Cüneyt Ülsever

Erkan Mumcu’nun görüşleri

25 Ekim 2007
ANAVATAN Partisi Genel Başkanı Erkan Mumcu kamuoyunda çeşitli kesimlerce enine boyuna tartışılan "Kuzey Irak’a harekát düzenleme" konusunda şahsıma bir mektup gönderdi. Siyasilerin bir kısmı görüşlerini çeşitli medya ortamlarında ifade etme olanağı bulurken Erkan Mumcu’nun görüşlerinin de kamuoyuna nakledilmesi gerektiğini düşündüğüm için mektubu kısaltarak yayınlıyorum:

* * *

"Bir süredir PKK, yürümekte olan geçici statükonun kendi aleyhine işlediği ve bölgesel Kürt hareketi üzerinde kendi varlık ve inisiyatifinin tasfiye edilmekte olduğu kabulüne dayalı ve bir eylemlilik arayışındadır.

Barzani ve Talabani, ’Bölgede ABD varlığına rağmen Türkiye statükoyu değiştirici bir adım atamaz’ mesajını vermektedirler.

Diğer yandan ABD, Irak’ta yerleştirmeye çalıştığı yeni dengeyi (düzen diyemiyoruz) kurmak ve korumak arzusundadır. Bu denge; ’Türkiye’yi sürece müdahale etmek arzu, irade ve ihtiyacından uzak tutmak, oluşan yeni statükonun muhafızlığı rolünü’ benimsetmektir.

* * *

Af ve barış kampanyasının işletileceği ve özellikle Öcalan’a bağlı PKK unsurlarının razı olabileceği bir çözümün geliştirileceği yönünde bir örtülü diplomasi, uzunca bir süre etkisini göstermiş ve PKK bu süre içinde eylemsizliğe razı olmuştur.

Görece çatışmasızlığa dayalı bu durumun bir nedeni de; iktidarla ilişki geliştirebilen çeşitli unsurların, hem Kürt kamuoyuna hem çatışmasızlıktan faydalar uman ’pragmatist’ yönetim kademelerine yönelik yürüttüğü ’aklı selim-uzlaşmacı politika’ telkinlerinin etkili olmasıdır.

İçindeki Kürtçü unsurların orta dönemi gözeten stratejik hesapları dışarıda tutulduğunda, AKP’nin bu süreçteki tutumu tamamen gündelik ve pragmatisttir. Bu pragmatist tutumun benimsenmesinin ardında yatan en önemli saik, AKP’nin kendisini ’müesses düzen unsurları’ karşısında emniyette hissetmeyişidir. Kendisine yönelik irtica kuşkusu ve ithamlarının yarattığı bu psikoloji, AKP’yi Türkiye Cumhuriyeti Devleti müesses düzen unsurları dışında stratejik işbirlikleri aramaya mecbur etmektedir.

* * *

Bu noktada terörün çözümüne ilişkin ’yakın vadede’ yapılabilecekler konusunda önerilerimiz özetle şöyledir:

Kuzey Irak’a operasyon başlatmaktan önce yapılması gereken iş, ’beklenen sonuçlar alınıncaya kadar Irak’la tüm ilişkileri dondurmak, tüm sınırları kapatmak ve çok sınırlandırılmış ilişkileri sıkı sıkıya kontrol etmektir.’ İşi sadece Irak’a operasyona indirgemekle, TSK’yı ’nihai etkisi tartışılabilir’ bir sürecin içine sürükleyerek ’bu da bir işe yaramadı’ yargısına varmak ölümcül sonuçlar doğurabilir.

* * *

Göz ardı edilmemesi bir diğer önemli husus; Kürtçülük hareketinin bugün PKK’yı kendine ayak bağı olarak görecek kadar kapsamlı ve derin bir organizasyon niteliğine kavuşmuş olmasıdır. Bu olgu ile mücadele hayati önemde olmakla beraber, ’teröre karşı mücadele’ başlığında andığımız veya alıştığımız metotlardan hiçbirisi işimize yaramayacaktır.

Hatta bu yöntem kargaşası, mücadele edilmesi gereken olguyu (Kürtçülük) besler, destekler mahiyette dönüşebilmektedir.

* * *

Kürt kültürel kimliğini bir realite olarak tanınmaktan öteye, anlamak ve karşılıklı anlayışa dayalı bir tutum birliği üretmek gereği vardır ve mümkündür. Aslında bunun tarihsel ve modern bağlamlarında sosyolojik karşılığı vardır. Yapılan son iki seçimde AKP’nin (gerçek niteliği ne olursa olsun) yarattığı algıya bağlı olarak aldığı oy, bu sosyolojik gerçekliği izaha muhtaç olmayacak kadar açıklamaktadır."
Yazının Devamını Oku

Rejim değişti farkında mısınız?

24 Ekim 2007
BAŞTAN belirteyim. Kastım düzenin değişmesi değil. Partneri hep aynı kalsa da ülkede "düzen" zaten arada bir değişir. Türk milleti İslamcısı ile Laikçisi ile arada bir yaşadığı bu "değişikliğe" alışıktır. Ben rejimden bahsediyorum. Rejim değişti.

21 Ekim günü Türkiye’de rejim milletin oyları ile değişti! Ama merak etmeyin! Şeriat falan gelmedi.

Türkiye’de 21 Ekim 2007 günü parlamenter-demokratik rejim sona ermiştir.

Yerine başkanlık rejimi mi gelir, yarı-başkanlık rejimi mi gelir, şimdiden kestiremiyorum ama artık bu ülke parlamenter-demokrasi ile yönetilemez.

Millet cumhurbaşkanını kendisi seçmeye karar verdiği anda, ama bilerek-ama bilmeyerek parlamenter demokrasiye son vermiştir.

Hükümet, "parlamenter demokrasiyi köstekliyor" diyerek cumhurbaşkanının yetkilerini kısmak üzere yola çıkmış, ama şimdi cumhurbaşkanın yetkilerini daha da artırmak zorunda kalacağı bir sürece girmiştir. Bundan dönüş yoktur. Böylece de korumak, hatta güçlendirmek istediği parlamenter demokrasiyi hukuken olmasa bile fiilen sona erdirmiştir. Millet tarafından seçilecek yeni cumhurbaşkanı ile ülkede yeni bir rejim yürürlüğe girecektir.

* * *

Düşünün bu ülkede %30-35 oy ile hükümet oluşturuluyor. Ancak, artık cumhurbaşkanı en az %51 millet oyu ile seçilecek.

%30-35, hatta şu anda olduğu gibi %47 desteğe sahip bir başbakan mı daha güçlüdür, yoksa tek başına en az %51 destek almış cumhurbaşkanı mı daha güçlüdür?

Hele hele; başbakanın başka partiden, cumhurbaşkanının başka partiden olduğunu düşünün!

Cumhurbaşkanının iktidar partisinden olacağını kim garanti eder? Bugün ABD’nin durumu ne demek istediğime güzel bir örnektir.

Dünyada rejimini en iyi oturtmuş ülkelerden birisi olan ABD’de bile sık sık Beyaz Saray ile Kongre arasında yetki çekişmesi yaşanmıyor mu?

Görün bakın, başbakan ile seçilmiş cumhurbaşkanı farklı partilerden olursa, o zaman ülkede kıyamet nasıl kopar!

* * *

Türkiye Cumhuriyeti, artık ister istemez, cumhurbaşkanının yetkilerini güçlendirici anayasal, yasal düzenlemeleri yapmak zorundadır.

Bir ülkede tek başına %51 oy almış bir kişi ne parlamentoya, ne hükümete tabi olmaz, olamaz. Hele hele sembolik bir devlet temsili görevi ile yetinmesi hiç mümkün değildir.

Tek başına milletten %51 oy alan kişi artık devleti değil, milleti temsil eder. Siyaset yapmak asli görevi haline gelir.

Bir hayal edin; Turgut Özal, Süleyman Demirel gibi güçlü karakterler/gerçek liderler bugünkü yetkileri ile ve TBMM tarafından cumhurbaşkanı seçilmelerine rağmen hükümetlere neler çektirmişlerdi!

Bu yapıdaki liderlerin bir de %51 millet desteği ile o makama geldiklerini düşünün. Kenarda durmaları, sembolik görev yapmaları mümkün müdür?

Tersten soralım; en az %51 destekle Köşk’e yolladığı bir cumhurbaşkanı varken, hele hele oy vermediği parti hükümette ise, cumhurbaşkanını kale almadan, hatta ilk sözü ona vermeden hükümetin karar almasına milletin önemli bir bölümü rıza gösterir mi?

İşte asıl o zaman millet gerçekten bölünmez mi?

İşte o zaman "kimin dediği olacak" kavgası çıkmaz mı, ülke kaosa sürüklenmez mi?

* * *

Adı henüz konmamış yeni rejimimiz hayırlı uğurlu olsun!
Yazının Devamını Oku

PKK’nın ardında ne var?

23 Ekim 2007
UZMANLAR; PKK’nın son vahşi saldırısının geniş kapsamlı plan yapmış, teknik donanımı ve lojistik desteği yüksek, çok iyi eğitim almış teröristlerce gerçekleştirildiğini söylüyorlar. Belli ki onları birileri destekliyor, besliyor, yetiştiriyor.

Terör örgütleri ile ilgili dünyada şaşmayan bir kural var. Terör örgütleri varlıklarını uzun vadeli sürdürebiliyorlarsa muhakkak arkalarında bir, hatta birkaç devlet bulunuyor demektir.

Birileri PKK üzerinden bizi Kuzey Irak’a çekmek istiyor.

PKK’nın ardında kim(ler) var?

* * *

Türkiye’de akla gelen ilk devlet ABD!

İkinci şüpheli ise Kuzey Irak’taki Kürt oluşum.

ABD’nin şu veya bu nedenle PKK’nın Kuzey Irak’taki varlığına göz yumduğu bir gerçek.

Kuzey Irak’taki Kürt oluşumun da Türkiye’nin kendisini muhatap alması için "PKK silahı"nı kullandığı, Türkiye’ye "benimle doğrudan ilişki kurar, beni tehdit etmekten vazgeçersen bak ben de PKK terörünü nasıl durdururum!" mealli mesaj verdiği de bir gerçek.

Ama!

TSK’nın Kuzey Irak’a girmesi, bölgeyi yer yer berhava etmesi, peşmerge ile karşı karşıya gelmesi, ayrıca ABD askeriyle hasım haline dönüşmesi, ABD veya Kuzey Irak Yönetimi’nin işine gelir mi?

ABD, Ortadoğu’daki tek ciddi ve güçlü müttefikini PKK’yı kışkırtarak karşısına alabilir mi?

ABD bölgeden çekildikten sonra Irak’taki Şii ve Sünnilerin ve dahi El Kaide türü terör örgütlerinin ortak hedefi haline geleceğini bilen Kürt oluşum, yanına alamasa da, Türkiye’yi tamamen kaybetmek isteyebilir mi?

Bence ne ABD, ne de Kuzey Irak yönetimi bu kadar aptal olabilir!

* * *

Konuyu bir de tersten ele alalım:

Türkiye, kimseyle ittifak yapmadan Kuzey Irak’a uzun süreli girerse, hepimiz biliyoruz ki: i) ABD bölgedeki hem ciddi, hem güçlü tek müttefikini kaybeder, İsrail dışında bölgede tek başına kalır, ii) Türkiye Ortadoğu’da, değil sözü dinlenen başat ülke olmak, istenmeyen ve dışlanan ülke haline gelir. Örneğin, kasım başında İstanbul’da yapılacak "Irak’a komşu ülkeler konferansı" tamamen anlamsızlaşır.

Bunları kim veya kimler ister?

* * *

1) Hepimiz biliyoruz ki; bölgede ABD’nin çapsız yönetiminden en çok yararlanan ülke İran’dır. Şahsen büyük takdirle izlediğim İran, Ortadoğu’nun bölgesel emperyal ülkesi olmak için çok akıllı politikalar yürütmektedir. Amacı ABD’nin eninde sonunda, Ortadoğu batağından kurtulmak için kucağına düşmesidir. İran; Suriye’yi doğrudan, Lübnan’daki bazı yöneticileri Suriye üzerinden, Hizbullah’ı ve Irak’taki bazı Şii milis örgütlerini, hatta Sünni Hamas’ı bölgede yönlendirmektedir.

2) Rusya ve Çin ise dünyada hızla yükselen ve yeni(den) parlayan, ABD’nin pozisyonuna göz dikmiş, global emperyal ülke olmaya aday ülkelerdir. Bir diğer yükselen dev Hindistan’ın ne tarafta yer alacağı henüz açık değildir.

Ancak, bilinen odur ki Çin+Rusya+Hindistan ekonomisinin 2025-2030 civarında ABD+AB ekonomisini geçmesi mümkündür. Alıştığımız Batı merkezli dünya Doğu merkezli dünya haline dönüşebilir. Zaten, ABD, Ortadoğu’daki enerji kaynaklarına göz dikerken, Kuzey’deki enerji kaynakları ve hem Rusya, hem Çin’i Afganistan üzerinden zaptetmeye çalışırken aynı hesapları tersyüz etmeye çalışmaktadır.

* * *

Şahsen, PKK denklemine bir de bu gözle bakmanın gerekli olduğunu düşünüyorum.
Yazının Devamını Oku

İki first lady!

21 Ekim 2007
BUGÜN referandum var. Tam anlamıyla hukuki bir fiyasko. Dünyada ilk defa başladıktan sonra metni değiştirilen bir referanduma gideceğiz. Hukukun bir de hukukçular (YSK) tarafından ayaklar altına alındığı referandumun hiçbir şekilde uygulanma fırsatı bulamayacağına kalıbımı basarım ama bugün derdim bu değil.

Ben referandum garabeti çerçevesinde Türkiye’de iktidar kavramının taşıdığı anlamı tartışacağım.

* * *

Laikçi çevreler ile anlaşamadığım nokta da zaten burada. Ben Türkiye’de iktidar erkinin rejimi değiştirmek (örn: dini kurallara uygun Anayasa hazırlamak) için kullanılmaya çalışıldığına/çalışılacağına inanmıyorum. Bizde o yüreğe sahip İslamcı yok.

Bana göre de iktidar iğfal ediliyor. Ancak, başka bir nedenle!

Hem de hep böyle oluyor. İslamcısı da, laikçisi de aynı derdin peşinde:

Paylaşımı kendi lehine yeniden düzenlemek veya kendi lehine olan paylaşımın yeniden düzenlenmesine engel olmak!

Paylaşım mücadelesi de siyasi iktidar mücadelesi ile şekilleniyor. Zira, bizim gibi ülkelerde iktidar olmanın anlamı Cumhuriyet kurulduğundan beri hiç değişmemiştir:

Türkiye’de iktidar erki, başkasının (milletin) parasını kendisi için harcama yetkisidir.

Bizde demokrasi; bu yetkinin bizzat paranın sahipleri (millet) tarafından belirli bir gruba (demokraside adına siyasi parti deniyor) devridir.

* * *

Ne demek istediğimi iki first lady örneği vererek anlatayım.

Fransa’daki Başkan Nicolas Sarkozy’nin yaramaz eşi, kocasının iktidar olmasının hemen ardından mealen "First lady’lik bana göre değil, beni bozar. Ben áşığım, bugüne dek eski kocama iktidarı çok istediği için yardımcı oldum, artık bana eyvallah!" diyor.

Türkiye’de kadınlı erkekli hemen kimsenin gösteremeyeceği bir cesur yürekliliği Cecila Sarkozy gösteriyor ve Türkiye’de ulaşabilmek için insanlar birbirini parçalarken, o iki eliyle iktidarı bir kenara itiyor.

Hiç tanımam ama helal olsun sana Cecila! Sana her türlü aşk yakışır!

* * *

Şimdi Türkiye’de ne oluyor, buna da bir bakalım. Sosyolojik itilmiş (türbanlı) ile ekonomik kakılmışın (gureba) ortak oylarıyla iktidara gelen first-lady işe türbanlı-gurebanın parasını kendisi için harcama yetkisi alarak başlıyor!

"...Yeni bütçede Çankaya Köşkü’nün onarımı ve yeni mobilya satın alımı için, toplam 30.7 milyon YTL ayrılıyor. 19.8 milyon tadilat, 11.9 milyon YTL de yeni mobilya için. Eski lira üzerinden, toplam 30.7 trilyon lira. (Takriben 25 milyon dolar! Düşünün bu parayla Boğaz’da kaç yalı satın alınır?-CÜ) Vay canına, amma da dökülmüş köşk, desenize.

Çankaya Köşkü’nde onarımı kim istiyor? Hayrünnisa Gül Hanımefendi... Hayrünnisa Hanım bunu ilk kez yapmıyor. Gül Dışişleri Bakanı olduğunda da, Dışişleri Konutu’nu tadilattan geçiriyor. Orada da, dünyanın parasını harcıyor." (Yalçın Doğan: "Çankaya gecekondu mu olmuş?"-Hürriyet, 20.10.2007)

Köşk’ün toplam bütçesi bir yıl öncesine göre (2007-Sezer dönemi) % 64 artıyor!

Ayrıca, Gül Ailesi geçenlerde şaşaalı bir düğün de yaptılar. Binlerce misafiri ağırladılar. Misafirler de herhalde düğüne hediyeleriyle katkıda bulundular. Ailenin açıklamasına göre, hediyelerin bir kısmı Mehmetçik Vakfı’na bağışlanacak! Aileye soruyorum:

Hediyelerin toplam değeri ne kadar oldu? Ne kadarını vakfa bağışladınız?

* * *

Referandum sonucu "evet" kazanırsa halk cumhurbaşkanını kendi seçecekmiş!

Hadi canım sen de! % 47 iktidar olduğunu zannediyor ya, işte ben buna gülüyorum!
Yazının Devamını Oku

Ortadoğu’yu doğru okumak

18 Ekim 2007
TEZKERENİN TBMM’den geçmesi doğru karardır. Kullanılıp kullanılmayacağı veya ne zaman kullanılacağı ise ayrı bir meseledir. Bu safhada önemli olan, Türkiye’nin Ortadoğu’ya yerleştirilmeye çalışılan yeni düzene razı olmadığını göstermesidir. Tabii ki Ortadoğu’ya "düzen vermeye" çalışan ülke ABD. Ancak, galiba Türkiye’de gözlerden kaçan bir diğer aktör de var: İran!

Hatta, İran’ın arkasında Rusya ve Çin’i de görmek çok şaşırtıcı olmamalı.

Bu hafta içinde Tahran’a yaptığı ziyarette "İran’ın barış amaçlı nükleer çalışmalar yapmasına destek" veren Putin, Ortadoğu satrancında kendi ülkesinin de olduğunu açıkça ortaya koymuştur.

Ayrıca, İran’ı Şanghay Antlaşması’na katılmaya davet eden, Hazar Denizi üzerinde denize sınırı olan 5 ülkenin bu deniz üzerinde bütün haklara sahip olacağını vurgulayan Rusya, tekrar emperyal ülke olmak üzere açık girişimlerde bulunmakta ve bu uğurda Batılı ülkeleri karşısına almaktan artık çekinmemektedir.

Komünizm sonrası Batı’ya sığınan Rusya, şimdi Batı’ya kafa tutan Rusya olmuştur.

* * *

Eğer Türkiye, Ortadoğu’nun aktif aktörü olmak istiyorsa; Ortadoğu’da hesap yapan tüm aktörleri doğru saptamalı ve politikalarını doğru okumalıdır.

Ben PKK’nın son saldırılarını yukarıda takdim ettiğim geniş açıdan okumaya çalışıyorum.

Bu ortamda birbiriyle çelişir gibi gözüken iki saptama bence aynı anda geçerli ve çok önemli:

1) TBMM’nin gereğinde Kuzey Irak’a asker göndermek için tezkere çıkaramaması, ülkenin kendi iç çelişkileri nedeniyle artık Ortadoğu’da başat rol oynayamayacağının göstergesidir.

2) Bu tezkereyi tek başına kullanması ise yine Türkiye’yi Ortadoğu’da yalnız bırakacaktır.

Önemli olan, Türkiye’nin tezkereyi kullanmadan Ortadoğu’da varlığını kabul ettirmesidir!

Bunun yöntemi ise bir eline sopayı alan Türkiye’nin, Kuzay Irak’a diğer elinde havuçla yaklaşmasıdır!

İran,
Suriye gibi ülkeler bizi, tezkereyi ABD’ye rağmen ve Kürtlerle karşı karşıya getirmek için kullanmaya iteceklerdir. Bunun için de bizi kışkırtmaktan geri kalmayacaklardır.

Öte yanda, tezkereyi cebine koyan hükümet, Kuzey Irak’a doğrudan ve tek başına saldırmak yerine, diğer eliyle barış çubuğunu uzatırsa Kuzey Irak ve ABD köşeye sıkışacaktır. Tezkerenin kullanılmaması için gayret göstermesi gerekenler onlar olacaktır.

* * *

Türkiye’nin elindeki havuç, hükümetin Kuzey Irak’taki Kürt oluşumunu kabul ve hazmettiğini tüm dünyaya duyurması ve bir adım daha atarak bu oluşumun garantörü durumuna gelmesidir.

Kuzey Irak’taki Kürt oluşumu iki gerçeği bilmektedir:

1) ABD bölgeden yakında çekilecektir.

2) Çekildiği gün de bölgedeki Şii ve Sünni unsurlar tepesine binecektir.

Kuzey Irak’ta Kürt varlığını kabul eden ve destek veren tek ülke İsrail’dir ve zaten bu destek bile başlı başına Kuzey Irak’ı İran ve Suriye gibi ülkelerin hasmı yapmaktadır.

Kuzey Irak’ı yok edecek ülke Türkiye değil, İran ve Suriye gibi Ortadoğu’daki dengeleri tersine çevirmek isteyen ülkelerdir.

* * *

Türkiye bir eline tezkereyi aldıktan sonra bunu kullanmamanın tek yolunun, Kuzey Irak’ın Türkiye’yi yanına alması olduğunu Batı’ya göstermelidir!
Yazının Devamını Oku

Hafta sonu referandum var, benden hatırlatması

17 Ekim 2007
DÜNYANIN en garabet referandumlarından birisi bu hafta sonu Türkiye’de yapılacak. Açın bakın gazetelere; ne haber olarak, hükümet yalakası olanlar dışında, ne de ciddi köşe yazarlarının makale konusu olarak, referandumdan doğru dürüst bahsedilmiyor. Halbuki, referandum ile Anayasa değişecek ve cumhurbaşkanını kimin seçeceği karara bağlanacak. Bırakın muhalefeti, referandumun sahibi iktidar partisi AKP’den dahi ses çıkmıyor.

Neden?

Zira, referandum bir ciddi bir çalışma sonucu olarak değil, bir dayatma üzerine ortaya çıktı ve sahibi AKP dahi konunun bu safhalara erişeceğini tahmin edememişti.

* * *

Hatırlayın, seçim öncesi başta TSK olmak üzere, belirli güçler Hükümet’in cumhurbaşkanını seçmesine engel olmuşlardı, hatta 27 Nisan muhtırası doğrudan bugünkü Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ü hedef almıştı. Sonunda bir erken seçim sonucunda AKP rekor oyla tekrar hükümet oldu, Abdullah Gül’ü cumhurbaşkanı seçti ve muhtıracılar değil darbe yapmak, istifa dahi edemediler. Şimdi ülke paşa paşa yönetiliyor.

Referanduma giden süreçte de bir önceki AKP hükümeti "Madem bize seçtirmiyorlar, biz de cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesini teklif ederiz" diyerek bir salvo atmıştı. Ancak, salvo o kadar inatla hazırlanmış ve aceleye gelmişti ki, değişiklik metnine "11. cumhurbaşkanı" ibaresi konmuştu.

Ben bu zırvayı 9 Ekim ve 10 Ekim yazılarımda dile getirmiş, sınırlarda oylama başladıktan sonra referandum metninde değişiklik yapmanın büyük ihtimalle mahkemeden döneceğini belirtmiştim.

Ayrıca, cumhurbaşkanının yetkilerini yeniden tanzim etmeden referandum yapmanın abuk bir hareket olduğunu, esasında kimin hangi yetkisi hakkında karar verileceği belli olmadığı için oyumun "hayır" olduğunu açıklamıştım.

Geçen dönem cumhurbaşkanının yetkilerinin parlamenter demokrasi için çok fazla olduğunu haklı olarak ifade eden AKP’nin halkoyu ile seçilmiş bir cumhurbaşkanının yetkilerini azaltacağı mı, yoksa artıracağı mı belli olmadan cumhurbaşkanını halka seçtirmeye kalkmasının abesle iştigal olduğunu da söylemiştim.

* * *

Şimdi bu pazar büyük paralar harcanarak referandum yapılacak, referandumdan büyük ihtimalle bir sonraki cumhurbaşkanını halkın seçmesi için kabul oyu çıkacak. Birileri çıkan kararı Anayasa Mahkemesi’ne götürecek ve bir ihtimal (sınırlarda) referandum başladıktan sonra referandum metni değiştiği ve iki ayrı metne oy verildiği için referandum sonuçlarını iptal ettirecek.

AKP hükümeti de kendi teklif ettiği Anayasa değişikliği mahkemede reddedildiği için sadece ve sadece mutlu olacak!

* * *

Bence de cumhuriyetimiz tehdit altında. Ancak, ben tehdidin laiklik düşmanlarından geldiğine inanmıyorum. Ortada bir tehdit var ama tehdit "cumhuriyetin ciddiye alınmamasından" geliyor. Biz cumhuriyeti, dünya da bizi ciddiye almıyor.

Örneğin, Ermeni tasarısı karşısında gösterebileceğimiz olası tepkiler de ciddiye alınmıyor. Zira, Batı gözü ile baktığınız zaman ortada iktidarı ile, muhalefeti ile sadece duyguları ile tepki veren bir Türkiye var.

* * *

Amerikalı bir dostum "Hrant Dink’i öldürenlerin doğru dürüst yargılanamadığı bir ülkede üstelik Hrant’ın evladını 301 gibi abuk bir ceza yasası ile mahkum ederseniz ve hükümet bu yasa ile ilgili son bir yıldır hiçbir şey yapmadı ise sizi ABD Kongresi ciddiye almaz" dedi.

Korkarım, sonuçta haklı çıkacak!
Yazının Devamını Oku

Tezkere oylanırken

16 Ekim 2007
BUGÜN Kuzey Irak’a asker yollamayla ilgili tezkere büyük ihtimalle TBMM’de oylanacak ve kabul edilecek. Herhalde, geçerliliği de bir yıl olacak. Bu karar doğru karardır ve TBMM bu tezkereyle ilgili büyük çapta fikir birliği yapacaktır.

Ancak, karar alındıktan sonra hem hükümet, hem muhalefet, hem de TSK soğukkanlı düşünmek zorundadır.

PKK’nın yaptığı hain saldırıyla ilgili Türkiye’de hem siyasiler, hem asker-sivil bürokratlar, hem de aydınlar iki sorunun cevabını vermek ve ABD-Dışişleri Komitesi’nde oylanan "Ermeni tasarısı" ile ilgili olarak bir ayrımı gözetmek zorundalar.

* * *

Sorular: 1) PKK adına saldırı kararını kim verdi? Örneğin, Apo’nun İmralı’dan emir vermesi mümkün müdür? 2) Neden saldırı için bu dönem seçildi?

Ayrım: Konu ile ilgili kafa yoranlar, "ABD yönetimi isteseydi, Ermeni tasarısının Dışişleri Komitesi’nden geçmesine engel olurdu" türü dar bakış açılarını terk edip; ABD’de yönetimin artık Kongre’ye hákim olamadığını görmelidirler. Ayrıca, Demokratların, seçim yılına girerken, Cumhuriyetçileri zayıf gösterecek her türlü manevrayı yapacağını da bilmek gerekir.

Daha ileri gidelim ve bünyemizi ona göre ayarlayalım: Ermeni tasarısı, olağanüstü bir gelişme olmazsa, bu kış Kongre’den de geçecektir ve Başkan Bush’un bu tasarıyı veto etme gücü yoktur.

Sorulara verilecek cevaplar ve ABD’deki siyasi ayrımla ilgili yapılacak analiz bizi şu neticeye götürmelidir:

Bu dönemde Bush yönetimin isteyeceği en son şey, Türkiye ile ilişkilerinin gerilmesidir!

Tersten yazayım: PKK’ya her kim etki yapıyorsa, onların tek isteği ABD’nin Irak’tan çekilme planları yapmaya başladığı, dolayısıyla Türkiye’ye her zamankinden çok ihtiyaç duyduğu bir dönemde Türk-ABD ilişkilerinin kolay kolay düzeltilemeyecek şekilde bozulmasıdır!

Birileri,
"Irak’a komşu ülkeler toplantısı" İstanbul’da yapılmadan önce Türkiye’yi tek başına Kuzey Irak’a sokabilirse, Türkiye’nin Irak’ta ve dolayısıyla Ortadoğu’da başat rol oynamasının önüne geçebileceklerini pekálá bilmektedirler.

Hatta; hem AB’ye, hem de ABD’ye büyük kırgınlık duyacak bir Türkiye’nin tamamen içine kapanması o "birileri"nin çok ama çok işlerine gelecektir.

* * *

Türkiye’yi kaybetmek istemeyecek ABD yönetimi de şu iki noktayı kabullenmelidir:

1) ABD, Kuzey Irak’ta "PKK meselesi"ni tamamen yüzüne gözüne bulaştırmıştır, zira sadece Şii veya Sünni bölgelerde değil, Kuzey Irak’ta da acz içindedir.

2) ABD’nin artık Türkiye’den sabır istemeye hakkı kalmamıştır. Eğer ABD; Türkiye ile Kuzey Irak’ta karşı karşıya gelmek istemiyorsa, ivedilikle TSK ile birlikte Kuzey Irak’ta PKK’ya karşı birlikte ve doğrudan fiziki sonuçlar getirecek girişimlerde bulunmalıdır.

Artık, lafla peynir ekmek gemisinin yürümesi için vakit çok geçtir.

Değil % 47, isterse % 97 ile iktidara gelmiş olsun, Türkiye’de herhangi bir iktidarın şu saatten sonra milletten sabır isteyerek ve ABD’nin bir türlü gelmeyen girişimlerini bir süre daha bekleyerek ülkeyi yönetmesi mümkün değildir.

ABD yönetiminin Türk yönetiminden hiçbir şey yapmamasını isteme hakkı artık yoktur.

Daha ötesi, PKK’nın son hain saldırısının, ister istemez, ABD’nin Irak hesaplarını da bozmaya yönelik olduğunu ABD yönetimi görmek zorundadır.

* * *

Eğer, Türkiye ABD’ye Irak batağından çıkmak için yardımcı olacaksa, ABD de Türkiye’ye PKK batağından çıkmak için yardımcı olmak zorundadır!
Yazının Devamını Oku

Gecikmiş bir bayram yazısı

14 Ekim 2007
CUMA ve cumartesi günleri yazı günlerim değil. Evlatlarımızın acısı içimizde iken geçirilen bayramın hüzünlü olduğunun da farkındayım. Ama bayramın son günü, yine de bir bayram yazısı yazmadan edemiyorum. Zira, şartlar ne olursa olsun, bizleri bir araya getiren ve sayıları her geçen gün maalesef muazzam bir hızla azalan günleri-vesileleri göz nuru gibi korumamız gerektiğini düşünüyorum.

Sizler bu satırları okurken, bayramın son gününde; üzerinizde tatlı bir yorgunluk, belki de her sona eren güzel şeyin ardından gelen buruk bir tat duymakta ve büyük ihtimalle de ertesi gün başlayacak yeni haftanın omuzlarınıza şimdiden yığdığı yükü taşımaktasınız.

* * *

Bayramlar her şeye rağmen güzel, zira insanın içinden fitneyi, fesadı, hırsı, kıskançlığı almak için varlar. Bayramlar güzel günler, zira ruhumuzu yıkama gayretini insanları korkutarak, ürküterek, cehennem ateşiyle tehdit ederek değil; adı üzerinde "bayram coşkusu" ile gösteriyorlar.

Bayramlar içimize Allah’ın varlığını güle oynaya yerleştirdikleri için güzel günler.

* * *

Her bayram yazarım. Bayramlar esasen çocukların olduğu için güzel günlerdir. Bayramlar en çok çocuklara geldikleri için bizim de içimizi coşkuyla doldururlar.

Ben bayramlarda çocukları seyrederek eğlenmeyi çok seviyorum.

Onların üç kuruş bahşiş, bir avuç şeker için kapı kapı dolaşmaları, özenle seçilen giysiler içinde annelerin yanında adaplı durup ilk fırsatta sokağa fırlayarak giysilerin temiz tutulması gerektiğini anında unutmaları, maytapları patlatırken attıkları çığlıklar bayramın esas habercileridirler.

* * *

Ben bayramlarda içimdeki çocuk "Cuniş" ile buluşurum. Etrafımdaki çocukların coşkusu Cuniş’i de etkiler ve saklandığı yerden ortaya çıkar.

Cuniş bayramlarda hınzırlık yapmaya bayılır. Tabii ki; ilk isteği bayramı mümkün olduğunca "kár" ederek kapamaktır. Onun için üşenmez, kendisine yüz vereceklerinden emin olduğu ne kadar kapı varsa tokmağını çalar. Hasılatını özenle sayar ve aklında tutar. Bahşişi bol tutan amca ve teyzeleri, bir sonraki bayramda öncelikle ziyaret etmek üzere, not alır. Bahşişin yanında şeker verenleri de sever ama kendisini sırf şeker ile kapıdan atlatmaya çalışan teyze ve amcaları da ayrıca hafızasına kaydeder ki, bir sonraki bayram onların kapısında beyhude zaman kaybetmesin.

Cuniş, sayıları kelaynak kuşlarından bile daha azalan "baklavacı teyzeleri" özellikle ziyaret eder. Cuniş’e göre dünyanın en usta baklava ustaları bile o teyzeler kadar güzel baklava yapamazlar.

"Çarşı baklavaları" dünyasında hálá "ev baklavası" yapacak kadar saf kalmış teyzelerin yaptıkları baklava daha koyu renkte olur, muhakkak cevizlidir ve saf şekerle ballandırılır.

İki üçgenin uzun kenarlarından birleştirilmesi şeklinde kesilen baklavaları mümkünse elle yemek, lezzetlerine lezzet katar. Cüniş, punduna getirirse, büyüklerinin gözünden uzakta, örneğin mutfakta; baklava dilimlerini eliyle yemeyi, ardından da parmaklarından süzülen balı bayramlık gömleğe bulaşmadan önce yalayarak annesinin hışmından kaçmayı çok sever.

* * *

Ben menzile kurşun hızıyla giden gündelik hayatımda artık Cuniş ile çok az görüşmekten şiddetle şikáyetçiyim. Varsın çılgın bir yaramaz olsun. Bütün şımarıklıklarına razıyım.

Yeter ki, bayramdan bayrama da olsa, Cuniş ortaya çıksın ve benimle yarenlik etsin!

İçinizdeki Cunişler hiç yok olmasın!
Yazının Devamını Oku