22 Haziran 2010
İLLÜZYON: Aldatan görüntü.
Çok değil, sadece bir yıl önce İllüzyonist bir illüzyon yaratmış, birçoklarının gözünü bağlamıştı. İllüzyon illüzyonist tarafından, “Obama ile Türkiye’nin dış politika tercihleri ve öncelikleri tamamen örtüşmektedir” sözleri ile ifade edilmişti. Eğer, Türkiye komşuları ile “sıfır sorunlu politika” izlerse hem Türkiye, hem de ABD bu politikadan azami kazançla çıkacaktı.
İllüzyonistin sihirli sözleri ardından Obama Türkiye’ye geldi ve bazı gazeteciler tarafından “olağanüstü lider” sıfatları ile nitelendirildi.
İllüzyonist de övgülerden nasibini aldı ve aynı gazeteciler tarafından Türkiye’nin gelmiş-geçmiş en büyük vizyona sahip Dışişleri Bakanı olarak muştulandı.
Esasında bu gazeteciler “illüzyon” ile “vizyon”un farkını ayırt edemiyorlardı. İllüzyonist bu gazetecilerden daha entelektüel ve çok daha zeki olduğu için onlara “illüzyon”u “vizyon” olarak yutturuyordu.
Yazının Devamını Oku 20 Haziran 2010
“AÇILIM” diye diye bugünlere geldik! Her sabah şehit haberleri ile uyanmak nerede ise günlük yaşamın parçası oldu. Her gün ocağına ateş düşen aile sayısı artıyor. Binlerce ana-baba, ağabey-abla, kardeş-bacı, teyze-hala, dayı-amca, asker evlatlarından gelebilecek “acı haber” ile elleri yüreklerinde yaşıyorlar, onların da her gün hayatından bir parça eksiliyor. Başbakan “Artık analar ağlamasın!” diyerek yola çıktı. “Kürt açılımı”nı eleştirenlere “Hain!” dedi, onları “Yoksa siz anaların daha çok ağlamasını mı istiyorsunuz!” diyerek suçladı.
Sonuç: Analar beter ağlıyor!
* * *
Son bir yılı hatırlayalım.
2009 baharında önce Cumhurbaşkanı, sonra Başbakan birden ortaya “Kürt açılımı” kavramını attılar. Ben anında ortada “Kürt açılımı” falan olmadığını, bunun uluslararası konjonktürün dayattığı, bizi Kuzey Irak’ta ABD’ye yardımcı olmaya hazırlayan “Kuzey Irak açılımı” olduğunu söyledim.
Benim tezim başından beri nettir!
“Eğer artık analar ağlamasın!” diyerek Türkiye’nin en hassas noktalarına neşter atmaya kalkıyorsanız, “mangal gibi yürek” sahibi olmanız şarttır.
Zira anaların ağlamaması için eline silahı alanı muhatap almanız gerekir!
Silahları susturmak isteyenin görevi kutsaldır ama cesaretinin de bir o kadar kavi olması mecburidir. Bu amaçla muhatabınızla açıkça görüşmeniz değil, dünya örneklerine bakarak gayriresmi irtibat kurmanız gerekir.
Heyhat! Başbakan ilk günden beri sadece “Kürt açılımı içi bomboş bir çuvaldır” diyenlere kızmakla günlerini geçiriyor, bir tek somut adım bile at(a)mıyor.
* * *
Esasında “Kürt açılımı” Habur Kapısı’na gelen PKK’lılar “Biz pişman değiliz!” diye bağırırken “Yok siz bilmiyorsunuz, bal gibi pişmansınız!” diyerek onları buyur edip, ellerindeki “Apo mektubu”nu resmen teslim aldıkları gün açılmadan ebediyen kapandı.
O günden sonra “açılım” artık kestaneleri çıplak elle ateşten almakla eşit hale geldi.
Bir senedir Hükümet ne somut bir öneri oluşturuyor, ne de bir şekilde “anaları ağlatanlar” ile gayriresmi yollardan görüşme trafiği kurabiliyor.
Bir yandan beklentileri yükseltiyor, diğer yandan kapıları beter kapatıyor.
Apo zaten “muhatap alınmazsa” 31 Mayıs sonrası olacakları çok önceden haber vermişti!
Bugün yaşananlar her yaz başı yaşanırdı ama bu yaz başı yaşananlar “açılım”ın yarattığı kaos ile katmerlenmiştir!
* * *
Bir türlü açılamayan “açılım” beter bir “kapanma” ve dolayısı ile “sadece silah üzerinden konuşma” ortamı yaratmıştır ama bir soruyu da sormadan edemiyorum.
Askerimize saldıran teröristler özellikle Habur Bölgesi’nden içeri girmekteler ve topyekûn “dışarıdan” gelmekteler.
Topraklarımıza giren teröristler karakollarımıza saldırmadan evvel istihbarat edilemiyorlar mı? Edilemiyorlarsa neden? Ediliyorlarsa neden önceden “bertaraf” etmek üzere askerlerimiz onlara saldıramıyor? Teknik bir sorun mu var?
Yoksa benim aklıma geldiği gibi bölgedeki komutanlarımız artık “inisiyatif” almaktan imtina mı ediyorlar? Eğer, teröristlere önceden saldırırlarsa, bugün yargılanan bazı askerlerin durumuna düşmekten mi ürküyorlar?
Bölgedeki komutanlar “yargısız infaz yapan JİTEM”ci muamelesi görmekten mi çekiniyorlar?
TSK artık “gayrinizami harp” yapamıyor mu?
Yazının Devamını Oku 17 Haziran 2010
İKİ gündür Milli Görüş ile Gülen Hareketi’nin benzeşen ve ayrışan özelliklerini sınıflandırmaya çalışıyorum. Bu iki yapının, hedeflerde benzerlikler olsa da, yöntemde büyük farklılık arz ettiğini izah etmeye uğraşıyorum. Milli Görüş’ün göreceli olarak daha yerel/bölgesel kaldığını, Gülen Hareketi’nin ise daha evrensel davrandığını vurguluyorum. Milli Görüş “diğerleri” için yer yer sert çözümler ararken, Gülen Hareketi’nin “diğerlerine” uzlaşmacı çözümlerle yaklaştığını belirtiyorum.
Bu iki “zıt kardeşler”in özellikle 2007 sonrası AKP çatısı altında nasıl “ittifak” yaptıklarını anlamadığımı da iki gündür sorguluyorum.
* * *
“İttifak” Marmara Gemisi’ne yapılan İsrail saldırısından sonra çatladı. Başbakan ve artık rüya aleminde gezdiğine iman ettiğim Dışişleri Bakanı “Milli Görüş”e uygun açıklamalar yaparken Mavi Marmara Gemisi’ne “komuta” edenlerin uyguladıkları yöntemlere açık eleştiri bizzat Fethullah Gülen tarafından dile getirildi.
O gün ben düşünmeden edemedim:
Siyasete yön vermeye kalkarsan siyaset de sana yön verir!
* * *
Görüşüme göre, Gülen Hoca’nın çıkışını iki seviyede değerlendirmek gerekmektedir:
1) Konjoktürel açıdan belki de Fethullah Gülen’in ABD’deki misafirliğini korumak için bu çıkışı yapması gerekiyordu. Ayrıca, Türkiye’ye dünyadan bakan bir bakışın bu uyarıları yapması eşyanın tabiatına uygun kaçmıştır.
2) Felsefi açıdan ise Gülen “uzlaşma içinde bir arada yaşama” anlayışı ile tamamen uyumlu bir çıkış yapmıştır. “Meseleleri sulh ile çözmek” Hareket’in her zaman asli şiarı olmuştur. Hatta Hoca kendisine vicdan dışı haksızlıklar yapıldığı bir dönemde bile 28 Şubatçılara karşı hep itidal ile tepki verilmesini tavsiye etmiştir. Aynı dönemde üniversiteye türbanla giremeyen kız öğrencilere eğitimlerinde geri kalmamak uğruna başlarını açmalarını öneren de bizzat Hoca’dır.
Gülen’in “Mavi Marmara”ya verdiği tepki tutarlı ve Hareket’i Milli Görüş’ten doğru çizgide ayrıştıran bir çıkıştır.
* * *
Benim temennim odur ki, bu vesile ile Gülen Hareketi eski ama doğru duruşu olan, ayrıca kendisini tek ve özel kılan siyaset üstü veya tüm siyasi partilere aynı mesafeden bakan duruşuna geri döner.
Özellikle “mütedeyyin laikler”de yer eden AKP’nin sert ve uzlaşmadan uzak iç ve dış politikalarına Gülen Hareketi’nin destek verdiği algılaması ivedilikle kırılmak zorundadır.
Harekete yakışan budur ve onu evrensel kılan da bu duruştur!
* * *
Ancak Gülen Hareketi’nin siyaset üstü/tüm siyasi partilere aynı mesafede konumunu yeniden kazanması için diğer partilerin de uzatılacak ele karşılık verecek ortamı yaratması gerekir.
Bu gereklilik CHP, MHP, BDP için eşit derecede geçerlidir.
Genel Başkanlığı bırakmadan evvel Deniz Baykal’ın uzattığı el takdire şayandır.
Bu konuda ne yapıldığına dair hiçbir bilgim yok ama Kemal Kılıçdaroğlu, Hareket ile CHP arasındaki tarihi buzları eritmeye niyet ederse, doğacak uzlaşma ortamından hem Türkiye hem de CHP büyük kazanç sağlar.
Ben bu dönemde hem Gülen Hareketi’nden, hem de CHP’den yeni açılımlar bekliyorum!
Yazının Devamını Oku 16 Haziran 2010
DÜN yazdım. Gerek Milli Görüş, gerekse Gülen Hareketi Türkiye’nin siyasal ve sosyal tarihinde rol almış en önemli örgüt/hareketlerdendir. Tabana ulaşma gayretlerinde diğer kesimlerden çok daha başarılıdırlar.
Ancak Milli Görüş özünde bir siyasi örgütlenmedir. Siyasi hedefleri her dönem açıktır. Gülen Hareketi ise sosyal, hatta ekonomik alanlarda aktif, ama siyasete yukarıdan bakan, her dönem siyasi hedefleri global hedefler ile şekillenen bir yapılanmadır.
Milli Görüş “ötekiler” ile uzlaşmaya göreceli olarak daha uzak, Gülen Hareketi daha yakındır.
Gülen Hareketi ABD ile yakındır, hatta “ılımlı İslam” doktrininde en azından model olarak rol almıştır. Milli Görüş ise Batı’da herhangi bir müttefik arayışında değildir. Müttefikleri daha çok Ortadoğu’da mücadele veren İslamcı siyasi örgütler olmuştur.
* * *
Önceleri sadece bir tek partiye değil, kendisine kucak açan tüm partilere destek veren ve herkese aynı mesafede duran Gülen Hareketi 2007 seçimlerinde merkez-sağ çuvallayınca, tarihinde ilk kez tek bir partiye, AKP’ye destek vermek zorunda kaldı. O tarih itibari ile CHP’yle arası ise bir türlü ısınmıyordu.
Belki de Hareket’e yön verenlerce de öngörülemeyen, Mehmet Ağar ve Erkan Mumcu’nun merkez-sağı arapsaçına dönüştüren beceriksizlikleri “tek parti ile ittifak mecburiyeti”ni doğurdu.
Bunun sonucu olarak da maalesef, 2007 sonrası beni sükut-u hayale uğratan gelişmeler oluştu.
Bu tarihten sonra Gülen Hareketi adeta kendi ufkunu daralttı, hükümetin apansız savunucusu haline geldi, zıt kardeşi Milli Görüş ile halvet oldu. Bir zamanlar Türkiye’nin en ciddi gazetelerinden olan Zaman maalesef “Hükümet organlığı”na soyundu.
Milli Görüş ile AKP hükümeti içinde kurduğu “koalisyon” kısa sürede belirli çevrelerde “28 Şubat’ın intikamı” için oluşturulan birliktelik olarak yorumlanmaya başladı.
Ergenekon Davaları’ndaki bazı abuk gelişmelerde hep “Gülenciler”in parmağı arandı.
Zamanla Gülen Hareketi ile eşleştirilen bürokratların özellikle Emniyet Güçleri, Adalet mekanizması ve hatta gizlice TSK’da etkin/yön verici olmaya başladıkları çok değişik çevrelerde konuşulmaya başladı.
Fethullah Gülen “gatakulli” söylemini ortaya attığında çok ama çok şaşırdım. Benim dünyada ancak Dala Laima ile mukayese ettiğim bir lider kendine muhatap olarak yapacağı “darbe”yi yüzüne gözüne bulaştırmış bir “darbeli paşa”yı muhatap alıyordu!
* * *
2007’den sonra Gülen Hareketi ile AKP hükümeti (Milli Görüş) arasında yaşanan “seviyeli birliktelik” bazı çevrelerce “Gülen Hareketi’nin gerçek yüzü ortaya çıktı”, şeklinde yorumlandı. Özellikle “Laikçi” çevreler Gülen Hareketi’nin baştan beri takiye yaptığını, şimdi güç ellerine geçince mutlak iktidara oynadıklarını söylemeye başladılar.
Ancak benim anlayamadığım bir konu vardı. Milli Görüş ile Gülen Hareketi, hedeflerinde birliktelikler olsa da, yöntemleri itibari ile bir araya gelmeleri çok zor iki yapı idi. İki tarafın 2002 öncesi birbirleri hakkındaki görüşlerini bizzat bilen bir insan olarak bu “koalisyon”a çok şaşırıyordum.
Bu birliktelik artık hal-i hamur mu olmuştu?
Yoksa, birlikteliğin sınırları var mıydı?
(Yarın devam edeceğim.)
Yazının Devamını Oku 15 Haziran 2010
ŞURASI inkâr edilemez bir gerçek ki, gerek Milli Görüş, gerekse Gülen Hareketi Türkiye’nin siyasal ve sosyal tarihinde rol almış en önemli örgüt/ hareketlerdendir. Büyük bir azimle; bıkmadan, yorulmadan yıllardır mücadele verirler ve tabana ulaşma gayretlerinde hem solculardan hem de laiklik hassasiyeti yüksek kesimlerden çok daha başarılıdırlar.
Başarılarının temelinde de tabandaki insanlara siyasal söylem götürme yerine öncelikle onları anlama ve hizmet götürme gayretleri yatar. İhtiyaç sahibine sağlık hizmetinden tutun, eğitim hizmetine kadar hemen her alanda yardımcı olurlar, zor günlerinde yanı başlarında bulunmaya azami gayret gösterirler.
“Laikler” hamasi nutuklarla yetinirken, bu kuruluşlar ceplerinden para da harcayarak, ellerinden geldiğince, muhtaç olanın yardımına koşarlar.
Siyaset bilimi tanımı ile yazıyorum. Gerek Milli Görüş, gerek Gülen Hareketi kendilerine bağlananlar ile hayatın tüm alanlarını kapsadığına inanılan ideolojik bağ kurarlar.
Gönüllü bir bağlılık ama tam bağımlılık söz konusudur.
* * *
Benim indimde iki kuruluş arasında onları ayırt eden temel farklar da vardır. Bana göre bu farklar:
1) Milli Görüş özünde bir siyasi örgütlenmedir. Siyasi tercih ve hedefleri her dönem açıktır.
Gülen Hareketi ise sosyal, hatta ekonomik alanlarda aktif, siyasete yukarıdan bakan, her dönem siyasi hedefleri global hedefleri ile şekillenen bir yapılanmadır.
Milli Görüş milli/bölgesel hedefleri, Gülen Hareketi ise evrensel hedefleri olan kuruluşlardır.
* * *
2) Milli Görüş bilimsel gelişmelerle yakından ilgilenmeyen, tersine dünyayı statik bakış açısı ile algılayan bir örgüttür.
Gülen Hareketi Said-i Nursi’nin izinden giderek bilim ile dini birlikte içlemeye çalışan, eğitime özel önem veren bir örgüttür. Hatta Nurculuğun bir kolu olarak Yeni Asya Hareketi bilim ve felsefe ile yoğrulamaya çalışır.
* * *
3) Milli Görüş siyasal ağırlıklı şekillenme ile uzlaşmaya sadece taktiksel bakan, sert duruşların zaman zaman gerekliliğine inanan, inanç ayrılığının keskin farklılıklar yarattığını düşünen bir varlıktır.
Son 10-15 yıldır Türkiye’ye dünyadan bakan Gülen Hareketi ise farklılıklar ile uzlaşmaya önem verir, sert yaptırımları dışlar, birlikte yaşamayı becermeyi yaşamın önemli bir parçası olarak görür.
* * *
4) Fethullah Gülen’in son 10 yıllık mecburi serüveni, Gülen Hareketi’ni ABD ile yakınlaştırmış, Milli Görüş ise Batı’da herhangi bir müttefik arayışında olmamıştır. Milli Görüş’ün müttefikleri daha çok Ortadoğu’da mücadele veren İslamcı siyasi örgütler olmuştur.
* * *
Gülen Hareketi son yıllara dek Milli Görüş’ün siyasi parti uzantısı olan unsurlarla hep uzak kalmış, iki taraf adeta birer hasım gibi yaşamışlardır.
Ancak 2007 seçimlerinden sonra Milli Görüş kökenli AKP ile Gülen Hareketi arasında, Hareket’e duygusal getiriler dışında ne getirdiğini hâlâ çözemediğim bir yakınlaşma oluşmuş ve AKP Hükümeti içinde Milli Görüş ile Gülen Hareketi arasında bir koalisyon kurulmuştur.
(Yarın: Koalisyon çatırdıyor mu?)
Yazının Devamını Oku 13 Haziran 2010
DENİLEBİLİR ki; Türkiye’nin seçimle iş başına gelmiş Hükümet’i uluslararası arenada istediği kararları alır, istediği dostlukları kurar, istediği çıpalamayı seçer. Hatta, devingen bir dünyada çıpalamanın zaman zaman değişmesi elzemdir.
Bu açıdan bakılınca, Türkiye’nin ABD, İngiltere, Fransa, Çin ve Rusya’dan ayrı düşünme, çıkarları gereği İran, Hamas, hatta Sudan’a sahip çıkma hakkı vardır.
Bütün bunlar siyasi tercihlerdir, demokrasi platformunda “ücreti”ni ödemeye hazır her hükümet kendi tercihlerini kullanır.
* * *
Peki öyleyse, itirazım nedir?
İtirazım şudur:
Çıpanızı nereye bağlarsanız, bağlandığınız tarafın değer sistemlerini de alırsınız!
Ben eksen kelimesi yerine çıpa kelimesini daha çok benimsiyorum. Belirli bir noktaya çıpalayan kayık o noktanın etrafında hareket de edebilir. Belirli bir merkeze çıpalayan ülkeler (örn: Batı’ya) diğer ülkeler etrafında da hareket edebilmelidir (örn: Ortadoğu’da).
Çıpanızı Batı’ya bağlarsanız, ister istemez, Batı’nın değer sistemlerini de benimsemeye başlarsınız.
Batı’yı seçtiğinizde insan hakları, bireysel özgürlükler, serbest piyasa ekonomisi velhasıl Batı’yı Batı yapan liberal-demokrat değerler sizin de umdeleriniz haline gelmeye başlar.
Nitekim, Atatürk bağımsızlık savaşını emperyalist Batı’ya karşı vermiş ama Cumhuriyet’i kurarken “muasır medeniyet” olarak tarif ettiği Batı değerlerini ülkesi için hedef olarak seçmiştir.
Çıpanızı Ortadoğu’ya bağlamaya kalktığınızda ise İran, Hamas, Sudan’a hayatiyet veren kavramlar; örneğin insan haklarına zerre kadar saygı duymamak, sivil insanlara roket atmak, muhalefeti hayasızca susturmak, birey haklarını hiçe saymak, soykırım yapmak, günahın bu dünyada cezalandırılması gerektiğini düşünmek açıkça savunmasanız da karşı çıkamayacağınız değerler haline gelmeye başlar.
Batı’nın en yüksek değeri olan “hukukun üstünlüğü” güçlünün üstünlüğü, hatta iktidardakinin üstünlüğü kavramlarına dönüşür.
İran’da muhalefete yapılanlara göz yumar, seçim hilelerini görmezden gelir, Hamas tarafından 2001-2009 yılları arasında İsrail’deki sivillerin üstüne 8000 roket ve havan topu atıldığını, intihar saldırıları yoluyla yaklaşık 500 İsrailli sivilin öldürüldüğünü (Erdal Güven-Radikal, 10.6. 2010) hiç hatırlamaz, Sudan’daki soykırımı “Müslüman soykırım yapmaz” diyerek inkâr edersiniz.
Giderek, kendi ülkende de muhalefeti edepsizce susturmak, medyayı ezmek, tüm yargıyı kendi sultan altına almak, bir dinin değerlerini diğerlerinin çok üstüne çıkarmak, hukukun birliğinden vaz geçmek, kısacası hukukun üstünlüğü prensibini ayaklar altına almak vaka-ı adiye haline gelir.
* * *
Kimileri tersini de savunabilir ve diyebilirler ki: “Esasında içeride yaşanan değerler sapması dışarıda çıpalama sapmasına neden oluyor.”
Belki de onlar haklıdır.
Türkiye Anayasa Mahkemesi kararlarını hiçe saymayı teklif eden Anayasa Mahkemesi raportörlerine veya Anayasa Mahkemesi’ne nasıl karar vermesi gerektiğini vazeden Anayasa profesörlerine sahip olduğu için mi çıpasının yönünü değiştiriyor, yoksa çıpasının yönü değiştiği için mi raportörlerin, profesörlerin iç yüzü ortaya çıkıyor, bu ikilem tartışma götürür.
“Türk Arapsız yaşayamaz” veya “Kudüs’ün kaderi İstanbul’un kaderinden ayrı değildir” dendiğinde hamaset nutukları atanların çıpayı açıkça Ortadoğu’ya bağladıkları, bunu ilan edenlere ne kadar kızarlarsa kızsınlar, inkar edilemez hale geliyor.
Türkiye’nin çıpası değil, beteri dünyevi kıblesi kayıyor!
Yazının Devamını Oku 10 Haziran 2010
DÜN yazdım. Çok değil, bir sene önce ABD’de Obama’nın başkan seçilmesi, Türkiye’de Ahmet Davutoğlu’nun Dışişleri Bakanlığı’na atanması sonrası Türkiye ile ABD arasında yeni ve sıcak bir dönemin başladığına hem Türkiye’de, hem de ABD’de inanan insanlar oldu.
Davutoğlu söylemiyle yeni dönemde:
“Obama ile Türkiye’nin dış politika tercihleri ve öncelikleri tamamen örtüşmekte” idi!
Ancak, çok değil, bir sene sonra kazın ayağının böyle olmadığını görüyoruz!
* * *
Yazının Devamını Oku 9 Haziran 2010
RECEP Tayyip Erdoğan İsrail’in saldırısından beri Hamas’ı her fırsatta savunuyor ve açık ve seçik bir şekilde Hamas’ın terörist bir örgüt olmadığını söylüyor. Öte yanda, ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Philip Crowley bir gazetecinin, “Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın, Hamas’ın terör örgütü olmadığı yönündeki sözlerine katılıyor musunuz?” şeklindeki sorusunu yanıtlarken ABD’nin Hamas’ı terör örgütü olarak gördüğünü ve bu konudaki görüşünün net olduğunu söylemiş.
Türkiye ile ABD arasında “uluslararası olguları” algılama çabasında ulaşılan son noktayı bu basit ama derin farklılık çok açık vurguluyor.
Türkiye ve ABD; iki ülkeyi derinden etkileyen konularda iki zıt uçta bakış açılarına sahip olduklarını göstermekten artık çekinmiyorlar.
ABD’de Türkiye ile ilgili algılamanın son dönemde altüst olduğunu tüm gözlemciler kaydediyor. Sadece bir örnek olarak hemen tüm yazarları Erdoğan’ı savunan Sabah Gazetesi’nde Ömer Taşpınar’ın 7 Haziran Salı günü yayınlanan “ABD ile Kriz Yönetimi” başlıklı yazısına bakınız.
Denebilir ki, “ne var bunda”! İki bağımsız ülke farklı düşünmekte özgürdürler. Hatta daha da ileri gidilip, hükümet ABD karşısında geliştirdiği bağımsız politika nedeniyle alkış da alabilir.
Ama hükümet bu alkışı hak etmiyor! Zira, AKP hükümeti, önemle Ahmet Davutoğlu döneminde; ABD’nin çok yakın bir müttefiki olma, onun Ortadoğu’da temsilciliğine soyunma iddiası ile dış politikalar geliştirdi de ondan!
* * *
Çok değil, bir sene öncesine gidelim. Obama’nın seçimi hükümeti ziyadesiyle sevindirmişti. Danışman sıfatı ile Obama yönetimini ziyaret eden Ahmet Davutoğlu ABD’deki yeni dönem ile ilgili olarak görüşlerini şu veciz sözlerle ifade etmişti:
“Obama ile Türkiye’nin dış politika tercihleri ve öncelikleri tamamen örtüşmektedir!”
Bush döneminde ABD’de pek sevilmediğini söylediğim bir dönemde Davutoğlu şahsıma “Pentagon’un kendisini sevmediğini, ama Dışişleri’nde ne dediğini anlamak isteyen bir sürü uzman olduğunu” belirtmişti. Nitekim, Davutoğlu haklı çıktı ve Obama döneminde Türkiye’de Dışişleri Bakanı oldu. Bush döneminde bozulan ABD-Ortadoğu ilişkilerinin Obama döneminde Erdoğan hükümeti ile işbirliği yapılarak yeniden düzenleneceğini ifade eden bir sürü insana Washington sokaklarında rast gelmek artık mümkündü.
Nitekim, Obama seçildikten hemen sonra Türkiye’ye çok önemli bir gezi yaptı.
Hükümet yetkilileri ve bazı köşe yazarları çok sevindiler.
Obama ziyaretinde Türkiye’de şöyle yazan yazarlar oldu:
1) “Bana göre Obama, genç yaşımdan itibaren tanımak fırsatını bulduğum Amerikan toplumunun en iyi niteliklerini temsil eden olağanüstü bir lider.”
2) “Obama’dan önceki Türkiye’yi unutunuz, Obama’dan sonra yeni bir Türkiye var.”
3) “Bu dönemi başlatan Amerikan Başkanı’nın bir ‘ilk’ olan ‘tarihi’ Türkiye ziyaretinin verdiği izlenimi üç sözcükle ifade et deseniz, Obama için şu ‘3D’yi söylerdim: Dürüst, duyarlı, dost...”
* * *
Benim gibi düşünen kişiler ise Obama’nın siyah ama Beyazsaray’ın hâlâ beyaz olduğu düşüncesi ile nasıl oluyor da “Obama ile Türkiye’nin dış politika tercihleri ve öncelikleri tamamen örtüşüyor?” diye sormadan edemiyordu.
Şahsen, Ahmet Davutoğlu’nun hayal dünyasını kendi lehine yontabileceğini zanneden ABD’deki “Türkiye uzmanları”na gülüyor, gün gelir, “Karaman’ın koyunu sonra çıkar oyunu” diye düşünmeden edemiyordum. Yazılarımda bunu açıkça ifade de ediyordum.
Nihayet, o gün geldi! (Yarın devam edeceğim.)
Yazının Devamını Oku