Cüneyt Ülsever

Milliler prim almalıdır!

22 Kasım 2007
EYLEMDEN uzak, akılla döşenmeyen hamasi sözler söylemeye bayılıyoruz. Bazı sözlerin suyunu çıkarmaya ise dünden hazırlıklıyız. Kavramları saptırmaya ise bayılıyoruz. Ben son zamanlarda iki kelimeyi iyiden iyiye iğdiş ettiğimiz görüşündeyim:

Harekát ve Mehmetçik!

Açıyorsunuz televizyonların akşam haberlerini. Bir cümle sürekli ve inatla insanların bilinçaltlarına yerleştiriliyor:

- Harekát... Biraz sonra!

Mehmetçiği aktif halde gösteren daha önceleri çekilmiş profesyonel görüntüler ekranlara yansıyor, kanalların o gün çektiği, örneğin bir askeri kamyonun sınırdaki hareketi ekranlara konuyor ve deniyor ki:

- Harekát muhakkak olacak!

Neredeyse 30 gündür ekranlarda:

- Harekát... Biraz sonra!
sözlerini duyuyoruz.

Ama, haberi nakleden sunucu da mecburen ekliyor:

- Hemen şimdi dedi isek, bu akşam veya hemen yarın sabah demek istemedik!

* * *

Şimdi de yeni bir terane çıktı: "Mehmetçik sınırda (bedava) beklerken Milli takım primi hangi yüzle alacak!"

Bu satırların yazıldığı anda Bosna-Hersek maçı başlamamıştı bile!

Ama inşallah Milliler bu maçı kazanacak, finallere gidecekler ve gazetelere göre kişi başına 250 bin Euro prim alacaklar. Bence de hak edecekler!

Teraneyi çıkaranlar arasında birisi var ki hem paranın metresini ölçme iddiasında, hem de ekonominin en basit kurallarını dahi bilmiyor.

Mealen diyor ki:

- Milliler yan gelip yattılar, daha önceki maçları kaybettiler, son iki maçı kazanarak hem kahraman olacaklar, hem de primi cebe indirecekler! Hem de bunu Mehmetçiğin bunca fedakárlık yaptığı günlerde yapacaklar! Ayrıca bir Fransa Cumhurbaşkanı’nın sözlerinden esinlenerek: "Futbol ne ki!" deyiveriyor:

1) Demek ki, paranın uzmanı primin her türlü meslekte, son performansa bakılarak değil, genel performansa bakılarak verildiğinin farkında değil. "Ortalama almak" kavramını dahi bilmiyor. Millilere son iki maçı kazandıkları/kazanacakları için değil, uzun ve cefalı bir süreç sonunda finale kalma başarısını gösterdikleri/gösterecekleri için prim verilecek.

Bence prim sadece bugünkü kadroya değil, Ersun Yanal da dahil olmak üzere bu işe başından beri emek vermiş herkese verilmeli.

2) Ayrıca paranın uzmanı özel yeteneğe dayanan ve bu özel yetenekleri sayesinde ücretin dışında, ekonomik dilde ifade edildiği üzere, rant da kazanan, genellikle spor ve temaşa sanatlarına dayanan mesleklerin hemen her ülkede olağanüstü katma-değer yarattıkları için yüksek prim aldıklarını bilmez mi?

Hollywood sinemasının ABD’de yarattığı olağanüstü katma değer, Türk futbolunun katma değeri milli ekonomilere ilave edilmiyor mu?

Kanallar futbol maçlarını yayınlamak için neden birbirlerini yiyorlar?

Bir okur yazmış. Mühendis olmak yerine keşke futbolcu olsaymış! Neden olmadın birader? O Allah vergisi özel yetenek, bende hiç olmadığı gibi, herhalde sende de yok da ondan!

* * *

Madem Mehmetçik (bedava) sınır beklerken futbolcular prim alamaz; Mehmetçik sınırda cefa çekerken, para uzmanı yaptığı program için, köşe yazarı yazdığı yazı için, genel müdür sıcak odasında ahkam kestiği için neden maaş alıyor ki!

Almasınlar efendim, vatan ancak böyle kurtulur!
Yazının Devamını Oku

Türkiye ne yapmalı?

21 Kasım 2007
DÜNKÜ yazımda DTP’nin kapatılmasına karşı çıkanların DTP’nin kapatılmamasının PKK’nın siyasi uzantısı haline gelmesinin kabulü anlamına geleceğini de öngörmeleri ve hazmetmeleri gerektiğini belirttim. Ya DTP kapatılacak, PKK beter silahlanacak, ya da DTP kapatılmayacak ama PKK’nın federasyon taleplerini TBMM’de dile getirecek!

İki ucu da kirli değnekten ehveni yine de DTP’nin kapatılmamasıdır.

"DTP kapatılmasın ama PKK’nın terörist bir örgüt olduğunu kabul etsin" diye akıl yürütmek ise bence akıntıya beyhude kürek çekmektir. Her eşyanın bir de tabiatı vardır.

DTP, Erdoğan-Bush görüşmesi sonrası açık ve seçik bir şekilde PKK yandaşlığı/sempatizanlığından PKK’nın siyasi uzantısı olma durumuna geçmiştir.

Bu tavrın Ankara’da konuşulan "plan" ile alakası var mıdır?

Bence vardır ama bunu AKP iktidarının bir zaafı olarak görmek yanlıştır.

* * *

Şimdi soru şu:

Türkiye TBMM’de PKK politikalarını tartışmaya alışacak mı?

Bence; PKK politikalarını anlamsızlaştırmayı becerebilirse pekálá alışır! Ama nasıl?

* * *

1) Kısmi af çıkararak.

Bugüne dek silaha bulaşmamış PKK gençlerini kazanmak için mücadele verilirse PKK’nın altyapısı zayıflar.

2) Baykal’ın önerileri hayata geçirilerek.

Deniz Baykal’ın her türlü etnik tabandan Iraklı gençler için Türkiye’de yüksek eğitim olanağı sağlanmasına ve bölgede Türk TV’lerinin geniş çapta yayın yapmasına (bence sadece Türkçe değil, Arapça ve Kürtçe de yapılmalı) dair teklifleri bir an evvel hayata geçirilmelidir.

3) Bu köşede defalarca yazdığım gibi Türkiye Kuzey Irak’ın hasmı olmaktan imtina edip, Kuzey Irak’ın hamisi rolünü yüklenmelidir.

i) Kuzey Irak’la ekonomik işbirliği değil kınanacak bir faaliyet, özendirilecek bir faaliyet haline gelmelidir. Kuzey Irak’ta Batılı işletmelerden ziyade Güneydoğulu işletmeler teşvik edilmeli, Kuzey Irak’a yatırım yapacak büyük işletmelere de Güneydoğu’daki işletmelerle işbirliği yapmaları için teşvik verilmelidir. Kuzey Irak’ta Güneydoğulu işçilerin çalıştırılması da ayrıca teşvik edilmelidir.

ii) Kuzey Irak’ın petrol ihracatının Türkiye üzerinden yapılması için her türlü teknik ve lojistik tedbir alınmalıdır.

Ana hedef; Güneydoğu’da halen kişi başına ortalama 400 $ olan milli gelir ile Kuzey Irak’ta ortalama 2.000 $ olan/olacak milli geliri birleşik kaplar teorisine uygun olarak mümkün olduğunca eşitlemek olmalıdır!

4) ABD Irak’tan çekildiği anda Kuzey Iraklı Kürtler Sunni ve Şii Iraklıların ortak saldırı hedefi haline geleceklerdir.

i) Türkiye’nin Kuzey Irak’ın hamisi haline gelmesi bölgedeki Kürtlere garantörlük görevi görmelidir.

ii) Buna karşılık Kuzey Irak da Türkiye’ye, TSK uzmanlarının tarif edeceği şekilde, kendi topraklarında tampon bölge vermelidir.

Kuzey Irak’ın PKK’ya yataklık etmemesi, Türkiye’nin nokta vuruşlar yapması tabii ki beklenecektir ama esasen Türkiye kendi tampon bölgesini kendi kurmalıdır.

* * *

Kişisel kanım; yukarıda yazdıklarımın hayatiyet kazanması durumunda DTP milletvekillerinin siyasi taleplerinin Kürtler indinde büyük çapta anlamsızlaşacağıdır!
Yazının Devamını Oku

DTP akıllı oynuyor

20 Kasım 2007
ÖNCE bir hatırlatma:14 Kasım 2007 Çarşamba günü yazdığım "Yeni Roller mi Dağıtılıyor?" başlıklı yazımda aynen şöyle demiştim: "Bush görüşmesi ardından DTP’nin PKK sempatizanlığı/ yakınlığından sıyrılıp, açık ve seçik PKK politikalarını savunarak, resmen olmasa bile, fiilen PKK’nın siyasi uzantısı haline gelmesi bir tesadüf mü?

Kürt unsurların resmi ortamlarda federasyonu bu kadar pervasızca savunduğu başka bir dönem hatırlıyor musunuz?..."

Şöyle de bir senaryo çizmiştim:

"PKK’nın siyasallaşmasını, ’iki ayrı unsurdan oluşan demokratik cumhuriyetin’ siyasi zeminde tartışılmasını Türkiye’nin ne kadar hazmedeceği sınanacak, eğer hazım derecesi yeterli bulunursa ABD’nin denetlediği PKK unsurları terörden vazgeçecek."

* * *

20 Kasım 2007 tarihi itibarıyla resme baktığımızda ne görüyoruz?

1) Hükümetin sınır ötesi harekát yapma konusunda "kár politikası" adım adım uygulanmaktadır. Bundan sonra yapılacak bir harekát ancak ABD’nin denetleyemediği PKK unsurları üzerine olacaktır. Kanımca onlara indirilecek darbe de artık bölük pörçük olacaktır.

2) DTP’ye kapatılma davası açılmıştır.

3) PKK’nın açık siyasi uzantısı haline gelen DTP’nin kapatılmasını siyasi yorumcular genelde hukuken doğru, siyaseten ise yanlış bulmaktadırlar.

* * *

DTP’nin kapatılmasının yanlış olduğunu düşünenler, i) Avrupa önünde bir kez daha ayıplanacağımızı, ii) PKK’nın "silah tek çaredir" tezinin güçleneceğini, iii) parti mezarlığı haline gelen ülkemizde bir kez daha beyhude bir gayrete girileceğini söylemektedirler.

Bence üç tez de doğrudur.

Ancak, acaba kapatılmaya karşı çıkanlar:

DTP’nin kapatılmamasının PKK’nın siyasi uzantısı haline gelmesinin kabulü anlamına geleceğini öngörebiliyorlar mı?

Bu durumu hazmedebilecekler mi?

* * *

Nedense zihinlerimiz Kürtlerin hep basit ve tek değişkenliği düşündüğünü varsayar:

"22 Temmuz’da Güneydoğu’da gerileyen PKK, halka siyasetin çare olmadığını göstermek istiyor!"

Bence mesele bu kadar basit değil:

Şu anda DTP "win-win" (kazan-kazan) stratejisi uyguluyor ve çok değişkenli oynuyor.

Kapatılsa da kazanacak, kapatılmasa da kazanacak!

Kapatılırsa klasik mazlumu oynayarak kıyamet koparacak.

Kapatılmazsa PKK tezlerini TBMM’de açıkça ifade ederek kıyamet koparacak.

Her iki halde de hedef kıyamet kopararak Türkiye’yi ve dünyayı her geçen gün "iki ayrı milli unsurdan oluşan demokratik cumhuriyet" tezine alıştırmaktır.

* * *

DTP’yi terörü (PKK) lanetleyerek siyaset yapmaya davet etmek, bir canlıdan kafası koparıldıktan sonra vücudunun hareket etmeye devam etmesini beklemekle aynı anlamı taşır!

Kimse beni yanlış anlamasın.

Bölünme veya federasyon tezlerine rıza gösterelim demiyorum. Asla!

Ancak, bu tezleri her durumda daha fazla duymaya hazır olalım!

Yarın aklımca Türkiye’nin ne yapması gerektiğini tartışacağım.
Yazının Devamını Oku

Malezyalaşmanın neresindeyiz?

18 Kasım 2007
LEFKE Avrupa Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Ali Rıza Büyükuslu Hocamız, Malezya’da katıldığı bir konferans sonrası yazdığı bir makaleyi bana yollamış. Çok önemli bir noktaya parmak bastığı için Ali Rıza Büyükuslu Hoca’nın makalesini özetleyerek takdim ediyorum:

* *Ê *

"Hatırlayacağınız üzere bir süre önce basının belirli bir bölümü laiklik tartışmasında Türkiye’yi birdenbire Malezya ile mukayese etmiş, Malezya’ya gönderdikleri gazeteciler ile tartışmayı ’Türkiye, Malezya olur mu?’ boyutuna indirgemişlerdi.

Geçtiğimiz hafta ben de Malezya’da düzenlenen ve Malezya Milli Yüksek Eğitim Bakanlığı himayeleri ve aynı zamanda Uluslararası Üniversiteler Birliği-BM/UNESCO oganizasyonu ile gerçekleşen ’Küresel Yüksek Öğretim Forumu-2007’ye Türkiye ve KKTC’yi temsilen davetli misafir olarak katıldım.

* *Ê *

Benim açımdan önemli olan Türkiye’nin bilim, teknoloji ve eğitim alanında ve küresel ölçekte Malezya ile mukayesesidir. Bugün itibarıyla Malezya’da 25 milyon nüfus yaşamaktadır. Bunun % 57’si Malezya (Malays) olup, diğer etnik grupları Çinliler ve Hintliler oluşturmaktadırlar. Malezya ekonomisinin ağırlığı imalat sanayiidir.

Elektrik
ve elektronik sektöründe gösterdikleri performans yüksek teknoloji alanında devam etmekle birlikte turizm, petrol ve lastik endüstrisi de önemli ölçüde ekonomik katmadeğer ve istihdam yaratmaktadır.

Devlet politikası haline getirilen yüksek öğretim alanı ise Malezya’da yeni gelişen bir ekonomik sektör olarak tanımlanmaktadır.

Yüksek öğretim Malezya’nın kalkınma, büyüme, teknoloji, üretim, inovasyon ve istihdam stratejileri içinde önemli yer işgal etmektedir.

* *Ê *

Toplantıya katılan UNESCO yetkililerinin OECD verilerine dayanarak verdiği istatistiğe göre bugün itibarıyla dünyada 132 milyon üniversite öğrencisi global bazda eğitim görüyor ve 300 milyar dolarlık bir pazar yaratıyor. 2.7 milyon öğrenci kendi ülkeleri dışında bir ülkede eğitim görüyor. Bu rakamın içinde % 70 ile Asya ve % 12 ile Afrika ülkelerinin öğrencileri önemli bir yer kapsıyorlar. Pazarın yaklaşık % 41’ini Amerika, İngiltere, Avustralya gibi ülkeler ellerinde tutuyorlar. Son yıllarda Avrupa, Japonya, Yeni Zelanda, Singapur ve Malezya yükselen değerler olarak ortaya çıkıyorlar, yüksek öğretim pazarı içindeki yerlerini almaya başlıyorlar.

* *Ê *

Şimdi sıkı durun! 2007 yılı itibarıyla Malezya’da öğrenim gören yabancı üniversite öğrencisi sayısı 60.000! Bu rakamın yeni uygulanan devlet politikası ve desteği sayesinde 100.000’e çıkarılması hedefleniyor. Üstelik bunu sadece 20 devlet ve 27 özel üniversite ile 4 adet yurtdışından gelen üniversitelerin açmış olduğu kampuslar ile gerçekleştiriyorlar.

O halde mesele şu: 25 milyonluk Malezya, 50 civarındaki üniversite kapasitesiyle 60.000 yabancı öğrenciyi ülkelerine çekme ve küresel ölçüde bir başarı gösterirken 72 milyonluk Türkiye’nin yakın bir zamanda 150’lere ulaşması beklenen üniversite sayısıyla sadece 2000 yabancı öğrenciye ev sahipliği yaptığı gerçeği karşısında ’siyasi ve politik alanda Malezyalaşmanın neresindeyiz?’ sorusunun çok da anlamı var mı?

* *Ê *

Malezya üzerinden yapılan içe dönük siyasal hesaplaşmaların ötesinde Malezya’nın yukarıda ifade ettiğimiz ekonomik sektörler, yüksek öğretim ve mesleki eğitimde sahip olduğu vizyon ve kat ettiği mesafeyi tartışmamız gerekmiyor mu?

Bilimde, teknolojide, yaratıcı düşünce ve inovasyona dayalı markalaşma sürecinde Malezyalaşmanın neresindeyiz sorusunu kendimize sormamız gerekmiyor mu?"
Yazının Devamını Oku

DP’de neler oluyor?

15 Kasım 2007
MERKEZ sağ, tarihinde yaşadığı ve hatta yaşayabileceği en büyük rezaleti 22 Temmuz seçimleri öncesi ve sonrası DP çatısı altında yaşamıştır. Mehmet Ağar ve birkaç arkadaşı önce ANAP ile birleşmeye yan çizmişler, hakkında akçeli şaibeler çıkan bir liste hazırlayarak yetkinliği çok tartışmalı milletvekili adayları tespit etmişler ve en önemlisi partinin kasasından bugüne dek hesabını veremedikleri bazı harcamalar yapmışlardır.

Şahsım adına 06.06.2007 ve 18.07 2007 tarihlerinde Mehmet Ağar’a bazı ağır sorular sordum ama bugüne dek cevap almak mümkün olmadı.

* * *

Bir yeni örnek; 1 trilyon 653 milyar TL (1 milyon 653 bin YTL) ödenerek yaptırılan kamuoyu araştırmaları ile ilgili raporları bugüne dek gören olmadığı gibi bizzat ödemeyi yapan muhasip üye de raporları görmediğini, harcamayı genel başkan imzaladığı için imzaladığını GİK toplantısında bizzat ifade etmiştir.

Benzer şekilde anormal seviyede yüksek reklam, temsil ve bayrak-flama giderleri de ne detaylandırılmış, ne de doğru dürüst belgelendirilmiştir.

Millet de DP’nin biletini seçimlerde kesmiş ve gereken cezayı vermiştir. Seçim gecesi Mehmet Ağar istifa etmiştir ama bilmem kaçıncı rezalet olarak hálá genel başkandır!

Daha önce ANAP’ta uygulandığı gibi hesapları bağımsız deneticilerin incelemesi teklifi ise aradan geçen bunca zamana rağmen ısrarla savsaklanmaktadır.

Bütün bunları merkez sağa yaşatan Mehmet Ağar ve arkadaşları hálá görev başındadır!

* * *

DP 16-17 Kasım 2007 günleri Olağanüstü Kongre’ye gidecektir. Ama görünen odur ki Mehmet Ağar bu kongreyi iptal edip 14 Mayıs 2008’de yapılacak Olağan Kongre’ye dek seçim gecesi kendi iradesiyle bıraktığı genel başkanlık koltuğunu tutmak arzusundadır.

Neden?

Zira, Olağanüstü Kongre’yi yönlendiremeyeceğini, denetimi dışında yeni bir yönetimin oluşma ihtimalinin yüksek olduğunu görmüştür de ondan!

Kimsenin aday olmak istemediği zihinlere işlenirken birdenbire ortaya tabanın önemli bir bölümü tarafından desteklenen genç ve dinamik pırıl pırıl bir genel başkan adayı çıkmıştır:

Süleyman Soylu!

Herhalde, şimdi de Mehmet Ağar merkez sağda II. Süleyman döneminin başlamasından ürkmektedir. O zaman hesaplar orta yerlere dökülecektir.

* * *

1969 yılında İstanbul’da doğan Süleyman Soylu, İstanbul Üniversitesi İşletme Fakültesi mezunudur. Süleyman Soylu, siyasal yaşamına 1987 yılında DYP İstanbul İl Gençlik Kolları’nda başlamıştır. Ailesi DP geleneğinden gelen ve bu kültürün içinde yetiştirilen Süleyman Soylu, 1987-1990 yılları arasında, DYP İstanbul İl Gençlik Kolları’nda Yönetim Kurulu üyeliği ve teşkilat başkanlığı görevini üstlenmiş, 1995 yılında ise DYP Gaziosmanpaşa’da yönetim kurulu üyeliğine seçilmiştir.

17 Temmuz 1995 tarihinde yapılan seçimler neticesinde, 26 yaşında Türkiye’nin en genç ilçe başkanı olmuş, 1999 yılında yapılan DYP İstanbul Kongresi’nde ise 30 yaşında İstanbul İl Başkanı olarak seçilmiştir. 3.5 yıl boyunca sürdürdüğü İstanbul İl Başkanlığı görevinden, 2002 genel seçimlerinde aday olmak için ayrılmıştır.

* * *

Yine cevap vermeyecek ama ben yine de Mehmet Ağar’a soruyorum:

Kendinizin aday olmadığınızı söylüyorsunuz...

O halde, 38 yaşında pırıl pırıl bir gençten neden bu kadar çekiniyorsunuz?

16 Kasım günü DP Olağanüstü Kongresi yapılmazsa şaibeler misliyle artacaktır!

Not: Bu yazı yazıldıktan sonra beklendiği gibi kongre ertelenmiştir.
Yazının Devamını Oku

Yeni roller mi dağıtılıyor?

14 Kasım 2007
ÖNCE bazı saptamaları ve aklıma takılan soruları alt alta sıralayalım: 1) Erdoğan-Bush görüşmesinden çıkan en somut netice "anında istihbarat". ABD gösterecek, Türkiye vuracak! Sınırlı harekát ile ilgili toplantıdan çıkan somut hiçbir şey yok. Üstelik, Genelkurmay Başkanı’na göre istihbarat paylaşımı da halen başlamadı.

İstihbarat paylaşımını bir dostluk göstergesi olarak kabul edebileceğimiz gibi "Ancak benim müsaade ettiğim kadar vurabilirsin!" şeklinde de anlamak mümkün. Daha önce yazdığım gibi müttefikin "ortak düşman" hakkında eskiden neden istihbarat vermediği de sorgulanabilir.

2) PKK "ortak düşman" ama ABD PJAK ile İran’da birlikte hareket ediyor. PJAK adına çalışan bazı teröristler ise Türkiye kökenli.

Aynı dağlarda, aynı kamplarda birlikte yaşayan PKK ile PJAK’ı ABD nasıl ayırt edecek?

3) CHP "Irak meselesi"nde aniden muazzam yumuşak ve akıl dolu öneriler üretmeye başladı. Sınır ötesi harekát konusunda ise hükümeti hemen hiç sıkıştırmıyor. Bu ani politika değişiminin Bush görüşmesi sonrasına rast gelmesi sadece bir tesadüf mü?

4) Bush görüşmesi ardından DTP’nin PKK sempatizanlığı/yakınlığından sıyrılıp, açık ve seçik PKK polikalarını savunarak, resmen olmasa bile, fiilen PKK’nın siyasi uzantısı haline gelmesi de bir tesadüf mü?

Kürt unsurların resmi ortamlarda federasyonu bu kadar pervasızca savunduğu başka bir dönem hatırlıyor musunuz?

* * *

Bazı gazeteciler DTP’deki sertleşmeyi ve bu sertleşmeye verilen resmi/gayri resmi tepkileri bir araya koyunca Apo’nun DTP’yi kapattırmak için gayret sarf ettiğini, zira PKK’nın siyasallaşmasını istemediğini düşünüyorlar.

Düşüncelerinde hiçbir mantık eksikliği yok. Ama...

Bütün bu saptamaları ve soruların olası cevaplarını bir araya koyunca insanın aklına başka bir pazarlık da geliyor:

1) PKK’nın siyasallaşmasını, "iki ayrı unsurdan oluşan demokratik cumhuriyetin" siyasi zeminde tartışılmasını Türkiye’nin ne kadar hazmedeceği sınanacak, eğer hazım derecesi yeterli bulunursa ABD’nin denetlediği PKK unsurları terörden vazgeçecek.

2) ABD’nin denetimini yitirdiği, hatta başka ülkelerin denetimi altına giren PKK unsurları ise mümkün olduğunca ortak vurulacak.

3) Ana muhalefetin desteği ile hükümet Kuzey Irak’a karşı yeni ve sıcak bir yaklaşım sergileyecek. ABD, nihayet Kuzey Irak’ı Türkiye’ye emanet edebilecek duruma gelecek.

* * *

İşin özü; PKK kendi ayrımcı politikalarını ne kadar siyasileştirebilirse terörden o oranda uzaklaşacak!

* * *

Bütün bunların dışında ama hemen dibinde:

Şimon Peres ve Mahmud Abbas dün Ankara’da el sıkışarak "İsrail-Filistin meselesi"nin çözümünde Türkiye ile ABD’nin birlikte durduklarını bütün dünyaya gösterdiler.

Ancak, Türkiye’nin Hamas ve İran meselelerinde duruşu hálá buğulu ve ABD ile İsrail’i memnun edecek yönde değil.

Bana öyle geliyor ki, yukarıda takdim ettiğim üç ayaklı pazarlığın hayata geçirilmesi için Türkiye’nin, PKK’nın siyasallaşmasını hazım gücü kadar, önemle "İran meselesi"nde açık ve net ABD’den yana tavır alması da bekleniyor.

* * *

T.C. Hükümeti’nin İran konusunda nasıl bir tavır belirleyeceği ve ABD ile yapılan pazarlıkla ilgili olarak TSK’yı ne kadar ikna edebileceği yakında anlaşılır!
Yazının Devamını Oku

Baykal’ın açılımı çok önemlidir

13 Kasım 2007
DENİZ Baykal’ı geçen hafta TV’de dinlerken önce "Acaba söylenenleri yanlış mı anlıyorum!" diyerek tüm dikkatimi televizyona verdim. Sonra da, herhalde liberallerin bir kısmı AKP’li olunca Deniz Baykal liberal kanatta doğan boşluğu doldurmaya çalışıyor, diye düşündüm!

Şaka bir yana, Deniz Baykal’ın geçen hafta "Irak meselesi"ne getirdiği çözüm önerileri çok ama çok önemlidir ve hükümet için hemen üzerine atlanması gereken bir pakettir.

Baykal’ın önerileri herkes gibi beni de şaşırtmıştır, zira liberal ve sıcak önerilerin şahin bir partiden gelmesi çok ilginçtir.

Harekáta soğuk bakan ve Kuzey Irak’ta "kar politikası" uygulayan iktidar için de rahatlatıcı olduğu kadar yol göstericidir.

Hükümet harekátı soğutmak için elinden geleni yapmaktadır ama Kuzey Irak’a nasıl bir yaklaşım göstereceği de meçhuldür. Zira, ne yapması gerektiğini kendisi de bilmemektedir. Hele hele, Cemil Çiçek’in ekonomik ambargonun sadece Barzani’nin ticaretine engel olacağını söylemesi Kuzey Irak ile kurulmuş tek doğru işleyen mekanizmaya, ekonomik ilişkilere büyük darbe vurmuştur.

Hükümet Kuzey Irak ile ilişkilerde kendi ayağına kurşun sıkmıştı.

Şimdi CHP lideri bu açılımı ile hükümetin üzerinden büyük bir yükü kaldırıyor.

* * *

Her şeyin üzerinde Deniz Baykal’ın önerileri doğrudur, uzun vadeli neticeler vermeye açıktır, ayrıca insani özellikleri nedeni ile dünyada Türkiye’ye olumlu bir imaj getirecektir.

Benim açımdan önerilerin en büyük özelliği Türkiye’ye Ortadoğu’da kucaklayıcı bir emperyal rol/ağabeylik biçmesidir.

* * *

Baykal haklıdır, eğer Türkiye Irak’ta her türlü etnik gruptan gence yüksek eğitim olanağı sağlarsa bu gençlere sadece birer meslek kazandırmış olmaz, onları evrensel değerler ile mecz edebilir ve en önemlisi kendisine binlerce elçi kazanabilir.

Hatırlayın, hepimiz geriye baktığımızda en mutlu günlerimizi okul günlerinde buluruz. Dimağlarının her gördüğünü yuttuğu ve beynine nakşettiği bir dönemde Türkiye’de yetişecek gençler ileride Kuzey’i ile Güney’i ile Irak’ta etkin görevlere geldiklerinde içleri Türkiye sevgisi ile dolu olacak, Türkiye’deki arkadaşları ile yakın ilişkide bulunacaklardır.

Fethullah Gülen okullarının benim indimde en büyük özelliği işte bu pozitif ilişkiyi Türkiye’de herkesten önce görmüş olmaları ve dünyanın her bir yerinde bıkmadan üşenmeden binlerce Türkiye elçisi yetiştirmeleridir.

* * *

Deniz Baykal’ın önerileri arasında dikkatimi çeken ikinci teklif Türkiye kaynaklı TV yayınlarının tüm bölgede yaygınlaştırılmasıdır.

ABD’nin en büyük ihracat kalemlerinden birisi Hollywood sinemasıdır. Ancak, bu kalem sadece bir gelir kaynağı değil aynı zamanda ABD’nin emperyal değerlerinin en önemli taşıyıcısıdır. Global dünyada değerlerin, modanın, zevk ve beğenilerin, hayal ve özentilerin neredeyse hep ABD kaynaklı olmasında en büyük etken Hollywood sinemasıdır.

Türkiye büyük bir seferberliğe girişip tüm Ortadoğu coğrafyasını Türk televizyonlarını seyredebilecek teknik donanımla kaplamalıdır.

Ayrıca, yayınlar sadece Türkçe olmamalıdır. Türk filmleri, dizileri, eğlence programları ve önemle haberleri Kürtçe ve Arapça da yayınlanırsa Türkiye değerleri ile bezenecek insan sayısı mislisi ile katlanır. TV yayınları sadece Türkçe öğrenimini teşvik etmemeli, Türkiye’nin özenilecek farkını bölgedeki tüm nüfusun dikkat ve bilgisine sunmalıdır.

* * *

Deniz Baykal’a çok teşekkür ediyorum.
Yazının Devamını Oku

Cumhurbaşkanlığı’nın cevabına cevabımdır

11 Kasım 2007
BU köşede 21 Ekim ve 6 Kasım tarihlerinde Cumhurbaşkanlığı bütçesi ile ilgili iki adet eleştiri yazısı yer aldı. Cumhurbaşkanlığı’ndan gelen cevabı da aynen 8 Kasım’da yayınladım. Bugün de kendi cevap hakkımı kullanıyorum.

* * *

Bugün önce bana gönderilen mektupta yer alan rakamları irdeleyeceğim, sonra 3 soru soracağım.

Mektuba göre 14 yıl hiçbir tadilat yapılmayan Cumhurbaşkanlığı makamına ait binalara 2008 yılı için tüm yatırım ödeneği olarak 18.7 milyon YTL ayrılmış.

Şimdi hep beraber mektupta verilen detaylı rakamları ABD Doları’na çevirelim ve meblağların satın alma gücü hakkında hayali bir simülasyon yapalım.

Toplam rakam (18.7 milyon YTL) takriben 16 milyon $’dır.

* * *

1) "GAP uçağının rutin esaslı revizyonu (2.5 milyonu -2.13 milyon $- 2007 yılındaki masraf): 3.150.000 YTL" -2.69 milyon $-

- Bu rakam üzerine bir şey söyleyemeyeceğim. İşi uzmanlara bırakıyorum.

2) "i) Ankara ve İstanbul’daki hizmet binalarının onarımı: 3.745.000 YTL -3.2 milyon $-

ii) Pembe Köşk ve Camlı Köşk’ün onarımları: 3.000.000 YTL" -2.54 milyon $-

- Toplam onarım rakamı 3.20+2.54=5.74 milyon $. Yeni yapılacak kaliteli bir inşaatın maliyet bedeli takriben 500 $/M2’dir. Demek ki, onarım bütçesi ile 11.480 M2 yeni inşaat yapılabilir. Her bir daireyi bol bol 200 M2 kabul edersek; bu parayla, toprak bedeli hariç, 57 daireli bir site inşa edilebilir.

3) "İş göremez durumdaki makine-teçhizatın onarımı ve otomasyon sistemi ve güvenliğe yönelik tesisat alımı: 2.175.000 YTL" -1.86 milyon $-

- Cümle çok genel tabirler kullandığı için fazla bir hayal kurulamıyor. Ancak, Cumhurbaşkanlığı’nda çok kıymetli makine-teçhizat-tesisat kullanıldığını varsayarsak ve bunların ortalama değerinin 5000 $ olduğunu kabul edersek, Cumhurbaşkanlığı’na bu bütçe ile 372 adet çok kıymetli makine-teçhizat-tesisat alınabileceği ortaya çıkıyor.

4) "Tüm hizmet binalarımızın tefrişi ve demirbaş alımı: 1.500.000 YTL" -1.28 milyon $-

- Bu cümleden de pek bir şey anlaşılmıyor. Ama tefriş ve demirbaş için alınacak eşyanın ortalama değeri 1000 $ kabul edilirse 1280 adet, 2000 $ kabul edilirse binalara 640 adet yeni eşya alınabileceği düşünülebilir.

5) "Ekonomik ömrünü tamamlamış ve hizmet göremez taşıtların yerine yeni taşıt alımı: 4.150.000 YTL" -3.5 milyon $-

- Arabaların ortalama değerini bol bol 25.000 $ kabul edersek ortaya 140 arabalık yeni bir filo çıkıyor.

6) "Bilgisayar yazılım ve donanımı: 875.000 YTL" -747.000 $-

- Bu rakam da adedi 1500 $’dan 500 adet dizüstü bilgisayar ediyor.

* * *

Ayrıca mektup benim 2 yazımda yer alan 3 konuya hiç değinmiyor.

1) Cumhurbaşkanlığı bütçesindeki toplam artış % 64 mü, değil mi?

2) "Abdullah Gül, nikáhın ardından yapılan takı sayımından sonra takıların 200 bin YTL’lik bölümünü şehit ailelerine vermeye karar verdi." (Hürriyet-16 Ekim)

Bugüne dek bu bağış neden yapılmadı?

3) Bütün bu masraflar gerekli olsa bile bir yıl içinde yapılması şart mıdır? Bir program dahilinde masraflar, örneğin 3 yıla dağıtılamaz mıydı?

* * *

Keşke "kulaktan dolma" hazırladığım bu 3 soruya da gönderilen mektupta resmi ağızdan "doğru cevapları" verilseydi!
Yazının Devamını Oku