Doğan Uluç

Brad Pitt, Jennifer, Çöpçü Bedri

31 Temmuz 2005
Sokakta rasgele çevirdiğiniz bir kolej öğrencisine, Ay’a ilk ayak basan astronotun, milyonlarca insanın ölümüne neden olan bir hastalığın tedavi aşısını bulan bilim adamının, tıpta buluşlarıyla Nobel ödülü alan hekimin adını söyleseniz büyük ihtimalle tanımayacaktır. Ama Jennifer Lopez’in kalça ölçüsünü, Pamela Anderson’un sutyen boyutunu veya Michael Jackson’ın platin plaklarının adlarını sıralamakta zorlanmayacaktır. Gençler gibi orta yaşlılar da bu yapay ünlülere hayran.


BRAD Pitt ile bir sabah kahvaltısı yapmak, Jennifer Lopez’le bir gece kulübünde dans etmek, Russell Crowe’un hayat hikayesini kendi ağzından dinlemek ister misiniz? Sanırım ordu gibi insan tereddütsüz ’evet’ diyecektir bu tekliflere. Peki ya mahalle çöpçüsü Bedri, acil serviste kıdemli hemşire Münevver, marangoz Rıza ile aynı şeyleri yapar mıydınız? Olasılığı çok az, değil mi? Kızınızı çöpçüye, elektrik-musluk tamircisine vermeye razı olur musunuz? Kimseyi horlamak, küçük görme adetim yok ama gerçekçi düşünüyorum.

*

GEÇMİŞ yazlarda karşılaştığım birkaç olay, bazı meslek sahiplerine yönelik görüşlerimi oldukça etkilemişti.

1970’li yılların başında New York’ta temizlik işçileri sosyal haklarını kazanmak amacıyla greve gitti. İşçiler günlerce çöp torbalarını almadılar. 20 bine yakın lokantada yemek artığı dolu plastik torbalar kaldırımlar üstünde tepeleme birikti, sokaklara taştı. İşyeri, mağaza ve gökdelenlerin girişleri kapandı çöp birikiminden.

Kent zenginleri, dublekslerde yaşayan sosyete ünlüleri de, kapıcılarının grevi desteklemeleri yüzünden kendi çöplerini bina dışına kendileri taşımaya mecbur oldular. Yaz sıcağında çürüyen çöplerin kokusu tüm New York’u sardı. İnsanlar sokağa çıkamaz hale geldi. İş, ticaret hayatı darbe gördü, turistler ziyaretlerini kısa kestiler.

Talepleri kabul edilen çöpçüleri, işbaşı yaptıkları gün ev, apartman sahipleri, dükkancılar soğuk meşrubat, pasta ikramları, hediyelerle ödüllendirdiler. Milletin çöpçü diye dudak büktüğü bu insanların güncel yaşamda ne denli önemi olduğu ortaya çıktı.

*

YILLAR sonra New York bir elektrik ana kablo arızası yüzünden zifiri karanlığa büründü. İki arkadaşımla birlikte dördüncü kat asansöründe üç saat mahsur kaldık. Üst katlardan merdivenle inenler bağırmamızı duydular, yandaki inşaattan bir elektrikçi ile bir marangoz getirdiler. Karanlıkta hayli uğraşarak asansör kapısını aralamayı başardılar. Çıktığımızda tanımadığımız bu iki adamı kucakladığımızı hatırlıyorum.

O gün biz yalnız değildik elbette. New York ve civardan gelen çeşitli zanaat erbabı insan, uzun saatler ter içinde çalışıp gökdelen ve yüksek bina asansörlerinde aç-susuz ve kirlenmiş havada geceleyen binlerce insanı kurtardılar. Solunum hastalığı çeken, kapalı yer korkusuna kapılanlar hastanelere kaldırıldı. Turistler otomatik kapılar kapandığı için otellerine giremeyip kaldırımda geceledi. Kente çöken karanlık nedeniyle New York’a gelen yüzlerce uçak başka şehirlere doğru rota değiştirdi. Olay basını haftalarca meşgul etti. Benzeri bir olayı, New York iki yaz önce de yaşadı.

*

KAVURUCU sıcak gibi kar fırtınasında da hayatını ortaya atıp insanları yangından kurtarmaya çalışan itfaiyeciler, tepeden tırnağa silahlı cani ve soyguncuların üstüne kelle koltukta giden, intihara kalkışanı kurtarmak için köprü direğine tırmanan polisler, gene önemi ancak özel durumlarda hatırlanan meslek erbabından. 11 Eylül teröründe alev alev yanan binalarda sıkışıp kalanları kurtarmaya giden itfaiyeci ve polislerin çoğu, bu uğraşıdan sağ çıkmayacağının bilinci içindeydiler. Dört yüze yakını görev uğruna hayatını kaybetti. Tüm bu insanlar toplumun isimsiz ama gerçek kahramanlarıydı.

*

YAŞAMIN akışını etkileyen olaylarda önemi anlaşılan bu insanlar toplumda layık olduğu saygınlığı kazanıyorlar mı? Bu soruyu kendi görüş terazinize koyup yanıtlayın.

Ama bu değerlendirme buzdağının su üstündeki sivri ucu. 20’nci yüzyılın ortasından bu yana genç kuşaklar toplum kültürüne eğlence dışında katkısı olmayan şöhretlere ilgi gösteriyorlar. Gençlik Michael Jackson, Madonna gibi pop müziğinin kral-kraliçesi ilan edilen ünlüleri, sık sık polis bültenlerine geçen rap’çileri, porno yıldızlarını, tarikat müridi sadakatiyle izliyorlar.

Beyazperdede bir kaşı havada poz kesen yeni yetme Hollywood şöhretlerinin, fotoğrafçıları dövmeleri eleştirilmiyor.

Sokakta rasgele çevirdiğiniz bir kolej öğrencisine, Ay’a ilk ayak basan astronotun, milyonlarca insanın ölümüne neden olan bir hastalığın tedavi aşısını bulan bilim adamının, tıpta buluşlarıyla Nobel ödülü alan hekimin adını söyleseniz büyük ihtimalle tanımayacaktır. Ama Jennifer Lopez’in kalça ölçüsünü, Pamela Anderson’un sutyen boyutunu veya Michael Jackson’ın platin plaklarının adlarını sıralamakta zorlanmayacaktır.

Gençler gibi orta yaşlılar da bu yapay ünlülere hayran. Toplum gelişmesine, güncel hayatın sorunlarına büyük ölçüde katkıda bulunan öğretmen, doktor, hastabakıcı, itfaiyeci ve polis gibi meslek sahipleri dururken suni şöhretlere gösterilen ilgi neden?

Bence ilginin nedeni, bunların sahip oldukları zenginlik, şöhret ve cinsel çekiciliğin büyüsüne kapılan insanların gerçek yerine yapay dünyada yaşama istekleri...
Yazının Devamını Oku

Müzisyenlerde şeytan tüyü mü var?

17 Temmuz 2005
Şarkıcı ve müzisyen takımında izahı kolay olmayan bir çekicilik var. Müzik aleminin ünlüleri, henüz buluğa erişen kızları, genç kadınları mıknatıs gibi çekme becerisine sahip. Bu yeni bir oluşum değil. Sinatra’dan Elvis’e ve The Beatles’a düzinelerce şarkıcı ve grubun konserlerinde kadın hayranlarının çığlıkları, bayılıp ayılmaları film arşivlerinde. Sinema ve moda aleminde de, müzisyenlerle evlilik yapan pek çok şöhretli kadın var.

DEDİKODU haberleri arasına sıkışmış kısa bir duyuru: Nişanlısı Kid Rock’u terk eden Pamela Anderson, eski kocası Tommy Lee’ye döndü.

Pamela Anderson’la tek taraflı aşinalığım ’Baywatch’ (Sahil Güvenlik) dizisinin gösterildiği yıllara uzanıyor. Kış aylarında binaların tepesine çökmüş bulut kümelerinin görüntüsünden içim bunaldığında evde Sahil Güvenlik dizisini izlerdim. Uçsuz bucaksız plajlar, turkuvaz mavisi okyanus, deniz kayakçıları, sörfçüler, tekneler, bir diğeriyle cazibe yarışına girmiş cankurtaranların öyküleri kış ortasında yaz mevsiminin ihtişamını çalışma odama taşımaya kafi gelirdi.

Baywatch dizisinde Pamela’nın ayrı bir yeri vardı. Silikonlu göğüslerin poster yıldızı, yerkürenin dört bir köşesinde en popüler Hollywood oyuncusu idi. Dizi sona erince şöhretini göğüslerine borçlu kadın, sürekli tartıştığı kocası Tommy Lee’den ayrılmak üzere mahkemeye başvurdu. İlk duruşmanın çıkışında çekilen bir fotoğrafında, kalın gözükler ardında Pamela’nın iki gözü altındaki morluklar dikkati çekiyordu. Muhabirlerin ‘Tommy dayak mı attı?’ sorusuna genç kadının verdiği ‘Hayır merdivenden düştüm, gözüm kapı tokmağına çarptı’ yanıtını okuyunca, tokmağın sağlı sollu iki gözü nasıl morarttığına aklım ermemişti.

Müzisyen Tommy, Hollywood aleminin belalı tiplerinden biriydi. Pamela kendisini sık sık döven kocasından boşanıp gene tanınmış bir şarkıcı olan Kid Rock’la nişanlandı. Ama aklı Tommy’de kalmış olsa gerek, yeniden ilk kocasına döndü.

*

KIZINI başıboş bırakırsan ya davulcu ya da zurnacıya kaçar, şeklinde eski bir darbımesel var. Zeynep Özal’ın aile muhalefetine rağmen davulcu Asım’a kaçıp evlenmesi basını uzun süre meşgul etmişti. Oysa bu konu Amerika’da çok daha yaygın.

Şarkıcı ve müzisyen takımında izahı kolay olmayan bir çekicilik var. Müzik aleminin ünlüleri, henüz buluğa erişen kızları, genç kadınları mıknatıs gibi çekme becerisine sahip. Bu yeni bir oluşum değil. Sinatra’dan Elvis’e ve The Beatles’a düzinelerce şarkıcı ve grubun konserlerinde kadın hayranlarının çığlıkları, bayılıp ayılmaları film arşivlerinde.

Müteveffa Prenses Margaret’in dahi son aşkı sıradan bir pop gitaristi idi. Kraliçe Elizabeth’in kızkardeşi Margaret, muhafazakar İngilizlerin dudak bükmesine rağmen oğlu yaşındaki müzisyeni Karayipler’de Mistique Adası’na kapatmıştı bir süre.

Şimdilerde kadınlar, konserlerde sahneye, telefon numaraları da eklenmiş, ‘Bu gece birlikte olalım’ yazılı katlanmış kağıtlar, sütyene iliştirilmiş otel odası anahtarları atarak, şarkıcı ve müzisyenleri baştan çıkarma çabalarını sürdürüyorlar. Peki ama nikah kıymaya ne dersiniz?

*

POPÇUSU, rapçisi, rockçısı, romantik şarkıcısıyla müzisyenler gözde bekarlar grubunda. Sinema ve moda aleminde müzisyenlerle evlilik yapan pek çok şöhretli kadın var. Bir tutam örnek verelim:

4 Oscar kazanmış aktrislerden Renee Zellweger, şarkıcı Kenny Chesney ile evli.

4 Gwyneth Paltrow ise Chris Martin’le evli.

4 Sinemanın en güzel kadınları listesinin tepesindeki Cameron Diaz, müzisyen Jared Leto’yu bırakıp N’Sync grubunun solisti Justin Timberlake’e oltayı attı. Britney Spears’ın eski sevgilisi Justin, kendinden sekiz yaş büyük Diaz’la nikah masasına oturmaya istekli görünmüyor.

4 Drew Barrymore, The Strokes grubunun davulcusu Fabrizi Moretti’yle evli.

4 Kate Hudson, Black Croews’un solisti Chris Robinson’la evli.

4 Heather Lockheart, ilkin Pamela’nın eski kocası Tommy Lee sonra Bon Jovi’nin gitaristi Richie Sambora’yla evlendi.

4 Jennifer Lopez, uzun süre rapçi Sean ’P.Diddy’ Combs ile yaşadı. Aktör Ben Affleck ile ilişkisi yürümeyince, Latin müziğin yıldızı Marc Antony’le nikah kıydı.

4 ‘Yüzüklerin Efendisi’nin yıldızı, Aero Smith’ten Steven Tyler’ın kızı Liv Tyler, çocuk sahibi olduğu Spacehog şarkıcısı Royston Langdon ile mutlu bir evlilik sürdürüyor.

4 Winona Ryder, bir dizi popçu ile birlikteliği sonunda Bright Eyes grubundan Conor Oberst ile yaşıyor.

4 Claire Danes, uzatmalı sevgilisi Avustralyalı müzisyen Ben Lee ile evlenme hazırlığında.

4 Alicia Silverstone, Christopher Jarecki ile beraber.

4 Lisa Hartman, halk türküleri şarkıcısı Clint Black’le yıllardır aynı yatağı paylaşıyorlar.

4 Model Patti Hansen, The Rolling Stones’un gitaristi Keith Richards ile yirmi yıldır evli.

4 Oscar ödüllü Julia Roberts’ın şarkıcı Lyle Lowett’le evliliği iki yıl sürdü.

4 Sahnelerin divası Cher de, pop-rockçı Gregg Allman ile iki yıl evli kaldı.

4 Supermodel Heidi Klum, zenci şarkıcı Seal ile evliliğini yakında doğuracağı çocuğuyla perçinleyecek.

4 Kate Moss ise rockçı Pete Doherty ile İbiza Adası’nda evlenmeye hazırlanıyor.

Bunca şöhretli kadını çekmeyi başaran şarkıcı-müzisyen takımında şeytan tüyü mü var, ne?
Yazının Devamını Oku

Lokantada Türkevi’ni anlattı, kalp krizi geçirdi

12 Temmuz 2005
Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’ün, Türkevi’nin yıkılıp yerine 22 katlı bir gökdelen inşa edileceği açıklamasıyla benim ilginç bir anım tekrar aklıma geldi.

1980’li yılların ortası. Vatanda geçirdiğim yaz tatilimin sonunda Amerika’ya dönüyorum.

Jumbo jetin pilot kabini arkasındaki bölümde kadınlı-erkekli yabancı bir grup var. Hepsi

çakırkeyif. Uçak, rota yüksekliğine tırmanırken yanına düştüğüm alımlı kadın ırkımı merak ediyor:

“Sen İtalyan mısın?” “Hayır.”

Yüzümü inceliyor: “Rum, Fransız, İspanyol?” Merakını gideriyorum. “Emilio, bak bir

Türk katıldı aramıza.”

Önde oturan erkek, elinde kadeh yanımıza gelince alımlı kadının kalktığı koltuğa oturuyor. “Bir Mavi Tur yaptık Ege’den Akdeniz’e. Türkiye enfes. Hepimiz çok mutluyuz.”

Yazının Devamını Oku

Sosyetede kimler ‘asil kanlı’?

3 Temmuz 2005
Yıllar önce Londra’da Kraliyet Dramatik Sanatlar Akademisi’nin mezuniyet törenine bir İzmirli kızın diploma almasını izlemeye gitmiştim. Kraliçe Elizabeth de törendeydi. Kraliçe yöneticilerin teker teker elini sıktı. Sıra bana geldi. Elini uzatırken spor ceketimin omzunda kameramı gördü. Göz göze geldik. Elini geri çekti. Zira ben bir ’commoner’ (halk tabakasından) idim.

SARIŞIN Paris’in eli esmer Paris’in bacaklarının birleştiği yerde. Pazusu dövmeli esmerin eli sarışının çiçek desenli eteği altında kalçasını kavramış. Paris’lerin gözleri birbiri üstünde kitlenmiş. Garip cümleler bunlar ama Paris Hilton ile son sevgilisi Yunanlı milyarder Paris Latsis’in bir gece kulübünde çekilen fotoğraflardaki görüntülerini ayrıntılı anlatmaya kalksam editör o satırları makaslayacak.

*

PARIS Hilton’dan nasıl söz edeceğimi hálá bilmiyorum. Kameralara her seferinde başını omzuna eğip davetkar bakışla göz süzerek poz veren bu kadın, sinema yıldızı da, manken de değil. Ama bir hemcinsinin giydiği kıyafeti Michael Kors’un mu, Donna Karan’ın mı, onu anlayabilecek kadar modaya yakın.

Bir meslek sahibi olmadığı gibi fazlaca okuyup yazmışlığı da yok. ‘Madam Bovary’ desen ‘Aşk evini polis basmıştı, yeniden mi açmış?’ diye yanıt verecek. Fidel Castro’nun lafı geçse ’Castro’ yataklarından bahsedildiğini sanacak. Ama Paris dedikodusu, Paris resmi olmayan dergi neredeyse yok.

Özel kulüplerde masa üstünde yarıçıplak dansları, yanındaki erkekle çevreyi umursamadan koltuklarda sevişmeleri dillerden düşmüyor. Eğlence aleminde 24 yaşındaki Paris’i herkes tanıyor. Şöhreti ise şöhret olmaktan ileri geliyor.

*

BİR giydiğini bir daha giymeyen, günlerini alışverişte, güzellik salonlarında geçiren, akşam başladığı kulüp turunu sabaha kadar sürdüren Paris’in başlıca özelliği, otel zinciri kurucusu Conrad Hilton’ın torununun kızı olması. Soyadı avantajıyla dünyaya gelen bu sarışın geçen sene yaşamında ilk kez sevgilisiyle maraton sevişmesini filme çekerek internet porno sitelerine satıştan milyon doları aşkın para kazandı. Akabinde ’Basit Hayat’ isimli TV filmi çevirdi.

Çılgın sarışın rastgele biri olsa genç yaşında düzinelerle erkekle yatıp-kalktığı, aşk sahnelerini filme çektiği için en azından ‘hafif kadın’, ‘porno yıldızı’ damgası yiyecek. Ama ’Hilton’ soyadı her ayıbı unutturacak kadar güçlü. Daha da önemlisi aileden kalan mirası 775 milyon dolar. Bazı zenginler gözünde ‘Hayatını yaşayan, özgür sosyete dilberi.’

*

YEDİ buçuk milyar dolarlık servetin várisi Paris Latsis’le nişanlanan Paris’e, Hilton’un soyundan geldiği için asil sınıfını tanımlayan ‘Sangre Azul’(Mavi Kanlı) yakıştırması dahi yapılıyor.

Bu deyim, tarım, hayvancılık, inşaat gibi alanlarda çalışan işçilerin derileri güneşte karardığından damarları görünmezken, güneşe çıkmayan beyaz tenli zenginlerin kollarındaki mavi damarların belirgin kalması durumundan geliyor.

Oysa edebiyatçılara göre ’mavi kanlı’lar ahlaklı, cesur, cömert, şeref ve haysiyetine düşkün kişiler. Peki ama skandal hanesi dolu Paris için ’Asil Kanlı’ demek mümkün mü? Asillik böylesine ayağa mı düştü? Yoksula, düşküne el uzatan, kötülüğe bulaşmayan, geçimini alın teriyle sağlayan onca insan asalet yakıştırmasına daha layık değil mi?

*

ASALETİN unvan ile özdeştirilmesi de ayrı bir konu. Kraliyetlerde sayısı giderek tükenen, işlevleri meçhul bir sürü unvan sahibi var. Dük-Düşes, Vikont-Vikontes, Baron-Barones, Lord-Lady, Earl-Kontes gibi... Bir de bunların üstünde prens, prenses, kral ve kraliçe...

İngiltere’de asillerin hepsinin böyle bir unvanı var. Davetlerde önlerinde diz çökülerek saygı gösterilen bu asillerin, zina dahil, karıştıkları çeşitli skandallar her seferinde örtbas edildi. Gene de bu zümre gözünde kendileri asil, diğerleri ’commoner’ (halk tabakasından) idiler. Bu iki grup bir diğeriyle hiç kaynaşmadı.

*

YILLAR önce Londra’da Kraliyet Dramatik Sanatlar Akademisi’nin mezuniyet törenine bir İzmirli kızın diploma almasını izlemeye gitmiştim. Türk kızı törene gelecek Kraliçe Elizabeth’e okulun en başarılı öğrencisi olarak buket verecekti. Kraliçe geldiğinde İzmirli öğrenci diz çöküp buketi takdim etti. Fotoğrafını çektim. Tek tip jaketatay giymiş akademinin dekan ve yöneticileri minik hol ortasında hilal çizerek sıraya girmişlerdi. Kalabalık holde gidecek yer olmadığı için hilalın ucuna takıldım.

Kraliçe yöneticilerin teker teker elini sıktı. Sıra bana geldi. Elini uzatırken spor ceketimin omzunda kameramı gördü. Göz göze geldik. Elini geri çekti. Zira ben bir ’commoner’ idim.

*

BU hafta Kraliçe’nin oğlu Prens Andrew ile eski gelini York Düşesi Sarah Ferguson New York’a geldiler. Andrew, Barclays Bankası’nın sponsor olduğu bir golf turnuvasının galibine kupa verecek. Kocasını evliyken aldatan Fergie ise French firmasının yeni mayonez ürününün promosyonunu yapıyor.

Prens ile Düşes’e kaç para ödendiği açıklanmadı. Süper Lotto’nun büyük ikramiyesini kazanırsam Andrew veya Fergie’yi New York’ta Galatasaray Balosu’na özel konuk olarak getirteceğim. Devir değişti, asiller de kiralanıyor artık.
Yazının Devamını Oku

Amerikalı borçlu doğar, borçlu ölür

26 Haziran 2005
Amerikalılar yiyecek alanında dünyanın en obur milleti. Halkın bakkal manav harcamaları geçen yıl 570 milyar dolara yükselmiş. Gıda tutkusuna paralel Amerikalıların diğer bir düşkünlüğü ev sahibi olmak. Burada ev-daire satın almak güç değil. Emlak değerinin onda birini bulup buluşturan gerisini banka ipoteğiyle karşılayabiliyor. Peki Amerikalıların ipotek borcu toplam ne kadar? Sekiz trilyon dolar. Bu rakama baktığınızda ülke halkının boğazına kadar borçlu olduğunu düşüneceksiniz. Doğru. Asırlık bir deyimle, ‘Amerikalı borçlu doğar, borçlu ölür.’

DOĞU Nehri’nin karşı yakasında oturan meslektaşım sabah müjdesini(!) veriyor: ‘Bu yıl sonuna kalmaz metro biletine zam gelecek.’ New York Ulaştırma İdaresi’nin müzmin bütçe açığı şikayetini biliyorum ama zam haberini duymadım. ‘Nereden çıktı bu zam haberi?’ diyorum. Bir nefeste yanıtlıyor: ‘Akşam metroya binmeden önce açlığımı bastırmak için pizzacıdan bir dilim alıp tezgaha iki dolar bıraktım. Kasiyer ‘20 sent daha vereceksiniz. Fiyat arttı’ dedi.’

Ne alakası var pizza ile metro zammının?

Emektar meslektaşım kuruşu hesaplayan bir tip, yıllardır da Manhattan’a metroyla geliyor. Anlatıyor: ‘1974’te metro 35 sent idi, pizza da öyle. Yakın zamana kadar her ikisi de aynı miktarda zam gördüler. 1992’de metro ile bir dilim pizza 1.50 dolara, 1993’te birlikte iki dolara çıktılar. Bu kez fiyat artışını pizzacılar yaptı, metro zammının eli kulağında.’

Metroya zam, otomatik olarak otobüs biletine de zam demek. Bu her gün işyeri ve evine gidip-gelen milyonlarca New Yorklu için hassas bir konu. Lahmacunun peynirlisi pizza da, gene işçiden patrona halkın en popüler gıdası. New Yorklular öğle üzeri dükkan servislerine ilaveten iş dönüşünde telefonla tepsi boyu pizza ısmarlayarak akşam yemeğini mutfağa girmeden hallediyorlar. Arkadaşımın zam kehaneti gerçekleşirse kentin milyarder belediye başkanı Michael Bloomberg’ün gelecek seçimde protestoyla karşılaşacağı kesin.

*

SON günlerde olup-bitenlere baktığımızda kıta ülkenin rakam cümbüşünü, New York’un dinamizini yansıtan renkli bir tablo ile karşılaşıyoruz.

Amerikalılar yiyecek alanında dünyanın en obur milleti. Halkın bakkal manav harcamaları geçen yıl 570 milyar dolara yükselmiş. Gıda tutkusuna paralel Amerikalıların diğer bir düşkünlüğü ev sahibi olmak. Burada ev-daire satın almak güç değil. Emlak değerinin onda birini bulup buluşturan gerisini banka ipoteğiyle karşılayabiliyor.

Bankalar dar gelirlilerin ilk beş yılda yalnızca faiz ödemelerine müsaade ediyor. Emlak sektöründe bu sistem çok yaygın. Peki Amerikalıların ipotek borcu toplam ne kadar? Sekiz trilyon dolar.

Bu rakama baktığınızda ülke halkının boğazına kadar borçlu olduğunu düşüneceksiniz. Doğru. Asırlık bir deyimle, ‘Amerikalı borçlu doğar, borçlu ölür.’

*

BU borç kışlık, yazlık evler, araba ve tekne taksitleriyle, ’plastik’ diye sözü edilen kredi kartlarında birikmiş meblağı yansıtıyor. Çocuklar bu borçları, ödemeye ömrü vefa etmeyen ebeveynlerinden miras alıyorlar. Borçlar anne-babadan çocuklarına zincirleme devredilerek sürüyor.

Ama ‘Bu millet yoksul’ diye düşünmeyin. 280 milyon nüfuslu ülkede her 110 kişiden biri milyoner. Üstelik arsa, bina gibi taşınmaz servetleri bu hesaba dahil değil. Geçen yıl 200 bin Amerikalı milyonerler ordusuna katıldı.

Ancak oyunu kuralına göre oynamak lazım. Servetini üçe-beşe katlamak için usulsüz iş gören, vergi kaçıran, kazancını saklayan, borsada hileye kaçan, şirket parasını zimmetine geçirenlerin çoğu sonunda cezaevine düşüyor. Son beş yılda Enron, Tyco ve WorldCom gibi maddi varlıkları milyarlarca doları aşkın dev şirketlerin açgözlü yöneticileri uzun yıllarını hapishane hücrelerinde geçirmeye mahkum oldular.

Tyco’nun patronu Dennis Kozlowski, şirketinden 600 milyon dolar için geçen hafta hüküm giyerken Adelphia’nın sahibi John Rigas, 15 yıl hapis cezasına çarptırıldı. Kurduğu şirketinden 2.3 milyar doları özel işlere yatıran Yunan göçmeni 80 yaşındaki Rigas’ın yanısıra baş finans yöneticisi oğlu Timothy de 20 yıl hapis cezası yedi.

*

MAHKEMEYE düşen mültimilyonerler yolsuzluk davalarından sıyırmak için avukatlarına yüklü para ödemelerine rağmen mahkumiyetten kurtulamıyorlar.

Amerikan adaleti şaşmaz mı? Hayır. Ünlüler karşısında bazen adalet terazisinin ibresi değişiyor.

Döneminin futbol yıldızı O.J. Simpson ayrı yaşadığı karısı ve erkek arkadaşını öldürmekle yargılandığı davada delillerin ’katil’liğini açıkça sergilemesi yeterli olmadı ve beraat etti.

’Baretta’ dizisini aktörü Robert Blake de gene karısını öldürmek, basketbol yıldızı Kobe Bryant ırza tecavüz, aktris Winona Ryder mağaza hırsızlığından yargılanıp aklandılar. Basını uzun zaman işgal eden bu üç davada sanıkların popüler kimliği büyük rol oynadı.

Oysa halkın sevmediği şampiyon boksör Mike Tyson bir ırza geçme suçundan 3 yılını hapiste geçirdi.

Usulsüz senet satışı yapan Martha Stewart ise açık cezaevinde altı ay gibi düşük bir ceza ile kurtuldu.

Pop kralı Michael Jackson da bu arada yatağını paylaştığı çocuklardan birinin cinsel taciz davasından kılpayı da olsa sıyrılmayı becerdi.
Yazının Devamını Oku

Şöhretlerin bilimkurgu din merakı

19 Haziran 2005
Katolik bir aileden gelen aktris Katie Holmes, birkaç gün önce ’Batman Begins’ filmini tanıtma turunda Tom Cruise’un anlattıklarını dinledikten sonra Scientology dinine geçeceğini söyledi. Cruise, başkaları aklını çeler kaygısıyla bir kadın müridi, 26 yaşındaki sevgilisine refakatçilikle görevlendirdi. Katie’nin Hıristiyan ailesi, ‘Kızımızın beynini yıkadılar’ diye yakınıyor.

Cep telefonuma anten alacağım diye nefret ettiğim Times Square kalabalığına düştüm. Günün veya gecenin rastgele bir saatinde bu meydandaki insan sayısı Palau Cumhuriyeti’nin rahat dört misli. Yüksek bina duvarlarındaki renkli ilanları, neon ışıklarıyla yıkanan dijital reklamları hayranlıkla izleyen insanların önüne baktığı yok. Sanki radarla yürüyorlar. Dikkatli olmasam her iki adımda birisiyle kafa tokuşturacağız.

Metro çıkışına geldiğimde omuz başımda bir ses ‘Bana birkaç dakikanızı ayırır mısınız?’ diyor. Yana dönüyorum, temiz yüzlü genç bir kız, önündeki sandalyeyi işaret ediyor: ‘Lütfen oturun.’ Kaldırım üstünde birkaç sandalye daha var. Kadın-erkek üç beş kişi kır kahvesi örneği çöreklenmişler. İlkin sokakta gömlek, ceket üstünden masaj yapan Korelilerden sanıyorum ama değil. Genç kız: ‘Size kısa bir test vereceğim.’ ‘Ne testi bu?’ Yarı mahcup ‘Dianetik test. Para ödemeyeceksiniz.’ Dianetics, günlerdir Tom Cruise ile yeni aşkı Katie Holmes nedeniyle basını sürekli işgal eden Scientology Kilisesi’nin temel kitabı. Sandalyeye oturuyorum.

*

Genç kızın adı Helen. İki elime motosiklet gidonunun tutamaçlarına benzeyen plastik saplarını tutuşturuyor. Metalik sapların sonundaki kablolar Helen’in kucağında siyah, garip görünüşlü kutu şeklinde bir alete bağlı. ‘Nedir bu?’ e-metre imiş. Stresten başlayıp, dert, gerginlik, depresyon, ruhsal sıkıntıları ölçüyormuş.

Konuşmadan bekliyorum. Helen’in gözleri elektronik kutuda: ‘Değişik duyumlar var göstergede. Mutlu bir insan mısınız?’

‘Mutsuz sayılmam.’

‘Bugün canınızı sıkan bir şey olmuş?’

‘Sürekli koşuşturmalı New York’ta yaşıyorum. Her gün bir şeyler oluyor. Taksi şoförü yanlış yoldan getirdi beni buraya, onunla takıştım.’

‘Tamam işte. Başka?’

‘Ev sahibi, yarı kiram kadar elektrik faturası çıkardı. Arabamın sigortası da arttırıldı. Yıllık iznimi geçireceğim tatil köyünün fiyatları da yükselmiş. Bir yakınımın sağlık sorunları var. Üzüntü veriyor.’

Kaşları alnına çıkıyor Helen’in: ‘Her seferinde göstergenin oku kırmızı bölgeye ulaştı. Yaratıcı bir zekaya sahipsiniz ama zihninizdeki toksinler tüm enerjinizi kullanmanızı engelliyor. Yatıştırıcı, uyuşturucu ilaç alıyor musunuz? Sinirlenince dudaklarınızı kemirir misiniz? Uyurken bacaklarınız kasılıyor mu ?’

‘Hayır.’

‘Gene de Scientology Kilisesi’ne ihtiyacınız var. Bedenden zehirleri atmak için. Merkezimize gelin, bir karakter testi yapalım size. Sonra ortaya çıkacak bulguları uygulayarak hayatınızın daha verimli ve mutlu geçmesini sağlayabiliriz Scientology öğretileriyle.’

‘Bir düşüneyim’ diyorum. Adımı, adresimi soruyor. Sandalyeden kalkıyorum. Yanıt vermekte isteksizliğimi fark ediyor.

‘Ne iş yaparsınız?’

‘Gazeteciyim.’

Duraklıyor, sanırım neşesi kaçıyor. ‘Bir randevum var, merkezinize uğradığımda sizi ararım.’

Geçen bir taksiye el sallıyorum.

*

Müritlerine göre Scientology bir din. Yalnızca 50 yıllık mazisi var.

Bir süre önce inanç sömürücüleriyle ilgili bir yazı dizisi hazırlarken bu sözde dinin mensupları ile de görüşmüştüm. Scientology’nin bilimkurgu romanları yazarı L. Ron Hubbard tarafından kurulduğunu, bu yeni dinin amacının 70 milyon yıl önce insan bedenine yerleşmiş ölü uzay yaratıklarının ruhlarının temizlenmesi olduğunu, elektronik cihazlarla ruh ve beyin ölçümlerinin yapıldığını anlatmıştı. Müritleri gözünde Hubbard peygamberdi. Bilimkurgu romancısından ’peygamber’ olur mu? Bana deli saçması gelen hikayeleri dinlerken ayıp olmasın diye fazladan sorgulamaya yanaşmadım.

*

Şimdilerde Scientology modası tekrar başladı. Başlangıçta bir mason locası gibi içine kapanık olan Scientology akımının gönüllü reklamcıları, Hollywood şöhretleri. Başta genç kızların gözdesi Tom Cruise, John Travolta, Demi Moore, uzatmalı aşkı Ashton Kutcher, Kirsty Alley, sonra ikinci sınıf film yıldızları, mankenler...

Ünlü müritler, Scientology kilisesine kazançlarının asgari yüzde 10’unu bağış olarak veriyorlar. Katolik bir aileden gelen aktris Katie Holmes, birkaç gün önce ’Batman Begins’ filmini tanıtma turunda Tom Cruise’un anlattıklarını dinledikten sonra Scientology dinine geçeceğini söyledi. Cruise, başkaları aklını çeler kaygısıyla bir kadın müridi, 26 yaşındaki sevgilisine refakatçilikle görevlendirdi. Katie’nin Hıristiyan ailesi ‘Kızımızın beynini yıkadılar’ diye yakınıyor.

Scientology mensuplarının cadde kaldırımlarında mürit avına çıkmalarına ilk kez şahit oldum. Hele ünü beş kıtaya yayılmış kişilerin bilimkurgu dinine böylesine sarılmaları?

Para, pul sahibi genç şöhretlerin yeni arayışlar içinde oldukları biliniyor. Ama garip bir fenomen bu. Bakalım ne kadar sürecek.
Yazının Devamını Oku

Nicole’un ikizlerinden kime ne?

12 Haziran 2005
Ayrı bir kültürden geldiğim için kadınların hamilelik sürecinde ilginç gösteriler sergilemesine bir türlü alışamadım. Amerika’nın çeşitli kesimlerinde bebek bekleyen kadınların bahar-yaz aylarında kısa kesimli gömlek veya tişörtler giyerek şişkin karınlarını teşhir merakını, kumaş üzerine göbek çukurunun güneyini işaret eden ok çizdirdiklerini, anlamlı mesajlar yazdırdıklarını hayretle izledim. Yalnızca Amerikalılara özgü sandığım bu davranışın Avrupa’ya da sıçramış olduğu ilk kez dikkatimi çekti.

GENÇ çift, Grand Central istasyonu kapısında şaşkın şaşkın etrafa bakınıyor. Turist oldukları, erkeğin omuzuna asılı kamera, kumral kadının elindeki New York haritasından belli. Üstelik sabah trafiği müdavimlerinin aksine telaş içinde değiller. İstasyon kalabalığı, Haydarpaşa Garı’na taş çıkartacak kadar yoğun. Kapılarından akın akın insanlar caddeye çıkarken bir o kadarı da içeri giriyor.

Karşı kaldırıma geçmek için yeşil ışığı beklerken kumral kadın bana doğru dönüyor. Şort pantolonu üstüne inen beyaz tişört karın nahiyesindeki tümseği daha belirgin gösteriyor. Gözlerim tişörtünde şiir örneği kısa birkaç satıra takılıyor: ‘Adım Nicole. Jasper’la (yanındaki erkek olsa gerek) ikizlerimiz Michel ve Damien’in gelişini bekliyoruz. Onlarla buluşma tarihimiz Eylül 2005.’ Tişörtte yer kalsa belki de nasıl çocuk yaptıklarını da anlatacaklar. Not defterime süratle not düşüyorum.

*

AYRI bir kültürden geldiğim için kadınların hamilelik sürecinde bu tip gösteriler sergilemesine bir türlü alışamadım. Amerika’nın çeşitli kesimlerinde bebek bekleyen kadınların bahar-yaz aylarında kısa kesimli gömlek veya tişörtler giyerek şişkin karınlarını teşhir merakını, kumaş üzerine göbek çukurunun güneyini işaret eden ok çizdirdiklerini, anlamlı mesajlar yazdırdıklarını hayretle izledim. Yalnızca Amerikalılara özgü sandığım bu davranışın Avrupa’ya da sıçramış olduğu ilk kez dikkatimi çekti.

Kadınların hamile kalması bir doğa kanunu. Hamilelik olmasaydı ben bu satırları yazamayacağım gibi siz de gazete okuma fırsatı bulamayacaktınız. Ama Nicole’ün ikizlerinden bana ne? Kime ne? Yaratıklar aleminde ’Homo sapiens’ denen insanoğlunun yıllık global nüfus artışı 80 milyon civarında. Her gün yüzbinlerce kadın hamile kalıyor. Anne adayları için mutlu bir olay bu. Gene de şişkin karınların bir başarı ödülü kazanmışçasına toplumla paylaşılması bir garip. Estetik açıdan cezbedici yönü de yok. Göze hoş gelmeyen bir manzara bu

*

HER konuda olduğu gibi bu konuda da farklı düşünenler var. Yakın geçmişte aktris Demi Moore, manken Cindy Crawford’un hamileliklerinin son ayında çektirdiği çıplak fotoğrafların yayımlandığı dergiler, yüksek tirajlar kazandı. İlginin kökünde, toplumun belirli bir kitlesinin şöhretlerin yaşamına yönelik merakı yatıyor.

Sinema ve eğlence dünyasının şöhretlerinin doğurdukları çocuklarının ilk resimlerine bazı dergilerin milyon dolara yakın para ödeyerek yayım hakkını satın almaları da bilinmeyen bir şey değil. Kundağa sarılı yeni doğmuş iki bebeğe baksanız hangisinin belediyede kayıt memuresi Mary’nin, hangisinin Oscar ödüllü Gwyneth Paltrow’un çocuğu olduğunu söylemeniz mümkün değil.

Bu konuya değinmeme, sıcak günlerin geri geldiği şu sıralar kadınların sereserpe sokaklara dökülmesi sebep oldu. Caddeler, sokaklar muhayyeleye yer bırakmayan giysiler içindeki kadınlarla dolu.

*

NEW YORK’un son bir haftadır ağustos sıcağına girmesiyle kente turist akımı da başladı. Oteller yaz tarifesi diye fiyat artışına yönelirken lokantalarda yer ayırtma güçlüğü baş gösterdi. Popüler müzik gruplarının yaz boyunca kapalı salon ve açık hava konserlerinin biletleri şimdiden karaborsaya düştü.

New York’un bu yıl son on senedir turizm gelirlerinde rekor meblağa ulaşması bekleniyor. 2003’e kıyasla geçen yıl yüzde onbir ziyaretçi artışının 2005 sonunda yüzde 20’ye çıkacağını belirten Belediye Başkanı Michael Bloomberg, ‘Kültürel etkinliklerde zenginliğin yanısıra New York’un Amerika’nın en güvenli şehri olması turist akımının başlıca nedeni’ diye konuşuyor.

*

RESMİ kayıtlara göre 2004 yılında New York’a gelen yabancı turist sayısı 5.3 milyon. Kişi başına 1132 dolar harcayan yabancıların kent ekonomisine katkısı altı milyar dolar. Buna karşın Amerika’nın 49 eyaletinden gelen yerli turist sayısı 35 milyon. New York’ta harcadıkları para ise ancak 9 milyar dolar.

Yabancı turistlerde 970 bin ile ilk sıradaki İngilizleri, 750 bin ile Kanadalılar, 350 bin ile Japonlar, 310 bin ile Almanlar, 250 bin ile Fransızlar takip ediyor. Yapılan ilk araştırmalara göre bu yıl yerli ve yabancısıyla 45 milyon kişinin New York’u ziyaret edeceği ifade ediliyor.

Tatil ve gezi için New York’u niye seçtikleri sorulan Avrupalı ve Uzakdoğulular, ‘Oteller pahalı, lokantalar da öyle ama doların euroya karşı zayıflığı açığı kapatıyor. Ayrıca Gucci’den Armani’ye Avrupa’nın marka firmalarının ürünleri New York’ta çok daha ucuz. Amerikan modasına hakim spor giyim ve diğer malzemeler, başka yerlerde ateş pahası. New York’un dinamizmi ise hiçbir kentte yok’ diye yanıt veriyorlar.
Yazının Devamını Oku

En önemli buluş: Asansör

5 Haziran 2005
New York’un merkezi sayılan Manhattan, yerkürenin nabzının attığı bir bölge. İki milyon nüfuslu bu minik ada, finans, ticaret, borsa, bankacılık, moda, medya, tanıtım, reklam ve otelcilik gibi pek çok alanda dünya lideri. Tüm bu kurumlar yüksek binalarda, gökdelenlerde faaliyetlerini sürdürüyorlar. Asansör olmasaydı gökdelenler olmayacaktı. O halde New York bugünkü önemine sahip olur muydu? Sanmıyorum.


YAZ sıcağı desteğindeki ilkbahara nihayet kavuştuk. Pardösüyü gardıroba astığım günün sabahında ofis yolundayım.

New York’un tablosu yaz-kış değişmiyor. İnsanlar koşu temposuyla yürüyorlar, trafik vızıltısı süratli akışıyla gene aynı. Çevreye göz gezdirirken aklıma ‘Acaba New Yorklular için en önemli buluş hangisi?’ sorusu takılıyor.

Soruyu bana sorsalar yanıtım hazır: Asansör

*

BİLİM insanlarının bunca keşif ve icadı dururken asansör de nereden çıktı diyeceksiniz. Kişisel bir konu bu benim için.

New York’ta geçen yıllarımın çoğu 20 katın üzerinde binalarda geçti. Asansör icat edilmeseydi yüzlerce basamak merdiveni tırmanamayacağım için uzak semtlere taşınmaya mecbur kalıp yollarda yarım günüm işe gelip gitmekle geçecek, birkaç katlı binalarda ofis bulmak gibi imkansıza yakın çaba sarf edecektim. Kime dert, değil mi? Değil. Yüz binlerce New York’lu da eminim düşüncemi paylaşıyor.

Asansör konusu bu kadarla da bitmiyor. New York’un merkezi sayılan Manhattan, yerkürenin de nabzının attığı bir bölge. İki milyon nüfuslu bu minik ada, finans, ticaret, borsa, bankacılık, moda, medya, tanıtım, reklam ve otelcilik gibi pek çok alanda dünya lideri. Tüm bu kurumlar yüksek binalarda, gökdelenlerde faaliyetlerini sürdürüyorlar. Asansör olmasaydı gökdelenler olmayacaktı. O halde New York bugünkü önemine sahip olur muydu? Sanmıyorum.

Hürriyet Abidesi, Broadway, Fifth Avenue (Beşinci Cadde) ve Central Park, New York’un başlıca simgeleri. Ama Manhattan’a karayolundan yaklaşırken beliren gökdelenlerin görkemli manzarası, tek kelime ile New York. Gökdelensiz New York’u tahayyül etmek dahi güç.

*

BULUTLARLA yarışan, sisli günlerde üst katları dahi görünmeyen gökdelenler, Amerikan işadamlarının birbirleriyle zenginlik yarışının eseri.

İlkin 1800’lü yılların sonunda ’yüksek yapı’ kategosine giren 12 katın üstündeki bina inşaasıyla başlayan bu akım, 1920’lerden itibaren gerçek bir yarışa dönüştü. Servetlerini petrolden madenciliğe çeşitli sanayilerden kazanmış işadamlarının mimar ve mühendislerine ‘New York’un en yüksek binasını istiyorum’ şeklinde talimatlar vermesi sonucunda, Manhattan adasında bir gökdelenler mahallesi kuruldu.

Modern inşa tekniğinin uygulanmaya başlandığı 1920-1940 arası yıllarda Art Deco stiliyle yapılan Empire State Building, Chrysler, Rockefeller Center gibi yapılar, Manhattan gökdelenlerini turist uğrağı haline getirdi.

*

BU ilkbaharda 75’inci yıldönümünü yaşayan Chrysler Building’in hikayesi Amerika’da büyüklük rekabetinin tipik bir örneğini içeriyor. Kansas demiryollarında tamirci olarak iş hayatına başlayan 16 yaşındaki Walter P. Chrysler, geçen yüzyıl başında eski bir araba satın alıp tüm aksamını söktükten sonra tekrar bir araya getirip kullanmaya başlıyor. Otomobil merakına kapılan Chrsyler, 1928’de Amerika’nın en büyük otomobil fabrikasına sahip oluyor. 45 yaşına gelince Manhattan’da 42’nci Sokak ile Lexington Caddesi köşesindeki araziyi satın alıp Paris’te modern mimari eğitimi gören William Van Alen’a ‘Bana dünyanın en yüksek binasını inşa et. Binam üzerinde bina görmek istemiyorum’ direktifini veriyor.

Van Alen, bu arada iş ortağı H. Craig Severance ile başarılı girişimlerine rağmen sürekli uyuşmazlık nedeniyle ilişkisini kesiyor. Severance ise, Wall Street’te ’Bank ve Manhattan’ binasının inşasını üslenince, basına ‘Benim gökdelenim Alen’ın binasından daha yüksek olacak’ diye demeç veriyor.

Eski ortakların inşaat yarışı sürerken Severance plan dışına çıkıp banka binasına on kat ve tepesine 15 metrelik bayrak direği ekliyor. Oysa cin gibi kurnaz mimar Alen’de boş durmuyor. Chrysler inşaası devam ederken gökdelenin üst katlarında mızrak gibi sivri bir kuleyi gizlice inşa ettiriyor. İki binanın açılışı yapılacağı zaman Alen son katına kuleyi yerleştirince Chrysler, Bank of Manhattan’ı 35 metre geride bırakıp yükseklik yarışını kazanıyor.

*

AMERİKAN estetik çevreleri, Chrysler gökdelenini uzun yıllar ‘Anlamsız, fiyakaya kaçmış bir yapı’ diyerek eleştirdiler. Son çeyrek asırda ise uzman çevrelerde Chrysler, New York’un en asil ve çekici gökdeleni tanımını kazandı. Ancak küçümsenmenin düş kırıklığına uğrayan mimar Alen’ın ömrü, itibarına kavuşmasını görmeye vefa etmedi.

Emporis adlı bir kuruluşun yayımladığı yüksek binalar listesinde New York, Hong Kong’un ardından, 5 bin 446 bina ile ikinci sırada. 12 kattan yüksek binaların dikkate alındığı listede İstanbul da 200 kent arasında 16’ncı sırada. İstanbul’da 12 kat ve üstünde 2 bin 95 bina olduğu belirtiliyor.

Birileri ortaya çıkıp ’önemli buluş’ anketi yapacak olursa, tercihim asansör olacak.
Yazının Devamını Oku