Doğan Uluç

Met, MoMA ve Dedektif Clouseau

3 Nisan 2005
<B>Güvenlik kameralarında ekose şapkalı, yağmurluk giymiş, takma top sakalıyla polisiye kahraman Dedektif Clouseau’yu andıran bir erkek görününce, müze müdürleri ‘Bu Banksy. New York’a da dadandı’ dediler. Bu İngiliz geçen yıl Paris’te Louvre Müzesi, Londra’da Tate Gallery’de benzer hınzırlıklar yaparak Rönesans eserleri arasına mizah konusu olacak resimler yerleştirmeyi başarmıştı.</B> YAŞAMLARI, eli-yüzü, gömleği-pantolonu rengarenk boya içinde, tuval karşısında geçmiş ressamlar var yerkürenin dört bucağında. Amaç yapıtlarını ilgi göreceği çizgiye yükseltmek, imzasını gelecek kuşaklara miras bırakmak. Oysa kolay bir iş değil bu. Üstün yeteneğin yanısıra sabır ve azim, maddi-manevi destek, basında övgülü yazılar gerekiyor. Toplu ve bireysel sergiler, sonra galeriler... Ardından sanatın zirve noktası müzeler. Şöhretler kulübü müzelere kapağı atanın adı, eseri ölümsüzleşiyor.

Bu başarıyı yakalayanların sayısı? ’Yüzbinde bir’ dersek yanlış olmayacak. Çevrenizde soruşturun, beklemediğiniz kadar resimle uğraşan insan çıkacak. Paris’ten New York’a dünya kentleri, sokaklarında resimlerini sergileyen sanatçılarla dolu. Kaldırım sergilerinden müzelere ulaşmak için mucize gerek. Hiç mi yolu yok bu işin? Banksy için var, hem de kestirmeden giderek.

*

BANKSY İngiliz. Geçenlerde dört eseri New York’ta ünlü Metropolitan Museum of Arts (Metropolitan Sanat Müzesi / Met), Museum of Modern Art (Modern Sanat Müzesi / MoMA), Brooklyn Museum (Brooklyn Müzesi) ve Museum of Natural History’de (Doğal Tarih Müzesi) sergilendi. Kimseye zahmet vermeden. Zira müzelere bizzat koydu resimlerini. Sonra müzeye telefon açıp ‘Şu salona resmimi koydum’ diye haber verdi.

Kimliği bilinmeyen İngiliz, uyduruk bir ressam. Geçen hafta MoMA duvarına teneke kutuda domates çorbası resmini, iki dünya sanat tarihine geçmiş tablonun arasına yerleştirdi. Met’te gaz maskesi takmış bir kadın portresi, diğer iki müzede arka fonda ’Savaşa Hayır’ yazılı, elinde sprey boya tutan bir İngiliz sömürgeci subayı resmi ve cam çerçeve içinde uçak kanatlı canlı bir böcek, minyatür füze, çanak anteni resmini ünlü tabloların yanına yapıştırdı.

Met hariç diğer müzeler, bu olaylardan muzip Banksy’nin telefonuyla haberdar oldular. Güvenlik kameralarında ekose şapkalı, yağmurluk giymiş, takma top sakalıyla polisiye kahraman Detektif Clouseau’yu andıran bir erkek görününce, müze müdürleri ‘Bu Banksy. New York’a da dadandı’ dediler. İngiliz geçen yıl Paris’te Louvre Müzesi, Londra’da Tate Gallery’de benzer hınzırlıklar yaparak Rönesans eserleri arasına mizah konusu olacak resimler yerleştirmeyi başarmıştı.

Müze eylemlerini ziyaret saatlerinde yapmasına rağmen yakalanmayan Banksy’nin Avrupa’da kalabalık bir hayran kitlesi var. Galeriler resimlerini sergiliyor, resimli kitapları da iyi satış yapıyor. ‘Ben kaliteli vahşiyim’ diyen Bansky, sanat alemi ve hayranlarıyla temaslarını bir arkadaşının web sitesiyle yürütüyor. Eylemlerini ‘Galeriler bir avuç milyonerin koleksiyonlarının fiyatını yükseltmeye araç oluyor. Halk görmek istediği eserleri bulamıyor. Onlara ders vermek istiyorum’ diye izah ediyor. Banksy’nin esas kimliğini bilen, çehresini tanıyan yok denecek kadar az.

*

NEW York sanat çevreleri, hareketli bir dönem geçiriyor. Yıllardır Hilton Oteli’nin girişini süsleyen ‘Fikirlerin Yürüyüşü’ adlı dört bronz yapıttan üçü hafta içinde çalındı. 93 yaşındaki heykeltıraş Philip Pavia’nın yüksekliği üç metre, ağırlığı bir ton olan yapıtlarını Hilton’dan satın alan Hofstra Üniversitesi, eserleri sergi yeri hazırlanıncaya kadar kent merkezinde bir depoya koymuştu. Polisler şaşkınlık içinde. ‘İnanılmaz bir şey bu! Bir tonluk heykelleri nasıl alıp götürdüler?’ diyor.

*

BENCE son yılların en önemli foto-film olayı Gregory Colbert’in ‘Küller ve Kar’ adlı sergisi. Kanadalı sanatçı Colbert, Hudson Nehri kıyısında bir depodaki sergisinde insanlarla hayvanlar arasında ruhsal, duygusal bağları görüntülerle işliyor.

Japon mimar Shigeru Ban’ın 3.5 milyon dolar masrafla dekore ettiği mabet görünümlü sergide, Japonya’da elle üretilen kağıtlara yapışık, üç metre eninde tek renk resimlerde fil, pars, panter, dev kartal, vahşi atmaca, çeltik kargası, saldırgan kaplumbağa, balina gibi hayvanlar yer alıyor. İnsan unsurunu Budist rahipler, transa girmiş dansörler, uygarlığın ulaşmadığı yerlerde yaşayan yaşlı kadın, çocuklar tamamlıyor.

Karınüstü, dizleri üzerine çökmüş filin başı önünde kitap okuyan çocuk, bir kızın başından dört metre uzunlukta kanatlarını çırparak havalanan dev kartal, insan-hayvan karışımı fotoğraflara ilaveten Colbert da belden yukarısı çıplak siyah pantolonuyla kendi eserlerinde yer alıyor. Bir resimde deniz altında balinalarla burun buruna, diğerinde havada azman file yaklaşmaya çalışırken.

Resim ve filmdeki hayvanları yaşadıkları yerlerde görüntüleyen, güvenlerini kazanmak için fillerle 2 buçuk yıl geçiren sanatçı, çekimler için Hindistan, Burma, Sri Lanka ve Afrika ülkelerini 33 kere ziyaret etmiş.

Yazıyla anlatılamayacak ölçüde etkili resim, film ve dekokasyon malzemesi, 148 şilep konteynerini dolduruyor. Colbert’ın aynı zamanda ‘Göçebe Müze’ dediği sergi New York’tan sonra California, Pekin, Tokyo ve Vatikan’da gösterime sunulacak.
Yazının Devamını Oku

Tatil ihtiyaç ama nerede?

27 Mart 2005
<B>İLKBAHARA</B> girdik ama takvime göre. Sokakta adam çevirip ‘Nerede bahar?’ desem bön bön yüzüme bakacağı kesin. Hava ilkbahara benzemiyor. Evde hálá kalorifer yanıyor. Kalın giysilerle çıkıyoruz dışarıya. Parklarda bahar müjdecileri ortada yok. Fulya ve laleler filizlenmemiş, tek tük ağaçlarda tomurcuklar var, neyin nesi belli değil. Gök karanlık, güneş kimbilir kaç kat bulut kümesinin ötesinde. Meteorolojiye göre sağanak yağmur, sulu karın eli kulağında. Güney eyaletleri aksine ağustos sıcağıyla kavruluyor. Ama göller bölgesi Michigan’dan batıya uzanan Wisconsin, Minnesota’da kar diz boyu, okullar zorunlu tatilde. New York’un bu iklim kuşağında olmadığına şükretmek lazım. Umut verici tek gösterge günlerin uzamakta olduğu.

Ekranda akşam haberlerini dinlerken henüz kucaklayamadığımız ilkbaharı bırakıp yaz mevsimini düşünmeye başladım. Amerika’daki Türkler için yaz tatili önemli bir konu. Anavatanda eş-dostla hasret giderilecek üç-dört haftanın planlaması aylar önceden başlıyor. İstek, heyecan ve stresin karıştığı bir olay bu. Amerika, Avrupa gibi çoluk-çocuğu otomobile doldurup Türkiye’ye götürecek yer değil. Arada koca bir okyanus var. Tek yol bir kıtadan diğerine uçakla gitmek. New York’tan İstanbul’a direkt uçuş 11 saat kadar. Miami, Chicago veya Los Angeles gibi kentlerde yaşayanların üç-altı saat daha eklemesi gerek. Uçak değiştirme sıkıntıları da cabası.

İnsanlarımızın çoğunlukla tatil için yazı tercih etmeleri bilet ücretlerinin en pahalı olduğu aylara rastlıyor. İş bu kadarla kalsa iyi. Türklerin bir kısmı ailelerinin evinde diğerleri ise otelde kalıyor bir süre. Ardından Ege’den Akdeniz’e sahil kıyılarındaki oteller ve tatil köylerine sıra geliyor. Güneyde güneş, deniz ve plajla haşır neşir olmak ayrıca yeni masraflar yüklüyor tatilcilere. Yakınlara hediye için harcamalar da yüklü. Dört kişilik bir ailenin Türkiye tatili için asgari 10 bin doları gözden çıkarması lazım.

Peki Amerikalılar ne yapıyor yaz tatilinde, kaç para harcıyorlar?

*

AMERİKA için yaz tatili, mayısın son, eylülün ilk pazartesi günleri arasındaki zaman dilimi. Kuzey kesimdekiler okulların tatile girmesiyle Florida, Kuzey ve Güney Carolina’ya, Güney California’ya, Karayip Adaları’yla Meksika’ya gidiyorlar. Kavurucu sıcağın hüküm sürdüğü bu yerler ’ölü mevsim’ dönemine girildiği için uçak ücretleri düşük, oteller de her keseye uygun. Deniz kıyısı kent ve ilçelerde, 50-60 dolara oda bulmak mümkün. Mutfaklı daireler 100 dolar civarında. New York’tan Florida ve Karayipler’e uçak ücreti 200 doları geçmiyor.

Ama zenginin tatili farklı. New York, Washington, Boston ve Chicago gibi kuzey kentlerde yaşayan üst tabaka, sinema ve eğlence aleminin ünlüleri ancak kar-kış bastırdığında sıcağın yaşandığı güneye iniyorlar. Yaz aylarını ise New York eyaletinin Atlantik Okyanusu’na mızrak gibi uzanan Long Island’ında, güneşle serin rüzgarın kaynaştığı Hampton ve çevresindeki ilçelerinde geçiriyorlar. Sağlı sollu plajların yer aldığı Long Island bir diğeriyle görkem yarışına girmiş malikaneler, lüks villalarla dolu. Sıcaklar bastırınca yatlarıyla Karayipler’e çıkan, tatil için Avrupa veya Uzakdoğu’ya giden zenginler Long Island’daki malikanelerini üç aylığına kiraya veriyorlar. Emlakçılara göre bu dönemde vasat kira 300 bin doların üstünde. Astronomik rakam değil mi?

*

BİR de süper kiralar var. Bridgehampton’da yedi yatak odalı, on bir banyolu, jimnastik salonu olan özel plajlı malikanenin üç aylık kirası 600 bin dolar. Southhampton’da Henry Ford’un arazisinde inşa edilen modern villa 475 bin, modacı Calvin Klein’ın evi bitişiğindeki malikane 450 bin, aktör Ben Afleck, Jennifer Lopez, Cindy Crawford’un önceki yıllarda kiraladığı, Madonna’nın doğum günü partisi verdiği villanın kirası ise 550 bin dolar. Amatör porno filmleriyle şöhret yapan Paris Hilton’un yatağına girmek isterseniz 375 bin doları gözden çıkarmanız gerekecek. Hilton otelleri várisi genç kadının Southampton’da sahip olduğu sekiz yatak odalı, 11 banyolu evin kirası bu. Kira fiyatına Paris dahil değil tabii.

Bol sıfırlı kira ödemek istemeyenler için satılık kaşaneler de var. Pop-Art sanatçısı Andy Warhol’un 1970’lerde komşu ilçe Montauk’da satın aldığı, Jackie Kennedy, Elizabeth Taylor, Mick Jagger gibi ünlüleri ağırladığı 70’i aşkın odalı ev zinciri satışa sürüldü. Fiyatı ise yalnızca 45 milyon dolar.

Türkiye’de yaz tatili daha hesaplı görünüyor.
Yazının Devamını Oku

Polis, borsacı, şeyhmilyoner, çeteler

20 Mart 2005
<B>MONACO</B>, Palau, San Marino, Liechtenstein ve Andorra ile Amerika’daki mahkumların ortak yönü nedir? Kısaca iki kere iki. BM üyesi beş ülke nüfusunu toplayıp ikiyle çarpsanız, Yeni Dünya cezaevlerindeki iki milyon mahkum sayısına yaklaşmıyor. Amerikan hapishaneleri gökkuşağını andırıyor. İçeride her renk ve ırktan insan var. Cürümler ise bir kriminoloji tarihi cümbüşü. Gazeteler, ülke çapındaki ağır suçları yayımlamak istese, düzinelerce sayfa ilavesi gerekecek. Suçların raf dolusu kitaba, Hollywood filmlerine konu olması da cabası. Son günlerdeki olaylardan bir tutam sunuyorum...

*

LOUIS Eppolito, emekli bir New York dedektifi. Çeşitli cesaret ödülleri kazanmış. ‘Mafya Polisi-Ailesi Gangster Olan Namuslu Polis’ adlı bir kitapta hayat hikayesini anlatmış. Babası ve amcası mafya mensubu. ‘Armut dibine düşer’ vecizesinde olduğu gibi baba-amca yoluna girip dedektif arkadaşı Stephen Caracappa ile mafya tetikçiliğine başlamış. Lucchese çetesi hesabına çalışan iki gangster polisin 11 cinayete karıştığı anlaşılınca Las Vegas’ta taşındıkları evlerinde tutuklanarak New York’a getirildiler. Mafya filmlerinde rol alan Eppolita, cezaevine girince on yıl önce yazdığı ’Mafya Polisi’nin fiyatı 3 dolardan 141 dolara çıktı. Yetkililer, ‘New York Polis Müdürlüğü tarihinde görülmemiş ihanet’ dediği mafya bordrosundaki iki polisin, Lucchese’den 4 bin dolar aylık, cinayet başına 65 bin dolar prim aldığını açıkladı.

*

UCUZA çalışan polisler de var. New York’ta beş polis taklit eşya satan işportacılardan rüşvet olarak sahte markalı çanta, gözlük aldıkları için tevkif edildiler. Açgözlü polislerin cezaevi arkadaşları arasında Yemenli Şeyh Ali Hassan al-Moayed de var. Usame bin Ladin’in ruhani danışmanı olduğunu ileri süren al-Moayed, El Kaide ve Hamas’a 2.5 milyon dolar transfer etmekten suçlu bulundu. Yardımcısı Yahya Zayed ile 75 yıl hapse mahkum olacağı bildiriliyor.

Eyalet ve devlet polisleri şimdilerde ağır suç işleyen kaçak göçmen çetelerinin peşinde. Bu hafta El Salvadorlu M-13 çetesinin 103 üyesi ele geçirildi. FBI, El Salvador, Honduras, Belizeli kaçakların kurduğu çetelerde ağır silahlarla donanmış binlerce tetikçi olduğunu söylüyor. Çeteler, New York, Houston, Los Angeles gibi büyük kentlerde örgütlenmiş.

Atlanta’da bir ırza geçmekten yargılanan Brian Nichols, duruşmasına götürülürken etkisiz hale getirdiği kadın polisin tabancasını alıp bir hakim, bir komiser ve yardımcısı ile zabıt katibini öldürdü. Kaçarak sığındığı evde rehine aldığı genç bir kadın Nichols’a din ağırlıklı bir kitaptan parçalar okudu. Dört cinayet işleyen Nichols, ‘Sen Tanrı’nın bana gönderdiği meleksin’ diyerek kadını serbest bıraktı ve polise teslim oldu.

Chicago’da bir kilisede dinlediği vaazı inançlarına ters bulan Terry Ratzmann, silahını çekerek kilise papazını, 16 yaşındaki oğlunu ve beş kişiyi öldürdü.

Başkent Washington’da 23 yaşındaki Omar Abu Ali adlı öğrenci, El Kaide ile ilişkisi olduğu ve Başkan Bush’u öldürmeyi planladığı gerekçesiyle tutuklanıp cezaevine sevk edildi.

*

KANLI eylemlerin yanı sıra ’beyaz yakalı’ denilen meslek sahipleri de işledikleri suçlardan tutuklanıp yargılanıyorlar. Washingtonlu işadamı Walter Anderson, Amerikalıların adı geçtiğinde irkildikleri Federal Vergi Dairesi’ni dolandırmaya kalktı. 1998’de kazancını 67 bin dolar gösteren Anderson’ın o yıl 126 milyon dolar gelir sağladığı, son beş yılda kazandığı 450 milyon doları yurtdışına kaçırdığı tespit edildi ve tutuklandı. Anderson, 210 milyon dolar vergi borcundan yargılanacak ve hapis cezasına mahkum edilecek.

Amerika’nın ’Ev Kadını’ şöhretli Martha Stewart’ın yasadışı hisse satışından beş ay hapis yatmasında rolü olan ve hileli senet işlemleri nedeniyle yedi yıl hapis cezası alan mültimilyoner borsacı Sam Waksal, mahkumiyet süresinin azaltılması karşılığında yakın dostu bir doktor ile bir işadamının yasadışı hisse satışlarını yetkililere ispiyon ederek tutuklanmalarına sebep oldu.

Kanserli bir çocuğa cinsel taciz suçundan yargılanan Michael Jackson’ın davası da pehlivan tefrikasına dönüştü. Pop Kralı Michael, suçlu bulunursa 10 yıl kadar cezaevinde kalacak.

Disney’de bir yılını doldurmadan kovulan şirket başkanı Michael Ovitz’e 262 milyon dolar tazminat verildiği için hissedarlar yönetim kurulunu dava ettiler. Ama Miki Fare sembollü dev şirketin yöneticilerinin hataları tespit edilse dahi davadan para cezasıyla sıyrılacakları kesin.

Dev iletişim şirketi WorldCom’un eski başkanı Bernard J.Ebbers ise aynı şansa sahip değil. 11 milyar dolarlık sahtekarlıktan suçlu bulunan Ebbers’in asgari 20 yıl hapse çarptırılması bekleniyor.
Yazının Devamını Oku

Mönüyü görmeden lokantaya girme

13 Mart 2005
<B>N</B>ew York’ta Roma’dan fazla pizzacı var. Amerika’daki 40 bini aşkın Çin lokantasının büyük kısmı bu kentte. Vasat New York’lu haftada asgari bir kere restoranda yemek yiyor. Her keseye uygun yer bulmak mümkün. Kişi başı 15-20 dolara da doyabilirsiniz, 300-500 dolara da. Tatsız sürprizlerle karşılaşmamak için girişte asılan mönülerdeki fiyatları incelemek lazım.

SİNEMA çıkışında 56’ncı Sokağa dönüyoruz. Hafif kar çiselemesi altında bir lokanta arıyoruz. Manhattan’ın göbeğindeki bu sokak, lokantaların Birleşmiş Milletler Genel Kurulu gibi. Fransız’dan Çin’e, İtalyan’a, Arjantin’den Vietnam’a... Burası kentin en yoğun restoran sokağı. Aramızda ‘Hangisine gidelim?’ tartışması yaparken kapılarda bekleyenler dikkatimizi çekiyor. Millet kuyrukta. Artık nerede yer bulursak oraya gidecegiz. Gruptan iki kişi karşı kaldırımdakileri deniyor. Beşinci Cadde’ye yaklaştığımızda bir Hint restoranının menajeri ‘Dört kişi mi? Gelin’ diyor. Mutfak bitişiğindeki boş masaya yerleşiyoruz.

Hinduca-İngilizce karışımı çapraşık mönüden siparişleri beklerken seyrettiğimiz Oscar ödüllü filmin değerlendirmesini yapıyoruz. Tabaklar daha masaya konmadan ağır kokulu baharatlı soslardan yemeklerin geldiğini anlıyoruz. ’Curry’ denen keskin kokulu sosla karışık yağlı, bol salçalı parça etler, pilav, sebze, elma-portakal parçaları içiçe. Sohbet devam ediyor ama kimsenin açlık bastırması dışında yemeğe ilgi gösterdiği yok. Mutfaktan gelen kokularla zaten dumanaltı olmuşuz. Türkiye’den gelen arkadaşımız hesabı istiyor. Dolu tabaklara bakan garson ‘Doggie Bag’e (köpek torbası) koyayım mı?’ deyince dostumuzun ‘Benim köpeğim yok’ yanıtına hep birlikte gülüyoruz. Yıllar önce lokantada artık kalan yemekleri paketleyip müşteriye verme anlamındaki bu deyimi bilmeden kullandığımda bana da gülmüşlerdi.

*

AMERİKALILAR ve özellikle New Yorklular için yemek, en büyük tutku. Manhattan köşe başında sosisli sandviç, kahve-kola, kurabiye satıcıları, McDonalds, Wendy’s, KFC zincirlerinin hamburger, kızartma piliç-balık restoranları, Koreli şarküterilerde Uzakdoğu’nun sıcak yemekleri, sebze-meyve tezgahları, çorba-ısmarlama sandviç dükkanları, Ortadoğu’nun falafel-şiş ve döner kebapçılarından geçilmiyor. New York’ta Roma’dan fazla pizzacı var. Amerika’daki 40 bini aşkın Çin lokantasının büyük kısmı bu kentte. Vasat New York’lu haftada asgari bir kere restoranda yemek yiyor. Ama ilişki bu kadar değil. Arz ve talep ikilemi sürekli buluşlar yaratıyor. Karı-koca çalışan çiftler eve dönüşte mutfakta yemek hazırlama yerine muhitteki lokanta, mezeci-sandviç dükkanı ve pizzacılara telefonla sipariş veriyorlar. Biftek, köfte-ekmekten makarna, ızgara balık, lahmacun, ham balık ürünleri, salata, hamur tatlısı ve dondurmaya çeşitli gıdalar ısı geçirmez plastik çantalar içinde bisikletle evlere taşınıyor.

Konu sadece telefonla kalmıyor. Bu iş kolunun rağbet gördüğünü idrak eden açıkgöz işadamları, internet siteleri kurarak bilgisayar üzerinden yemek siparişi almaya başladılar. Bir site işleticisi, 700 lokanta ile anlaşma yaptığını, ekrana aktardığı mönülerden gelen siparişleri lokantalara gönderip evlere teslim ettirdiğini söylüyor. Lokanta sahipleri geçen yıl satışlarının yüzde 35’inin ev ve ofislere yemek servisinden geldiğini bildiriyor.

Eve teslim siparişlerle, akşam yemeği sorunu 15-20 dolara hallediliyor. Ama plastik, alüminyum tabaklarda yemek hizmetini sürdüren bisikletli lokantalardan söz ederken gerçek restoranları göz ardı etmek mümkün değil. New York’lular arasında lokanta seçerken yüklü hesap ödeyen şişkin cüzdanlıların sayısı da hayli yüksek. Columbus Meydanı’nda Time Warner ikiz gökdelenindeki Japon ’Masa’ restoranı müşterilerine lezzeti olduğu kadar fiyatıyla da unutulmaz tecrübe sunuyor.

*

MASA, minik bir lokanta, 26 sandalyeli. Japon aşçı müşteri önünde çiğ balık çeşitlerini ince ince doğruyor, haşlanmış pirinçle zırh yapıyor çevresinde. Arkasından bifteklere sıra geliyor. Et yemekleri kızgın yağda birkaç dakikada pişirildiği için lezzeti kaybolmuyor. Geleneksel Omakase yiyecekleri bunlar. Çorbası, sıvı içinde zar inceliğindeki sebzeleriyle üç saat süren bu servis, kişi başına 300-500 dolar arasında.

Pahalılıkta Masa dışında Kuruma Zushi, Sugiyama, Megu gibi Japon lokantaları ilk sırada. Fiyatların aşırı yüksekliğine her gün Japonya’dan uçakla getirilen taze balıklar, doğal gıdalarla beslenip müzik eşliğinde masaj kasları yumuşatılan Kobe ve Mishama sığır etlerinin ithali sebep oluyor. Her müşteriye bir aşçının da hizmet etmesi cabası.

Japonları takiben Alain Ducasse, Daniel Boulud, Jean Georges gibi şöhretli Fransız şeflerin işlettiği restoranlar geliyor. Bu lokantalarda içki hariç fiyatlar adam başına ortalama 200 dolar. Tatsız sürprizlerle karşılaşmamak için girişte asılan mönülerdeki fiyatları incelemek lazım. Oysa New York’taki lokantaların aksine ’Masa’nın mönüsü yok.
Yazının Devamını Oku

New York dinamizmi ve terör

6 Mart 2005
<B>SABIRSIZ</B> bir değişim geçiriyor New York. Ama yerli halkı değil dışarıdan gelenler farkediyor bu süratli çehre değişikliğini ilkin. Yaşamının büyük kısmını bu kentte geçiren ressam Burhan Doğançay ‘İstanbul’daki müzemin bazı işlerini tamamlamak için dokuz ay Türkiye’de kaldım. Dönüşümde bir garip geldi bana New York’ diyor. Nedir garip olan? ‘Her yerde inşaat var. Bu gidişle park, yeşil arazi kalmayacak. Kalabalık rahatsız edici düzeye ulaşmış. Anadolu’nun İstanbul’a göçünü anımsatıyor New York’un görünümü.’

Doğançay ciddi bir konuya parmak basıyor. İnşaat gelişen bir işkolu kentte. Bazı işadamları borsa yerine yüksek binaya yatırım yapmayı tercih ediyor. Temel kazması vurulduğunda satış-kira işlemleri başlıyor. Caddeler, ara sokaklar vinç, kamyon, geçici şantiyelerin işgali altında. Konu sadece inşaat değil, sektörlerde de birleşme var. Manhattan’ın yeni ikiz gökdeleni Time Warner’ın bir kanadı Mandarin Oteli. Bitişiğinde fiyatları bol sıfırlı dairelerin, dublekslerin çoğu satılmış. Aşağı katlarda lüks şarküteri, hipermarket, restoran, butik-takı mağazaları. Otelcilik, gıda, giyim, emlakçılık içiçe.

Yaygın şöhretli Plaza ve Waldorf Astoria otelleri de kimlik değiştiriyor. Bir asırlık Plaza otelden apartmana dönüşüme hazırlanıyor. Hollywood yapımlarına, Catherine Zeta-Jones ile Michael Douglas’ın düğün davetine sahne olan otelin 805 odasından 705’i daireye çevrilip satılacak. Yalnızca 80 oda otel olarak kullanılacak. Alt katları moda, mücevher, pahalı gıda dükkanlarına ayrılacak. Frank Sinatra, Marilyn Monroe, Başkan Eisenhower’in eşi Mamie’nin sürekli daire kiraladığı Waldorf Astoria da aynı değişim rotasını izliyor.

*

BUNLAR güzel hoş ama aklım dönüp dolaşıp 11 Eylül saldırılarına takılıyor. Manhattan’ın ucunda ikiz kuleleri yerle bir eden saldırıların üstünden dört yıl geçti. İnsanlarda toplu unutkanlık salgını mı başladı acaba? Usame bin Ladin aylar önce nükleer silahlara sahip olmayı kutsal görev ilan etti. Hedef gösterdiği ülke ise Amerika. Amerika derken Sierra Nevada sıradağlarını, Oklahoma vadilerini, Texas çöllerini kastetmediği muhakkak. İstihbarat örgütlerine göre New York ile Los Angeles yeni terör eylemleri için başta gelen iki kent.

Şehre yönelen anayollar, köprüler, tüneller gece-gündüz polis ve asker kontrolünde. Yüksek binaların önü bomba dolu kamyonlarla intihar saldırılarını önlemek için beton barikatlarla kesilmiş. Tren, metro istasyonları, şehirlerarası otobüs terminalleri sıkı güvenlik çemberinde. Yeterli mi tüm bu tedbirler? Stephen Flynn’a sorarsanız yeterli değil. Emekli Sahil Muhafızı komutanı Flynn, piyasaya sürülen kitabında Amerika’nın yeni bir terörist saldırıya karşı ’rezalet’ denilecek ölçüde hazırlıksız olduğunu söylüyor.

*

FLYNN, yolcuların havaalanlarında ayakkabılarından bavullarına kadar elektronik cihazlardan geçirildiğine işaret etmekle beraber uçaklara yüklenen tonlarca konteynerin araştırılmadığını söylüyor. Güvenlik uzmanı Flynn, Bush yönetimini ‘Liderlerimiz hálá terörizme karşı gerçek savaşın yabancı ülkelerde girişilmesi hayalini yaşıyor. Anavatan güvenliğine öncelik tanımaya yanaşmıyorlar’ diyor. ‘Yaralanması Mümkün Amerika’ başlıklı kitabında sıraladığı hususlar ise uyku kaçıracak türden. Bakın ne diyor Stephen Flynn: ‘Dünyada askeri, ekonomik ve kültürel gücünü göstermek gerektiğinde Amerika’nın rakibi yok. Ama vatan savunmasında aciziz. 2002 yılında Amerika’ya 400 milyonu aşkın insan, 122 milyon araba, 11 milyon kamyon, 2.4 milyon yük vagonu, 8 milyon konteyner, 56 bin 596 gemi-şilep-tekne, 3700 terminal ve 301 limandan girdi. Bunların büyük çoğunluğunun girişte kontrolü yapılmadı. Kara hudutlarımız 7 bin mil, deniz ve nehir kıyılarımızın uzunluğu ise 95 bin mil. Ülkemize yürüyerek, yüzerek veya tekneyle girmek isteyenler için sayısız fırsat var. Amerika’ya kaçak girenlerin sayısı resmi kayıtlara göre yedi milyon.’

*

TÜM bu rakamları göz önüne getirirseniz Amerika’da iç güvenliğin ne denli pamuk ipliğine bağlı olduğunu anlamak güç değil. Lojistik, teknik nedenlerle teröristlerin ABD’de nükleer silah kullanması kolay görünmüyor ama 100’ü aşkın nükleer santrala havadan uçakla, yerden bombalı kamyonla saldırı?..

İkiz Kuleler eyleminden sonra bio-terörizmin korkunçluğunu gösteren ’anthrax’ saldırılarının tekrarı?..

123 kimyasal fabrikadan birinde milyonlarca kişiyi öldürecek bir infilakın gerçekleşmesi?..

Başkan Bush, aklına esen devlete ’demokrasi’ ihraç etmeyi bırakıp kendi halkına terör kaygısından arınmış yaşam için uğraş vermeye başlamalı.
Yazının Devamını Oku

Yanlış adres seçtiniz

27 Şubat 2005
Kış ile yaz arasında zaman farkı ne kadar? Altı ay mı? Yanıldınız. İki buçuk saat. New York’un havaalanı LaGuardia’nın buz tutmuş pistinden kalktıktan 140 dakika sonra West Palm Beach’e indiğimizde şort pantolonlu erkekler, ojeli parmakları sergileyen sandaletli kadınlarla yüz yüze geldik. Sıcak iklimi özlemişiz, keyfimiz yerine geldi.

Akşam Delray Beach’de yürüyüşe çıktık. Ana cadde Atlantic Avenue ülkeyi doğudan batıya kavuran fırtına, sel baskını, kavurucu soğuktan kaçıp Florida’ya kapağı atmış insanlardan geçilmiyor. Lokantalar dolu, masalar kaldırımlara taşmış. İtalyan restoranı ’Bice’ barında ayakta içki siparişi için sıraya girdik.

Okyanus kıyısındaki Delray Beach minik bir ilçe. Yıllardır ideal yaşam ölçekleriyle Amerika’nın en iyi 10 iskan yeri listesinde yer alıyor. Gelin adayı kızın ‘Yüksek okul mezunu, dikiş-nakış bilen, mutfak tecrübeli, mükemmel ev kadını ve güzel’ niteliklerini öğrenen damat ailesinin ‘Hiç kusuru yok mu?’sorusuna ‘Sade üç aylık hamile’ yanıtını aldığı gibi sevimli ilçe de kusursuz değil. FBI’ya göre 11 Eylül saldırılarını gerçekleştiren 19 El-Kaide’li teröristin altısı Delray Beach’de kamp kurmuş. Grup lideri Mohamed Atta intihar saldırıları planını sık sık geldiği Delray’de hazırlamış.

Konu sosyal güvenlik, sağlık, eğitim olduğunda yöneticilerine taş söktüren bir toplum Amerikalılar. Ama dış politika sorunlarına ilgisizler. Beyaz Saray’ın çizdiği rotaya kapılmış, doğru-yanlış yönlendirilmeye razı bu halk. İlçe halkının dünya toplumlarının yaşamını altüst eden El Kaide-Delray Beach ilişkisini bildiklerinden emin değilim.

Barmenin getirdiği içkimi yudumlarken son bir hafta içinde ABD Savunma Bakanı Yardımcısı Douglas Feith’in beyanları, Wall Street Journal’da yayımlanan bir makaleyi düşünmeye başladım. Feith bir ankette Türk halkının çoğunlukla Amerika’yı sevmediğinin tespit edildiğini sertçe eleştirip ‘ Kamuoyunun tasvip etmediği ilişkiler sürdürülemez’ diyerek AKP hükümetine gözdağı veriyor. Bir hükümet yetkilisinin sarf ettiği sözler ile Beyaz Saray’ın görüşlerine yakınlığı bilinen gazetedeki makale 1970’lerden bu yana ’Tezkere Olayı’nın arkasından Türk-ABD ilişkilerinin ikinci kez gerginleştiğini ortaya koyuyor.

Şımarık bir üslup var Feith’in ve WSJ yazarı Robert L.Pollock’un ifadelerinde. Konuya ’Türkler Amerikalıları sevmiyor’ açısından yaklaşmak yanlış. Gerçek olan husus halkımızın ABD’nin dar görüşlü politikasının Türkiye ve bölgede dengeleri bozmasından duyduğu rahatsızlık. Birinci Körfez Harbi’nin Türk hazinesine yüklediği ve hálá süregelen ekonomik zarar yılda beş milyar doları aşkın. Güney hududumuzda ABD garantisine rağmen PKK terorizmi yeniden canlanma yolunda. Talabani ile Barzani ’Büyük Kürdistan’ rüyasını telaffuz etmeye başladılar. Irak Harbi fiyaskosu ortada. Güdümlü seçimlerin iç ayaklanmayı durdurmadığı aşikar. Kerkük’ün statüsü, Türkmenlerin dışlanması, Abu Garib cezaevinde işkenceler, sineye çektiğimiz ’Torba’ eylemi unutulmuş değil. İran’a yönelik tehditlerin tırmanışı Ortadoğu’nun yeni çatışmalara gebe olduğunu gösteriyor. Amerikan halkının aksine Türk halkı gelişmeleri dikkatle izliyor. Bu rahatsızlığı Avrupa’nın Fransa, Almanya ve Rusya Federasyonu gibi lider ülkeleri de her fırsatta dile getiriyor. Kamuoyu yoklamalarına göre son anketlerde Avrupalıların yüzde 89’unun Amerika’ya karşı olduğu ortaya çıktı. Dışişleri Bakanı Rice ardından Başkan Bush da Irak’ın istikrarı, İran’ın nükleer programının engellenmesi için Avrupa’da destek arama ziyaretinden eli boş döndü. Douglas Feith Ankara’ya ültimatomunu, yazar Pollock küstah eleştirilerini Avrupa’nın dev ülkelerine niye yapmıyor?

Türkiye, Ortadoğu-Kafkaslar-Balkanlar ve Doğu Avrupa ile Güney Akdeniz’in en güçlü, Batı ittifakının sağlam üyesi. Türkler bireyinden başlayıp dostuna sadık bir toplum. En son örneği baba-oğul Bush’ların yakın adamı Doug Wead olmak üzere George W.Bush’un esrar kullanması dahil yaşam sırlarını gizlice banda alıp kitaba dökerek dostluğa ihanet eden birisi çıkmadı Türk toplumundan. Feith-Pollock ikilisinin talihsiz sataşmaları, gözdağı nitelikli beyanlarının adresi yanlış. Beyaz Saray Irak’ın işgal ve istila nedenini son iki yılda evirip çevirip ’Irak’a demokrasi getirdik’ savunmasına bağladı. Türk halkı dünya ülkelerinin çoğunluğunun ’yanlış’ diye nitelediği Irak Harbi ile ABD’nin Ortadoğu politikalarına karşı tutum aldı. Bu Amerikan düşmanlığı yapmak değil. Washington, anayasasında vurgulanan söz-ifade özgürlüğüne ve ’demokrasi’ye gerçekten inanıyorsa bu tutuma saygı duyması gerekir.
Yazının Devamını Oku

Maraton boyu sanat

20 Şubat 2005
HAVA kış arifesinde sonbahar. Gene de hálá kış içindeyiz. Yeni bir kar fırtınası basmadan Central Park’ın yolunu tuttuk. Amacımız Christo ile Jeanne Claude’un kentte heyecan uyandıran ’The Gates’ (Kapılar) adlı toplum sanatını görmek.Gazete başlıkları çarpıcı. Daily News’ün baş sayfasını kaplayan resmin üstünde tek kelime ‘Awesome’un (korku veren) bir anlamı. Bu Edvard Munch’un ünlü yapıtı ’Scream’e (Çığlık) yakışacak bir sözcük. Pentagon Bağdat’ın bombalanması tanıtımında ’korku’ sözcüğünü kısaltarak seçmişti. Ama şimdi editörler kelimeyi diğer anlamı ’huşu veren’ için kullandılar.*CENTRAL Park’a Columbus Meydanı’ndaki başlangıç noktasından giriyorum. Etraf güneşli yaz günlerini aratmayacak kadar kalabalık. Çocuklu aileler, el ele gençler, yabancı turistler, atlı-motosikletli polis devriyeler cirit atıyor trafiğe kapalı parkta. Birkaç adım sonra bir insan seline karışıyorum.Garip bir manzara çıkıyor karşıma. Önümde safran renkli bir patika yol yılankavi uzuyor. Yolda her on beş metrede diklemesine iki paralel çelik direk, tepede enlemesine bir çubukla birleşiyor. Yukarıdan yarı direk boyuna inen safran renkli dilimli perdeler hafif rüzgarla dalgalanıyor. Bulgar kökenli Christo ile hayat arkadaşı Fransız Jeanne Claude’un ortak sergisindeki tüm kapıların hepsi bu görünümde.’Kapılar’ın altından geçerek yürümeye devam ediyorum. Ama bir süre sonra biteviyelikten sıkılıyorum. Yoko Ono’nun yaşadığı Dakota binası karşısına gelince kalabalıktan sıyrılıp çimlere oturuyorum. Cebimde katlanmış bir gazete kupüründen serginin temel bilgilerini okumaya başlıyorum.*CHRISTO-Jeanne Claude ikilisi ’toplum sanatı’ sergilemekle ünlü. 1985’te Paris’te Pont Neuf köprüsü kemerlerini altın rengi plastik kumaşla kapatmışlar. 1991’de aynı günde Los Angeles’ta 1760 sarı, Japon kenti İbaraki’de 1340 mavi dev şemsiye açmışlar. On yıl önce Berlin Meclis binasını tepeden tabana üç yüz bin metrekare kalın plastikle ambalajlamışlar.Central Park’taki ’Kapılar’ olayına giriştikleri tarih ise 1979. Oysa New York belediyesi izin vermediği için bu yıla kadar gerçekleşmemiş bu proje. Sanatsever milyarder belediye başkanı Michael Bloomberg’in yeşil ışıl yakmasıyla Christo ve eşi kolları sıvayıp işe koyulmuşlar.Açıkhavadaki sergide 7 bin 500 ’kapı’ var. Kapılarda kullanılan çelik 5 bin 290 ton. Çelik boruları kaplayan muşamba kılıfların uzunluğu 100 km. Kapıların toprağa çakılı temel levha sayısı 15 bin. Tüm yapıda kullanılan civata adedi 165 bin. Kapı tepesinden aşağıya sarkan safran perde dilimlerinin uzunluğu 185 bin km.Gazete kupüründeki haritaya bakıyorum, serginin güzergahı ilmeklerle parkı dört kutuptan çevrelemiş. Manhattan’ın görkemli kesimi 58’inci sokaktan zenci mahallesi Harlem’e kadar uzuyor ’kapı’ zinciri. 7 bin 500 kapının tümünü görmek isteyenin 37 km. yürümesi lazım. Maraton koşusu mesafesini yürümeye hiç niyetim yok. *KİŞİSEL değerlendirmeye başlıyorum. Gazetelerde bu proje ’21’inci yüzyılın sanat olayı’ diye niteleniyor. Basında adı ’Toplum Sanatı’. Niye bireysel değil de toplum. Acaba ’Kapılar’ gerçekten sanat mı? Muşamba kaplı çelik direklerden sarkan ’perde’ler İtalyan mahallelerinde kuruması için iplere asılı bırakılan yatak çarşaflarını andırıyor. Rengi ise Hintli sahte peygamber Bagwan’ın müritlerinin giysilerini, yeni yıl sokak gösterilerinde Çinlilerin dalgalandırdığı safran kumaş flamalarını anımsatıyor.Gerçek olan husus ise, Central Park’ın bol renkli ağaçlar, göl, su benti, atlıkarınca, hayvanat bahçesi, gece-gündüz ışıldayan lokantasını içeren görünümünün değiştiği.Christo, ’Kapılar’ın nasıl bir sanat olduğunu soranlara ‘Ne görüyorsanız o’ cevabını veriyor. Çubuklara asılı perdeler yerine safrana boyanmış su bidonlarını birisi yol boyunca sıralasa gene sanat olayı mı denecek? Ama Christo sanat kisvesi altında New York belediyesinden para sızdırmış değil. 21 milyon dolarlık sergi masrafını kendi cebinden ödemiş.Sanatı tarif etmek de, sanat eserini değerlendirmek de kolay değil. Geçen yüzyıl başında şöhretli yazar Marcel Proust ressam Johannes Wermeer’in yapıtı ‘The View of Delph’ için ‘Dünyanın en iyi tablosu’ demiş. Hollandalı Wermeer’in tablosunda çayırda otlayan 5-6 inek görünüyor. Proust acaba birilerine mesaj mı vermek istedi?
Yazının Devamını Oku

Mustafa Kemal ve ‘gözde’leri (!)

13 Şubat 2005
<B>LATİFE</B> Hanım’ın güneş ışığı görmemiş mektupları ümit ederim hep öyle kalsın. Kurtarıcı liderimizin kısa evliliğini içeren, eski eşinin anı notlarının kamuoyu önüne serilmesinin kimseye kısa-uzun vadede yarar sağlaması mümkün değil. Mustafa Kemal’in inanılmaz başarılarını gölgeleyeceği de düşünülemez.

*

ATATÜRK ile ilgili, özellikle kadınlara yönelik hatıra ve iddialar başlangıçta yabancı kaynaklı idi. Biri İngiliz diğeri Amerikalı iki kadın yazar, Kurtuluş Savaşı’nı Türkiye’de izlerken tanıştıkları Mustafa Kemal ile ilişkilerini roman haline getirmişlerdi. Dış muhabirliğimin ilk yıllarında röportaj yaptığım İngiliz yazar, Mustafa Kemal ile sözde ’birlikteliğini’ ayrıntıya girmeksizin anlattı. Israrlarıma rağmen ‘Okurlarınız görüntümü hayal etsinler’ diyerek resim çektirmeye de yanaşmadı.

Amerikalı gazeteci ise at gezintilerinde Mustafa Kemal’in tasarladığı yeni Türk devleti hakkında düşüncelerini nakletti. Kitabında ise yağmur bastırmasıyla karşılarına çıkan bir samanlığa sığındıklarını, yağmurun durmasını beklerken ’romantik’ saatler geçirdiklerini ileri sürüyordu. Oysa her iki kadın yazar kanıt yoksunu iddialarında ayrıca ’yer ve zaman’ çelişkilerine işaret ettiğimde konuyu değiştirmeyi tercih ettiler.

*

MUSTAFA Kemal adını, kişisel promosyonuna malzeme yapanlar arasında en ilginç olanı Zsa Zsa Gabor idi. Marilyn Monroe, Brigitte Bardot’dan önce sinema aleminin seks sembolü olan Zsa Zsa ile Londra ve New York’ta çeşitli kez bir arada olduk. İlk buluşmamızda ‘Gazeteciler peşimde ama görüşmüyorum. Türk olduğun için seni kayırdım’ dedikten sonra nedenini açıkladı: ‘İlk kocam Burhan Belge Türk idi. Budapeşte Büyükelçisi iken evlendik, Simplon Ekspresi’yle balayımızı geçirmek üzere Türkiye’ye gittik. O tarihte 14.5 yaşındaydım.’ Zsa Zsa bu izdivacın cinsel ilişki ile tamamlanmadığını vurguladı. Peki Türklere ilgisi neden?

‘Ankara’da bir süre kaldık. Burhan ile balo ve davetlere giderdik. Bir keresinde beni Mustafa Kemal ile tanıştırdılar. Mavi gözlerindeki cazibe aklımı başımdan aldı. Dansa kalktık, rüya gibi bir gece geçirdim.’

Londra’da Green Park’ta çıktığı at gezisinden sonraki konuşmamızda sıra resim çekmeye gelmişti. Rengi kızıla çalan bir atın yanında poz verdiğimizde ‘Hayranı olduğum Mustafa Kemal’e izafeten adını ’Paşa’ koydum’ dedi. Röportajım yayımlandığında Ankara’da kıyamet koptu. Londra Büyükelçimizin ricası üzerine tekrar Zsa Zsa’nın evine gittim: ‘Hayli tepki var bu konuda. Lütfen ’Paşa’ adını değiştir.’ Macar güzeli, sinema yıldızı kabul etti. Birlikte ‘yıldırım veya şimşek’ gibi bir isim seçtik.

*

HOLLYWOOD yapımlarında sürekli üçüncü derecede rollere çıkan Zsa Zsa ile New York’ta son görüşmemizde, yaşamını ‘Bir Hayat Boyu Kafi Değil’ isimli kitabında özetlediğini söyledi. Prova baskısında ’Türkiye’, ’Mustafa Kemal’, ‘Burhan Belge’ çıkışlarını okurken gözlerimin irileştiğini sanıyorum. Skandallar kraliçesi ‘Burhan köpeklerle oynamamdan nefret ederdi. Köpekten tiksindiği için benimle yatmazdı’ dedikten sonra bunca buluşmamızda sözünü etmediği bir iddiayı ortaya atıyordu: ‘Türkiye’de peçeyi kaldıran, Tanrı gibi sevilen Kemal Atatürk’e takdim edilmiştim. Bir gün haber gönderip Ankara’da villasına çağırınca gittim. Dansözler oynamaya başladı. Afyon yutup rakı içtim. Hatırladığımda rüya gördüğümü veya afyon sisi, rakı uyuşukluğu içinde olduğumu sandım. Tek bildiğim Türkiye’nin kurtarıcısı o gece kızlığımı almıştı. Sonra altı ay süreyle her çarşamba villayı ziyaret ettim.’

‘Şimdiye kadar hiç bahsetmedin bu konudan. İlk kez böylesine sansasyon yaratacak bir iddiada bulunuyorsun. Atatürk’ün çevresi kalabalık. Bir kişi dahi ortaya çıkıp Mustafa Kemal’in seninle yakınlaşmasından söz etmedi’ diye üsteleyince ‘Kitabın ses getirmesi için gerekli’ şeklindeki yanıtı beni tatmin etmedi. Ama başkaca bilgi vermeye de yanaşmadı.

Zsa Zsa şimdi 88 yaşında, sağlık sorunları var. Dokuzuncu kocası Alman prensi Frederick von Anhalt’la California’da yaşıyor. İddialarına yanıt verecek kimse var mı, bilmiyorum.
Yazının Devamını Oku