Doğan Uluç

Cinayetin idamın katmerlisi Amerika’da

6 Şubat 2005
<B>MİLLETÇE</B> gene hop oturup hop kalkıyoruz. Amerika’daki Türklerden söz ediyorum. Üç hafta önce Fox TV’ nin ’24’ adlı serisinde Türklerin terör destekçisi olarak karalanmasından sonra geçen hafta da NBC’nin West Wing (Batı Kanadı) dizisinde nişanlısıyla seviştiği gerekçesiyle genç bir Türk kadını başı kesilerek öldürülme cezasına çarptırıldı. Akabinde Yeni Dünya’daki vatandaş ve ırkdaşlarımız Fox’dan sonra bu kez NBC yönetimini protesto mesajlarına boğdular.

Amerikan halkı coğrafi bilgi yoksunu. Hem de çoğunlukla. Bazı eyaletlerde okul müfredat programlarında ’coğrafya’ dersi yok. Haritada Türkiye’nin yerini gösterebileceklerin sayısı lider ülke hesabına utanç duyulacak kadar az. Türkiye’nin sosyal ve politik yapısı, ceza yasalarının niteliği yolunda cehaletin boyutlarının ise dev NBC şirketinin senaryo yazarı, rejisör ve prodüktör kadrosunu da içerdiği aşikar.

Önceki gece bir davette tanıştırıldığım Amerikalı mobilyacı ‘Ülkenizde zina işleyenin kafası kesiliyormuş, öyle mi?’ diye West Wing’e gönderme yaptığında ‘Superman’ın gökyüzünde jumbo jetlerle yarışmasına, John Wayne’nin tabancayla düzinelerle Kızılderiliyi yok ettiğine, leyleklerin evli çiftlere bebek getirdiğine inanıyorsanız kafa kestiğimize de inanabilirsiniz’ yanıtını verdim.

*

AMERİKALILAR şiddet ve vahşete merak, ilgi duyan bir millet. Beyaz perde ve ekranlarda Nightmare on Elm Street (Elm Sokağı Kabusları), Friday the 13 (13. Cuma) , Halloween gibi filmlerde çocukların yanısıra büyüklere de kabuslu rüyalar geçirecek dehşet görüntüleri sergilediler.

Oysa korku filmlerine ilgi yalnızca sinema ve TV’de değil, video dükkanlarına da uzanıyor. Kısa pantolonlu çocuklar, Çabukelli Tom, Silahşör Johhny, Rakibini Nasıl Yok Edersin başlıklı videolarda cinayet işleme eğitimi alıyorlar.

Aslında şiddete eğilim evde başlıyor. Amerika’da ev başına düşen silah sayısı dördün üstünde. Sivil halkın sahip olduğu ateşli silahların sayısı dünyadaki tüm orduların toplamının üstünde. Ana-babalar çocuklarına toplu tabancadan otomatik tüfeğe silah kullanmasını evde öğretiyorlar.

İlk eğitim kurumlarında öğrenciler okula girmeden önce bile silah kontrolünden geçiyorlar. Anayasa vatandaşlara silah sahibi olma hakkı tanıdığı için cürüm işlenmedikçe polis, savcı ve yargıçların eli kolu bağlı.

*

ŞİDDET olayları Amerika’da aile boyu. Ağır suçların niteliği ise mide bulandırıcı. Kadın olmak için kadınları öldürmeden önce kanını içen, öldürdüklerinin etini yiyen, çocukları ağına düşürüp katlettikten sonra bahçesine gömen, ana hayranlığını kadın giysileri içinde cinayetle tatmin edenler pek çok bu ülkede.

Halkın en fazla ilgi duyduğu grup ise seri caniler. FBI’ın, asgari beş kişiyi katleden, diye nitelediği seri canilerin eylemleri kitaplara ve filmlere konu oldu yıllarca. Son 40 yılda Son of Sam (Sam’in oğlu), The Boston Strangler (Boston Canavarı), The Nightstalker (Gece Avcısı), Ted Bundy, The Poster Boy (Parlak Çocuk Bundy) gibi sapık katiller, bu kitap ve filmlerle ölümsüzleştirildiler.

Sinema yıldızı görünüşlü psikopat Ted Bundy, 22 kişiyi öldürdü. Anasına hayran olduğu için Psycho (Sapık) filmini örnek alarak kadın kıyafetleri giyen Ed Gain’in çiftliğinde 15 kadın cesedi bulundu. Uykudaki kurbanlarının ırzına geçen Richard Ramirez, 16 kadının, Efendi Adam diye tanınan John Wayne Gacy, 33 erkek çocuğun canını aldı. Jeffery Dahmer, katlettiği 17 kişinin uzuvlarını pişirip yediğini ayrıntılarıyla anlattı. Hadden Clark, 20’yi aşkın kadını ‘Kanlarını içip kadın olacağım’ diye öldürdüğünü açıkladı. Boston Canavarı Albert DeSalvo ile Gary Ridgeway’ın kurbanlarının sayısı 30’u aşkın. Angelo Buono, nefret ettiği için yalnızca ’fahişeleri’ öldürdüğünü itiraf etti.

*

PAZAR gününde önünüze böylesine iç karartıcı bir konuyu serdiğim için üzgünüm. Yukarıda sıraladıklarım kriminal kayıtlara geçen seri canilerden rastgele seçilmiş bir tutam. ABD’de son 20 yılda idam edilenlerin sayısı ise 948. Lider ülkede bu toplu insan kıyımı, bir zaman diliminde toplumu işgal edip istatistikler rafına kaldırılıyor. Böyle bir ortamda ekranlarda Türkiye’nin haksız yere karalanmasına nasıl tepki gösterelim diyorsanız önerilerim şöyle: 1990’da Suudi Arabistan’da sevgilisine kaçan bir prensesin taşlanarak, erkeğin başı kesilerek öldürülmesini işleyen, Bir Prensesin Ölümü adlı gerçek bir olayı içeren film kraliyet ailesinin baskısıyla yayından kaldırıldı. Türk makamları böyle bir girişime başvurabilir.

Geceyarısı Ekspresi ise, 1987’de tekrar televizyonlara geldiğinde Washington’daki Türk-Amerikan Derneği, WDCA kanalını zorlayıp filmin başına ‘Türk Amerikan toplumu, filmin hayali olaylarla dramatize edildiğini bildirerek, filmi şiddetle protesto ediyor’ şeklinde bir açıklama koydurtmayı başarmıştı. Fox ve NBC nezdinde de uğraşı vermeye değer.
Yazının Devamını Oku

İnsan derisi tuval oldu

30 Ocak 2005
İngiliz kaşif Kaptan James Cook, 1768-1771 arasında çıktığı, denizden dünya turunda güney Pasifik adalarında yerli halkın dövmeli vücutlarını görmüş. Cook’un tayfaları da, yerli halka Samoan ve Tahitian lisanında ‘tattoo’ denilen dövmeleri yaptırmışlar. Dövmecilik, dönüşlerinde İngiltere’den başlayıp Avrupa’ya öyle yayılmış. ’Tattoo’ sözcüğü de lugatlerden önce ilk defa 1769’da Kaptan Cook’un seyir defterinde geçmiş.

ZENCİ kız muz gibi soyuyor beni. İlkin sırtımdan Türk işi koyun derisinden siyah paltomu çekip alıyor, ardından boynumdaki kaşkolu. Başımdaki şapkayı ben veriyorum, eldivenlerimi de. Manhattan’da sigara yasağına karşı bayrak açmış ’Merchant’ lokantasının vestiyeri burası.

Zemin kattaki ‘Sigara Barı’na geçiyorum. Arkadaşlar benden önce gelerek bir masaya yerleşmişler.

Hemen arkamızda ikisi taburede, biri ayakta üç genç kız var. Ayaktaki gömleğini kaldırmış, sağ kürek kemiği üstünde parmaklarını dolaştırırken konuşuyor. Sırtı zambak, kasımpatı, lale gibi çiçek motifleriyle kaplı. Böğrüne yakın yerde avuçları birleşmiş bir çift el, yukarısında sivri bir çene. Gömleğini yukarı sıyırıyor, çekik gözleri kapalı bir Japon kadınının yüzü. Sırtında beyaz teni ara da bulasın. Sağdan sola, omuzdan bele rengarenk çiçek, yaprak desenleri.

Japonun kimonusunu da fark ediyoruz bu arada. Taburedekiler ‘Şahane, çok güzel olmuş’ diye çığlık atıyorlar. Anlaşılan dövme merakıyla sırtını resim tuvali olarak kullandıran genç kız, yeni eklemeler yaptırmış. Arkadaşlarına gösteriyor.

*

DÖVME (Tattoo) son yıllarda giderek yaygınlaşan bir moda. Plajlarda çıplak denecek bedenler irili-ufaklı dövmelerle kaplı. Kadın ve erkeklerin yer ve desen seçimleri farklı. Kadınlar boyun arkası, omuz başı, göbek çukuru çevresi, omurga altı, el ve ayak bileklerini seçiyor genelde. Desen tercihleri ise çoğunlukla çiçek. Erkeklerin dövmeleri aslan, kaplan, ayı, kafatası, akrep, haç, Hz. İsa tasviri, Çin-Japon alfabelerinden harfler. Omuzbaşı, pazu, göğüs üstü, sırt ve bel çevresinde. Bazıları sevgililerin isimlerini, çalıştıkları şirketlerin logolarını da kazıtmışlar bedenlerine.

Garip bir tutku bu. Şöhretlerin de bu akıma katılması bu ’damgalanma’ modasının gençler arasında yayılmasına yol açtı. Oysa bu modanın uygarlığın ulaşmadığı yerlerde binlerce yıllık geçmişi var. Avrupa’ya ulaşması ise 200 küsur yıl önce.

*

İNGİLİZ kaşif Kaptan James Cook, 1768-1771 arasında çıktığı, denizden dünya turunda güney Pasifik adalarında yerli halkın dövmeli vücutlarını görmüş. Cook’un tayfaları da, yerli halka Samoan ve Tahitian lisanında ‘tattoo’ denilen dövmeleri yaptırmışlar. Dövmecilik, dönüşlerinde İngiltere’den başlayıp Avrupa’ya öyle yayılmış. ’Tattoo’ sözcüğü de lugatlerden önce ilk defa 1769’da Kaptan Cook’un seyir defterinde geçmiş.

Şimdilerde bu modayı Amerika’dan Yeni Zelanda’ya düzinelerce ülkede görmek mümkün. Bir kamuoyu araştırmasına göre Amerikalıların yüzde 16’sında asgari bir dövme bulunuyor. Denizcilerle başlayan akımın Yeni Dünya’da takipçileri arasında Cameron Diaz, Cher, Britney Spears, Madonna, Beyonce, Eminem, Prince, Donna Karan, Paris Hilton, Kobe Bryant, Shaquile O’Neal gibi sinema, müzik, moda ve spor aleminden yüzlerce ünlü var. NBA maçlarında ’dövmesiz’ vücutlu basketbolcu görmek imkansız.

Ama bu merakın peşine takılan yalnızca şöhretli kişiler değil. Kamyon şoforü, polis, banka müdürü, üniversite profesörü, cezaevi mahkumları, çoluk-çocuk sahibi ev kadınına milyonlarca Amerikalı ’damgalı’.

*

TATTOO denilen ’damgalı’cılık bir sanayi bu ülkede. Dernekler, ’Deri Sanatı’ adlı mağazalar, konu hakkında kitaplar ve dövme dükkanları var pek çok yerde. Kongre ve sergiler de düzenliyorlar. Özel butiklerine gidenler ciltler dolusu sembol, figür ve desenler arasında seçim yaptıktan sonra dövmeci renkli mürekkep dolu iğne şırıngasıyla deri altında işe başlıyor.

Dövmecilerin saat ücreti, desenin büyüklüğüne göre 75-250 dolar arasında değişiyor. Bir reklam şirketi yöneticisi Heidi Minx karın, sırt, mide, baldır, dirsek üstü ve ayaklarına yaptırdığı dövmelere 40 bin dolar ödediğini söylüyor.

Bir de ’dövmeden kurtulma’ sorunu var. Yaşamın bir döneminde orasına, burasına yaptırdığı dövmelerden kurtulmak isteyen, sütyen veya bikini altına kazınmış eski sevgilisinin adını kocası görmesin diye cildiyeciye koşan pek çok kadın var. Deri altına işlenmiş boyalı desenlerin lazer ile yokedilmesi hem acı veren bir tecrübe hem de dövme yaptırmaktan daha masraflı.
Yazının Devamını Oku

24 de kısa ömürlü olacak

23 Ocak 2005
Amerika’daki Türkler öfke içinde. Cemiyetler, ev kadınından taksi şoförüne toplum bireyleri internet sitelerinden Fox TV’nin 24 adlı dizisini protesto ediyorlar. Dizide siyasi entrika, güvenlik birimleri içinde güç çekişmesi, aşk, din ayrımcılığı, fesat, şiddet, ölüm her şey var. Tipik bir kriminal dizi. Türkler niye mi öfkeli? Çünkü bu seferki seride ABD Savunma Bakanı ile kızını kaçıran, kanlı eylemlere giren Müslüman teröristleri Türkiye’den terörist bir Türk grubu yönlendiriyor.

Fox TV’yi telefon, e-posta ile protesto yağmuruna tutan Amerika’daki Türkler bizi de arayarak, ‘Elçilerimiz, ataşelerimiz niye Türkleri ’terörist’ gösteren, insanlarımızı karalayan bu diziye karşı çıkmıyorlar? Yeni bir Geceyarısı Ekspresi’yle karşı karşıyayız’ diye şikayet ediyorlar. Türklerin yanı sıra dizide ABD’de yaşayan Ortadoğulu Müslüman bir aile de terör eylemlerini yürüttüğü için Amerikan İslam İlişkileri Konseyi de tedirgin. Konsey sözcüsü Sabiha Khan, ‘Amerikan halkının bu ülkedeki yedi milyon Müslüman’a potansiyel terörist gözüyle bakacağından endişe duyuyorum’ diyor.

*

24’te karalamaya hedef olan sadece Türk, İranlı ve Ortadoğulu Müslümanlar değil. Serinin ilk bölümlerinde Doğu Avrupalılar, Amerikalı hain devlet yetkilileri, ülkesine ihanet eden CIA ajanları da yer aldılar. Ama ABD Savunma Bakanı ve kızının kaçırılmasını planlayan örgütün Türk kimliğiyle tanıtılmasını şiddetle kınamakta yerden göğe haklıyız. Son 30 yılda düzinelerle diplomatımızın canını alan Asala terörizmini, 35 bin şehit verdiğimiz PKK terörizmini, İstanbul’da iki yıl önce Müslüman teröristlerin bombalı saldırılarında ölen insanlarımızı unutmuş değiliz. Terörden en fazla zarar gören ülkelerin başında geldiğimiz için tepki göstermek görevimiz olmalı. Bireylerimiz gibi elçi, konsolos ve basın müşavirlerimiz de bunu böyle görmeli.

Gene de son üç yılda 28’i TV Oscar’ı sayılan Emmy ödülüne layık görülen, En İyi TV Dizisi olarak Golden Globe armağanı kazanan 24’ün yayınlarını engellemek mümkün değil. Fox yetkililerinin basın özgürlüğünden dem vurup, ‘Bu muhayyel olayları ekrana getiren bir dizi. Üstünüze alınmayın’ diye yan çizecekleri muhakkak.

Durumda karşılıklı aşırı evham (paranoya) var. Özellikle tarih, coğrafya bilgisinden yoksun Amerikalılar 11 Eylül’den sonra yeni eylemler korkusuyla mahallelerindeki Müslümanları ‘Acaba bunlar terörist mi?’ diye düşüncelerinde yargılayacak, ülkede yaşayan Müslümanlar ise ‘toplumdan dışlanma, militanların saldırısına hedef olma’ kaygısına düşecekler.

*

Bence aşırı evhamlanmaya gerek yok. ‘Geceyarısı Ekspresi’ bazı kesimlerde geçici olarak Türk imajının zedelenmesine yol açtı. Ama o kadar. Şimdilerde gerçekleri çarptıran, insanımızı ‘barbar’ diye tanıtan bu filmden ötürü Türk’e karşı olumsuz önyargı besleyen yok denecek kadar az.

Peki ‘Dark Holiday’ (Kara Tatil) adlı filmi hatırlıyor musunuz? New Yorklu dul milyoner Gene La Pere’in, Marmaris’te tatilde iken satın aldığı hediyelik eşyaların ‘tarihi eser’ çıkması yüzünden tevkif edilerek cezaevine düşmesini anlatan bir filmdi. Kendisiyle görüşmemizde La Pere, ‘Prodüktör bir dostumun isteği üzerine cezaevinde yazdığım anılarımın film yapılmasına izin verdim. Oysa gerçekleri yansıtmayan kötü bir film çıktı ortaya. Çok üzüldüm’ diye dert yandı.

‘Forgotten Prisoners’ (Unutulmuş Mahkûmlar) bir diğeri. ‘Uluslararası Af Örgütü’ (IAO) danışmanlığında dünya cezaevlerinin durumunu yansıtan bu yapımda, Türkiye cezaevleri de ele alınmıştı. Hayali olaylarla geçen filmde görüntüler korkunçtu. New York’ta IAO direktörüne, ‘Yayımladığınız mahkûmlara şiddet uygulayan, insan haklarını çiğneyen ABD dahil 135 ülke listesinden niye Türkiye’yi seçtiniz?’ diye çıkıştığımda ‘Rejisör ticari amaçla olayların Avrupa’da geçmesini istedi. Türkiye ise coğrafi konumuyla ilginç geldi’ yanıtını verdi.

Sonuncusu geçen yıl vizyona giren Steven Seagal’ın başrole çıktığı ‘Out of Reach’. Filmde Polonya’da bir Türk şebekesinin yetimhanedeki kız çocukları kaçırıp açık artırmayla sattığı hikaye ediliyor. Türk kimliğimiz zedelendi mi? Sanmıyorum. ‘24’ de kısa ömürlü olacak.
Yazının Devamını Oku

Hayırseverlik mi, reklam mı?

16 Ocak 2005
Tsunami felaketi, 150 bin hayata mal oldu. Ama Afrika’da her ay 165 bin kişi sıtmadan, 240 bin kişi AIDS’ten, 140 bini ise ishalden ölüyor. Hollywood yıldızları ve dünya devletleri şimdi felaket bölgesine yardım yollamak için birbirleriyle yarışıyorlar ama siyah ırka yardım için elini cebine atan yok. Dramatik görüntüler ekranlara yansımıyor diye olsa gerek.

İLK ses Hollywood’dan geldi. Aktris Sandra Bullock, tsunami felaketzedelerine bir milyon dolar gönderecek. Sinema tarihinde hasılat rekoru kıran ’Titanik’in baş aktörü Leonardo Di Caprio da hemen ardından tsunamizedelere ’yüklü’ bir çek yazdı. Üyeleri arasında Tom Cruise, John Travolta, Demi Moore gibi şöhretlerin bulunduğu ’Scientology’ tarikatı, Güney Asya’ya ekip gönderip doğanın sillesine uğramış insanlara maddi-manevi yardım hazırlığında. Birleşmiş Milletler’in İyi Niyet Elçisi aktris Nicole Kidman da kızkardeşi Antonia ile gelecek hafta Endonezya’ya moral vermeye gidecek. Pop kraliçesi Madonna’nın girişimi ise garip. Katolik dinini terk edip Yahudi mistisizmi Kabala’yı seçerek ’Esther’ adını alan şarkıcı, tsunamiden kurtulanlara 10 bin şişe Kabala suyu hediye edecek. Şarkıcı Ricky Martin de hafta ortasında Tayland’a gitti. Bunlar gazetelerde çıkan haberler.

Bizim Türk bireylerden haber yok mu diye düşünürken bir internet sitesinde Gülben Ergen’in ilaç ve giyecek toplayarak felaket bölgesine kendi eliyle götüreceğini okudum.

Aile fertlerini kaybeden, yiyecek aş, içecek su, sığınacağı çatı olmayan milyonu aşkın insana yardım etmek kutsal bir davranış. Gene de meslek icabı şüphecilik, aklımıza ‘Bu ünlüler gerçekten hayırsever mi, yoksa amaç reklam mı?’ sorusunu getiriyor.

*

HİNT Okyanusu’nda doğuda Endonezya, batıda Sri Lanka arasındaki bölgede tsunami felaketi 150 bin insanın ölümüne, yüzlerce bin ailenin evsiz kalmasına sebep oldu. Ekranlarda dehşet verici görüntüler izledik. Yol, köprü, kerpiç malzemeli evleri azgın dalgalar alıp götürmüş. İnsanlar çaresiz. Bölgeye gıda, su, ilaç, çadır, battaniye gibi temel ihtiyaç maddelerinin sevkiyatına başlandı. Para yardımı vaatleri son iki haftada 6 milyar doları aştı. Öyleyse şüphecilikte ısrarımız neden?

Tsunaminin çoluk-çocuk, genç-yaşlı demeden önüne katıp götürdüğü, yüzlerce köy-kasabayı dümdüz ettiği yerlere güçlü arazi araçları dahi ulaşamıyor. Yardım malzemeleri helikopterlerden atılıyor. Öyleyse sinema, müzik ve eğlence aleminin şöhretleri buralara nasıl gidecek?

Kidman’dan Ricky Martin’e, Gülben Ergen’e felaket bölgesine gitmeyi başarsalar dahi ne yapacaklar?

Zelzele ve tsunaminin azgın dalgalarından kurtulmuş olan balıkçı, tarım işçisi köylüler başlarını sokacakları çadır, içecek su, yiyecek ve ilaç peşindeler. Felaketi takiben yayılan kızamık salgınından korunmak için aşı bekliyorlar. ’Esther-Madonna’nın Kabala suyu kime yeter? Yangına giderken suyun kalitesini aranmaz denir gerçi ama komik bir girişim bu. Neyse ki aktris Elizabeth Hurley reklamını yaptığı Chanel parfümleriyle Sumatra’ya gitmeye kalkışmadı.

Yıldızı sönen Ricky Martin, raflarda tozlanan CD’lerini mi yetim-öksüz kalmış çocuklara dağıtacak?

Aç-sefil bölge insanına, isimlerini dahi duymadıkları bu ünlülerin ne hayrı olacak? Çehrelerinde şefkat maskesi, ölümden kıl payı kurtulmuş yoksul köylülerin yanında kameralara poz verip geri dönecekler. Muhtemelen gazetelerde, ekranlarda ellerine Kabala şişeleri ya da Scientology tarikatının simgesini taşıyan ürünler tutuşturulmuş felaketzedelerin görüntüleri sergilenecek.

*

PEKİ ya gelişmiş ülkelerin milyarlarca doları aşkın nakit yardımı yalan mı? Avustralya 820 milyon dolarla başı çekiyor. Almanya 700 milyon, Japonya 500 milyon, ABD 350 milyon dolarla tepede ilk sıralarda. Bu meblağlar devletlerin ’taahhüt’ ettikleri yardımlar.

2003 Aralık ayında Bem depreminde 40 bini aşkın İranlı hayatını kaybetti, binlerce insan çadırlarda yaşıyor. Gelişmiş ülkeler bir milyar dolar yardım taahhüdünde bulundu ancak bugüne kadar Tahran’a yalnızca 17 milyon dolar gönderildi.

Başkan George W. Bush iki yıl önce AIDS’le mücadele kampanyası için kameralar karşısında ABD’nin Afrika’ya beş milyar dolar göndereceğini vaat etti. Oysa bugüne kadar kara kıtaya bir cent dahi gönderilmedi.

Tsunami felaketi, 150 bin hayata mal oldu. Ama Afrika’da her ay 165 bin kişi sıtmadan, 240 bin kişi AIDS’ten, 140 bini ise ishalden ölüyor. Dünya Sağlık Teşkilatı (WHO) yılda 2,5 milyar dolar ile milyonlarca Afrikalının ölümden kurtulacağını bildiriyor. Beş dolarlık bir tente, bir dolarlık ilaç Afrikalı çocuğun sıtma ve vereme kurban gitmesini önlemeye yeterli. Siyah ırka yardım için elini cebine atan yok. Dramatik görüntüler ekranlara yansımıyor diye olsa gerek.

Hayırseverlik yarışındakiler tsunami bölgesindeki kamera ekipleri çekip gittiğinde yardım vaatlerini tutacaklar mı? Bekleyelim, göreceğiz.
Yazının Devamını Oku

Fırça değmemiş boş fon 25 milyon dolar

9 Ocak 2005
<B>KUYRUK</B> uzun. Nihayet sıra bize geldi. Duvarda altın elyaflı çerçeve içindeki tablo şeffaf plastik levhalı muhafazaya alınmış. Yanı başında iskemlede oturan üniformalı bir koruma görevlisi. Tabloda Meryem Ana başı yana eğik, sol eliyle kucakladığı bebeğine (Hz. İsa) bakıyor. Bebek minik sağ elini annesinin yanağına uzatmış.

Dünyanın en büyük müzelerinden Metropolitan Sanat Müzesi’nin girişinden teşhir salonunda insanların görmek için sıraya girdiği bu tablonun adı, Madonna and Child (Madonna ve Çocuk).

*

İÇERİ girene kadar nefes almadan konuşan sanat meraklısı arkadaşım tablo önüne geldiğimizde sesini kesiyor. Gözleri çerçeveye odaklanmış, büyülenmiş gibi resme bakıyor. Ayıp olmasın diye birkaç kelime etmem lazım, herhalde ‘Şahane, çok güzel’ filan demeliyim. Oysa aynı heyecanı paylaşmak yerine ‘Madonna ile bebeğinin ölçüleri bana yanlış geldi, çok küçük duruyor annesinin kucağında’ sözcükleri ağzımdan dökülüyor. Dostumun kaşları çatılıyor anında. ‘Duccion’un şaheseri bu, 700 yıl önce yaptı bu tabloyu. Renkler, çizgiler hiç bozulmamış. Kompozisyona, çehrelerdeki ifadeye bak, nasıl anlamlı.’

Duccion’ın kim olduğunu dahi bilmiyorum ama itiraf etmeye dilim varmıyor. Daha önce de gördüğüm Meryem Ana - Hz.İsa tabloları zihnimde canlanıyor, arada fevkalade fark yok. Hissediyor olmalı. ‘Oku şunu’ diyor. Uzattığı kataloğu alıyorum.

*

DUCCION di Buoninsegna İtalyan Rönesansı’nın öncüsü. Bilinen yapıtlarının sayısı bir düzine kadar. Madonna and Child’ı 1300’lü yılların başında yapmış. Sanat álemi 19’uncu yüzyıl sonunda bu yapıtın varlığını öğreniyor. Stroganoff adlı bir Rus Kont’u ele geçirmiş. Metropolitan uzun müzakerelerden sonra Kont’un ailesine 45 milyon dolar ödeyerek tabloyu satın almış. Bu, bir müzenin bir tabloya ödediği en büyük meblağ. Bir sanat eleştirmeni miktarı az buluyor: ‘Açık artırmaya sürülseydi rakam daha da yükselirdi.’

Bu kez alıcı gözle inceliyorum Madonna ile çocuğunu. Göz kararıyla münasebetsiz bir hesaplamaya girişiyorum. Tablo dosya kağıdı boyutunda, çerçevesi tahta. Bir posta pulu büyüklüğünde yerin değeri 500 bin dolar civarında. Ana-oğul arkasında altın elyafından bir fon. Tablonun nerdeyse yarısı. Yani fırça değmemiş boşluğun bedeli 25 milyon dolara yakın. Dostuma bu hesaplamamı söylesem aklımdan şüphe edeceği kesin.

*

OLDUM olası sanat eserlerine hangi nedenlerle astronomik meblağların ödendiğini keşfetmeyi başaramadım. Çalışmalarını uzun yıllardır New York ve Paris’te geçiren Burhan Doğançay ve Ömer Uluç’a rönesans ustalarının yapıtlarını bugün tıpkısının aynısını taklit etmeyi başaracak sanatçılar yok mu diye sorduğumda, ‘Yüzlerce var ama alıcı çıkmaz’ şeklinde yanıt verdiler. Peki milyonlarca dolar niye ödeniyor Rönesans yapıtlarına? ‘Çünkü orijinal eser bunlar, taklit değil, asırlar önce tuvale geçmişler’ diye eklediler.

Bol sıfırlı tablo satışında ilk şaşkınlığımı Londra’da Rembrand’ın oğlu Titus’un portresi müzayedesinde yaşadım. Christie’s’deki açık artırmada babasına poz veren 10-12 yaşlarındaki Titus’un 325 yıllık portresini Amerikalı Simon Norton bir milyon dolar ödeyerek özel müzesi için satın aldı. Ortaçağların aristokrat aile çocukları kıyafeti içindeki sevimli çocuğun gazete sayfası boyundaki resmine o tarihte servet denecek paranın ödenmesine şaşırmıştım. Oysa o günden bugüne köprülerin altından çok sular geçti.

*

RESİM sanatına damgasını vurmuş ustaların eserleri şimdilerde ağırlığınca altın değerinde fiyatlarla el değiştiriyor. Koleksiyoncuların yanısıra borsa, sanayi gibi alanlarda servet yapmış işadamları, sırf yatırım amacıyla tablolara para veriyorlar. Tek tablosunu satamadan hayata göç eden Vincent Van Gogh’un Irises (Süsen Çiçekleri) adlı eseri, 1987 yılında New York’ta rekor sayılan 53.9 milyon dolara satıldı. Van Gogh’un bu rekorunu sanatçının diğer bir eseri Doktor Gachet’in Portresi, üç yıl sonra 82.5 milyon dolarla kırdı. Pablo Picasso’nun Pipolu Çocuk tablosu ise geçen mart ayında 104.1 milyon dolarla rekor çizgisini yükseltti.

Ekonomistler varlıklı insanların, borsa senetlerinden daha fazla değer kazandığı için ünlü sanatçıların tablolarına yatırımı tercih ettiklerini söylüyorlar. Oysa benim hálá anlayamadığım konu insanların bir fabrika kurulacak parayı hangi kıstasları dikkate alarak bir tabloya yatırdıkları. Tablonun güzelliği, kültürel değeri veya sanatçının şöhreti mi rol oynuyor astronomik fiyatında? Leonardo da Vinci’nin beş asır önce yaptığı Mona Lisa, 1962 yılında 100 milyon dolara (Bugünün parasıyla 600 milyon dolar) sigorta edildi. Louvre Müzesi şimdi tebessümü gizemli bu kadın portresini açık artırmaya sürse belki de bir milyar dolara alıcı çıkacak. Değer mi acaba?
Yazının Devamını Oku

Yeni yıla selam, işimize devam

2 Ocak 2005
Türkiye açısından toplum olarak Avrupa’ya odaklanmış olarak eski yılı geride bırakıp bir yenisine girdik. Türkiye ‘AB’ dedi ama iş bitmedi. Arkadan ‘C’ gelecek, Z’ye kadar uzun bir yol var katedilecek. Avrupalı dostlarımızın müzakere sürecinde diğer hangi yeni koşulları karşımıza çıkaracağını bilmiyorum. İster misiniz Türk basınında reformlar yapılmasını öne sürsünler!

Roma mitolojisine göre iki zıt yöne bakan Janus tanrısına ithaf edilen January (Ocak) ayına girdik. Dolayısıyla yeni bir yıla. Çevremizdeki her şey bir yıl daha eskidi, yaşlandı. Oturma odasında dünden kalan gazete, duvardaki resim, gardroptaki ceket, eş-dost-akraba, kapı komşusu ve kendimiz dahil. Yaşlanmak, alternatifini düşünürsek, kötü bir şey değil. Yaş esasında sadece ölü balık ve iyi şarap söz konusu olduğunda önemli.

*

2005’e iç ve dış savaşlar, katliam, ayaklanmalar, açlık, yoksulluk, hastalık salgınları, çoluk-çocuk farkı gözetmeden toplumların üstüne çöken doğa afetlerini miras alarak giriyoruz. Bir Afrika atasözü ‘Yerküre bizim değil. Sadece gelecek nesiller için bize emanet’ diyor. Oysa genç kuşakların böylesine ağır, sorunlu bir emaneti üstlenmek isteyeceği şüpheli.

Kainatın uçsuz bucaksızlığında dünyamız çölde bir kum tanesinden, okyanusta bir su damlasından ufak. Ama dertleri bitecek gibi değil. Herhangi bir coğrafyada 100 km mesafeyi aşan iki bölgeden birinde doğru olan diğerinde yanlış. Değer ölçüleri farklarını, uluslararası hukuk-adalet ilkelerini, yarar-çıkar ikileminde çatışmaları göz önüne getirin, Darfur katliamını hatırlayın, Filistin göçmenlerinin çaresizliğine, Irak halkının haline bir bakın kafi. Tabii olayları değişik gözlükle görenler de var.

*

Geçenlerde George W. Bush’un ‘Başkanlık Özgürlük Madalyası’ törenini televizyonda izledim. Başkan Bush ABD’nin en yüksek hizmet ödülü madalyasını ilkin görevinden kendi isteğiyle ‘istifa’(!) eden George Tenet’in boynuna taktı. Hangi George mu? 11 Eylül terör saldırısını önlemekte başarısız kalan, adaşı başkana Saddam Hüseyin’in kitle imha silahları ürettiğini söyleyip asker-sivil binlerce insanın ölümüne sebep olan olan, Irak savaşının teşvikçisi CIA direktörü.

Arkadan Washington’un Irak Genel Valiliği’ne atadığı Paul Bremer. Bremer Irak ordusunu dağıtıp, Baasçıları hükümet görevlerinden azleden, Şii-Sünni ayrılığını körükleyerek, bugünkü karmaşayı yaratan diplomat.

Üçüncüsü ise komutanların ikazlarına rağmen Irak’a yeterli asker göndermeye karşı çıktığı için bini aşkın Amerikan askerinin zayiatına sebep olan, savaş planının mimarı General Tommy Franks.

*

ABD yönetiminin iç ve dış politikalarını etkileyen bu üç kişinin başlıca özelliği, Başkan’ın ‘Yes Man’i (Evet Adamcılığı) olmaları. Oysa ırk ayrımına son veren Başkan Abraham Lincoln bir kabine toplantısında ‘Evet’çilerin ülke çıkarlarına zarar vereceğini veciz bir espriyle ortaya koymuştu. Lincoln, ‘Ben bir köpeğin kuyruğuna bacak dersem, köpeğin kaç bacağı olur? Beş mi? Hayır, dört. Çünkü Başkan’ın bacak demesiyle kuyruk bacak olmaz. Sizden bana doğruları söylemenizi istiyorum’ demişti.

Dökülen kanları, dağılan aileleri, uluslararası terorizmin üretim merkezine dönüşmüş Irak’ı göz önüne getirdiğinizde bu insanların ‘Özgürlük Madalyası’na layık olmadıklarına karar vermekte zorlanmazsınız.

*

Türkiye açısından askeri, sivili, işçisi-patronu, ev kadını ve öğrencisiyle bir konuya odaklanmış olarak eski yılı geride bırakıp bir yenisine girdik. Avrupa Birliği dedik haftalarca, aylarca. Önümüze sürülen şart üzerine şartların üstesinden gelerek, 17 Aralık’ta AB düşümüz, hiç olmazsa kağıt üzerinde gerçekleşme çizgisine yaklaştı.

Türkiye ‘AB’ dedi ama iş bitmedi. Arkadan ‘C’ gelecek, Z’ye kadar uzun bir yol var katedilecek. Zira Avrupalı olmak göründüğü kadar kolay değil.

*

Avrupalı dostlarımızın müzakere sürecinde diğer hangi yeni koşulları karşımıza çıkaracağını bilmiyorum. İster misiniz Türk basınında reformlar yapılmasını öne sürsünler! Mesela şunları söyleyip müzakereleri sulandırmaya kalksınlar:

‘Ülkenizde ekonomiden, eğitim, sağlık, işsizliğe kadar çok sorun var. Dünyada pek çok şey değişiyor. Uygar toplumlar bilimde, teknolojide gelişme hızını yakalama çabasında. Olup bitenleri öğrenmek istiyor toplumlar. Ama köşe yazarlarınıza bakınca etraf güllük gülistanlık. Yazarlarınız sütunlarında dünya pencerelerini aralamak yerine kişisel övgülere yönelip birbirlerine sataşma derdinde. Köşeleri tutanlar cinsel dürtülerini, hamilelik heyecanını, gittikleri lokantaları, meslektaşlarına kızgınlıklarını, küfürlü öfkelerini okura sunuyorlar her gün. Oysa Türk halkına hemen her yönüyle Avrupalılığa yaklaştıracak konuları işlemeleri lazım. Avrupa basınında işini sizdeki gibi hafife alan yazar yok denecek kadar az. Her konuda ahkam kesen yazarlarınız gerçekten hükümete yönetim, orduya demokrasi, bürokrata görev, futbol antrenörüne oyun taktiği öğretecek bilgi, görgü donatımına sahip mi?’

2005 yılında Türk basını reform dalgalanmasına sahne olacak mı, ne dersiniz?

Huzur ve mutluluk dolu bir yıl diliyorum.
Yazının Devamını Oku

Romantik martini 10 bin dolar

26 Aralık 2004
<B>ALEM</B> bir şehir New York, hemen her yönüyle. Cadde sokaklar insan seli içinde. Aralık ayının ikinci yarısı dini bayramlar, yıl sonu tatili dönemi. Herkes dışarıda. Kimileri Noel korolarını izliyor, diğerleri turistik gezilerde. Eşe dosta hediye alışverişini son haftaya bırakanların Tanrı yardımcısı olsun, dev mağazalarda bir şey almak şöyle dursun, dışarıdan içeriye giriş de güç, bir tezgahtan diğerine ulaşmak da.

*

BU kez de ılınmış havadan istifadeyle Patience (Sabır) ve Fortitude’ü (Metanet) görmek istedim. Sabır ile Metanet bizim ofisin bir sokak ötesinde New York’un en büyük kütüphanesi önündeki iki aslan. Geçen yüzyıl başında kentin belediye başkanı Fiorello LaGuardia, Amerika’yı sarsan borsa krizinden sonra blok mermerin işlenmesiye yapılan aslan heykellere bu adları takmış.

İlk dikkatimi çeken her Noel öncesinde aslanların boynuna yerleştirilen çelenklerin eksikliği oldu. Kütüphanenin danışma görevlisi, ‘Aslanlar 1911’de pembe mermer kullanılarak yapıldı. Bunca kışın aşırı soğuğuna dayandılar, yazın kavurucu sıcağında piştiler. Turistler tepesine çıkarak fotoğraf çektirdiler. Hava kirlenmesi de mermeri eritmeye başladı. İki yıl önce gövdelerinde çatlaklar tespit edildi. Artık insanların üzerine çıkması şöyle dursun, çelenk dahi koymuyoruz. Gerekli parayı bulunca tamirata başlanacak’ diye bilgi verdi.

Yıllar önce Amerikalı bir dostumun ortaokul çağındaki genç kızların tırmanışa geçen seks düşkünlüğünden söz ederken, ‘Önlerinden bir bakire geçse bu aslanlar kükreyecek’ şeklindeki esprisini hatırladım. Kükreyecek hali olmayan Sabır ile Metanet’in şimdilerde tamirciye ihtiyacı var.

*

YENİ yıl arifesinde otelden lokantaya, giyim-kuşamdan çocuk oyuncağına dikkati çeken bir fiyat artışı var New York’ta. Özel butiklerde keşmir tangalar 200 dolar, içi lama yünüyle kaplı paltolar 6 bin dolar, Manola’nın topukları çelik, önü fiyonklu iskarpinleri iki bin dolar, Birkin-Kelly çantaları ise altı bin doların üstünde. Varlıklı kesiminin çocuklarına Noel hediyesi oyuncak otolar ise 15 bin dolar. Lüks eşya satıcısı Neiman Marcus, astronomik fiyatlı hediyelikleri gene özel kataloğuyla müşterilerine sundu. Katalogda vasat kadın-erkek boyutunda bir çift robot 400 bin dolar. Bombardier Lear jet 13 milyon, Andy Warhol’un 10 tabloluk koleksiyonu ise 13 milyon dolar.

Yiyecek-içecek sektörü de abartılmış fiyatlarda geri kalmıyor. Parker Meridien Oteli’nin restoranı kabuğu çıkarılmış pişmiş hamur üstünde sebze alaşımına yayılı havyarlı ’frittata’yı bin dolar fiyatla mönüsüne koydu. Time Warner ikiz gökdeleninin ’Masa’ restoranında içki hariç tek kişilik yemek 300 dolardan başlıyor. Sosyete çocuklarının uğrağı Serendipity 3’de fındık-cevizli ağda şuruplu dondurma ise bin dolar. McDonald’s, Baskin Robbins’de ’sundae’ denilen bu karışık dondurma 4 doların altında. Aradaki farkı görmek için Serendipity’ye gitmem lazım ama aklımı henüz yitirmedim.

*

KIRK yıl öncesinde yazar, şair ve sanatçıların hemen her gece bir araya geldiği Algonquin Oteli barı popüler ’Martini’yi romantik bir dekorla listesine geçirdi. Votka veya cinin buzla çalkalanıp şekerden arınmış birkaç damla vermut serpiştirilen içki, çatal bardak içinde sunuluyor. Tek kadehin fiyatı ise, sıkı durun, 10 bin dolar. Oysa en pahalı barlarda ’Martini’ 15 dolar civarında. Ama Algonquin’ciler para aşığı değil. 10 bin dolarlık içki bardağının dibinde evlilik sembolü pırlanta var. İki karatlık pırlantalı içkiyi önüne sürerek izdivaç teklifi yapan erkeğe hangi kadın ’Hayır’ diyebilir?
Yazının Devamını Oku

Lincoln, Elvis ile uzak akrabayız

19 Aralık 2004
Amerika’ya yerleşmiş Türklerin kurduğu derneklerin toplantılarını mümkün olduğunca izlemeye çalışırım. Oysa kolay bir iş değil bu zira New York’tan Hawaii’ye,Chicago’dan Texas’a 50’nin üstünde derneğimiz var. Kanada’dakiler de cabası. Kolayına kaçmak isterseniz New York’ta ‘Federasyon’un, Washington’da ’Asamble’nin yıllık kongrelerini takip edebilirsiniz. Amerika’daki Türklüğün havasını kapmak için yeterli. Benim için öyle.

*

Türk Amerikan Dernekleri Asamblesi’nin 25’inci yıllık kongresi üç günlüğüne Washington’a gittim. Gözlem ve izlenimlerimi şöyle aktarayım. Asamble, kongre için kullanışlı olduğunu dikkate alarak Omni Shoreham Oteli’ni seçmiş. Türkiye kadrosu kalabalık. ABD Büyükelçisi Faruk Loğoğlu ile Washington, New York, Chicago, Los Angeles başkonsolosları. Ankara’dan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Dış İlişkiler Danışmanı AKP Milletvekili Egemen Bağış, Türk Amerikan Dostluk Grubu Eşbaşkanı CHP Milletvekili Büyükelçi Şükrü Elekdağ, AB İlişkileri Genel Sekreteri, Başbakan Erdoğan’ın Danışmanı Büyükelçi Murat Sungar, Ege Üniversitesi’nden Prof. Sedat İşçi.

Amerika cephesinde Dışişleri Bakanlığı Siyasi İşler Bakan Yardımcısı Marc Grossman, Türk-Amerikan Dostluk Grubu’ndan Florida Milletvekili Robert Wexler, Kentucky Milletvekili Ed Whitfield, Beyaz Saray Ulusal Güvenlik Konseyi’nin Ege, Kafkaslar ve Orta Asya Direktörü Mathew Bryza, eski kongre üyeleri Stephen Solarz, Bob Livingston, milletvekili adayı Öz Bengür, siyasi dergi, üniversite, vakıf, düşünce kuruluşları temsilcileri.

*

Bunlar iyi, hoş ama katılım çok az. Asamble çeşitli kesimlerde faaliyet gösteren Türk-Amerikan derneklerini bir kimlik altında toplayan şemsiye kuruluş. 52 üye derneğe sahip. Bu kıta ülkede 400 bin civarında Türk kökenli insan var. Asamble’nin kuruluş amacı Türkiye’ye hasım grupların karalama girişimlerine karşı çıkmak, başta Kongre her düzeyde Türk-Amerikalıların yararlarını savunmak, Türkiye-ABD ilişkilerini, Amerika’daki Türk varlığını güçlendirmeye çalışmak.

Sönük diyeceğim Kongre’nin gündemi ancak belli grupları ilgilendirecek türden idi. Türkiye-ABD-AB ilişkileri, Türk-Yahudi ilişkileri, Amerikan demokrasisi, ’Ölüm ve Sürgün’, Müslümanlar ve Azınlıklar adlı konferans, Şakir Eczacıbaşı’nın resim sergisi, Erju Akman’ın ’Günümüzde Türk Sineması’ gösterisi, Yahudi Soykırımı belgeseli.

*

Bu başlıklar harcı alem konferans konuları. Asamble’nin yıllık kongresine yararı şüphe götürür. Basında sık yayımlanan bu konuların konuşulması yerine yaşarlığı zayıflamış olan Asamble’nin ayakta kalması için yapılması gerekenlerin masa üstüne konup bu kongrede tartışılması gerekirdi. Asamble’nin son iki yıldır geçirdiği karmaşayı bilmeyen yok. Üye dernekleri ziyaret için 30 bin mili aşkın yol kateden Başkan Ercüment Kılıç’ın faaliyet programını tasvip etmeyen mütevelli heyeti asamblenin Türkiye’den aktarılan para musluğunu kapattı. Yönetimdeki iç çatışma bunca yıldır ’taban ve tavandaki’ Türkleri birleştirmedeki başarısızlığı da bir kez daha ortaya koydu.

Dev ülkedeki Türklerin örgütlenmeyi gerçekleştiremediği sır değil. Asamble gibi New York merkezli diğer şemsiye kuruluş Federasyon’un etkinlik programlarının finansmanını yeni bir düzene sokması gerekiyor. Amerika’da ihracat, sigorta, gıda, pazarlama, üretim, inşaat gibi sanayilerde sivrilmiş şirket sahibi varlıklı pek çok Türk-Amerikalı var. Bu insanların kar gözetmeyen (non-profit) statüdeki Asamble ve Federasyon’a vergilerinden düşecekleri bağışlarıyla finansman sorunları büyük ölçüde karşılanır. Buna anavatandan Koç, Sabancı, Eczacıbaşı gibi kurumların, Türkiye’ye ihracat yapan Amerikan şirketlerinin katkıları da eklenebilir.

*

Türkiye, başlıca müttefiki ABD’de Türk varlığının gücünü katlaması için Washington’a ’makamsız’ bir büyükelçi atamalı. Bu büyükelçinin dernekler ve bireyler arasında kopukluğu asgariye indirip, iç ve dış kaynakların işletilmesiyle parasal desteği sağlaması mümkün olabilir.

Asamble kongresinde Virginia eyaletinde yaşayan Meluncanların Türk kökenliliğini vurgulayan konferans oldukça ilginç idi. Karışık ırklı Meluncanlar arasında ataları Meluncanlı olan Abraham Lincoln, Ava Gardner, Elvis Presley gibi ünlüler var. Konunun uzmanı Wellmont Vakfı Başkanı Brent Kennedy’nin Türk-Meluncan ilişkisini dile getirdiği konferansı da, izleyenlerin gözlerinin yaşarmasına sebep oldu.
Yazının Devamını Oku