Cüneyt Ülsever

Olmayanı var gösterme gayreti: Açılım!

8 Haziran 2010
BEN ilk günden adına “Kuzey Irak açılımı” dedim. Başbakan önce “Kürt açılımı” dedi. Baktı ters tepti, adını birkaç kez değiştirdi. En son adı içinde “demokrasi” kelimesi geçen bir şey oldu. Ben “Kuzey Irak açılımı” dedim, zira “açılım”ın başlangıcı bu yılın ortasından itibaren Irak’tan çıkmaya hazırlanan ABD’nin Türkiye Cumhuriyeti’nden istediği yardıma dayanıyordu. ABD Irak’tan çıktıktan sonra Kuzey Irak Türkiye’nin hamiliğine bırakılacaktı. Bu amaçla Kuzey Irak’taki Kürtlerin Türkiye’ye ısındırılması gerekiyordu. Bunun için de Türkiye önce kendi Kürt’üne sahip çıkacaktı.
Önce kendi kapının önünü temizleme meselesi!
* * *
Başbakan 1 Mart Tezkeresi öncesi yaptığı gibi yine bir sene önce “It is easy!” dedi. Yine hiçbir hazırlık yapmadan esti-gürledi.
Bir senedir içine hiçbir şey koy(a)madığı, uğruna zerre kadar riske gir(e)mediği bir “şey”i varmış gibi göstermeye çalışıyor. Tabii, açılım bir türlü açılamıyor!  
Açılımın içine şifa niyetine bir kırıntı bile konamadığı anlaşılmaya başlandığında “Artık analar ağlamasın!” sloganı ile Ortadoğu’nun her derde deva aspirin ilacı hamaset devreye girdi. Açılımı eleştirenlere “Yoksa siz analar ağlasın mı istiyorsunuz!” diyerek sataşıldı. Durum idare edilmeye çalışıldı. Ama açılımın ilk adımında Habur kapısında hukuk ayaklar altına alınınca ve işin suyu iyice çıkınca hükümet tamamen yıldı.
* * *
Bugün “açılım” denince akla sadece bazı insanlarla yapılan toplantılar geliyor. O toplantılar da önce bol bol yapılıyordu, sonra savsaklandı. Bu aralar yine birkaç adet yapılıyor. Başbakan toplantıya katılanlara gaz vermeye çalışıyor. Katılanlar gazı alıyorlar mı bilemem ama hiç kimse Başbakan’a:
“Sayın Başbakan, aradan bir sene geçti, bu bir senede gaz verme dışında ne yaptınız?” diye sormuyor.
Ondan vazgeçtim:
“Sayın Başbakan, açılımın bir parçası olarak askere-polise taş atan çocuklara terörist muamelesi yapan kanunu değiştirecektiniz. Mahpus yatan çocuk sayısı neredeyse 5.000’i buldu, neden bir senedir kimsenin itiraz etmediği bu insani kanun değişimini bile yapmadınız?” diye de sormuyor.
Herhalde, açılımda içilen bir bardak çayın hatırı çok oluyor!
Hükümetin bir yıldır konuştuğu “çocuklara el veren kanun değişikliği tasarısı” TBMM kapanmadan geçirilecek 30 tasarı arasında bile yok!
* * *
Ben “açılım” sözü ortaya atıldığı günden beri, “Ateş kesilsin, artık analar ağlamasın” diye vaveyla koparanlara “Ateş ancak ateşi açanla konuşularak kesilir, bunun için de adamda mangal gibi yürek olması gerekir” diyerek sesleniyorum.
Açık seçik belli ki o mangal gibi yürek bu hükümette de yok!
Bakın şimdi manzaraya; Gazze’ye zulüm eden İsrail’e çatan Türkiye’nin dünyaya verdiği fotoğrafta her gün Güneydoğu’da bir yerlerde kıyamet kopuyor.
Güvenlik güçleri milletvekilinin kemiklerini kırıyor!
Açılım sözü çıkalı beri 114 şehit verilmiş. Karşı tarafın verdiği zayiat bu hesabın içinde yok!
Aklıevveller de topu İsrail’in üzerine atıp işin içinden sıyrılmaya çalışıyor.
Hani analar ağlamayacaktı?
Bir senedir ne yaptınız?       
Yazının Devamını Oku

Küresel cihat!

6 Haziran 2010
“KUDÜS’ün kaderi İstanbul’un kaderinden ayrı değildir. Gazze’nin kaderi Ankara’nın kaderinden ayrı değildir. Ramallah’ın, Refah’ın, Hanyunus’un, Beytüllahim’in kaderi asla asla Konya’nın kaderinden ayrı değildir... ...Ben Hamas’ı terör örgütü olarak kabul etmiyorum...” (Recep Tayyip Erdoğan-Konya Mitingi-04.06.2010)
* * *
İsrail’in Mavi Marmara gemisine saldırdığı ilk günden beri yazıyorum:
1) İsrail insan öldürerek kendi açısından çok vahim bir hata işlemiştir.
2) Ancak, Türkiye’nin; Batı ekseninden çıktığı ama Ortadoğu’nun değil, İran’ın (Hamas) eksenine açıkça saptığı saldırının tozu dumanı kalktığında dünyada genel kabul görecektir.
* * *
Türkiye’nin Ortadoğu eksenine girdiği ateşli bir şekilde tartışıldığı günlerde bile ben Türkiye’nin S. Arabistan, Mısır, Ürdün. B. Arap Emirlikleri vb. gibi ABD’nin müttefiklerine değil, İran, Suriye, Hamas, Hizbullah gibi ABD’nin hasmı ülkelere/kuruluşlara yanaştığını iddia ediyordum.
ABD’de Türkiye politikalarını yönlendiren aklıevveller Türkiye’nin bu dönemde ABD’nin Ortadoğu’daki hasımları ile arabuluculuk yapabilme kapasitesi nedeni ile bu gelişmeyi bıyık altından onaylar, hatta Türkiye’nin İsrail’le dalaşmasına sessiz izin verirken, Türkiye dış politikasına artık hâkim olan; ister ideolojik deyin, ister hayalperest diye nitelendirin nitelik değişimini görmezden geliyorlardı.
Artık neyin ne olduğu su yüzüne çıktı!
* * *
İHH’nin Türkiye’ye zarar verdiği çok kısa süre içinde anlaşılacak. Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti’nin İHH’nin başına buyruk hareketlerine, ABD ve İsrail’den gelen tüm ikazlara rağmen, göz göre göre nasıl destek verdiği, hunharca öldürülenlerin cenazelerinin ardından gündeme gelecek.
* * *
Batı çoktan İHH’yi (Internationale Humanitaere Hilfsorganisation) tartışmaya başladı. Avrupa’daki IHH’lerle Türkiye’deki IHH-İnsani Yardım Vakfı ayrı tüzelkişiliklere sahip ama tıpkı Deniz Feneri Derneği ve Almanya’da kurulu Deniz Feneri e.V gibi aralarında net bir organik bağ var.
Ayrıca Almanya’daki IHH Alman Makamlarınca açıkça Milli Görüş’ün bir yan kuruluşu olarak tarif ediliyor.
Yakında İHH ile Hamas arasındaki organik bağ da tartışmaya açılacak.
İHH özünde “İslamcı ideoloji”nin peşinden giden siyasi bir kuruluş!
Zafer duygusu ağır basınca IHH Başkanı Bülent Yıldırım İHH’nin konumunu ve amacını çok net anlatıyor!
* * *
Galiba bu yüzden, şimdiden diğer bazı İslami kuruluş/cemaat/vakıflar İHH ile aralarına mesafe koymaya başladılar. Nitekim Fethullah Gülen uluslararası saygın Wall Street Journal Gazetesi’ne verdiği demeçte şunları söylüyor:
1) Gülen, organizatörlerin Gazze’ye yardım götürmeden önce İsrail’le uzlaşma yolunu seçmemelerini “faydalı sonuçlar doğurmayacak şekilde otoriteye başkaldırmak” olarak tanımlıyor.
2) İnsani Yardım Vakfı’ndan (IHH) kısa bir süre önce haberdar olduğunu söyleyen Gülen, “IHH’nin politik bir amaç güdüp gütmediğini söylemek kolay değil” diyor.
3) Gülen, kendi hareketiyle ilişkili bir derneğin Gazze’ye yardım götürmek istediği zaman onlara İsrail’den izin almaları gerektiğini söylediğini belirtiyor.
* * *
Gülen hareketi 2007’den beri AKP iktidarına “tam destek” veriyordu. AKP Hükümeti “küresel cihat” peşinde koşan İHH’yi, gümrük kurallarına ve devlet teamüllerine aykırı durumlarda bile destekledi. Şimdi Fethullah Gülen İHH’yi açıkça eleştiriyor.
Neden?
Sorunun cevabı neyin ne olduğunu herkese anlatacak.
Bırakın, biraz sular durulsun!
Yazının Devamını Oku

Komplo teorileri ile düşünmenin sefaleti

3 Haziran 2010
GAZZE’ye yardım götüren gemiye yapılan saldırı ile İskenderun’da düzenlenen roketatarlı saldırının aynı güne rast gelmesi kucağımıza nur topu gibi bir komplo teorisi bıraktı. İşin ilginç tarafı komplo teorisini ciddi ve aklına güvenmemiz gereken insanlar seslendirdi. Benim bildiklerim arasında Kemal Kılıçdaroğlu (CHP), Hüseyin Çelik (AKP) ve Sedat Laçiner (USAD) var.
İmalarla söylenen şu:
İskenderun’daki PKK saldırısının da ardında İsrail var!
İmayı üretenler iki saldırının aynı güne rast gelmesi dışında, ekrana getirdikleri Doğu Akdeniz haritası üzerinde İskenderun Limanı ile Mavi Marmara’ya yapılan saldırının ne kadar yakın bir alanda cereyan ettiğini göstererek imalarını güçlendirdiler!
İki olguyu ilişkilendirince (zaman) sanki nedensellik (İsrail) de yakalanmış gibi yaptılar!
Hatta, 2004-2005 yıllarında yazılan bazı makalelerde İsrail’in PKK’ya yardım ettiğinin vurgulandığını söyleyerek nedensellik bağını daha da güçlendirmeye çalıştılar!
Ben genellikle komplo teorilerine güler geçerim. Mahir Kaynak Hoca’nın zekâ fışkıran beyni ile yarattığı komplo teorileri beni hem eğlendirir, hem de bazen tuzağa düşürüp düşündürür.
Ama ciddi insanlar komplo teorisi oyununu kullanarak çok vahim bir iddia ortaya atınca bu yazıyı yazmak vacip oldu.
* * *
Ciddi ve kıymetli insanlar kusura bakmasınlar ama onların kullandığı “ima yoluyla cazip sorular sokma” metoduna göre Londra’yı sel bastığı bir gün İstanbul’da kupkuru havada gördüğüm sırılsıklam çocuğu Londra’daki fırtınalı yağmurun ıslattığına da iddia edebilirim.
Tabii, yerseniz!
* * *       
“Nedensellik bağı” kurmadan “ilişkilendirme bağı”na dayandırılarak ima edilen bir ülkenin (İsrail) altımızı dinamitlediğidir!
Böyle bir girişim yardım gemisine yapılan saldırının boyutunu misli ile aşar ve doğrudan savaş nedeni olur.
Eğer ima edilen gerçek olsa, Türkiye’nin anında İsrail’e saldırması gerekir.
Komplo teorisini yayanları savunan birisi de “Böyle ciddi bir iddianın belgesi olacak değil ya!” deyiverdi. Ona göre, örneğin İsrail’in içine yerleştirdiğimiz ajanlar duyum almış olabilirler. O an iş iyice çığırından çıktı.
Gizli ajanlar duyum alıyorlar ve o ülkenin “ciddi insanları” duyumu TV’de tartışıyorlar!
Böyle devlet olmaz, olsa da o kabiliyette ajanları olmaz!    
* * *
Bana da sorsanız İsrail’in Kuzey Irak’ta “faaliyet”te bulunmadığını düşünemem.
Ama 2004-5’te birilerinin yazdığı makaleleri de ciddi bir iddiada referans olarak kullanmam.
Sonra adama “2004’ten beri bu konuda nereleri uyardınız?” diye sorarlar.
* * *
Teorinin zarafeti olguları önden bilmeyi mümkün kılmak iken komplonunun sefaleti olmuş bitmiş olaylara don biçmektir.  
Önde gelen siyasiler, bilim adamları sırf işlerine geldiği için veya soyunarak gündeme giren artizler misali gündemde yer almak için devletleri birbirine düşürmekten çekinmezlerse buna tepki vermek, hatta kızmak da hak olur!
İlla bir şeyler uydurmak şart ise Aziz Yıldırım başarısızlığını şöyle izah etsin:
“Biz Bursaspor-Beşiktaş maçı 2-2 bitti diye ilan ederken maçın hakemi maçı 2-1 Bursa lehine sonuçlandırdığına göre; demek ki bir golü vermemiş, açıkça ve utanmadan taraf tutmuştur!”
Yazının Devamını Oku

Saldırının Türkiye’ye olası etkileri

2 Haziran 2010
BU yazının meramına ışık tutması için aklıma takılan bazı soruları önden sıralayayım:

1) Ben yanlış biliyormuşum. Mavi Marmara gemisi Türk bandıralı değilmiş. Türk bayrakları asılarak gemiye neden “Türk gemisi” görüntüsü verildi? 32 ülkeden 600 insanı taşıyan gemilerde tüm yönetimi “Türkiye yüklenmiş” gibi bir görüntü neden oluşturuldu?
2) Neden sadece Mavi Marmara gemisi direndi?
3) Türk yetkililer konşimento hazırladı mı? Hazırladıysa konşimentoya göre gemide hangi malzemeler var, malzemelerin indirileceği liman neresi, yüklenici kim?
4) İsrail’in iddia ettiği gibi gemide iki adet tabanca yok ama görüntüler helikopterden gemiye inen İsrail askerlerine hemen ilk anda saldırıldığını açıkça gösteriyor. Saldıranlar kim, İsrail’in geminin Gazze’ye gitmesine izin vermeyeceğini gemidekilere duyurmasına rağmen askerlere neden saldırı yapıldı? Saldırıdan ne bekleniyordu? Biri ağır yaralanan askerleri kim yaraladı?
5) İsrail hükümeti “insani yardım gemilerini” Aşdod limanında karşılayacağını, malzemeleri kontrol ettikten sonra Kızılhaç (ayrıca isterse Kızılay) denetiminde Gazze’ye göndereceğini bütün dünyaya önden ilan etmişti. Türk hükümeti bu durumu bilmiyor muydu? Bu konuda İsrail hükümeti ile hangi istişareler yapıldı? Hükümet yetkilileri bu yönde İHH yöneticilerini uyardı mı? İHH yöneticilerine yetkililer hangi talimatları verdiler? Lütfen, kimse çıkıp da “Gemideki kuruluşlar özeldir, biz karışmadık” demesin!
6) Neden Arap ülkeleri söz birliği etmişçesine suspus?
* * *

Yazının Devamını Oku

İsrail’in vahşi saldırısı!

1 Haziran 2010
İNSANİ yardım yapmak amacıyla Gazze’ye gitmek üzere denize açılan altı gemiden Türk bandıralı Mavi Marmara gemisine İsrail askerleri silahlı saldırı düzenledi ve yazının yazıldığı saatler itibari ile, iddialara göre, gemide bulunan 9’u Türk 16 aktivist öldürüldü.

Gemilerin İsrail karasularına girmesine İsrail ordusunun müsaade etmeyeceği, aksi halde Gazze’ye uyguladığı ambargonun delinmesine uluslararası düzeyde göz yummuş olacağı baştan biliniyordu. Nitekim, yardım malzemelerinin kendisine teslim edilmesini, gıda maddeleri ve ilaçlarda gerekli sağlık muayenelerinin yapılmasının ardından tüm malzemelerin Kızılhaç ve hatta Kızılay tarafından Gazze’deki insanlara teslim edilmesini bizzat temin edeceğini İsrail tüm dünyaya duyurmuştu. Bu amaçla, Gazze’nin de limanı olan Aşdod’da tüm hazırlıklar yapılmış, hatta aktivistler için klimalı çadırlar hazırlanmıştı. İsteyen aktivist de anında ait olduğu ülkeye teslim edilecekti.

Gemilerin Aşdod limanına bağımsız ulaşıp, aktivistlerin yardım malzemelerini Gazze’deki Hamas temsilcilerine doğrudan teslim etmelerine izin verilmeyeceğini hepimiz biliyorduk.

Ama, galiba çoğumuz İsrail’in gemideki insanları öldürmesini beklemiyorduk. Ben şahsen aklımın ucundan bile geçirmiyordum.

Ama, ortada bir gerçek var ki o da en az 16 insanın öldürüldüğüdür.

Yazının Devamını Oku

Yalnız kalan eşyalar ne yaparlar?

30 Mayıs 2010
İÇİNE düştüğüm marazın psikoloji biliminde yeri nedir bilmiyorum ama son zamanlarda eşyaların yalnız kaldıklarında ne yaptıklarını çok merak etmeye başladım. Küreselleşen dünya beni yıl içinde birkaç değişik evde yaşamaya mecbur ediyor. Bazı evler ben gittikten sonra yapayalnız kalıyor, bazılarında benim kullandığım eşyalar ben yokken hiç kullanılmıyor, yaşadığım-çalıştığım odalara, özel bir neden olmadıkça, hiç girilmiyor.
Merak ediyorum, insanlar yokken bir masa, bir sandalye, yatak, döşek, kap kacak, koltuk, hele hele TV, radyo, bilgisayar ne yapar?
¡ ¡ ¡
Neden böyle abuk bir sorunun aklımda yer etmesine duçar oldum?
Aylarca kullanmadığım, dokunmadığım, yapayalnız kalmış bir eşya, örneğin çalışma masası, o eve geri döndüğümde biraz yaşlanmış, biraz değişmiş, hatta biraz kırgın gibi duruyor da ondan!
Diyeceksiniz ki, eşyalar aylar içinde eskir, toz tutar, hatta kirlenir.
Doğrudur, örneğin bir çalışma masası aylar sonra karşılaştığımızda bana sanki rengi solmuş, üzerinde biriken toz yüzünden keyfi kaçmış, neşesini kaybetmiş, kırgın ve üzgün gibi geliyor.
Daha ötesi, sanki 8 ay önce, 4 ay süreyle iç içe, koyun koyuna, günde en az 6-8 saat birlikte yaşarken, arada geçen 8 ay içinde sanki birbirimizden uzaklaşmışız, kopmuşuz gibi bir yabancılık hissediyorum.
Sanki o, o kadar yakın bir ilişkiden sonra yapayalnız kalmış, aylarca yolumu gözlemiş, hem de arada geçen sürede benim iki-üç başka masa ile hal-i hamur olduğumu biliyor!
Geçen ekim ayında yazlık evin kapısını 8 aylığına kilitlerken, 8 yıldır başına gelenin 9. yılda tekrar edeceğini biliyordu.
¡ ¡ ¡
Ben çalışma masamı yazıyorum, zira evlerde en çok çalışma masaları ile yakınlaşıyorum. Ama, eminim her geceyi beraber geçirdiğim yatak, gürültüsü ile evi boğduğum televizyon da aynı duygu içindeler.
Onlar da aylarca toz içinde boynu bükük, yapayalnız 8 ayın geçmesini beklediler.
Hele hele düşünün ki, televizyon 4 ay eve hükmetti. Günde en az 10 saat esti gürledi. Ev onun lütfettiği sesler ile gümbürdedi. Günün başladığına, sona erdiğine o karar verdi. Ama, 8 aydır sesi soluğu kesik. Ne esebiliyor, ne gürleyebiliyor, aylardır bir kişiyi bile karşısına çekip saatlerce esir almayı başaramadı!
¡ ¡ ¡
Ancak, eşyaların saf bir tarafı da var. Aylardır yüzüne bakmadığınız masa onu iyice silip, ıslak ve sabunlu bir bezle parlatıp, arkasından da bilgisayarınızı üstüne kurmaya başladığınızda anında sevinmeye başlıyor.
4 ay sonra başına yine ne geleceğini bildiği halde seviniyor.
Önce birbirimizi biraz yadırgıyoruz. İnternet 8 ay aradan sonra biraz nazlanıyor. Ama, çok geç değil, yarım saat sonra yekahenk birlikte yaşamaya, oynaşmaya, yazmaya, hatta itişip kakışmaya başlıyoruz.
Sanki geçmiş ayrılıklar hiç yaşanmadı, gelecek ayrılıklar hiç yaşanmayacak!
¡ ¡ ¡
Bir evi kapatıp giderken, eşyalar ardımdan ne konuşuyorlar, çok merak ediyorum.
Yazının Devamını Oku

Kemal Kılıçdaroğlu’nu doğru okumak (III)

27 Mayıs 2010
İKİ gündür Kemal Kılıçdaroğlu’nun umulmadık bir anda CHP Genel Başkanlığı koltuğuna oturmasının anlamını analiz etmeye çalışıyorum. Meramımı özetleyeyim:
1) Kılıçdaroğlu’nu kaset değil, AKP yaratmıştır. Kaset sadece fırsat sunmuştur.
2) Kurultay neticesini genel seçimi beklemeden hemen verecektir. 8 senedir alternatifsiz addedilen AKP bundan böyle sırtında rakibinin nefesini hissederek yaşamak zorundadır.
* * *
Bugün “yeni” CHP’ye aklımın erdiği kadarı ile bazı önerilerde bulunacağım:
1) Hedefe sürekli AKP iktidarı alınmalıdır. Muhalefet söylemi devamlı yoksulluk ve yolsuzluk temaları üzerine kurulmalıdır. Örneğin, “Çamlıca villaları” iyi irdelenmelidir.
2) Gelir dağılımı üzerinden politika yapmanın 70’lerde kaldığını söyleyen eski solcu-yeni AKP’li zevata birer adet Prof. Ersin Kalaycıoğlu ile Prof. Ali Çarkoğlu’nun ortaklaşa yaptıkları “Türkiye’de Toplumsal Eşitsizlik 2009” başlıklı araştırma gönderilmelidir. 
3) Sedat Ergin’in (Hürriyet, 28.05.2010) çok doğru tespit ettiği gibi söz konusu araştırmadan çıkan:
“Halkın ekonomik gündemi ülkenin siyasi gündeminden kopmuş gözüküyor” saptaması Kılıçaroğlu’nun masasının ardındaki duvara büyük harflerle yazılmalıdır.
4) Kemal Kılıçdaroğlu sosyal demokrasinin “sosyal” ayağını “yolsuzluk ve yoksullukla” mücadeleye ayırırken “demokrasi” ayağını katiyen göz ardı etmemelidir. Ülkenin Kürt meselesi, Alevi meselesi vardır. Her alanda reddedilen haklar “bireysel özgürlükler” temelinde ele alınmalıdır.
5) AKP “Kürt açılımını” yüzüne gözüne bulaştırmıştır. Bu uyduruk açılım sadece “ayrışma” yaratmıştır. Nitekim, yukarıda bahsettiğim araştırmaya göre ülkemizde demokrasiden memnun olanların oranı 2007 yılında %52 iken, bu oran şimdi %28’e inmiş, memnun olmayanların oranı ise %29’dan %50’ye çıkmış. Sanki açılım geri tepmiştir.
CHP, ayrıştırmadan ama ısrarla hakların ve özgürlüklerin savunucusu olmak zorundadır.
AKP’nin öcüden kaçar gibi kaçtığı Kılıçdaroğlu’nun %10’luk seçim barajını indirme vaadinin en çok Kürt partilerine yarayacağı kitlelere anlatılmalıdır.
* * *
6) Varoşlar çoktandır AKP’ye terk edilmişti. Kemal Bey, tıpkı Sarıgül’ün yaptığı gibi, varoşları Erdoğan’a teslim etmediğini halka göstermelidir.
7) Varoşlara ilaveten AKP’nin de unuttuğu köylülük CHP tarafından kucaklanmalıdır. Ülkenin ivedi bir “tarım ve hayvancılık politikası”na ihtiyacı vardır. Bu alanda CHP çok ciddi bir çalışma yapmak ve önerilerini anlatmak durumundadır.
8) Milletin muhafazakâr değerleri ile ne Cumhuriyet’in ne de CHP’nin bir sıkıntısı olmadığına dair muhafazakâr çoğunluk ikna edilmelidir.
Bir siyasal simge olarak “türban polemiği” AKP’nin elinden alınmalıdır. Türbanı simge olmaktan çıkarmanın tek yolu onu üniversitede serbest bırakmaktır.
* * *
9) Kılıçdaroğlu’nun uzman olduğu vergi konusunda “herkesten gücüne göre adil vergi alınması”nı temin etme yolunda CHP’den büyük ve somut adımlar bekliyorum.
10) Üretim ekonomisinin teşvik edilmesi sağlayan somut bir program istihdam artışının en büyük garantisi olacaktır.
11) Hesap uzmanı genel başkan her önerisinin parasal kaynağını da göstermelidir ki, benim gibi münafıklar söyleyecek söz bulamasınlar!
* * *
Ben “gerçek bir sosyal-demokrat parti” ile demokrasinin “denetleme ve dengeleme” ayağının güçleneceğine yürekten inanıyorum.
Bu yolda mücadele verecek CHP’ye, sosyal demokrat olmadığım halde destek vereceğim.
Yazının Devamını Oku

Kemal Kılıçdaroğlu’nu doğru okumak (II)

26 Mayıs 2010
DÜN yazdım. Kılıçdaroğlu’nu bir fenomen haline getiren kaset değil, bizzat AKP’nin kendisidir. Etki tepkiyi, tepki de etkiyi doğurur.
Her var oluş inkârını kendi içinde oluşturur!
 Demokrasinin en güzel tarafı bu diyalektiğe açık olmasıdır.
“Yoksulluk” ve “yolsuzluk” basit ve klişe sözlerdir ama maalesef Türkiye gibi paylaşım savaşını tamamlamamış ülkelerde iktidar kapısını onlar açar.
En son kapı 2002’de AKP’ye açılmıştı.
Ancak, paylaşım savaşını tamamlamamış ülkelerde mağdur maalesef iktidar olduktan sonra mağrur olmaya da başlar. Garibanlığın şaşmaz kuralıdır bu!
Yolsuzluk yeni iktidarı da alır götürür.
Bakın gelişmekten nasibini az almış “demokratik ülkeler”e; paylaşım savaşı tamamlanana dek devr-i devran hep kendi yeni mağrurunu yaratarak dönüyor.
Mağdurlar ise hep aynı kalıyor!
AKP; Deniz Baykal döneminde kendi panzehirinin olmadığı zahabına iyiden iyiye kapılmıştı. CHP’nin milletin karşısına devleti koyması ekmeğine yağ sürüyordu. Dış konjonktürün de yardımıyla, hem içeride hem dışarıda, hepten denetimsiz kaldığını düşünen bir otokrat yönetim bu kez kendisinin “ebedi şef” olduğuna iyiden iyiye inanmıştı.
Ancak, ben “rakipsiz” AKP’nin mihenk taşının İran olacağını yıllardır savunuyorum. (Örnek olarak Bkz: “Cüneyt Ülsever: Türkiye’ye Ne Olacak?” - Söyleşi: Kürşat Oğuz - Hayy Kitap - Söyleyecek Sözü Kalanlar: 4 Nisan 2009)
* * *
 Kasımpaşalı, hiç ummadığı bir anda Çankayalı’nın gidip yerine Tuncelili’nin geldiğini gördü ve o an 8 yıldır ilk kez panzehirinin zuhur etiğini hissetti.
Hazmetmesi zaman alacak!
Kendileri de fena yakalanan yaratıcılık yoksunu yalakalar, Başbakan için, Rennie tabletlerinin hazma karşı etki sağlayan gücünün çok uzağındalar.
Başbakan onlardan medet ummasın.
Kemal Kılıçdaroğlu, kendi öngörmese, ona yolu Önder Sav göstermiş olsa bile, Türkiye’de 22 Mayıs günü itibari ile bir değişimi başlatmıştır.
Bu değişim illa ki iktidara yürüme değişimi değildir. Onu zaman gösterecek.
Değişimin ana kodu şudur:
2007’den sonra hiçbir “dizgin”i kalmadığına her geçen gün beter inanmaya başlayan küheylanın ağzına “gem”i hiç beklemediği anda, hiç ummadığı bir küheylanın jokeyi takmıştır!
CHP Kurultayı’nın Türkiye en büyük katkısı hiçbir alternatifi olmadığına inanan iktidara yanıldığını göstermesidir!
22-23 Mayıs’tan sonra:
1) Çok daha nazik bir Başbakanımız olacağına,
2) İktidarın kurmakta olduğu “sivil vesayet” rejiminin büyük çapta ikameye uğrayacağına,
3) Hükümete muhalefet edenlerin daha rahat nefes alacağına,
4) Ecelin herkes için geçerli olduğuna bu kez topyekûn bir kez daha iman edeceğimize,
5) Zaten iddianameleri her geçen gün irtifa kaybeden Ergenekon Davası’nın şimdiye dek her önüne gelene takılan paftasının büyük çapta etkinlik kaybedeceğine,
6) İktidarın işsizlik, istihdam, yatırım gibi milletin en fazla önemsediği real konulara daha yakın ilgi duyacağına,
7) Yalaka basının yutkunmaya başlayacağına,
kalıbımı basarım.
Küheylan en iyi performansını başka bir küheylanın nefesini ensesinde hissettiğinde gösterir!
(Yarın CHP’ye önerilerimi sunacağım.)
Yazının Devamını Oku