Cüneyt Ülsever

Referandumun neticesi nasıl yorumlanmalı?

20 Temmuz 2010
REFERANDUMLA Anayasa’nın 28 maddesinde değişiklik yapılıp yapılamayacağı oylanacak gibi gözüküyor ama millet maddeleri beğendiği veya beğenmediği için oy kullanmayacak. Hemen hemen kimsenin tüm maddeleri aklında tutması veya hepsi için gönlünden toptan “evet” veya “hayır” geçmesi mümkün değil.
Bunun içindir ki siyasi ortam referandumu tüm milletin katılacağı bir “güvenoyu yoklaması”na çevirmiş, ister istemez referandum milletin AKP iktidarına güvenoyu verip vermeyeceğinin ölçüleceği bir yarışa dönüşmüştür.
* * *
Ben de referandumun iktidara duyulan güveni ölçeceğini kabul ediyorum ama bu ölçümün izdüşümünün Kemal Kılıçdaroğlu’nun ilk kez milli seviyede sınanmasına da dönüşeceğini düşünüyorum.
Kılıçdaroğlu milletvekili olarak partisi ile birlikte sınandı, 29 Mart’ta belediye seçimlerinde İstanbul’da tek başına sınandı ama ilk kez ana muhalefet lideri olarak tüm millet önünde sınanacak.
Nasıl ki AKP istese de istemese de referandum iktidarın güvenoylamasına dönüşmüştür, referandum aynı zamanda Kılıçdaroğlu’nun millet indinde görücüye çıkmasına neden olacaktır.
Kılıçdaroğlu bunun farkında olduğu için yola erken çıkmış, il il Türkiye’yi dolaşmaya başlamıştır.
* * *
Referandumda “evet” oyları sadece AKP’nin oyları olmayacağı gibi, daha da belirgin bir şekilde “hayır” oyları tek başına CHP’nin oyları olmayacaktır. En azından, MHP de “hayır”a asılmaktadır.
Ama, bu referandumda algılama esas alınacaktır.
Bence son genel seçim kriter olarak alınacak, “hayır” oyları % 47’nin altına düşerse bu durum AKP’nin aleyhine bir algılama yaratacak, tersine “evet” oyları % 47’nin üzerinde çıkarsa, toplamda “hayır” önde olsa bile, AKP’nin tek başına tüm partiler karşısında ilerlediği savunulacaktır.
Hali ile “evet”ler çoğunlukta kalırsa, sonuç AKP zafer kazanmış gibi kabul görecektir.
* * *
Aynı referandum Kemal Kılıçdaroğlu için de belirli eşikler yaratmıştır. Referandumda son seçimlerde AKP dışı oyları temsil eden % 53’ün üzerinde “hayır” çıkarsa, aradaki fark, gerçek ne olursa olsun, “Kemal Kılıçdaroğlu faktörü” ne bağlanacaktır. % 53’ün üzerinde her bir puan Kılıçdaroğlu’nun başarı hanesine yazılacak, hakkındaki “beklentilerin” yükselmesine neden olacaktır.
Böyle bir durumda CHP erken seçimi zorlayacaktır.
Ancak, “hayır” oyları % 53’ün altında kalırsa, bu netice Kemal Kılıçdaroğlu’nun siyasette hiçbir fark yaratmadığı şeklinde yorumlanacaktır.
Ama, % 53’ün altında “hayır” oyları yine de Kemal Kılıçdaroğlu için “galibiyet”e dönüşebilir. Bunun için % 53’ün altındaki “hayır” oylarının “evet” oylarından fazla çıkması gerekir.
Örnek: % 51 “hayır”, % 49 “evet”!
Böyle yakın çıkacak bir sonuçta CHP galip geldiğini iddia edecektir ama yukarıda da yazdığım gibi, AKP de tüm partiler karşısında ilerlediğini savunacaktır.
* * *
BDP’nin “oy kullanmayanları” kendine yontacağı referandumda, kullanılan oyların % 47’si ve üstünün “evet” çıkması Erdoğan’a yarar, kullanılan oyların % 53 ve üstünün “hayır” çıkması ise Kılıçdaroğlu’nun zaferi olur.
Bence Kılıçdaroğlu’nun işi Erdoğan’dan daha zor!
Yazının Devamını Oku

Güvenlik açılımı

18 Temmuz 2010
BAŞBAKAN’ın cuma günü yaptığı konuşmada baskın fikir özel hudut birlikleri kurmaya yönelik “güvenlik açılımı” idi. Ben bunda zerre kadar yanlış görmüyorum. Bir ülkenin ordusu, o ülkenin insanının canına kasteden varsa; o kişileri bertaraf etmek için elinden geleni yapar. O ülkenin Hükümeti’nin de görevi ülkesini ve vatandaşlarını koruması için kendi ordusuna her türlü imkânı tanımaktır.
Bana ters gelen; zaten hiç açılmayan “Kürt Açılımı” yerine “Güvenlik Açılımı” ikame ediliyormuş gibi bir algılamanın giderek topluma hâkim olmasıdır.
Tabii ki, TSK işini yapacak. Ama, siviller de kendi işlerini yapacaklar.
Bir yanda “Kürt Açılımı” yürürken diğer yanda “Güvenlik Açılımı” ona eşlik edecek.
* * *
Ancak düşüncem odur ki; bir sene evvel uluslararası konjonktürün zorlaması ile ortaya çıkan “Kürt Açılımı” ile ilgili olarak Hükümet, tıpkı eskileri gibi mangal gibi yüreğe sahip olmadığı için, bir sene “büyük ağabey”den medet umarak top çevirdi, baktı ki ondan hayır yok, şimdi de tüm ihaleyi TSK’nın üzerine yıkıyor.
Bir yandan “Kürt Açılımı” yapacaksınız ama muhataplarınız arasında Kürtleri temsil eden hemen hemen kimse olmayacak.
Hadi o olmadı, “demokratik açılım”ın ilk şartı olan, Kürtlere temsil hakkını kolaylaştıracak seçim barajına bile “oy kaybetmek korkusu” ile dokunmayacaksınız.
* * *
Başbakan BDP ile görüşmemesini kendisine BDP Başkanı tarafından yollanan bir mektuba eşlik eden ve öldürülen PKK’lılara işkence yapıldığını ispat etmeye çalışan CD’ye bağladı.
BDP’yi PKK’nın avukatı olarak ilan etti!
Kusura bakmasın ama sadece malumu ilan etti. Başbakan “Kürt Açılımı”na soyunduğunda o zamanki adı ile DTP’yle PKK arasında organik bağ olduğunu bilmiyor muydu?
“Anaların ağlamaması” için önce kurşun atanın ikna edilmesi gerekmez mi?
Bu anlamda, muhatap bulmak açısından BDP’nin varlığı esasında “işleri kolaylaştırıcı” bir unsur değil mi?
Keşke, Başbakan kendisine yollanan mektubu araştırsa ve “yalan” veya “doğru” olduğunu tüm milletin Başbakanı olarak ortaya çıkarsaydı!
Serpil Çevikcan’ın bildirdiğine göre (Milliyet-17.07.2010) Genelkurmay Başkanı’nın talimatı, ölü teröristlerin doktor müdahalesiyle vücut bütünlüğünün sağlanarak cenaze törenine uygun halde ailelerine teslimini içeriyormuş. TSK, bir insanlık suçu olmanın ötesinde en masum ifadeyle, “ölüye saygısızlık” olarak nitelendirilebilecek böyle bir uygulamada bulunulduğu iddiasını reddediyormuş.
Keşke Başbakan araştırmasını yapıp, mektuptaki iddiaların “yalan” olduğunu önce belgelere dayanarak ispat edip veya “doğru” ise faillerini ortaya çıkarıp, ardından BDP’yi yine de ziyaret etse idi!
Her kurumda olduğu gibi, TSK’da da talimatlara uymayacak, kendi bildiğini okuyacak insanlar vardır! Kaldı ki, savaş psikozu insanları zıvanadan çıkarabilir.
* * *
Başbakan “o mektup” nedeniyle BDP ile görüşmediğini ilan ettiğinde hem kendi önüne bir barikat çıkarıyor, hem de o “CD”nin uluslararası camiada merak konusu olmasına neden oluyor!
Mangal gibi yürek ilk önce BDP’nin PKK’nın siyasi uzantısı olduğu önkabulüne dayanıyor!
Kürtlerin tüm temsilcilerini, sevse de sevmese de, çözümün parçası yapmadan Başbakan bu işin içinden çıkamaz!
Yazının Devamını Oku

Liderler buluşuyor: Bir öneri

15 Temmuz 2010
BAŞBAKAN bugün de CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu ile buluşuyor. Görüşmelerinde hiçbir mahzur yok ama içinde esas muhatabın TBMM’deki temsilcisi BDP’nin bulunmadığı “terör zirvesi”nden bir netice çıkacağını sanmıyorum.

Şahsi kanaatime göre Türkiye şu 3 gerçeği hazmetmeden teröre karşı netice alıcı hamleler yapamaz:
1) Terör ve Kürt meselesi kaşıkla iyice birbirine karıştırılmış tahin-pekmez gibi artık ayırt edilemez.
2) PKK bir terör örgütüdür ama şu veya bu oranda Güneydoğu’da tabanı olan bir yapılanmadır. BDP de, yer yer göreceli bağımsızlık taşısa bile, PKK’nın siyasi uzantısıdır. PKK’nın desteğini kayıp ettiği an oyları büyük oranda düşecektir.
3) Terörde esas muhatap eline silahı alandır. Katiyen, İmralı ile doğrudan bir teması kast etmiyorum ama dolaylı olarak görüşmek acı ama maalesef artık kaçınılmaz bir gerekliliktir. Keşke, o kadar köşeye sıkıştırmasak da BDP “temsilci/aracı” sıfatını gayri resmi de olsa kullansa!
* * *
Bugün tek beklentim, Kemal Kılıçdaroğlu’nun seçim barajının %7’ye indirilmesi konusunda AKP’yi iş birliğine davet etmesidir.
AKP’nin sık sık atıfta bulunduğu ve kendine örnek aldığı Venedik Komisyonu Türkiye’den %7’nin bile altına düşmesini talep ediyor.

Yazının Devamını Oku

Türkiye-ABD ilişkileri nereye gidiyor?

14 Temmuz 2010
KANADA’da Obama ile görüştükten sonra Başbakan oldukça olumlu sözler sarf etti. Yandaş basın “İran meselesi” nedeni ile bozulan Türkiye-ABD ilişkilerinin şıppadanak düzeldiğini iddia etti.

Başbakan görüşme sırasında Obama’ya “Mavi Marmara olayı”nı tüm detayları ile anlattığını söyledi ve Obama’nın sıcak bakış açısından dem vurdu.
Ancak, görüşme sırasında Obama’nın Başbakan’a söyledikleri sonradan basına sızmaya başladı.

Örneğin Obama’nın Başbakan’a; “Mavi Marmara olayı” için ısrarla istediği uluslararası soruşturmanın İHH’nin “illegal ilişkilerini” ortaya çıkararak Türkiye’ye zarar verebileceğini söylediği iddia edildi.

Nitekim, Almanya İHH’nin ülkesindeki faaliyetlerini “terör örgütü Hamas’a yakınlığı” nedeni ile yasakladı. Türkiye’deki İHH’ciler istedikleri kadar “Bizim Almanya’daki İHH ile organik bağımız yok” desinler aralarında gönül bağı olduğunu, işbirliği yaptıklarını bilenler biliyor.

Yazının Devamını Oku

Bakan’ın açıklaması açılımın içinin boş olduğunun resmidir

13 Temmuz 2010
Bakan’ın açıklaması açılımın içinin boş olduğunun resmidir HÜRRİYET’in dünkü manşeti İçişleri Bakanı’nın ağzından verilmiş:<br><br>“Habur yol kazası!” Ekim 2009’da Habur Sınır Kapısı’nda PKK’lıların baş tacı edilerek ülkeye buyur edilmesi ile yaşanan tarihi rezaleti 9 ay sonra Açılım’dan sorumlu İçişleri Bakanı Beşir Atalay bu cümle ile özetliyor. Ayrıca diyor ki:
“Gelişleri biz durdurduk. Oradan veya Avrupa’dan gelişi durdurduk. Böyle gelişi biz yürütemeyiz. Ben de yürütmek istemem bu gelişi. Bu gelişin özü şudur: İnsanlar gelsin, örgütten ayrıldığını ifade etsin, normal hayatını yaşasın. Nitekim o gelişlerin sürece katkısı olmadı, sürece zararı oldu.”
Beşir Atalay topu kâh Ahmet Türk’ün, kâh Deniz Baykal’ın üzerine atmaya çalışıyor ama yine de Hükümet’in güdümünde Adalet ve İçişleri bürokratlarının yürüttüğü skandal ile ilgili olarak özeleştiri yaptığını kabul etmek gerekir.
* * *
Bugün Türkiye’yi “Kürtler mi, Türkler mi ayrılmak istiyor” tartışmasına getiren, içi bomboş kaldığı için sadece negatif duyguları körükleyen, mimarı Atalay’ın bile yavaş yavaş özeleştiri yapmaya başladığı “Açılım balonu” bakın bazı yazarlarca zamanında nasıl karşılanmış:
* * *
1) “Özetle: Büyük siyasi sorunlar, siyaset tarafından yaratıldığı için, hukukla değil, yine siyasetle çözülür. Hukuk arkadan gelir.” (Emre Aköz-Sabah-22.10.2009)
* * *
2) “Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün dünkü ve önceki günkü açıklamaları...
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın ‘barış’ konusundaki kararlı duruşu...
Bu sefer işlerin daha başka seyredeceği umudunu vermekte.
PKK’nın ‘açılıma’ fiili destek verdiği, devletin de eski hatalarını yapmadığı bir yeni atmosferde...
Barış galiba Habur Kapısı’ndan girmekte...” (Mehmet Altan-Star-19.10.2009)
3) “Televizyon ekranlarından tüm Türkiye’ye (ve dünyaya) yansıyan ‘görüntüler’, çoklarının Ankara’da sandıklarının tam tersine, Türkiye Kürtlerinin ‘silahlara veda’ kutlamalarından başka bir şey değil... Olan-biten Türkiye halkının bir bölümünün, ama önemli bir bölümünün, bu ülkede yaşayan herkesten daha fazla duyduğu ‘barış ve huzur özlemi’nin gerçekleşmekte olduğuna duyduğu ‘sevinç’in dışa vurumudur.” (Cengiz Çandar-Radikal-23.10.09)
* * *
Alıntı yaptığım yazarlar sonradan “Habur Kapısı Skandalı”nın ülkeye verdiği zararları görmüşlerdir ama “İçi Boş Açılım”ın onları nasıl gaza getirdiğini arşivler belgeliyor.
* * *
Bazıları ise daha ilk günden yaşananların kontrolsüz rezalet olduğunu vurguluyorlardı:
“(Sınırdan girenler):
1) Pişmanlık Yasası’ndan faydalanmak istemediklerini,
2) PKK’lı olmaktan vazgeçmediklerini ilan etmişler, devlet aygıtına “Beni kendi hukukuna rağmen olduğum gibi kabul edeceksin!” diyerek dayatmışlar ve bu dayatmada başarılı olmuşlardır.
Pişmanlık Yasası’ndan faydalanmak istemeyen, PKK ile organik bağını devam ettirmekte ısrarlı olanlara “Yok sen yine de 221 sayılı Pişmanlık Yasası kapsamına alındın!” denilerek de yeni bir içtihat yaratılmamış -zaten mahkemeler içtihat yaratamaz- hukuka takla attırılmıştır.” (Cüneyt Ülsever-Hürriyet-23.10.09)
* * *
Kimsenin kimseden daha fazla zeki veya öngörülü olmadığı bir ortamda insanlar aynı olguları neden farklı görürler?
Sahibinin belki de huzursuz bir ruh hali içinde özeleştiri yaptığı bir ortamda onun sesi olanlar da herhalde rahatsızdırlar!
Yazının Devamını Oku

Anayasa Mahkemesi üzerine bir yazı

11 Temmuz 2010
BU yazının meramı katiyen Anayasa Mahkemesi’nin son kararının doğruluğunu veya yanlışlığını tartışmak değildir. Hepimiz meşrebimize göre kararı ya beğendik, ya beğenmedik, ya da biraz beğendik, biraz beğenmedik. Mahkeme’ye hakaret eden zırzoplar bile çıktı.
Uzun yıllar Anayasa Mahkemesi kararlarına ya kızdım, ya sevindim. Artık yavaş yavaş idrak etmeye başlıyorum ki; Anayasa Mahkemesi’nin herkesin beğenmese de saygı duyacağı bir karar vermesi; üyeleri kim olursa olsun, çalışma şekli ne kadar düzeltilirse düzeltilsin, bu ülkede mümkün değildir.
Neden?
* * *
Bence 2 nedeni var:
1) Anayasa Mahkemesi siyasetin hukukunu tarif eden kurallar manzumesi (Anayasa) hakkında karar veriyor. Hukukun ne kadar siyaseti, siyasetin ne kadar hukuku tanzim ettiğini ayırt etmek çok zor.
Özünde Mahkeme siyasi kararlar veriyor. Siyasetin hukukunu ne siyasi zemini (demokrasisi) ne de hukuk anlayışı (hukuk devleti) oturmamış bir ülkede genel kabul görecek koşullarda tanzim etmek mümkün değil.           
2) Siyasetin hukuku yazılı kurallar ve yazılı metinler kadar örf ve adete (gelenek ve göreneğe) dayanıyor. Örf ve adeti ile “demokrasi”yi hazmetmemiş insanlar topluluğunda da siyasette “genel kabul gören ortak alan” çok dar oluyor.
Daha açık söyleyeyim, zaman süzgeci içinde demokratik kurallara saygı örf ve adet haline gelmemiş toplumlarda hukukun üstünlüğünü benimsemek üç yaşında bir velede üç numara büyük gelen don giydirmek gibi duruyor.
Tıpkı büyük don düşmesin diye iki elle kıçını destekleyen velet gibi, kıçımızdan düşmesin diye, Türkiye’de hukuku devamlı iki elle avuçlamamız gerekiyor.
* * *
ABD’nin Yüksek Mahkemesi’nin (Supreme Court) en yaşlı üyesi Yargıç John Paul Stevens nisanda 90 yaşında emekliliğini istedi. Yargıç Stevens  Yüksek Mahkeme’nin en liberal üyesi sayılıyordu. Dolayısıyla Demokrat Parti’ye daha yakın olmalı idi. Ancak Mahkeme’ye daha 1975 yılında Cumhuriyetçi Başkan Gerald R. Ford tarafından atanmıştı!
1975 yılında bile ABD’nin başında hukukun üstünlüğünü kabullenen, demokrasinin kendine ait yazılı olmayan örf ve adetleri olduğunu kavrayan bir başkan vardı. (Cüneyt Ülsever- Hürriyet-13 Nisan 2010).
* * *
Dün köşesinde Yalçın Doğan benim meramımı çok doğru anlatan bir anekdot nakletti. (Hürriyet-10 Temmuz 2010). Şöyle yazıyor:
“Öğretim üyeleri diğer ülkelerdeki uygulamaları tartışırken, bir hoca:
‘İsveç’te rektör atamasını kral yapıyor’ (diyor). Sohbete katılan bir başka hoca devamını getiriyor:
“Atamayı bizde de İsveç Kralı yapsın, razıyım.”
* * *
Bu köşeyi okuyanlar bilirler. Başkan Obama’nın politikalarını sık sık eleştiriyorum.
Ben de diyorum ki, Anayasa Mahkemesi’ne de, HSYK’ya da, Yargıtay’a da, YÖK’e de atamaları Başkan Obama yapsın, ben dünden razıyım.
Onun atama yaparken elini tutan örf ve adetleri olacaktır. Bizim yok.
Bizim tek örfümüz vardır:
“İsterse taştan olsun ama illa ki benden olsun!”
Bunun içindir ki, “askeri vesayet”ten kaçarken “sivil vesayet”e yakalanmak hakkımızdır. Zira bu ülkede “vesayet” altında yaşamak âdettendir!
“Vesayet” ruhunu aşmak ise Anayasa Mahkemesi’ni her durumda aşar!
Yazının Devamını Oku

Taraf’a hâkim mantık: Hukukta teferruat önemli değildir

8 Temmuz 2010
TARAF Gazetesi flaş belgeleri, iddialı ve kafa tutan manşetleri ile yabancıların bile dikkatini çeken bir gazete.

Gazete “Ergenekon davası”nda yargılanan hemen herkesin tümden darbeci olduğuna, hukukun ise teferruata önem vermemesi gerektiğine iman etmiş gazetelerden birisi.

* * *

Bu gazeteye egemen düşünce tarzını Ahmet Altan özetliyor.

Altan davanın iddianamelerindeki bazı yanlış/hata/özensizliklere dikkat çekenleri “darbecilere” sahip çıkmakla eş tutuyor ve görüşlerini şu sözlerle özetliyor:

Yazının Devamını Oku

AKP’nin sağlık politikasına bir itiraz

7 Temmuz 2010
1 TEMMUZ 2010 günü yazdığım yazının bir bölümünde AKP’nin “sağlık politikası”nı övmüştüm. 6 Temmuz’da yazdığım yazı ile de “Sağlık’ta Tam Gün Yasası”nın kaliteli hocaları üniversite dışına iterek tıp eğitiminin kalitesini düşüreceğini iddia ettim. Bu iki yazı sayesinde bir haftadır, tıp alanı ile ilgilenen okurlardan çok sayıda mektup aldım. Benim için bu hafta “tıp haftası” oldu. Önemli bir alana el attığım inancı ile bugün kıymetli dostum Dr. Yaşar Yılmaz’ın benim yazımı eleştiren mektubunu yayınlıyorum. Amacım, görüşleri dengelemek:
* * *
“Sevgili Cüneyt Bey,
01.07.2010 tarihli yazınızda AKP’nin sağlık politikalarına ilişkin bölümünde iki ‘somut veri’den hareketle, AKP’nin sağlık hizmetlerini,
1) Üniversalleştirdiğini,
2) Toplumun her katmanına yaydığına söylüyorsunuz.
Bu muazzam, ama hak edilmemiş övgünüzü de bir-iki kalem veriye dayandırıyorsunuz. Diyorsunuz ki, vatandaşın ortalama doktora başvurma sayısı 2.7’den 7’ye çıkmıştır. Öyleyse sağlık hizmeti 2.5 kat artmıştır. Ben de diyorum ki,
- Doktora başvurmak = Sağlık hizmeti almak genellemesi yanlıştır; yanıltmacadır.
- Önemli olan hizmetin, sizin deyiminizle doktora başvuru sayısının çok olması değil, kalitesidir.
Üniversal boyutta bir hastanın muayenesi için minimum 25-30 dakika ayrılır. Acaba bu süre Türkiye’de kaçtır? Türkiye’de doktorların kaçta kaçı muayene esnasında gerçek bir ‘anamnez (özgeçmiş)’ alabilmektedir. Türkiye’de doktorların kaçta kaçı, Sağlık Bakanlığı tarafından işletilen sağlık kuruluşlarının doktorları dahil, muayene ettiği hastanın adını, soyadını ve yaşını sormaktadırlar.
* * *
Başka bir saptamanız da herkesin her hastaneye başvurabilmesidir. Eğer sağlık hizmetini ‘hastaneye veya doktora başvurmak’ olarak algılarsak, bu doğrudur. Ancak İzmir, İstanbul veya Ankara’da birkaç saatinizi bir büyük hastanenin koridorlarında geçirirseniz, o zaman görürsünüz ki bu bir sağlık hizmetinden çok, ‘hasta etme’ hizmetidir.
İlaç fiyatlarının muazzam oranda düşmüş olmasına gelince, sağlık hizmetinin sadece ‘ilaçlarla tedavi’den ibaretmiş gibi algılandığı bir ülkede, maksimum kür için maksimum sürüm ve maksimum ucuzluk gerektiğini benden daha iyi bildiğinizden eminim. Üniversal düzey konusunda da diyeceğim şudur:
İnsan sağlığının ‘pazar’ haline getirilerek sağlık hizmetinin alınıp satılır hale getirilmesi boyutunda evet, kesinlikle bir üniversalleşme vardır. Bizim bugün tartışmaya başladığımız ‘Batı tıbbının’ gölgede kalan taraflarını onlar on yıllardan beri tartışıyorlar.
* * *
Cüneyt Bey, bir de şunu söylemek isterim. Sorunun çözümü için teşhisi doğru koymak lazım. Sağlık sorunu Türkiye’nin en büyük sorunudur. Sorun ilaç, hastane, doktordan ibaret değildir. Sorun ‘sağlık’tan ne anladığımızdadır. Ne öncekiler, ne de AKP, sağlık sorununu tek başına çözemez, çözememişlerdir de.
Son olarak, yazınızda AKP’ye haksız övgü, CHP’ye de haksız peşin hüküm var gibi geldi bana. Çünkü AKP’ye halihazırda verilmiş 8 yıllık kredinin hesabı sorulmadığı gibi, CHP’nin ise iktidara gelse bile başaramayacağı gibi bir ‘önfikir’ oluşmakta. Sağlık sorunu bir ulusal sorundur. İsterseniz bir platform oluşturalım, tartışalım. Bakalım bu işi çözmek tek başına bir bakanın, bir partinin, hatta bir hükümetin boyunu aşıyor muymuş, aşmıyor muymuş?”
Yazının Devamını Oku