Cüneyt Ülsever

’367 Hüsamettin!’

6 Aralık 2007
SİZ onu Süleyman Demirel’in yasaklı günlerinden beri "Emanetçi Hüsamettin" olarak bilirsiniz. Ben kendisini geçen nisandan beri "367 Hüsamettin" olarak anmayı tercih ediyorum. Hatırlayın, erken genel seçime yol açan "cumhurbaşkanlığı seçimi" sürecinde şimdi cumhurbaşkanı olan Abdullah Gül’ü cumhurbaşkanı yapmamak için demokrasi ayaklar altına alınmış, "367 formülü" uydurulmuş, bugün emrine girdiği Gül cumhurbaşkanı olmasın diye TSK muhtıralar hazırlamıştı.

O tarihlerde; zamanında demokrasi lehine yaptığı cesur çıkışlarla gönüllerde taht kurmuş Hüsamettin Cindoruk da şanlı geçmişine 73 yaşında büyük darbe vurmuş ve kanal kanal dolaşarak "TBMM’nin cumhurbaşkanı seçebilmek için 367 üye ile toplanması gerekir" şeklinde ifade edilen ucubeye destek çıkmıştı.

Benim için Hüsamettin Cindoruk o gün bitti. "Emanetçi" veya "demokrat" rütbeleri benim indimde silindi, "367 Hüsamettin" payesini aldı.

DP (DYP) de 27 Nisan 2006 günü Mehmet Ağar’ın liderliğinde ve "367 Hüsamettin"in görüşleri çerçevesinde oylamayı iptal ettirmek üzere milli iradenin önüne geçmeye kalkmış ve Meclis’i boşaltmıştı. Milli irade de Mehmet Ağar’a 22 Temmuz’da dersini verdi!

Şimdi de "367 Hüsamettin" Mehmet Ağar’ın emanetçiliğine soyunuyor!

* * *

Nereden nereye geldik?

22 Temmuz gecesi milletten tokadı yiyince Mehmet Ağar görünürde istifa etti ama meğerse gerçekte etmemişti, sadece milletle alay etmişti.

Sonradan anlaşıldı ki, seçim öncesi partinin kasası boşaltılmış, milletvekili adayları ile ilgili şaibeler almış başını yürümüş, Mehmet Ağar bunun için partiyi bırakamazmış.

Bu arada 17-18 Kasım 2007 günleri Olağanüstü Kongre’ye gitme kararı alındı. Ancak, bu tarihe dek Mehmet Ağar kendisine emanetçi bulamadı, tabandan gelecek yeni genel başkanın da hesap sorma ihtimali kendisini ürküttü.

Beklendiği gibi, kendi istifasını iptal etiği gibi, Olağanüstü Kongre’yi de iptal etti, 14 Mayıs 2008’de Olağan Kongre yapma kararı aldı.

Ancak, arada geçen sürede tabanda Olağanüstü Kongre için gerekli imza toparlandı, bunun üzerine Mehmet Ağar yeni bir hamle ile yine kontrolü ele geçirmeye kalktı.

Bu sefer de 6 Ocak 2008’de tekrar Olağanüstü Kongre yapmaya karar verdi!

* * *

Hüsamettin Cindoruk’u emanetçi başkan seçecek, bu arada GİK’i istediği şekilde yeniden şekillendirerek mahalle, ilçe, il kongrelerini kendi denetimi altına alarak, Mayıs 2008’e yetişmese bile, 2008’in sonbaharında veya yerel seçimler sonrası kendini yeniden genel başkan seçecek Olağan Kongre’yi yapacaktı.

Bu arada Cindoruk, yeni GİK ile kuşatılacağını önceden görmüş, cinlik ederek; "GİK sadece genel başkan seçmek üzere olağanüstü kongre kararı alırsa aday olurum", demişti. Ağar "Tamamdır abi!" dedi ama o daha da cin çıkarak GİK’de ağırlığını koydu ve 6 Ocak’daki kongreye GİK seçimini de koydurdu.

Herhalde, "Ben nasıl olsa Cin abimi ikna ederim!", diye düşünüyordu.

* * *

Şimdi soru şu:

367 Hüsamettin bu ikinci zokayı da yutacak mı, yoksa yutmayacak mı?

"Nasıl olsa, ben prensiplerimi geçen nisan ayında ayaklar altına aldım, bir kez daha bozsam ne yazar!" diyecek mi, demeyecek mi?

Eğer Cindoruk zokayı yutarsa; DP (DYP) delegesi "367 Hüsamettin"e destek verip zaten ağır yaralı partiyi bu kez de gömme kararı mı alacaklar, yoksa emanetçiyi bir kenara itip yeni bir nefes arayışına mı girecekler?
Yazının Devamını Oku

İslamcı takıyyecilik

5 Aralık 2007
TARHAN Erdem’in "türban" ile ilgili araştırması Milliyet Gazetesi’nde yayınlanmaya başladığı gün "İslamcı yazarların" araştırmaya çamur atacaklarını tahmin etmiştim. Ama birisinin Erdem’den şikáyetini gazetenin patronu Aydın Doğan’a kadar taşıyacağını tahmin edememiştim. Bu mantığa göre birileri de onun yazdıklarını beğenmedikleri zaman kendisini Abdullah Gül’e şikáyet etmeliler!

* * *

Bu köşeyi okuyanlar bilirler. Ben "türban"la ilgili hiçbir rahatsızlık taşımıyorum. Türbanlı öğrencilerin üniversitede okuma hakkını savunuyorum. Hatta siyasi sembol olması da beni rahatsız etmiyor. Sadece yalana başvurularak bunun inkár edilmesinden rahatsızım.

Beni esasen ilgilendiren; bazı türbanlıların da en az bazı türbansızlar kadar maddiyatçı çıkmaları, doymak tükenmek bilmeyen ve zaman zaman sakil bir görüntü arz eden dünya malına olan düşkünlükleridir.

* * *

Samimi ve içten bir Müslüman Tarhan Erdem’in araştırmasında sunulan ve başını örten kadınların sayısında artış olduğunu gösteren rakamlardan sadece mutluluk duyar.

Bir inanır inancı çerçevesinde propaganda yapmayı, inancına insan kazanmayı, inancının genişlemesine katkıda bulunmayı hem görev, hem de gurur vesilesi sayar.

Ama bizde garabet bir durum var:

İslami inanca göre başını örten kadın sayısı arttıkça dini hassasiyetleri yüksek kişilerin sevinçlerinin de artması beklenirken bizim İslamcı yazarlar bu duruma üzülüyorlar!

Hemen araştırmayı yapan kişiye çamur atmaya, aksi sonuçlar bulan araştırmalara atıfta bulunarak işi sulandırmaya çalışıyorlar!

Neden?

Bizim takıyyeciler, bir yandan başı örtülü insanlara sahip çıkarmış gibi yaparken, öte yanda "eğer türbanlı insanların sayısında açık bir artış olursa, TSK bu duruma çok kızar!" diye düşünerek ürküyorlar.

"İktidarın nimetlerinden ne güzel faydalanıyoruz, suyu bulandırmanın ne álemi var!"

* * *

Bunlar bir siyasi sembol olarak kullanılan "türban"ı da sözüm ona "başörtüsü" ile eş tutarlar ama daha "Arada hiçbir fark olmadığını göstermek için ben artık başımı türban şeklinde değil, normal bir başörtüsü şeklinde bağlayacağım" diyen bir İslamcı kadın yazar veya yazar eşi çıkmamıştır.

Kusura bakılmasın ama benzer bir takıyyeyi Tarhan Erdem’in araştırmasında denek olan türbanlılar da yapmışlar.

* * *

Araştırmaya göre başını örtenler son 4 yılda yüzde 64.2’den yüzde 69.4’e çıkarak %8 artmış. Bence muhafazakárlık dünyada yükselirken İslamcı bir geçmişten gelen bir hükümet ile yönetilen ülkemizde de muhafazakárlığın artışında herhangi bir garabet yok.

Bence garabet türban takanların sayısının "4 misli" artmasında!

Daha ötesi, esas garabet araştırmada "türban kullananların başörtüsü yerine neden türbanı tercih ettikleri" sorulduğunda, %68’inin "İslam’ın emrine uyduklarını" beyan etmeleridir.

Bu cevap takıyyenin bizzat kendisidir, zira Kuran’da "Başörtüsü yerine türbanı tercih ediniz" diye emreden bir ayet olmadığını bilmek için Müslüman olmaya bile gerek yoktur.

* * *

Takıyyenin ortaklaşa yapılması (%68) beni başörtüsü yerine ısrarla türban kullanılmasının dini inançtan çok siyasi amaçla yapıldığına ve bal gibi siyasi sembol olarak kullanıldığına bir kez daha ikna etmiştir.
Yazının Devamını Oku

Sınır ötesi harekát

4 Aralık 2007
28 Kasım’da askere yetki verilmesinin ardından 1 Aralık 2007 Cumartesi günü sınırda yapılan askeri harekátın "sınır ötesi harekát" olup olmadığı konusunda görüşler ve dolayısıyla kafalar karışık. Türkiye’de, önemle kendilerini hükümeti savunmaya adamış yazarlara göre:

"Diplomatik zemin hazırlandı ve ABD’nin verdiği bilgi akışı doğrultusunda ilk harekát gerçekleşti. Türkiye, bir maceraya sürüklenmeden, nokta operasyonlarına başladı. Bu sevindirici gelişmenin yanı sıra, can sıkıcı olaylar yok değil..." (Sabah-03.12.07)

Günlerdir sınır ötesi harekátın yapılacağını duyuran TV kanalları ise "haklı çıktıklarını" gururla vurguluyorlar.

Yabancı basına göz atınca ise bambaşka bir havayla karşılaşıyorsunuz.

New York Times, Washington Post gibi ciddi gazetelere göre cumartesi günü olanların daha önce yapılanlardan pek bir farkı yok.

Türk gazetelerinde pek yer almıyor ama yabancı gazeteler Irak kaynaklarının "bir baskının söz konusu olmadığını", "topçu ateşi yapılmadığını", ölüm olaylarının ise "hiç gerçekleşmediğini" söylediklerini aktarıyorlar.

Savaşlarda herkes kendi tarihini yazar ama değişik ve bağımsız Batılı medya ortamlarının ısrarla "sınır ötesi harekát" olmadığını iddia etmeleri ilginç!

* * *

"Sınır ötesi harekátın" yapılacağını ısrarla söyleyen ve haklı çıktıkları için gurur duyan TV kanalları, "kışın operasyon yapılamaz" diyen "sivil paşalar" ile de açık dalga geçiyorlar.

Ancak, Washington Post Gazetesi’ne göre bölgede görev yapan bir "askeri komutan" da "sivil paşalar" ile aynı fikirde!

"Güneydoğu’da görevli kıdemli bir komutan, Reuters’e sınırdaki hava koşullarının geniş çaplı kara harekátı yapmaya müsait olmadığını söyledi."

(Gazeteye göre komutan aynen diyor ki:) "Kış koşulları geniş çaplı bir kara harekátına müsaade etmiyor. Gelecekteki operasyonlar bir ihtimal hava harekátı ve topçu atışları ile sınırlı olacaktır." ("Türkiye, askerin Irak’ta hareket etme hakkını yeniden vurguladı"-Washington Post-02.12.2007)

* * *

Belli ki, TSK’nın Batı basınını ikna etmek için daha detaylı bilgi vermesi gerekiyor. Örneğin, Türk basınında "30 PKK’lının öldürüldüğü" ilan edilirken Batı basınında yer alan ölü olmadığına dair iddialar muhakkak çürütülmeli.

* * *

Benim derdim; Güneydoğu’da görevli Türk komutanın Reuters’e açıkladığı gibi; gelen istihbarata göre kış koşullarında "sınırlı" hava harekátı yapan veya topçu ateşi açan TSK’yı eleştirmek değil.

Benim eleştirim, ısrarla yazmakta olduğum gibi, "kar politikası" güden veya güdenlere göz yuman veya güdenlerle ortak hareket eden siyasileredir.

2 Aralık tarihinde de yazdığım gibi ben zamanlamaya takmış durumdayım:

"1) 17 Ekim’de Meclis’ten hükümetçe alınan yetki ancak 47 gün sonra TSK’ya devrediliyor.

2) Halbuki, hükümet bir hafta içinde (17 Ekim-24 Ekim) Genelkurmay’a yazı yazıyor, Genelkurmay talepleriyle ilgili yollanan yazıya yine 1 haftada cevap veriyor (24 Ekim-1 Kasım). Ancak hükümet, bu cevaba dayanan yetkiyi TSK’ya vermek üzere tam 28 gün bekliyor (1 Kasım-28 Kasım).

3) Hükümet, TBMM’den aldığı yetkiyi 47 gün sonra TSK’ya devrederken en fazla zamanı 1 Kasım-28 Kasım arasında harcıyor (47 günün 28 günü!)"

Sorum basit: Neden bu kadar geç kalındı? Neden?
Yazının Devamını Oku

Yetki neden bu kadar gecikti?

2 Aralık 2007
BAŞBAKAN Recep Tayyip Erdoğan, 30 Kasım 2007 günü aynen diyor ki: "Şu anda tezkere kullanılması olayı... Biliyorsunuz 17 Ekim’de tezkereyi Meclis’ten aldık. Kararı aldık ve bu karar üzerine ayın 24’ünde ben Genelkurmayımıza, daha önce Genelkurmay Başkanımızın da açıkladığı gibi, talepleriyle alakalı yazı yazdım. Buna karşı 1 Kasım’da Genelkurmay Başkanlığımızdan talepleriyle ilgili yazı bana geldi. Ardından 28 Kasım günü bizler de Bakanlar Kurulu kararımızı aldık. Cumhurbaşkanımızın onayıyla şu anda sınır ötesi operasyona ilişkin Türk Silahlı Kuvvetlerimiz 28 Kasım itibariyle yetkilendirilmiştir."

* * *

Öte yandan, Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt çok önceleri, 12 Nisan 2007 tarihinde yaptığı toplantıda Türk Silahlı Kuvvetleri’nin PKK terörünün kaynağı olan Kuzey Irak’a operasyon yapmaya hazır olduğunu ilan etmişti. Büyükanıt böyle bir operasyonun Türkiye’ye fayda mı zarar mı getireceği sorusuna verdiği "Fayda sağlar" yanıtıyla net bir tavır koymuştu. Büyükanıt bu görüşü açıklarken hem "Ama hudut ötesi operasyon yapılması için bir siyasi kararın ortaya çıkması lazım" demekte, hem de "Türk Silahlı Kuvvetleri, yasal zeminde görev verildiğinde bu operasyonları yapma gücüne fazlasıyla sahiptir" şeklindeki sözleriyle bu konuda her türlü hazırlığın tamamlandığını belirtmekte idi.

* * *

Başbakan Erdoğan’ın yaptığı açıklama, bana aklımı karıştıran bir soru sorduruyor.

Ama, soruyu yazının sonunda sormadan önce şu saptamaları yapalım:

1) 17 Ekim’de Meclis’ten hükümetçe alınan yetki ancak 47 gün sonra TSK’ya devrediliyor.

2) Halbuki, hükümet bir hafta içinde (17 Ekim-24 Ekim) Genelkurmay’a yazı yazıyor, Genelkurmay talepleriyle ilgili yollanan yazıya yine 1 haftada cevap veriyor (24 Ekim-1 Kasım). Ancak, hükümet bu cevaba dayanan yetkiyi TSK’ya vermek üzere tam 28 gün bekliyor (1 Kasım-28 Kasım).

3) Hükümet, TBMM’den aldığı yetkiyi 47 gün sonra TSK’ya devrederken en fazla zamanı 1 Kasım-28 Kasım arasında harcıyor. (47 günün 28 günü!)

* * *

Şırnak’ta 7 Ekim’de 13 evladımızı şehit vermemizin ardından 56 gündür bekleniyor.

Bu arada siyasal platformda gerçekleşen en önemli olay nedir?

5 Kasım’da Başbakan’ın, ABD Başkanı’nı Washington DC’de ziyareti!

21 Ekim
’deki 2. hain saldırının ardından Başbakan, ABD’nin 72 saat istediğini, 72 saat geçtikten sonra "vuracağını" açıklamıştı. Sonra 5 Kasım’a dek beklemeyi tercih etti. Şimdi açıklamasından anlaşılıyor ki, TSK’yı da 28 Kasım’a dek bekletmiş!

Benim aklıma bu gecikmelerle ilgili 3 açıklama geliyor:

1) Başbakan, ABD’de aldığı sözlerin sonucunu görmek, diplomatik neticeler almak, ABD ile işbirliği yapmak için 5 Kasım ile 28 Kasım arasında bekledi.

2) Ancak geçen sürede, ABD’nin sözlerini tut(a)mayacağı, kimsenin artık yeni bir bahane bulamayacağı/savsaklamayı savunamayacağı şekilde ayan beyan ortaya çıktı ve bunun üzerine sorumluluk 28 Kasım’da TSK’ya devredildi.

3) Bu arada "oyalama taktiği" ile Kuzey Irak’ta "kar politikası" güdenler muratlarına erdiler, nihayet kar fırtınalarının bölgeyi devraldığı aralık ayına ulaştılar.

Artık önümüz kimsenin dağlarda operasyon yapamayacağı karakış!

* * *

Kar politikası ABD’nin Türkiye’ye yutturduğu yeni bir oyun mudur, yoksa politika ABD yönetimi ile Türk hükümeti arasında ortak mı saptanmıştır?

İşte benim aklımı karıştıran soru bu!
Yazının Devamını Oku

Yeni asalaklar (II): Türbanlı hanımların bürokrat beyleri

29 Kasım 2007
DÜN AKP iktidarında da "asalak bürokrasi"nin yok olmadığını, "başkasının parasını başkası için harcarken bir kısmını da kendisi için kullanan"ların sadece yer değiştirdiğini yazdım. Türbanlı bir hanımefendi ile beyinin Avrupa’da çok pahalı bir mağazadan beheri 100 Euro’dan 10 adet başörtüsü aldıktan sonra bağıra çağıra vitrindekini de indirtmeye kalkmalarının, bana eskiye oranla daha da çok battığını yazımın sonuna ekledim. Bugün duyduğum sıkıntının nedenlerini irdeleyeceğim!

Kimileri diyor ki "işte ılımlı İslam bu!" Hatta bazılarına göre bu alışveriş "modern mahrem"in en güzel göstergesi olabilir. Bilemem. Türbanlı hanımefendilerde son yıllarda nükseden doymak bilmeyen para harcama eğilimi, bana sadece basit bir sözü hatırlatıyor:

"Alavere dalavere, Kürt Memet nöbete!"

Muhafazakárlığını giyim kuşamıyla da ifade eden kesimde gözlemlediğim maddi zaaf, iki nedenle beni beter rahatsız ediyor:

* * *

1) Ekonomik itilmiş (alt sınıflar) ile sosyolojik kakılmışların (türbanlılar) temsilcisi olmak iddiasıyla iktidara gelen bir partinin pazarda 10 YTL’ye alınan türbandan aldığı oyu 100’er Euro’luk 10 adet türbana tahvil etmesi çok sakil bir durum. Yoksa, bir liberal olarak insanların kazandıkları helal parayı istedikleri gibi harcamalarına hiçbir itirazım olamaz. Tıpkı, Cumhurbaşkanı’nın düğününde takılan takıların yarısını şehit ailelerine verme mecburiyeti olmadığını düşündüğüm gibi! Ama, Cumhurbaşkanı önemli sayıda şehit verilmesinin ardından düğün yapmakta ısrarlı olursa ve bu durumu "Takıların yarısını şehit ailelerine vereceğim" sözü ile tevil etmeye kalkar ve sonra da bu sözünü kulak ardı ederse, 10 adet çok pahalı başörtüsü alan hanımda olduğum gibi, çok huzursuz olurum.

AKP iktidarının da gelir dağılımına, istihdama, gerçek gelirlerdeki artışlara bigane kaldığı bir dünyada fukaralığın/ezikliğin bu şekilde iğfal edilmesi bana batar.

Görünen odur ki; "türbanlılara herkesle eşit hak" iddiasıyla yola çıkılmış, ancak eski komünist George Orwell’in Rusya’da yaşanan rezaletleri gördükten sonra komünizmi yerden yere vurduğu romanında (Hayvanlar Çiftliği) yazdığına benzer bir şekilde eninde sonunda "bazı türbanlılara daha çok hak!" sözüne ulaşılmıştır.

* * *

2) Muhafazakárların asalaklığı bana etik boyutta da çok batıyor.

i) "Başkasının parasını başkası için harcarken bir kısmını da kendisi için kullanmak" kanunen suç olduğu gibi dinen de büyük günah!

Küçüklüğümden beri "kul hakkı yemenin" Allah indinde nasıl değerlendirildiğini, dini hassasiyetleri yüksek insanlardan dinlerim.

ii) Ayrıca çevremdeki müminler beni hep dünya malına fazla tamah etmemem yolunda uyarırlar. Gerçek Müslümanların maddi ihtiyaçların asgarisiyle yetinmek zorunda olduğunu vurgularlar. Dünya malından ne kadar uzak olunursa Allah’a o kadar yakın olunacağını vaaz ederler.

Kastım katiyen halis inananlar ve dahi parasını helal yolla kazanan dini hassasiyeti yüksek insanlar değil. Ama muhafazakár asalakları görünce;

"Áleme verir talkını, kendi yutar salkımı" demeden duramıyorum. Onların etraflarındakilere devamlı sordukları bir suali ben de onlara sormadan edemiyorum:

"Sizlerde hiç mi Allah korkusu yok?"

* * *

Türbanlı hanımların bürokrat beylerine son ve basit bir uyarım daha var:

Avrupa’da alışveriş yaparken, Türkçe de olsa, fazla bağırmayın.

Çok dikkat çekiyor!
Yazının Devamını Oku

Yeni asalaklar (I): Türbanlı hanımların bürokrat beyleri

28 Kasım 2007
TÜRKİYE gibi ülkelerin kendilerine ait bir sınıfı vardır: Asalaklar! Milton Friedman’ın para nasıl harcanırsa ekonomide optimal verim yakalanır diye arayan ünlü dörtlüsünde kendi parasını kendisi için harcayanlar aldıkları malda hem fiyata, hem kaliteye önem verecekleri için parayı en iyi kullanan kesimler, başkasının parasını başkası için harcayanlar ise ne fiyata, ne de kaliteye hiç önem vermeyecekleri için parayı en kötü kullanan, dolayısı ile ekonominin temel verimlilik kurallarını altüst eden kesimlerdir.

Kendi parasını kendisi için kullananlar özel kesimi, başkasının parasını başkası için kullananlar ise bürokrasiyi oluştururlar.

Friedman’ın "para harcama" konusunda kurduğu 4 değişik alternatifte "başkasının parasını başkası için harcarken bir kısmını da kendisi için kullanan" bir kesim yer almaz. Koyu bir bürokrasi düşmanı olan Friedman’ın aklı "verimsiz bürokrasi" kavramına erse de, "asalak bürokrasi" kavramını Friedman gibi bir dáhi bile akıl edememiştir!

* * *

Ekonomisini ne kadar özelleştirse de Türkiye piyasasında hem en büyük alıcı, hem en büyük satıcı hálá kamu sektörüdür.

Bunun için her dönemde gerek merkezi devlette, gerek yerel yönetimde rol alan bürokratlar büyük paraların harcanmasında çok önemli rol oynarlar.

Görünüşte büyük satış ve alışlar kanunlarla bir düzene bağlansa da "Türk milleti zekidir" derken, Atatürk Türk milletinin kanunların etrafında dolaşma kabiliyetini kastetmedi ise sözü boşluğa düşer.

Rahmetlinin kastı Türk milletinin topraktan sonsuz rant elde etmedeki muhteşem yaratıcılığı ise, işte o zaman çok haklıdır.

Türkiye’de kamuda çalışanların en çok sevdiği yasa imar yasası, en çok sevdiği komisyon da imar komisyonudur.

Bu ülkede Turgut Özal kendi zenginini yarattı, Süleyman Demirel hiç geri kalmadı, hemen her dönemde para el değiştirdi.

Ancak, paranın el değiştirmesi için önce kamuya kapılanmış asalakların yer değiştirmesi, sonra da zenginlerin sıra değiştirmesi gerekir.

AKP iktidarı sırasında da kural değişmedi. Her yeni iktidar döneminde olduğu gibi roller aynı kaldı, sadece oyuncular değişti.

Ama bu kez değişim daha belirgin, zira AKP iktidarı ile bürokratların ve eşlerinin görünümü de bariz bir şekilde farklı olduğu için oyuncu değişimi anında fark ediliyor. Artık beylerin saç/bıyıklarının tıraşları başka, hanımefendileri ise türbanları ile metrelerce öteden dikkat çekiyor. Hele hele bu çiftlerin yurtdışında ünlü ve çok pahalı mağazalarda kendilerinden başka kimsenin Türkçe bilmediğini varsayarak bağrışa çağrışa yaptıkları alışverişler çok daha dikkat çekici oluyor.

* * *

Bana bu yazıyı yazdıran çeşitli gözlemlerimdir ama en son şahit olduğum bir alışveriş galiba bardaktaki son damla oldu.

Bir Avrupa kenti. Yer, çok ama çok ünlü markaların yer aldığı bir alışveriş merkezi. Türbanlı hanım ve beyinin ellerinde sürü ile alışveriş paketleri var ve çok pahalı bir mağazada başörtüsü reyonundalar. Hanımefendi türban olarak takmak üzere beheri 100 Euro’dan 10 adet başörtüsü aldıktan sonra gözü vitrindeki bir başörtüsüne takılıyor ve beyine o başörtüyü vitrinden indirtmesi için yüksek sesle baskı yapıyor!

Bu manzara bana çok ama çok battı. Eski dönemlerden de fazla!

Nedenini yarın izah etmeye çalışacağım!
Yazının Devamını Oku

Kar politikasının zaferi

27 Kasım 2007
MÜNAFIKLARA göre bu yazının bir diğer başlığı da olabilirmiş: "Devlet Politikasının Sefaleti!"

21 Ekim
tarihli katliamın üzerinden tam 36 gün geçti ve halen geçerli soru şu:

Türkiye Cumhuriyeti, PKK konusunda somut ne yaptı?

Hadi hakkını yemeyelim. Soruyu daha düzgün soralım:

Türkiye Cumhuriyeti, onunla bununla konuşmak dışında, PKK meselesiyle ilgili ne yaptı?

Münafıklara
göre arada yapılan sadece dedikodudur, beklenen de karın yağmasıdır.

Nihayet kar yağdı, vuslat başka bir bahara kaldı!

* * *

Dağlıca’da neden böyle bir hezimet yaşandı, hálá bilmiyoruz.

PKK bu kadar derin bir planı ülkemizde nasıl uyguladı, bilmiyoruz.

TSK’da zaaf gösterenler var mıydı, 36 gün sonra yine bilmiyoruz.

Sadece birileri, soru soranlara "sen sus!" diyor.

Üstelik, ben beni bildiğimden beri bu ülkede soru soranlara "sen sus!" derler.

Kimdir "sen sus!" diyenler?

Memleketi diğerlerinden çok seven, her şeyi diğerlerinden daha çok bilenler ve daha çok akıllı olanlar!

Ama, münafıklar da insandır; sorulan soruları bir daha zihinlerinden silemezler.

Sormadan edemezler:

Yurtdışında Türkiye Cumhuriyeti artık ciddiye alınmıyor, farkında mısınız?

* * *


Sorular bitmiyor: Başbakan "72 saat bekleyeceğiz, sonra vuracağız" dedi. Bu sözünün üzerinden tam tamına 12 adet 72 saat geçti. Tık yok. Neden?

Arada Başbakan, "5 Kasım’da ABD’ye Kasımpaşalılık yapmaya gidiyorum" dedi, "Kasımpaşa inletecek, Texas’a dinletecek!" diye beklentiye girdik.

Nitekim, Başkan Bush, Türk komutana "Büyük bir ordunuz var!" dedi.

Bu sefer "istihbarat sizden, ordu bizden!" diye sevindirik olduk.

Türkiye’ye gelen her ABD paşasının herhalde çantasında, cebinde, olmadı bozuk para cüzdanında anlık istihbarat vardır, diye umutlandık.

TV’lerin her gece "Harekát... Biraz sonra!" nidalarıyla başlayan haberlerinde tansiyonlarımız tavan yaptı.

* * *

Arada bilmem kaçıncı kez fikir değiştirmişlerdi. "Yok, önce vurmaktan vazgeçtik, önden ekonomik ambargo koyacağız, sonra gerekirse vuracağız" dediler.

Hatta, "Ekonomik ambargoya öyle bir santimetrik ayar yapacağız ki, sadece Barzani zarar görecek" diye ilave ettiler.

"Tık yok... Yine tık yok... Hiç tık yok. Neden?" diye sual ederek moralimiz tam bozuluyordu ki... Birdenbire, "Bak gördünüz mü, Barzani nasıl yola geldi, istediğimiz her şeyi yapıyor" deyiverdiler.

O günden beri Barzani’yi gören olmadığı gibi, nerede olduğunu bilen de çıkmadı.

Bu kez de "Müjde! Müjde! Kuzey Irak öyle bir korktu ki, Karayılan ve Bayık’ı çok yakında bize teslim edecek!" deyiverdiler. Hatta hükümet yalakası gazeteciler, "Karayılan ve Bayık’ı resmen istedik" diye başlık atıp yıllarca önce yapılan bürokratik bir işleme atıfta bulundular.

Bir hafta beklendikten sonra Karayılan ininden çıktı ve yabancı basına, "Ben buradayım ve bir yere de gideceğim yok" deyiverdi. Anladık ki yine tık yok.... Neden?

* * *

Nihayet kış geldi, kar yağdı, soru soran münafıkları ağır bir uyku bastı!
Yazının Devamını Oku

Hükümete bir uyarı

25 Kasım 2007
21 Ekim’den beri aynı tezleri savunuyorum. Hükümet 21 Ekim’in hemen ardından sadece PKK’yı hedef alan ve Kuzey Iraklılara hiç zarar vermeyen bir sınırlı sınır ötesi harekát yapsa ve Başbakan ABD’ye o harekátın ardından gitseydi elindeki kartlar çok daha güçlü olacaktı. Ama Türkiye inisiyatif gösteremedi ve kasım ayının başında yazdığım gibi harekát kar yağmasını bekleyen bir "kar politikası"na dönüştü.

Artık inisiyatif ABD’nin elinde ve hükümetin eline tutuşturulan "plan" üç aşağı beş yukarı şöyle (Bkz: 14 Kasım tarihli yazım).

1) PKK’nın siyasallaşmasını, ’iki ayrı unsurdan oluşan demokratik cumhuriyetin’ siyasi zeminde tartışılmasını Türkiye’nin ne kadar hazmedeceği sınanacak, eğer hazım derecesi yeterli bulunursa ABD’nin denetlediği PKK unsurları terörden vazgeçecek.

2) ABD’nin denetimini yitirdiği, hatta başka ülkelerin denetimi altına giren PKK unsurları ise mümkün olduğunca ortak vurulacak.

3) Anamuhalefetin desteği ile hükümet Kuzey Irak’a karşı yeni ve sıcak bir yaklaşım sergileyecek. ABD, nihayet Kuzey Irak’ı Türkiye’ye emanet edebilecek duruma gelecek.

İşin özü; PKK kendi ayrımcı politikalarını ne kadar siyasileştirebilirse terörden o oranda uzaklaşacak!

* * *


Benim bu plana temelde itirazım yok. Kuzey Irak’la dostane kurulacak abi-kardeş ilişkileri 3 yıldır savunduğum bir tez.

Şimdi kafamdaki soru şu: Hükümet bu planı uygulayabilecek/taşıyabilecek mi?

Herhalde şahin kanadın da eli bu dönemde boş durmayacak, kimse de onlardan armut toplamalarını bekleyemez. AKP’nin güvercinleri ile şahinler geçen hafta DTP üzerinden karşılıklı salvolara başladılar bile.

Bu kadar hassas bir meselede kimin dediğinin ön plana çıkacağına kamuoyu büyük oranda yön verecek. Kamuoyunu kim yanına çekerse onun politikası ağırlık kazanacak.

İşte hükümete uyarım bu noktada! Bence hükümet kamuoyunu kendi politikalarına doğru çekmekte başarılı değil. Hükümetin bu konuda başarılı bir halkla ilişkiler stratejisi yok!

Neden? Her şeyden evvel benimsediği politikaları açık ve net ifade edemiyor, sadece ağzında geveliyor da ondan. 5 Kasım öncesi sarf ettiği sözler hálá hafızalarda.

Ayrıca, görsel medya tarafından pompalanan propaganda Rusya’da komünist dönem propagandalarını andıran kıvamda: "Harekát... Biraz sonra!"

TSK’yı çok aktif gösteren görüntüler hedeflenenin tam tersine, operasyon bir türlü gerçekleşmediği için, geri tepiyor.

İnsanlar, hükümetin anlamlı bir harekát yapamayacağına daha çok inanıyorlar.

* * *

Sanırım; Barzani’nin "kararlılığımız karşısında korktuğu" savı da pek alıcı bulmuyor.

Barzani’nin 5 Kasım anlaşması sonrası üzerine düşen rolü oynadığını yedi düvel biliyor.

Zaten, halkla ilişkilerde en hassas nokta da bu!

5 Kasım öncesi hükümet sözcüsü TV’lerde Barzani’yi yerden yere vurmadı mı? Bakanlar Kurulu sırf Barzani’nin şirketlerine zarara vermek için varlığını hiç hissetmediğimiz ekonomik ambargo kararı almadı mı?

Şimdi kamuoyu önünde Barzani ile kol kola nasıl girecekler?

Yaptığı açılımla kendi Irak politikalarını güvercinleştiren Baykal’a Erdoğan’ın neden kucak açmadığını, MHP’ye niye bizzat kendisinin gitmediğini hiç anlamadım.

Halkla ilişkiler alanında altyapısını kuramadığı "plan"ı hükümetin nasıl hayata geçirebileceğini hayal etmekte zorlanıyorum!
Yazının Devamını Oku