
SADECE düz bir hayat hikayesi anlatmıyor ama kitap. İngiliz Gizli Servisi hesabına ’casus’luğa başlaması, Hemingway, Korda, Fleming, Coward, Waugh, T.S.Eliot gibi ünlü yazarlarla dost olması gibi ayrıntılar da var.
Graham’ın ailesi, Prof. Sherry’e, ‘Greene’in yaşamını kendisiyle özdeşleştirmiş. Gereksiz özel yönlerini abartarak yazmış’ diyerek ateş püskürüyor. 69 yaşındaki edebiyat hocasının yanıtı ise: ‘Graham ölüm döşeğinde bana biyografisini yazmam için yazılı belge verdi. Hayatımdan harcadığım 30 yılı unutmasınlar.’
Yazının Devamını Oku 7 Kasım 2004
Amerika’da resmi ordu dışında ’paralı askerlik’ bir meslek. Ama bunlar, borç ödemesini yapmayana sataşmıyorlar. Mültimilyonluk ihalelerde caydırıcılığı üstlenmek de görev kriterlerinin dışında. Alaattin Çakıcı’nın açıklamalarını okurken üzüntüm şaşkınlığımı bastırdı. Adı geçtiğinde bazılarının paniğe kapıldığı Çakıcı, Amerikan ve Alman eğitim terbiyesi görmüş başbakanların astronomik maddi çıkarlar, kişisel hesaplaşmalarda ’çete’ kullandıklarını ileri sürüyor. Avrupa ailesine girmek için olmadık çabalar gösteren Türkiye’yi yakın zamana kadar yönetenlerin konumlarına yakışmayan böyle işlere kalkışmalarını hoş karşılamak mümkün değil. Uygar Batı ülkelerinde hükümet başkanlarının ’çete işbirliği’yle yasadışı servet kazandıklarını da hiç duymadım. Eğer 10 yıl öncesine dayanan bu icraat şimdilerde devam ediyor olsa AB bu tip yolsuzlukları ‘Kayıtdışı ekonomiyi durdurun’ diyerek Türkiye’nin adaylık sürecine yeni bir koşul dahi öne sürebilir.
Çakıcı tanıdığım bir kişi değil. Konuşmalarına göre karakteri ’yalancı’ sıfatına girmiyor. Söz verdiği bazı kişilerin kimliğini, kendisini kurtarma pahasına dahi olsa açıklamaya yanaşmıyor. Çakıcı’nın adamlarının ’Çete, Mafya’ nitelenmesine rağmen konumları ’paralı askerleri’ andırıyor. İsteğe göre ’tahsilat’ yapıyorlar, ihale-banka satışlarını ‘Abimizin selamı var. Girmeyin bu işe’ diye dostça(!) ikazda bulunup yönlendiriyorlar.
Sonuçta bavul dolusu paralar el değiştiriyor. ’Paralı askerler’ sebepleniyor, abilerinden sonra. Devletin üst kademelerinin de çok kere bilgisi dahilinde, etkili ama tehlikesiz bir yaklaşım bu. Çakıcı’nın adamlarının bu süreç içinde can tehlikesi yaşadıkları da söylenemez.
HERKESİ KORUYORLAR
Oysa Amerika’da resmi ordu dışında ’Paralı Askerlik’ bir meslek. Ama her yönüyle bizdekinden farklı. Bunlar borç ödemesini yapmayan, yapamayana sataşmıyorlar. Mültimilyonluk ihalelerde caydırıcılığı üstlenmek görev kriterlerinin dışında. Basında isimleri geçmiyor, eylemleri sıralanmıyor. Ordu dışından orduya hizmet veriyorlar.
Berlin Duvarı’nın yıkılmasını takiben Balkanlar, Haiti, Ruanda ve Liberya’da etnik ihtilaf ve iç harplerin patlak vermesi üzerine Amerikalı müteşebbisler şirket kurarak özel güvenlik güçleri oluşturdular. Şirketler ’Green Berets’, ’Army Rangers’, ’ Navy Seals’, ’Delta Force’un özel yetiştirilmiş komandolarını bünyesinde toplayarak talep üzerine dünyanın çeşitli bölgelerine gönderiyorlar. Bu timler savaş bölgesinde görevli diplomat, yardım kurumları personeli, iş adamlarının korunmasının yanısıra petrol kuyularının, banka ve uluslararası şirket merkezlerinin, yabancıların yaşadığı mahallelerin güvenliğini sağlıyor.
Afganistan Cumhurbaşkanı Hamid Karzai ile yaz başında geri çağrılan Irak Sivil İdaresi’nin baş yöneticisi Büyükelçi Paul Bremmer’in de korumaları Amerikalı özel timlere mensup.
Bu kadarla bitmiyor kiralık askerlerin işi. ABD Savunma Bakanlığı’nın siparişi üzerine 15 bin eski komando Irak’taki Amerikan askerlerinin korumacılığını da yapıyor. Bu miktar Amerika’dan sonra İngiltere’nin İran’a gönderdiği asker sayısının üstünde. Bunlar yeni askerlerin eğitimi, anti-terör savaşı, helikopter ve tank tamiri, silah-cephane konvoylarına silahlı destek gibi işler üstleniyor. 2002’de ABD Deniz Kuvvetleri şüpheli tekne ve gemilerde araştırma, silahlı nöbetçilik tekniği, genel eğitim için bir sivil savunma şirketine 36 milyon dolar ödedi.
ÖLDÜRÜLEN PARALI ASKERLER
Özel tim komandolarını teşhis etmek güç değil. 30-40 yaşları arasında, iri yapılı, saçları usturaya vurulmuş, kulaklarda telsiz, siyah kayakçı gözlüklü bu eski askerler omuzda otomatik silah taşıyorlar. Gene de Hollywood ürünü Rambo gibi ölümsüz değil bu komandolar. Geçen Mart’ta Felluce’de yakılan cesetleri Fırat Nehri üzerinde bir köprüden sallandırılan dört sivil Amerikalının Blackwater USA adlı özel güvenlik şirketinde görevli eski komandolar oldukları açıklandı. Basında dehşetle izlenen görüntülere rağmen 1998’de kurulan Blackwater, Amerikan ordusunun eski özel tim mensuplarının görev almak için kuyruğa girdiklerini bildiriyor. Nedeni, ordunun 1989’da 2.1 milyon olan mevcudunun bu yıl 1.4 milyona indirilmesi sonucu başgösteren işsizlik. Daha da önemlisi para.
Halen bu özelleştirilmiş savunma sanayiinde 100 bin civarında komandoya sahip 20’yi aşkın şirket var. Yıllık ciroları 100 milyar doların üstünde. Şirketler özel timlerin komutanlarına yılda 100 ile 200 bin dolar arasında maaş ödüyor. Tim komandolarının günlük yevmiyesi 300 ile bin dolar. Talep üzerine dünyanın en tehlikeli bölgelerine sevkedilen paralı askerler ekmek parasını kelle koltukta kazanıyorlar.
Çakıcı’nın minik ordusunun eylemlerinde can korkusu yok.
Yazının Devamını Oku 24 Ekim 2004
Kuşe kağıdına basılmış bir fotoğraf. Biri olgun, diğeri bebek yüzlü iki yakışıklı adam podyumda. Eller havada, kalabalığı selamlıyorlar. Arka planda Amerikan bayrakları, alkış tutan taraftarları. Resmin altında bir mesaj: ‘Sevgili Doğan, Kasım’daki Demokratik başkanlık zaferini garantilemek ve Amerika’ya daha iyi bir gelecek sağlamak yolunda bize yaptığınız yardımlar için teşekkür ediyoruz. İçtenlikle, John Kerry - John Edwards.’
*
John Kerry, 2 Kasım seçimlerinde Başkan Bush’un rakibi. John Edwards ise Kerry seçilirse başkan yardımcısı olacak. Gözlerim resimde, bir düşünce alıyor beni. Hiçbir partiye üye değilim. Kampanya bağışı yapmadığım gibi, başkanlık bir yana muhtar seçimi dahi olsa oy kullanma hakkım yok. Acaba adımı, ev adresimi nasıl buldular? Kapaklı muhafazası üstünde ‘Doğan Uluç için özel’ yazıyor. Eş, dost arasında böyle resimli teşekkür mesajı alan yok. Tanıdıklar egomu pompalıyor: ‘Kerry lehinde yazdın birkaç kez. Kerry kampanya örgütü azınlık basınını iyi takip ediyor. Eğilimini tespit etmiş olmalılar. Türk Amerikalıları etkilediğini düşünüyorlar.’
Sanmıyorum. Türk kökenli seçmen sayısı çok az. Ama bir gerçek de ortada. Geçen seçimlerin sonucunu 280 milyon nüfuslu ülkede 537 oy tayin etti. Gene de merakımı tatmin edecek izah aklıma gelmiyor. On binlerce kişiye aynı fotoğrafın gönderildiğine eminim.
*
Kendimi bir Amerikalı yerine koyup seçimde kime oy veririm hesabına başlıyorum. Anketler, kamuoyu yoklamaları Bush-Kerry başkanlık yarışının foto-finişle tespit edileceği yönünde. İki adayın ülkenin iç ve dış sorunlarına yaklaşımı birbirine siyah-beyaz gibi zıt. Amerika, tarihinde görülmemiş bir kutuplaşma içinde. Bir tarafta Cumhuriyetçiler öte tarafta Demokratlar. Galatasaray-Fenerbahçe rekabeti bile bu derin ayrılıkta ılımlı kalır. Seçimde Irak harbi, terörizm ve başkanın liderlik konumu önemli rol oynayacak. Ekonomi ve işsizlik hemen arkasından geliyor.
*
Bush’a göre terörizmle savaş kazanılma yolunda, Kerry ise terör saldırılarının son 21 yıldır rekor seviyeye ulaştığını söylüyor. Irak’ın manzarası mezbahayı andırıyor. Bush, ‘Irak demokrasi rotasında. Seçimlerle her şey düzene girecek’ diyor. Başkan’ın gazete okumadığı, TV haberlerini izlemediği belli. Yoksa direnişçilerin kafa kesme manzaralarını, bomba saldırılarını görürdü. Rakibinin yanıtı: ‘Irak, can kaybının yanı sıra, bize 150 milyar dolara mal oldu. Oysa iki milyar dolar harcayıp limanlara gelen gemilerde nükleer silah kontrolü yapılabilirdi.’
Kerry dört yıllık Bush iktidarında siyahlarda 2.045 dolar, Latin Amerika kökenlilerde 2.432 dolar yıllık gelir azalması olduğunu belirtiyor. İşsizlik son 25 yılın rekor seviyesinde. Demokrat adayın öne sürdüğü devlet kayıtları ve istatistikler astronomik rakamlarla dolu. Bush yönetiminin iktidara geçtiğinde devraldığı bütçe fazlası ile Türkiye’de tüm gecekondular yerine gökdelen inşa etmek, köylerde hastane, ilçelerde üniversite kurmak mümkün.
*
Bush’un icraatında gurur duyulacak fazla bir şey yok. Kongrede bağımsız bir komisyonun çıkardığı raporda, Irak’ta kitle imha silahları bulunmadığı, Usame ve El Kaide ilişkisine rastlanmadığı, Saddam’ın ABD için tehlike addetmediği açıklandı. Irak’ta görevli Amerikan komutanları dahi istila ve işgaldeki yanlışlıklardan yakınıyorlar. Son iki yıl içinde yayımlanan, Irak harbi, yeni Ortadoğu planı, uluslararası terörizm, kitle imha silahları gibi konularda Beyaz Saray’ın tutumunu ele alan düzinelerle kitaptaki suçlamalara rağmen Bush yönetimi hata-kusur kabul etmez bir inkarcılık içinde.
Gönüllü gittiği Vietnam’dan madalyalarla dönen Kerry ise, ‘Bush terörizme karşı savaşın kazanılamayacağını söylüyor. Bana görev verirseniz terörist neredeyse bulup öldüreceğiz’ diye konuşuyor.
Acemi ekonomi politikası, halkın yanlış yönlendirildiği Irak harbi ve terörizmle savaştaki başarısızlığa rağmen, seçmenlerin yarısı hálá Amerika’yı düştüğü kaostan Bush’un kurtaracağına inanıyor. ABD Başkanı’nın seçim stratejisi korku politikası üzerine kurulu. Bakalım sandıklardan kim çıkacak.
Yazının Devamını Oku 10 Ekim 2004
Modern mimariden esinlenerek inşa edilmiş hilal şekilli salon üç platformlu. Ama klasik tiyatroların balkonları gibi üst üste değil, iç içe. Bir diğeriyle arada üç-beş basamak var. Salonun cephesi tabandan tavana cam duvar. Yüksekliği rahat on metre. Columbus Meydanı, Central Park’ın güney köşesi, ilerisinde Beşinci Cadde, Trump gökdeleni ışıl ışıl. Nefes kesici bir manzara bu.
Gezip dolaştığım hiçbir yerde böylesine görkemli bir caz kulübü gördüğümü hatırlamıyorum. Ahmet Ertegün’ün kardeşi Nasuhi anısına kurduğu ‘Ertegün Caz Şöhretleri Salonu’na bitişik caz kulübünün özel açılış davetini kaçırmadığım için mutluyum.
Wynton Marsalis, cam duvar önündeki platformda trompetini üflemeye başlıyor. Sonra Ellington, Armstrong, Parker gibi ustaların eserlerini sunuyor bir caz dörtlüsü. Muhteşem bir müzik ziyafeti.
*
Son on günü dolu dolu sanat etkinlikleriyle geçirdik. Kültür ve Turizm Bakanlığı himayesinde ‘Türk Caz Festivali’ni Lincoln Center’da izledik. Cazın vatanında bu müzik türünü Amerikalılara sunmak cesaret isteyen bir girişim. Meksikalıların Edirne’de Kırkpınar güreşlerine soyunması gibi.
Neyse ki gelenlerin büyük çoğunluğunu biz Türkler oluşturduk. Üç gece süren caz festivalinin ilk gecesine eşiyle gelen Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’e izlenimlerini sormak istemedim. Politik bir yanıt alacağımı biliyordum. Gene de Aydın Esen’in piyano solosuna, Okay Temiz’in davul, kendine özgü oluşturduğu vuruşlu enstrümanlarıyla sergilediği güçlü performansa, grubundaki kardeşi Akay, Ahmet Özden, Hasan Girnatacı, Ahmet Yiğittürk, Rüstem Cenbeli’nin ustalıklarına şapka çıkartmak lazım.
Ahmet Ertegün, Arif Mardin ve İlhan Mimaroğlu’nun ev sahipliğini yaptıkları üç gecede İlhan Erşahin ve Kudsi Erguner de başarılı sunuşlar yaptılar. Bence ‘Türk Caz Festivali’ yerine başka bir deyimle ortaya çıksalardı daha uygun olurdu.
*
Geçen gün Bircan Ünver’in kurduğu ’Light Millenium’un (Işık Binyılı) düzenlediği bir programda Arif Mardin’in müzik dünyasına paralel iç dünyasına girme fırsatını bulduk. Marmara Oteli’ndeki sinevizyonda Arif Mardin’in çocukluktan bu yana yaşam yıllarından kesitler gördük.
Eşi Latife’nin Arif’in iş-ev hayatını özetleyen komik-şiirsel diyaloğu eğlenceliydi.
Hayranları, yeni şirketinde ortağı Ian Ralfini’nin konuşmalarını takiben ünlü müzik adamı Mardin, Amerikan müzik alemindeki 40 yıllık mazisini özetledi.
*
Beş yaşında caza merak salan, 10 yaşında Duke Ellington plağı satın alan Arif, bir konser için İstanbul’a gelen Dizzy Gillespie- Quincy Jones ikilisiyle tanıştıktan sonra ailesine, ‘Macera’ diyen arkadaşlarına rağmen caz bestekárı olma uğruna geldiği Amerika’daki yıllarını anlattı. Nasuhi Ertegün’ün asistanı olarak girdiği Atlantic Plak Şirketi’nde 38 yıl çalıştıktan sonra Başkan Yardımcısı (Ahmet Ertegün’ün) olarak yaş haddiyle emekliliğe ayrılan Arif Mardin’in başarı dosyası kabarık. ‘Yılın Müzisyeni’, ‘Ömür Boyu Başarı Ödülü’ gibi sayısız armağanlara layık görülen Mardin, 15’e yakın müzik Oscar’ı Grammy sahibi. 40’ın üstünde altın-platin plak yapımcısı, iki yıl önceki aranjmanlarıyla kendisi gibi Norah Jones’un da beş Grammy almasını sağladı.
İzleyiciler, İstanbullu Arif’in Aretha Franklin, Bette Midler, Bee Gees, Barbra Streisand, Whitney Houston, Phil Collins, Chaka Khan, the Modern Jazz Quartet, Eric Clapton, Diana Ross, Brandy ve Jewell gibi düzinelerle müzik şöhretiyle çalışmalarını görme fırsatını buldular. Sığ şöhretlerin aksine yetenek zenginliği ile hálá zirvedeki yerini koruyan bir Türk’ün derin dünyasını kısaca ziyaret ettik.
Yazının Devamını Oku