29 Mayıs 2005
Türkiye, yılda bir kez yapılan New York’taki ‘Türk Günü Yürüyüşü’ ve diğer etkinlikler için bağışta bulunmaya son vermelidir. Amerika’daki Türklerin anavatan parasıyla yürüyüş yapmalarının mantık ve izanda yerini göremiyorum. Para musluğunun kapanmasıyla kişisel ve grupsal çekişmeler de ortadan kalkmış olacak. Gerçek anlamda toplum temsilciliğini üstlenmiş yeni komite, yürüyüş ve kültür etkinlikleri için ihtiyaç masrafı olarak gösterilen 350 bin doları Türk toplumundan sağlayabilir.
YORGUN günleri geride bıraktık. Fiziksel ve zihinsel yorgunluk bu. Kolay değil, konu Türkiye ve Türklük. Amerika’daki Türklere zaman zaman seslendik: ‘Değerli soydaşımız, esnaf isen kepenk indir, şoförsen direksiyon kitle, öğrenci isen yarım gün tatil ver kendine. New York’un merkezinde sizleri görmek istiyoruz. Elimizde bayrak, sırtımızda ayyıldızlı tişört, tek ses, tek yürek olarak Türklüğümüzü haykıracağız. Gel bizlere katıl. Yılda bir gün bu.’
Mayısta geleneksel hale dönüşmüş ‘Türk Günü Yürüyüşü’nden söz ediyorum. Yeni Dünya’daki Türk varlığını simgeleyen en önemli olay. Geriye baktığımda 24 yıldır bu yürüyüşü Manhattan’ın caddelerinde, sokaklarında izlediğim aklıma geliyor.
Başlangıçtan bitişe iki kilometrelik yolun üç saat sürdüğü yürüyüş Türklük heyecanı yaşanarak geçti. Gene de sevabı ve günahıyla izlenim, gözlemlerimi sıralamak istiyorum.
*
AMERİKA’DA Türk toplumu giderek büyüyor. New York ve çevresinde yaşayan Türklerin sayısı 200 binin üstünde. Okullarda onlarca bin öğrencimiz, az sayılmayacak sayıda hocalarımız var.
Doktor, mühendis, avukatlar, finans sektöründe gençlerimiz, iş adamlarımızın sayısı binlerin üstünde. Blucinden takım elbiseye, mermerden takı ve mobilyaya mağaza sahiplerine, nakliye şirketlerinden seyahat acentelerine, lokanta ve süpermarket zincirleri işleten girişimcilerimizden ithalat-ihracat erbabına, Türkler her yerde...
Eski yıllardaki yürüyüşlerde meslek sahiplerinin sektörel bir görünümü vardı. Doktor ve mühendislerimiz saflar halinde dernek flamalarını taşıyarak kortejde yer alırdı. Mimar Şadi Dinlenç’in kiraladığı uçak, yürüyüş boyunca New York semalarına beyaz dumanla Türk bayrağının resmini çizerdi. Doktorlar bu kez ancak bir flama taşıyacak sayıda idi. Gökte ayyıldızlı bayrağımızı da göremedim.
*
TÜRK-AMERİKAN ilişkileri hangi düzeyde olursa olsun, Washington açısından Türkiye’nin konumu önemini kaybetmiş değil. Kongrede Türkiye sempatizanı hayli milletvekili ve senatör var. Eyalet ve belediye yönetiminde New York’taki Türklerin statüsü Nijeryalı veya Lübnanlılarla kıyas edilmiyor. Öyleyse Amerikan politikacıları, kamu yöneticileri, bir saatliğine de olsa bu önemli günü bizimle paylaşmaya neden gelmiyorlar? Dünyaca ünlü Mehteran bölüğü, Bursa Kılıç Kalkan Takımı açık havada gösteriler yaptılar, New York finans merkezinde Türk bayrağı göndere çekildi, Amerika’nın en eski askeri birliği Sne-TACA, Türk grupları arasında yürüyüşe katıldı ama lokal basında, TV’lerde haber veya görüntüye rastlamadık. Bu konuda gerekli hazırlık ve çalışma aylar önceden yapılmalıydı.
Nisanda Washington’da sözde Ermeni soykırımını protesto gösterisi, buna öncülük eden grupla Türk Günü Yürüyüşü’nü düzenleyen TAD Federasyonu arasında çatışma konusu oldu. Bazıları bu nedenle yürüyüşe katılmadı. Kırgınlık ve küskünlüğün küçük çapta da olsa bölünmeye sebep olduğunu sanıyoruz. Bu ülkede ulusal bütünlüğümüzü vurgulayan yürüyüşler TADF’nin veya şahısların değil tüm Türklüğün meselesidir. Sen-ben kavgasını bırakıp toplum olarak sahiplenmeliyiz.
*
GELENEKSEL yürüyüşün yeni bir düzene oturtulması zamanı çoktan geldi. TADF, Washington merkezli TAD Asamblesi, faaliyetleri yalnızca Türkiye ile iş ve ticaret eksenine oturtulmuş American Turkish Society, Turkish American Business Forum gibi kuruluşlar, kültürel etkinlikler düzenleyen Moon and Stars Project, öğrenci ve gençlik dernekleri bir yeni yapılanma için birleşmelidir. Bu kuruluşların başkanlarından oluşacak bir komitenin tabanda 400 bine yaklaşan Türk kökenlilerinden maddi-manevi destek sağlaması güç olmayacaktır. Yürüyüş, kültürel etkinlikler, gösteriler böylece daha renkli ve görkemli görünüş kazanacaktır.
Öte yandan Türkiye, yılda bir kez yapılan yürüyüş ve diğer etkinlikler için bağışta bulunmaya son vermelidir. Amerika’daki Türklerin anavatan parasıyla yürüyüş yapmalarının mantık ve izanda yerini göremiyorum. Para musluğunun kapanmasıyla kişisel ve grupsal çekişmeler de ortadan kalkmış olacak. Gerçek anlamda toplum temsilciliğini üstlenmiş yeni komite, yürüyüş ve kültür etkinlikleri için ihtiyaç masrafı olarak gösterilen 350 bin doları Türk toplumundan sağlayabilir.
24’üncü yıl yürüyüşünde en çok etkilendiğim husus genç kuşakların Türkiye ve Türklüğe bağlılığının sergilenmesi oldu. Türklük sloganları, kırmızı beyaz giysiler, Türk bayrağı basılı tişörtler, ayyıldızla resmedilmiş lüks arabalar gençlerimizin Türklüğü çoktan üstlenmiş olduklarını ortaya çıkardı. Türk varlığının Amerika’da sonsuza dek yaşayacağından hiç kimsenin şüphesi olmasın.
Yazının Devamını Oku 22 Mayıs 2005
<B>TABURESİNDE</B> iki büklüm, tezgaha dirseklerini dayamış yaşlı adamın yüzünden düşen bin parça. Viskisini yenileyen barmen ‘Üzgün görünüyorsun, bir derdin mi var?’ diyor. Sigarasından derin bir nefes çekiyor adam: ‘Karımla takıştım bir hiç uğruna. Geçen yıl sokakta bulduğu bir köpeği eve getirdi. Köpeği hiç sevmem, üstelik kirli, yılışık bir mahluk bu. Sabahın köründe yürüyüşe çıkarıyorum. Akşam yorgun argın eve geldiğimde bacaklarıma sürünüyor, tekrar yola düşüyoruz. Evde kral o. Karım gözünün içine bakıyor. Son bir aydır bizimle yatağa girmeye başladı. Aramızda uyuyor. Önceki gece midesi bozulmuş, yorgan üstüne yediklerini çıkardı. Artık dayanamayacağımı anladım. ‘Ya ben, ya köpek’ dedim karıma.’ Adam susuyor sonra. Barmen meraklı: ‘Peki ne oldu?’ İçkisinden uzun bir yudum alıyor: ‘Buradan çıkıp otele gideceğim.’
*
ABARTMALI sandığım bir meyhane fıkrası bu. Gerçek yaşamda oluyor mu, karşılaşmadığım için bilmiyorum. Ama Long Islandlı Sheila Satin’in anlattıklarını duyunca ‘Artık bu kadarı da olmaz’ dedim.
Sheila kendisi gibi dövme sanatçısı olan Eric Negron ile on yıldır birlikte yaşıyor. Ağır sıklet güreşçilerininki gibi bir vücuda sahip Eric’in boynundan kasıklarına, kol ve bacakları dövmelerle kaplı. Dizaynlar ise ‘Star Wars’ karakterleri, filmdeki uzay gemileri, araç gereçler. Hepsi uzatmalı sevgilisi Sheila’nın eseri. Genç kadın anlatıyor...
‘Evde yemek takımından yatak ve masa örtülerine her şey Star Wars desenleriyle kaplı. Oturma odası duvarında Han Solo’nun (Harrison Ford) tam boy resmi asılı. Diğer duvarlarda film posterleri, renkli tablolar var. Raflar Star Wars dergileri, imzalı resimler, aktörlerin biblolarıyla dolu. Gardıroplar film yıldızlarının kostümleri, maskeleri, silahlarıyla... Bin dolar ödediğimiz yemek masamız dahi filmin ‘The Empire Strikes Back’ bölümündekinin kopyası. Eric, son olarak Star Wars amblemli tost makinesi ile tuvalet kağıdı ısmarladı. Akşamları sadece bu film dizisini konuşuyor. Evlenme işini açtım geçen hafta. Eric ‘Star Wars tipi düğün yapacağız, doğacak çocuğa baş aktörlerden birinin adını veririz’ dedi. İyi bir insan ama tutkusu giderek artıyor. Eşya koleksiyonuna ödediğimiz parayla kiradan çıkıp bir ev alabilirdik. Bu gidişe bir son verme zamanı gelmişti. Kısa bir konuşma yaptıktan sonra ‘Bak Eric, ya ben ya Star Wars’ dedim. Bir an dahi düşünmeden ‘Star Wars’ dedi. O gün evi terk ettim.’
*
AMAZON ormanlarından kutuplara, Büyük Sahra’dan Himalaya zirvelerine, insanoğlunun ayak basmadığı yer yok dünyamızda. Bu yüzden bilinmeyene merak artıyor, hayal alemini zenginleştiren konulara yöneliyor toplumlar. Hollywood da, fethedilmemiş meçhulü bilimkurgu filmleriyle öğrenme peşinde. Star Wars ise bu modanın amiral gemisi.
Gezegenler aleminde iyilerle kötülerin çatışmasını dile getiren bu film dizisi, 1977’de aslında çocuklara yönelik hazırlanmıştı ama beyazperdeye geldikten sonra beklentilerin çok üstünde rağbet gördü.
Sadece Amerika’da elde edilen 3.36 milyar dolarlık bilet satışı diğer ülkelerle birlikte 6 milyar dolara ulaştı.
Kartopu gibi büyüyen ilgi, sinema salonlarının dışına da taştı.
Fimin yaratıcısı George Lucas diziyi kasetler, video oyunları, DVD, kitap, özel dergilere de taşıyarak 17 milyar dolarlık bir pazar yarattı.
Dizi bazında hediyelik eşyaları 9 milyar dolarlık satış yaptı.
Bu hafta dizinin altıncı filmi, ‘Episode III- Sith’in İntikamı’ vizyona girdi.
Kainatlar savaşını kısa pantolonlu yaşlarda seyreden babalar şimdi çocuklarıyla gişe kuyruğunda.
George Lucas, bavul dolusu para kazanacak yine.
Kainatın keşfedilmesi ise bilim açısından şimdilik mümkün olmadığı için insanların meçhule yönelik tutkusu bu şekilde sürecek.
Yazının Devamını Oku 15 Mayıs 2005
<B>POSTA</B> kutumdan bu sabah bir deste iskambil kağıdı çıktı. 52’lik desteyi açıyorum. ‘Yeşil Barış’ (Greenpeace) örgütü, bayatlamış bildirilerini okumadan çöpe atan gazetecilere bu kez oyun içinde oyun hazırlamış. Dünya ülkeleri, mayıs boyunca Birleşmiş Milletler’de ‘Nükleer Silahların Yokedilmesi’ni içeren 35 yıllık anlaşmanın (NPT) değerlendirmesini yapıyor. Yeşil Barış, zekice bir mesaj pazarlamasıyla bu meselenin boyutlarına dikkati çekiyor.
*
OYUN kağıtlarında fon, göğe yükselen mantar şekilli uçuk bir duman. Bir atom bombası testinde görüntülenmiş. Ardından nükleer kulüp liderlerinin resimleriyle ülkelerinin sahip olduğu nükleer silah sayıları.
Kupa as, Vladimir Putin. Rusya Federasyonu’nun sahip olduğu nükleer bomba sayısı 18 bin.
Maça as, George W. Bush. ABD’de bu sayı 10 bin 600.
Maça papaz, Hu Jintao. Çin Halk Cumhuriyeti’nde, 400.
Sinek as, Jacques Chirac. Fransa’da 350.
Sinek papazı, Ariel Sharon. İsrail’de 200.
Karo as, Tony Blair. İngiltere’de 200.
Kupa papaz, Pervez Müşerref. Pakistan’da 50.
Karo papaz, Atal Bihari Vajpayee. Hindistan’da 35.
‘Çılgın kart’ (joker), Kim Jon II. Kore Halk Cumhuriyeti’nde iki.
*
GERİ kalan kağıtlarda, serpiştirilmiş bilgiler yer alıyor...
ABD, ilk nükleer bomba testini 1945’te yaptı. Rusya 1949, İngiltere 1952, Fransa 1960, Çin 1964, Hindistan 1974, Pakistan 1998’de.
İsrail, Amerika’dan nükleer bomba taşıyacak 25 adet F-15E uçağı ve Almanya’dan Cruise füzesi fırlatacak dört denizaltı satın aldı.
İkinci Dünya Harbi’nde Japon şehirleri Hiroşima ve Nagasaki’nin 1945’te bombalanmasından bu yana 70 bini Amerika’da olmak üzere dünyada 128 bin nükleer bomba üretildi.
Nükleer silahlar için Amerika’nın yılda harcadığı para 40 milyar dolar, Fransa’nın 2.3 milyar.
Askeri depolarda nükleer silah üretimi için gerekli olan 250 bin, sivil stoklarda ise 185 kg plutonyum var. Fransa, tek başına 20 bin nükleer bomba yapacak plutonyum stokuna sahip.
NATO üyesi olarak Almanya, Yunanistan, Hollanda, Belçika ve Türkiye’de, ABD’nin nükleer silahları var.
*
NPT’nin yürürlüğe giriş tarihi 5 Mart 1970. Oysa nükleer bomba üretimi hálá sürüyor. Irak’ta kitle imha silahlarını arayan BM komitesinin eski başkanı İsveçli Hans Blix, ‘ABD’nin Kuzey Kore ve İran’ın nükleer silah üretimlerini durdurma kampanyasına destek giderek azalıyor. Washington, 13 yıllık moratoryuma rağmen yeraltı sığınağını delen (Bunker Buster) yeni bir nükleer füze testine hazırlanıyor. Gene de antlaşmalara uymuyor diye K. Kore’yi suçluyor’ diyor.
Toplantılara katılan Amerikalı milletvekili Ed Markey de şikayetçi: ‘Ne oldu imzalanan antlaşmalara? Putin İran’a nükleer bomba için malzeme satıyor. Bush yeni nükleer silah üretimi peşinde. Bu girişimler inanılırlığımızı zedeliyor.’
*
ÇALIŞMALARINI nükleer silahların yok edilmesine adamış Global Security Institute Başkanı Amerikalı hukukçu Jonathan Granoff’a soruyorum: ‘Yerkürede canlı yaşamı ortadan kaldırmak için ne kadar nükleer bombaya ihtiyaç var?’ Anında yanıtlıyor: ‘200.’
Elime geçen başka bir kitapçıkta ise CIA’nın eski direktörü Amiral Stansfield Turner şöyle yazıyor: ‘Dünyadaki 30 bini aşkın nükleer bombanın tahrip gücü, Hiroşima’ya atılan bombanın bir milyon katına eşit. Ya da başka bir hesapla 55 milyar uçak bombasına.’
Bu korkunç tabloya rağmen antlaşmalar yalnızca kağıt üstünde geçerli. 35 yıl önce imzalanan NPT, bağlayıcı değil. Nükleer kulüp üyesi 8 devlet, K.Kore, İran ve diğer ülkelere gözdağı verirken kendi stoklarını eritmeye yanaşmıyorlar.
Yazının Devamını Oku 8 Mayıs 2005
<B>SÜPERMARKET</B> kuyruğunda sıra önümdeki sarışın kadında. Görünümüne göre ekonomik çizelgenin üst kesitine mensup. Taşıdığı sepette donmuş biftek parçaları, organik yumurta, uzun İtalyan ekmeği var. Tezgahtar fiyatlarını işlerken kasanın yanına uzanıp Star dergisini de alışverişine ilave ediyor. Star’ı, şıklığı yanısıra okumuş-yazmış tipindeki kadına layık görmüyorum ama ‘Sana yakışmıyor, geri ver’ demek bize düşmez. Derginin kapağında daire içinde ‘Özel haber, resimler içeride’ anonsuyla dünyanın en seksi çiftinin fotoğrafları var. Başlık ise ‘Brad ve Angelina: Birlikte çıktıkları tatilde yakalandılar.’ Altında, Brad Pitt’in ayrıldığı eşi Jennifer Aniston’un resmiyle ‘Jenn’in bu habere şok tepkisi’ kare içinde.
Sarışın kadın ödemesini yapıp gittiğinde gözlerim kasa yanındaki dergi ve gazetelere takılıyor. Time, Newsweek, US News and World Report gibi önemli haber dergileri, ciddi The New York Times, Wall Street Journal, Washington Post gazeteleri deste halinde. Gazeteler tiraj kaybederken dergi satışları artıyor. Nedeni ise Amerikalıların şöhretlere, dedikodulara düşkünlüğü. Hem de sarışın kadının raftan çekip aldığı asparagasın sunturlusunu veren Star gibilerine.
*
ASLINDA olayın iç yüzü şöyle: Yüksek tirajlı Us Weekly dergisi film aleminin iki ünlü yıldızının Kenya’nın Mombasa kentinde birlikte tatil fotoğraflarına yalnızca Amerika’da yayın hakkı için 500 bin dolar ödemişti. Kapakta Brad ile Angelina’yı plajda Jolie’nin üç yaşındaki oğlu Maddox ile oynarken gösteren resmini ‘Özel fotoğraflar: Gizli Aşk Seyahati’ başlığıyla yayımladılar.
Us Weekly’nin baş rakibi Star geri kalır mı? Onlar da kucağında küçük bir çocuk taşıyan Jolie ile elinde bornoz Brad’in yanyana resmini kapaktan verdiler. Oysa bu fotomontaj. Brad Pitt’in resmi geçen Ocak’ta Karayip Adası Anguilla’da çekilmiş ve tek başına. Jolie’nin resmi ise 2004 Mayıs’ında Virginia’da plajda ve o da tek başına. Rakibinin Mombasa plajında çekilen 500 bin dolarlık özel fotoğraflar ihalesini kaçıran Star haber atlamamış olmak için bilgisayarla birleştirilen görüntüler, masabaşında hazırlanan düzmece haberle yayıma başvuruyor. İçeride sağdan soldan derlenmiş dedikodularla resimleri beslemişler. Yalanları sonradan yüzlerine vurulmasın diye de derginin sekizinci sayfasının eteğine küçük puntoyla ‘Bu sayımızın kapağındaki imaj iki fotoğrafın birleştirilmesidir’ diye not düşüyorlar.
*
DERGİCİLİKTE utanma sınırını aşan bir girişim bu. Amerikan asparagası yalnızca Star’la başlayıp bitmiyor. Başta National Enquirer, National Examiner ve Globe olmak üzere düzinelerle dergi aslı astarı olmayan, abuk sabuk şeyleri gerçek olaylar diye okuyucularına sunuyorlar. ‘Elvis yaşıyor, Montana dağlarında bir mağara evinde’, ‘Amcasından hamile kalan 14 yaşındaki kız iki başlı çocuk doğurdu’, ‘Uzaylılar, kaçırdığı kadını beş yıl sonra dünyaya geri getirdiler’, ‘Başkan Kennedy ile yasak aşkını açıklamasın diye Marilyn Monroe’yu öldüren gizli ajan intihar etti’ şeklinde hiçbiri kanıtlanmayan deli saçması haberler üreterek yayımlarını sürdüren bu dergilerin tirajları yüzbinleri aşkın.
Bu dergileri izlediğinizde eski başkan Bill Clinton’ın kalp ameliyatına rağmen düzinelerle sevgili değiştirdiği, Hillary’nin beşinci kez boşanma davası açtığı, menekşe gözlü Elizabeth Taylor’un iki ayda üç kere duran kalbinin yeniden çalıştığı, medya milyarderi Oprah Winfrey’in dört haftada 40 kilo kaybettiği gibi palavra ürünü haberlerle karşılaşacaksınız.
Peki Amerikalılar bu kadar gabi mi? Hayır, bile bile lades bu durum. Şöhretli insanlara ilgi büyük bu ülkede. Sinema, müzik ve eğlence aleminden siyaset ve iş dünyasına kadar. Şöhretler ise uzun sürecek masraflı davalara girmemek için tekzibe yanaşmıyorlar. İsimlerinin dergilere çıkmasını da ‘Unutulmaktan iyidir’ diye sineye çekiyorlar. Okurların çoğu da resim ve haberlerin şişirme, düzmece ve tek kelimeyle ’yalan’ olduğunun bilincinde. Neticede alan da verenderazı bu alışverişte.
Yazının Devamını Oku 1 Mayıs 2005
Giyimde cinsiyet farkını kaldıran blucin garip bir tutku. Sosyal, ekonomik, bölgesel, ulusal sınırları aşan, Türkiye’deki adıyla kot pantolon yerkürenin dört bir köşesinde sivil halkın ’üniforması’. Coca-Cola, Marlboro, hamburger, pop müziği, Hollywoood yapımları, Disney’in Miki Fare’si gibi Amerika’nın yaşam kültürünün başında geliyor kotlar. Tek bir cümleyle ’dünyada en fazla kullanılan giyim eşyası’ blucin.
Nereden bakarsanız bakın, prototipiyle blucin kaba-saba ağır işçi pantolonu. Gabardin, sentetik iplikle karışık ipek pantolonun zarafetine sahip değil. Resmi davetler, şirketlerde üst düzey toplantılar, nikah törenleri şöyle dursun, sünnet düğünlerinde, eş-dost evlerine ziyaretlerde dahi göz tırmalayan görünümü var kotların. Kumaşı, beş cepli modeli, metal perçinleriyle yüzyılı aşkın geçmişinde değişmeyen stiline rağmen gördüğü rağbetin nedenini anlamak güç. Popülerliği, Amerikan menşeili olmasından mı, yoksa blucinin Amerika’nın bağımsızlık, insan eşitliği ve özgürlükten oluşan demokratik değerleri temsil etmesinden ötürü mü?
*
Blucinin çıkış yeri California. Yıl 1873. Alman göçmeni terzi Jacob Davis, madenlerde çalışan işçilerin kısa zamanda aşınıp, düğmeleri kopan pantolon sorununa sert kumaşlı, çapraz dikişli, metal perçinli düğme ile çözüm getiriyor. Diktiği pantolonlar kısa zamanda işçi sınıfında rağbet görünce patentini almak istiyor ama işlem masrafı için gerekli 70 doları yok. Kendisi gibi göçmen arkadaşı Levi Strauss devreye girip patent alıyorlar, ortaklıkları başlıyor. Fransa’nın Nimes şehrinden adını alan denim kumaşıyla pantolon üretimine geçiyorlar. ’Jean’ ismi de Cenova pamuğunun eski Fransızca’daki adı olan ’jean fustion’dan geliyor. Koyu mavi rengi nedeniyle piyasada ’bluejean’ kimliğiyle ilk kez 1874’te işçi pantolonu olarak satışa çıkıyor.
Amerika’nın krizli ekonomik dönemlerinde işçilerin yanı sıra yoksulların da temel giyimine dönüşen blucin, sonraları ucuzluk, dayanıklılık, kolay giyim nitelikleriyle toplumun her kesimine yayıldı. Ardından küreselleşti.
Ama bir asrı aşkın süregelen ucuz blucinler son 30 yılda tarihe karıştı. 1970’li yıllarda New York blucin pazarında Levi’s, Lee Cooper, Wrangler ve Jordach hüküm sürüyordu. Bir çift blucinin fiyatı 20 dolar civarındaydı. Ardından Calvin Klein, Ralph Lauren gibi modacılar bu pazara girince fiyatlar artmaya başladı.
Bu ünlü modacılar Levi’s ve diğer öncü firmaların fiyatlarını katlayarak kendi markalarını piyasaya sürdüler. Son on yılda Türkiye’den Mavi dahil Earl Jeans, Miss 60, Paper, Denim and Cloth olmak üzere 30’u aşkın blucin Amerika’da özel butiklerde, spor giyim malzemesi satan dükkan ve ’Mall’ denilen mağaza gruplarında satılıyor.
*
Yoksulundan sosyeteye sosyal ekonominin her grubunda çocuk, erkek ve kadınların gardırobuna giren blucinler giderek astronomik meblağlara ulaştı. Son beş yıldır ortalama 125 dolardan satılan kotlar, talep artışıyla pahalanmaya devam ediyor. Yeni tanınmaya başlayan True Religion, Antik, Chip and Pepper blucinlerinin fiyatı 200 dolardan başlarken ’iPod’ın Tsubi blucini 325 dolar, bu akıma kapılan Levi’s’in Motorola Razr’ı 325 dolar, All Saints 375 dolar ve sebze boyasıyla hazırlanan Nudie kotu 428 dolarla piyasaya çıkıp fiyat çıtasını yükseltti.
Bir Japon imalatçı, derin çivit mavisini yakalamak için 30 kere boyadan geçirdiği Evisu kotuna 635 dolar etiket koyunca giyim dünyasında kot fiyatlarının nerede duracağı tartışması başladı.
Bu arada ‘45 RPM’ firması yeni bir model ile ısmarlama blucin modasını anons etti. Gümüş perçinli bu blucinler, yalnızca firmanın Manhattan’daki mağazasında 1500 dolar gibi inanılmaz bir fiyatla satılıyor. Aynı anda ünlü modaevi ‘Dolce and Gabbana’ Hawaii süslemeleriyle bezenmiş bir blucin modelini 1495 dolara piyasaya çıkardıklarını açıkladı.
Alan-veren razı oldukça blucin modası süregelecek. Dar gelirliler 100 doları bulup buluşturup blucinini satın alacak, zengin kesiminin kadınları ise gözünü kırpmadan 1500 doları mağaza tezgahtarına ödeyecek.
Amerikan erkeklerinin takım elbiseye ödedikleri para yılda iki milyar dolar civarında. Blucinlere ödenen meblağ ise 14.5 milyar dolar.
Yazının Devamını Oku 24 Nisan 2005
Geriye Yazılar Kaldı’yı yutarcasına okuyup bitirdiğimde az da olsa bir düş kırıklığına uğradım. Leyla’nın ’bizim kapıyı’ aralayıp, sonradan dış ülkelere taşıdığı Beyoğlu muhabirliğinde görüp geçirdiklerinin tümünü anlatacağını, nostaljik bir geziyi izleyeceğimi sanmıştım. Oysa büyük aşkı Refik Erduran’la ilişkilerini ayrıntılarla eklemesi anılarını sulandırmıştı. Sevgi, cinsel arzu, özlem, aldatma, hüzün ve hüsranla süregelen, özel kalması gereken hususlar yersiz bir yükleme idi.
Satırları süratle tarıyorum. Bir sayfadan diğerine hızla geçiyorum. Okunması kolay bir kitap bu. Geriye Yazılar Kaldı başlığı da çekici. Yazarı Babıáli yokuşunun emektarlarından. Eski dost Leyla Umar.
Kulağıma aşina bir parça geldiğinde bakışlarım ekrana takılıyor. 1950’li yılların popüler parçalarını bir araya getiren müzik programında ’Four Lads’ (Dört Delikanlı) adlı grup ‘İstanbul, Not Constantinople’ parçasını icra ediyor. Delikanlılık mazide kalmış, biri hariç saçları kar beyazı. Gene de seri ritmi aksatmıyorlar. Şarkı bitince tekrar kitaba dönüyorum.
*
Leyla Umar, 1950’lilerden yakın geçmişe kadar, Türk basınının en popüler gazetecilerinden biriydi. Zeyyat Gören, Vedii Evsal, Sami Kohen, Fethi Pirinççioğlu, Meryem Abigail, Necati Zincirkıran, Muammer Kaylan gibi ’Beyoğlu muhabirleri’ ekolünden geliyordu. Zamanla yenilenen bu gruba mesleğimin ilk yıllarında ben de katıldım.
Geriye Yazılar Kaldı’yı yutarcasına okuyup bitirdiğimde az da olsa bir düş kırıklığına uğradım. Leyla’nın ’bizim kapıyı’ aralayıp, sonradan dış ülkelere taşıdığı Beyoğlu muhabirliğinde görüp geçirdiklerinin tümünü anlatacağını, nostaljik bir geziyi izleyeceğimi sanmıştım.
Muhabirlik döneminde cazibesi dillere destan arkadaşımın yerli ve yabancı şöhretlerle görüşmelerinin perde arkasını naklettiği kitap, mesleğe yeni başlayan muhabirler, gazetecilik eğitimi gören öğrenciler için ışık tutacak bir referans kaynağı olabilirdi. Oysa büyük aşkı Refik Erduran’la ilişkilerini ayrıntılarla eklemesi anılarını sulandırmıştı. Sevgi, cinsel arzu, özlemin yanı sıra aldatma, hüzün ve hüsranla süregelen, özel kalması gereken hususları da içeren kısımlar yersiz bir yükleme idi. Bunları başka bir kitaba konu yapsaydı daha iyi olurdu.
*
Leyla Umar’ın Refik Erduran’la evliliğinde bir kez bir arada olduk. Erduranlar 70’li yılların başında Los Angeles’ta yaşıyordu. Fanatik Ermeni Gourgen Yanikian’ın Santa Barbara’daki evinde iki Türk diplomatını tuzağa düşürüp katletmesi üzerine New York’tan California’ya uçmuştum. Beverly Hills’te oturan Leyla evinin birkaç sokak ötesindeki Holiday Inn’de bana yer ayırtmıştı. Çifte cinayet olayı ile ilgili yazı-resimleri gazeteme geçtiğim ilk gece Erduranlar’ın evine yemeğe gittim. Refik Erduran o dönemde yanılmıyorsam ‘Cengiz Han’ın Bisikleti’ piyesini film yapmaları için Hollywood’a pazarlamaya çalışıyordu. Yemekten sonra Refik bana, ‘Ben muhabirlik yapmıyorum ama Abdi (İpekçi) telefon etti, bize de yazı geç Milliyet için, dedi. Olup bitenler hakkında bilgi verirsen sevinirim. Merak etme seninle yarışa girecek halim yok’ dedi.
Ortak çalışmaya, haber paylaşmaya alışık değilim ama kıramadım Refik Erduran’ı. Anlattıklarımı notlar halinde defterine geçirdi. Sonra ‘İstanbul’a haber geçeceğim’ diyerek yatak odasına gitti. Leyla oturma odasındaki koltukta yün örüyordu. Bir süre lafladık. Ama Refik görünürlerde yok. Üstelik yandaki odadan çıt bile çıkmıyor. Meraklandım. Leyla’ya ‘Hayrola, ses seda yok içerden, ne oluyor?’ deyince işlemesini koltuğuna bıraktı: ‘Gel de gör.’
Odaya girdik, içeride kimse yok. Ama yataktaki yorgan altında bir küme var. Boğuk sesler de geliyor. Birkaç dakika sonra yorgan açıldı, altından kan ter içinde Refik belirdi, bir elinde telefon, diğerinde not defteri. ‘Sorma çektiklerimizi, ıstırabın dik alası bu’ diyerek kısık sesle anlatmaya başladı:
‘Yandaki daireye aylar önce genç bir kız taşındı. Hayli çapkın birisi. Sık sık evine erkekler geliyor. Geceyarısına doğru sevişmeye başlıyorlar. Yatak odalarımızı ayıran duvar prefabrik karton. Aşk yaparken çığlıkları, inlemeleri uzun sürüyor, sanki onlarla aynı odayı paylaşıyoruz gibi her şeyi duyuyoruz. Seslerden uyumamız mümkün değil. Bir süre dayandık. Kapısının altından not dahi attım dairesine ama değişen bir şey olmadı. Bu arada Türkiye’ye saat farkını hesaplayarak sabaha karşı telefon açtığımda komşumuz olan genç kız ‘Yüksek sesle konuşmayın, uyuyamıyorum’ diye bağırıp duvarı yumrukluyor. Kavga etmek istemiyoruz, polis çağırmaya da niyetimiz yok. Bu yüzden İstanbul’a telefon edeceğim zaman yorgan altına girip fısıltıyla konuşuyorum.’
*
Aklıma geldiğinde gülme tutan bir olay bu benim için. Leyla hatırlamış olsaydı belki Amerika’da gazetecilikte karşılaştığı garip bir durum diye kitabına da geçirirdi. Refik’in mahrem dünyasında bunalan okurları, sanırım eğlenceli bulurdu bu anıyı.
Yazının Devamını Oku 17 Nisan 2005
Thomas, talih kuşu üstüme geldi diyerek Hamburg’daki bir arkadaşına telefon ediyor. Akabinde lokal Alman gazetelerinde küçük ilanlar çıkıyor: ‘18-30 yaş arasında Filipinli kızlar tüm ev ihtiyaçlarınızı yapmaya hazır. İstek üzerine özgeçmişlerini ve resimlerini göndereceğiz.’ Haftası dolmadan 40-70 yaşları arasında erkeklerden yanıt geliyor. Benzer içerikli ilanları da Thomas, Manila gazetesine veriyor. Birkaç günde yüzlerce başvuru geliyor kaldığı pansiyona. Yoksul Filipinli kızlar babası, dedesi yaşındaki Almanlarla birlikte yaşamaya razı.
EKRANDA birkaç tuşa vurduktan sonra yazmaya başlıyorsunuz: ‘İki büyük pizza, biri ekstra peynir ile mantarlı. Yanına kekik, pul biber. Beş adet de kola.’ Altına adres ve telefon.
10-15 dakika sonra kapının zili çalıyor. Kabanı yakasında Domino’s Pizza logolu bir genç kauçuk çantada taşıdığı buharı tüten pizzaları ofisinize teslim ediyor. Sulu karda ziyaretçilerinizle lokanta aramaya gerek yok. Yemek işi böylece kar-kışla cebelleşmeden bilgisayarla hallediliyor.
*
İLETİŞİM teknolojisi günlük yaşamı giderek içine alıyor. Bilgisayarlarda internet siteleri robot hizmetkar gibi servis yapıyor. Ekran başına geçip kırk ciltli ansiklopedinin sayfalarını karıştırmak, şampuandan iç çamaşırına, taze meyve-sebzeden klasik CD’lere, iskemleden buzdolabına, seks gücünü artıran tablet, uzun namlulu otomatik tüfek dahil akla gelen-gelmeyen binlerce ihtiyaç maddesini ısmarlamak mümkün.
*
İNTERNET siteleri, son yıllarda ’en kutsal birliktelik’ diye bilinen evliliğe de el attı. Bekar, dul erkek-kadınlar yeni bir hayat kuracakları eşlerini bulmak için ’çöpçatan’ sitelerini kullanıyorlar. Site işletenlerde Rus, Meksikalı, Amerikalı ve Güney Asyalılar liste başını çekiyor. Eş arayanların çoğu kadın. İnternette çöpçatan şirketlerini inceleyen Amerikalı profesör Donna Hughes, yalnızca Rusya’da 219 sitede hayat arkadaşı arayan 120 bin kadın tespit ettiğini söylüyor. Bu sitelere girenler eş arayan kadınların yaşı, vücut ölçüleri, tahsil düzeyi, kişisel özellikleri ile renkli fotoğraflarını görüyorlar. Sonra e-posta adresleriyle haberleşme safhası başlıyor.
*
KITALARARASI eşleştirmenin öncüsü, sanırım soyadını hatırlayamadığım Hamburglu Thomas olsa gerek. Marcos iktidarında Filipinler’de görüştüğüm Thomas çalıştığı seyahat acentesinden çıkarıldıktan sonra Manila’ya gelmişti. Elli yaşlarındaki Alman ‘Cebimde üç bin dolar ve dönüş bileti vardı’ diyerek hayatını değiştiren ziyareti şöyle anlattı: ‘İlk gece eğlence yerlerinin olduğu Malate’de bir bara gittim. Biramı içerken yanıma egzotik görünüşlü genç bir kız geldi. Ona da bir içki ısmarladım. Az sonra iki kız daha gelip benimle konuşmaya başladılar. Yakışıklı bir adam değilim, şaşırdım bu ilgiye. O gece iki bara daha girip çıktım. Gene kızlar etrafımı sardı. Hepsi de Almanya’ya gitmek istiyordu benimle. Yemek pişirip, evinizi temizleriz, başka ne istiyorsanız yaparız. Ayda 100 mark verseniz yeter, dediler. Ailelerinin çok yoksul olduğunu, iş bulamadıklarını söylediler.’
*
THOMAS, talih kuşu üstüme geldi diyerek Hamburg’daki bir arkadaşına telefon ediyor. Akabinde lokal Alman gazetelerinde küçük ilanlar çıkıyor: ‘18-30 yaş arasında Filipinli kızlar tüm ev ihtiyaçlarınızı yapmaya hazır. İstek üzerine özgeçmişlerini ve resimlerini göndereceğiz.’ Haftası dolmadan 40-70 yaşları arasında erkeklerden yanıt geliyor. Benzer içerikli ilanları da Thomas, Manila gazetesine veriyor. Birkaç günde yüzlerce başvuru geliyor kaldığı pansiyona. Yoksul Filipinli kızlar babası, dedesi yaşındaki Almanlarla birlikte yaşamaya razı. Karşılıklı yazışmalar, fotoğraf teatisi sonunda Manila-Hamburg trafiği başlıyor. Thomas haftanın üç günü yaşlı Almanların beğendiği kızları uçağa bindirip Hamburg’a gönderiyor. Uçak bileti dışında iki bin dolar alıyor her kız için. Erkeklerin bir kısmı Manila’ya gelip göz kestirdiği kızla tanıştıktan sonra birlikte dönüyor Almanya’ya.
*
THOMAS, ‘İlanları Hollanda ve Belçika’da yayımladık. Rüyamda göremeyeceğim kadar para kazandım. Lüks bir villa satın aldım. Bana gelen kızlardan biri ile de evlendim. Artık katalogla çalışıyorum. Villanın havuzunda kızların mayolu renkli resimlerini çekiyorum. Bu iş birkaç yıl daha devam ederse kovulduğum seyahat acentesini satın alacağım’ diyor.
Oysa Marcoslara darbe akabinde iktidara gelen kadın Cumhurbaşkanı Corazon Aquino, 1990’da ülkede yaygın fuhuşu önleyen bir yasa çıkardığı gibi Thomas’ın çöpçatan şirketini de kapattırdı.
Ama internet sitelerinde ’elektronik postayla gelin’ başlıklı çöpçatan piyasasını engellemek kolay değil. Amerikan makamları ancak yasalar ihlal edildiğinde devreye giriyor. Rusya, Güney Asya ve merkezi Amerika’dan ‘evlenme’, ’mankenlik’ vaadiyle getirilip fahişeliğe zorlanan kadınların şikayeti üzerine savcılıklar duruma el koyuyorlar.
İnternetten ısmarlanan ceket dar gelirse, kebabın eti bozuksa geri gönderip parasını almak mümkün. Ya ekranlarda tanışıp beğendiğin Meksikalı, Vietnamlı kadını evine getirdikten sonra beklediğin gibi çıkmazsa ne yapacaksın? Hele apar topar nikahına geçirmişsen?
Yazının Devamını Oku 10 Nisan 2005
<B>MARKA</B> dendiğinde akla otomobil markası gelirdi eskiden. Geri kalmış ülkelerde övünme meraklısı zenginler Gucci ayakkabısı, Hermes kravatı, Rolex saati, Louis Vuitton çantası gibi markaları kullandıklarını vurgulayınca bu kavram daha da genişledi. Bir de ’canlı’ markalar var. Diğerleri gibi onlar da satılık. Kim bu canlılar?
Çoğunlukla Hollywood’un ünlüleri. Şöhrette tılsım var. Para mı, şöhret mi diye sorulsa ikincisini seçmek daha akıllıca olacak. Zira şöhret şimdilerde sermaye koymadan para kazanmanın anahtarı. İsmini, resmini kullandırmaya razı olan canlı markalar bavul dolusu para kazanıyorlar.
*
SON yedi yılda Oscar ödülü kazanan yedi kadın oyuncu, gazete ve TV reklamlarında boy göstererek dev firmaların ürünlerini pazarlıyorlar. Gwyneth Paltrow Damiani takılarını, Julia Roberts iletişim şirketi AOL’yi, Halle Berry Revlon’u, Hilary Swank Calvin Klein iç çamaşırlarını, Charlize Theron Dior parfümünü, Nicole Kidman Chanel No.5’i, Catherine Zeta-Jones T-Mobile cep telefonlarının reklamını yapıyor. Ama hepsi bunlar gibi lüks ürün değil, kadın pedi gibi çok kimseye ters düşen ürünlerin reklamına çıkmayı yadırgamayanlar da var.
Marka şöhretlerin, marka ürün için adını, görüntüsünü satışa çıkardığı liste bu kadar değil, daha uzun. Oscar ödüllü aktrislerden Marisa Tomei Hanes çamaşırı, Susan Sarandon ve Julianne Moore Revlon kremleri için kamera karşısına geçtiler. Vizyondan kaldırılan Sex and the City dizisinin yıldızı Sarah Jessica Parker, günlük giyim mağazaları zinciri Gap ürünlerini tanıtmak için bir yıllığına 38 milyon dolara anlaşma yaptı. İki Oscar ödüllü Jodie Foster ise Honda reklamıyla kadınlar grubunun öncülerinden.
Erkeklere gelince, gene çok sayıda marka şöhret var listede. Dustin Hoffman Audi otomobil reklamlarına ABD dışındaki ülkelerde gösterilmesi şartıyla razı olmuştu. Arkadan Richard Gere, yalnızca Japon TV kanallarında bira reklamına çıktı. Paranın tatlı yüzüne dayanamayan Brad Pitt de Heineken şirketine yeşil ışık yaktı. Ardından George Clooney, Harrison Ford ve Robert De Niro, Hollywood’dan gelen teklifler azalmaya başlayınca ürün reklamlarına çıkmaya başladılar. Marka aktörler arasında en tüccarı John Travolta çıktı. Travolta, son filmi Be Cool’da Cadillac otomobilin reklamını yaptığı gibi TV reklamlarında da boy gösterdi.
*
CANLI markaları, marka ürünler pazarladığı için kınamıyoruz. Hiç kimse elde bira şişesi, krem kutusu, kristal şişede parfüm, kolsuz tişört-külot, kulakta cep telefonu, arabada direksiyon başında poz verip bir-iki çekim günü için milyonlarca dolara kolay kolay ’hayır’ diyemez. Üstelik bu reklam filmleri büyük masraflarla hazırlanıyor. Robert De Niro’nun American Express kartı filmini Aviator’un ünlü rejisörü Martin Scorsese, Nicole Kidman’ın Chanel’ini Moulin Rouge’un yapımcısı Baz Luhrmann, Brad Pitt’in bira reklamını Fight Club filminin rejisörü David Fincher, Susan Sarandon- Julianne Moore ve Halle Berry’nin Revlon ürünleri çekimlerini ise Robert Altman gibi saygın profesyoneller yaptı.
Gene de Oscar, Golden Globe, Emmy, Grammy gibi ödüller almış oyuncu ve şarkıcıların, hünerlerini reklamlarda sergilemelerini eleştirenler çıkıyor. Son yılların en başarılı aktörlerinden sayılan Russell Crowe, bazı meslektaşlarını şiddetle suçlamaktan geri kalmadı. Çeşitli sinema ödülleri sahibi Crowe, özellikle Robert De Niro, George Clooney ve Harrison Ford’a hücum ederek ‘Aktörlerle seyirciler arasında yazılı olmayan kutsal bir mukavele vardır. Yaptıkları şey mukaveleyi ihlaldir’ diye beyanat verdi.
*
SON yıllarda Hollywood şöhretlerinin kendisini kaptırdığı parasal değerlere yönelik bir akım bu. Acaba alıcı durumundaki insanlar, sinema-TV izleyicileri hayran oldukları aktörler kullanıyor diye pazarladıkları ürünleri almak için mağazalara akın ediyorlar mı? Firmalar bunca para döktüğüne göre karşılığını alıyor olmalılar.
Kafamı kurcalayan esas soru ise başka. Yakın geçmişe dönüp baktığımızda acaba eskiler bira, külot-fanila, krem reklamı, kadın pedi reklamı için kamera karşısına geçerler miydi? Mesela Humprey Bogart, Ingrid Bergman, Grace Kelly, Marlon Brando, Gary Cooper, Henry Fonda, Clark Gable, James Stewart ve Frank Sinatra... Sanmıyorum. Reklamcılar teklif etmeye dahi cesaret edemezlerdi. Onlar oyunculuğu sanat olarak gören, hayranlarıyla özdeşleşmiş, kelimenin gerçek anlamıyla marka idiler.
Yazının Devamını Oku