25 Mayıs 2010
ÖNCE bir saptama yapalım. Deniz Baykal’ın CHP Genel Başkanlığı’nı bırakmak zorunda kalacağını ve yerine Kemal Kılıçdaroğlu’nun geçeceğini çok değil sadece mayıs başında yazmış, çizmiş bir kişi bile yok.
Öte yanda kabul edelim ki, son bir haftadır CHP’de ama daha da ötesi tüm Türkiye’de kimsenin öngörmediği fırtınalar esiyor. Ancak, içimdeki ses diyor ki, sadece bir hafta öncesine (17 Mayıs) dek Kemal Kılıçdaroğlu’nun da bu konuda bir öngörüsü yoktu.
Peki bu muazzam devinim muazzam bir komplo mu?
Ne zaman ki iktidarperver yalakalar işi anında, hiçbir somut bilgiye dayanmadan Ergenekon’a bağladılar, ben içimdeki komplo şeytanından sıyrıldım ve “iş”in zannettiğimden de büyük olduğunu o an kavradım. Zira, iaşelerini iktidardan temin eden zevat gelişmelerden fevkalade ürkmüştü, göbekten bağımlılık insanın düşünce yetisini kör ettiği için onlar da, tıpkı zamanında babalarına yapıldığı gibi, bir öcü imal etmekte gecikmemişlerdi. Beni yalakalar hep tersine düşündürür!
Çetin Altan’ın kendisine de izafe edilen komünizm hurafelerinden ne kadar çektiğini biraz tarih bilen bilir. Şimdi oğlu ve benzer iktidarperverlerin adı değişik ama mantığı aynı bir hurafe ile Kemal Kılıçdaroğu’nun ani çıkışını izah etmeye çalışmaları, ona hayâsızca sataşmaları sadece ve sadece hazin bir tarih tekrarıdır.
Ben bu hafta, üç yazı ile analiz yapmaya çalışacağım.
Yazının Devamını Oku 23 Mayıs 2010
ELİMDE değil, yalakalar bir kişiye saldırmaya başlayınca benim ona kanım ısınıyor. Ne zaman ki, Kemal Kılıçdaroğlu CHP’ye genel başkan adayı oldu, işte o zaman adeta ağız birliği eden iktidarperver yalakalar hep birden Kılıçdaroğlu’na saldırmaya başladılar. Ben o an Kılıçdaroğlu’na daha da fazla dikkat etmeye başladım.
İlginçtir, yalakalar söyleyecek sözü olmayanların şaşmaz metodunu hep birlikte kullanmaktan katiyen utanmadılar.
Kılıçdaroğlu ile terbiye sınırlarını zorlayacak şekilde alay etmeye başladılar.
“Sahibinin Sesi” korosu güfteye ters düşen name çalmaz!
Anladım ki, Kılıçdaroğlu bunları topyekûn rahatsız ediyor.
Huyum kurusun, onları rahatsız eden her kimse bana huzur veriyor.
Kılıçdaroğlu’na zaten sempatim vardı, şimdi ilgim mislisi ile arttı.
Yalakalar beni Kılıçdaroğlu hakkında çok heyecanlandırdı.
Neden heyecanlandım? Bunlar zamanında Ahmet Davutoğlu’nu da küçümsemişlerdi. Barack (Hüseyin) Obama’yı oturtacak taht bulamamışlardı. 2002 öncesi Recep Tayyip Erdoğan’ın cehaleti ile alay ediyorlardı.
Hepsinde çuvalladılar ama akılları sıra renk vermemeye çalışıyorlar.
Dediklerinin genellikle tersi olur ama onlar anında rotayı düzeltirler.
¡ ¡ ¡
Kemal Kılıçdaroğlu katiyen bunların şimdilik yaptıkları muhalefetten ürkmesin. Bunlar onun-bunun değil, muazzam bir tutarlılıkla her daim iktidarın adamıdırlar.
Yarın iktidar nasip olursa, Kemal Bey’i ilk alkışlayacaklar onlar olur, yine benim gibilere muhalefet düşer.
İktidarı eline geçirdiği an Kemal Bey’in en sadık bendesi yine onlar olacaktır. Yeter ki, üç-beş demesin, beslemeyi iyi bilsin.
İktidar nasip olursa, “sosyal demokrat TV sahipleri” oluşana kadar Kılıçdaroğlu bunları örneğin, bugünkü iktidarın yaptığı gibi, TMSF üzerinden beslemeye devam ederse bugün nasıl “liberal” olarak hiç seyredilmeyen programlar yaparak “Hazine”den geçinmeye, transfer ücreti almaya utanmıyorlarsa, gün geldiğinde “sosyal demokrat” olarak devletten ulufe almakta da hiçbir beis görmezler.
¡ ¡ ¡
Yeni CHP ile ilgili beklentilerimi, dilimin döndüğü kadar, 19 Mayıs 2010 günü yazdım.
CHP, senelerin yerleştirdiği “önce devlet-sonra millet” anlayışını bu kez tersyüz edebilirse makûs talihini de yenmek için önünü alabildiğine açacak.
CHP, dünya konjonktürünün de sosyal demokrat müdahalelere ihtiyaç duyduğu bir döneme girdiğini kavrarsa, yine yalakaların iddia ettiğinin tersine, dünyayı algılamak için kendinden vazgeçmesi gerektiği zahabına kapılmaz.
Büyümeyi de dağıtımı da sağ partilerin vurguladığı/tanzim ettiği bir ülkede demokrasi işlemez.
Bu ülkede 80’lerden beri dağıtımın en azından söylem liderliğini sağ yapıyor!
CHP, bu garabeti aşar, dağıtım (yolsuzluk ve yoksulluk) söylemine ciddi programlarla sahip çıkarsa, zaten yarım yamalak çalışan demokrasimizin bir kırık ayağı tamir görmüş olacaktır.
Aynı CHP muhafazakârlığın her milletin şaşmaz değeri olduğunu, zira her milletin korumakta ısrarlı olduğu değerleri olduğunu hazmettiği gün de söylemleri kitleler tarafından çok daha kolay benimsenecektir.
¡ ¡ ¡
Ben bir liberalim ve öyle kalacağım. Ama karşımda “adam gibi adam” (milleti kucaklayan sol) görmek istiyorum!
O zaman tartışmanın tadına doyum olmaz.
Bu yolda tarihi bir adım atmaya soyunan CHP’li dostlarımı candan kutluyorum!
Yazının Devamını Oku 20 Mayıs 2010
BREZİLYA’nın İran tarafından “arabulucu” kabul edildiği toplantılar sonucu İran’ın 1200 kg az zenginleştirilmiş uranyumu Türkiye’de depolamayı kabul etmesi Türk basınının bazı kalemleri tarafından büyük bir başarı olarak kabul edildi. Ahmet Davutoğlu’nu “dış politika güneşi” ilan eden, “Bu Türkler artık çok oluyor” sözleri ile Hükümet’e övgüler düzen yazarların bir kısmı Obama’nın Türkiye ziyareti sırasında ona da methiyeler düzmeyi görev bilmişlerdi.
¡ ¡ ¡
Hem Brezilya, hem Türkiye az zenginleştirilmiş 1200 kg uranyum karşılığı, kendilerinde olmadığı halde, bir anlamda başkaları adına, İran’a daha zenginleştirilmiş 120 kg uranyum vereceklerine dair söz verdiler. Ahmet Davutoğlu da bu anlaşmayı:
“Sonuçta biz uluslararası toplumun talep ettiği her şeyin anlaşmada mevcut olduğundan eminiz” diyerek değerlendirdi. Hatta, İran’ın avans olarak 1200 kilogram uranyumu vererek aslında büyük bir taviz verdiğini ve anlaşma ile Batı’nın istediği 3 koşulun da gerçekleştiğini belirtti.
Batı’nın yaptırım konusunda ısrarlı olmasının, Türkiye’nin çıkarlarına zarar vereceğini ve bunu mazur görmeyeceklerini de sözlerine ekledi.
¡ ¡ ¡
Ancak...
Davutoğlu anlaşmayı Türk gazetecilere muştular, onlar da methiyelerini hazırlarken, hemen hemen aynı saatlerde, 5+1 üyeli (ABD, İngiltere, Rusya, Çin, Fransa + Almanya) Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi (BMGK) İran’a yeni yaptırımları içeren karar tasarısı üzerinde anlaşmaya vardı.
Karar tasarısını açıklayan ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton, İran’ı “yeni yaptırımlar uygulanması konusundaki baskıdan kurtulmaya çalışmakla” suçlarken İran’ın Brezilya ve Türkiye ile söz konusu anlaşmayı BMGK toplantısı öncesi imzalamasına dikkati çekti.
¡ ¡ ¡
Artık, Konsey ile aramızda şu çelişkiler doğmuş bulunuyor:
1) İran’ın son anda anlaşmaya razı olması yeni bir oyalama taktiği olarak kabul gördü.
2) İran, bu anlaşma ile Rusya ve Çin’in aklını çelmeye çalıştı ama İran’da büyük yatırımları olmasına ve ayrıca Çin enerji konusunda İran’a büyük çapta bağlı olmasına rağmen bu iki ülke (daha önce yazmıştım: Hürriyet-15 Nisan 2010) son anda ABD ile birlikte hareket etti.
3) Üstelik, Obama Türkiye ve Brezilya’yı İran’ın oyalama taktikleri hakkında önden ve yazılı uyarmıştı.
4) BM’nin, zamanında anlaşma için referans verdiği, 1200 kg uranyumdan şimdi 2 misli fazla uranyumun (takriben 2300 kg) İran’ın elinde bulunduğuna dair dünyada ortak bir kanaat var. İran elindeki uranyumun sadece yarısını veriyor.
5) Kaldı ki, zaten İran Atom Enerjisi Kurumu Başkanı Ali Ekber Salihi, varılan anlaşmaya rağmen ülke içinde uranyum zenginleştirmenin süreceğini söylemişti.
¡ ¡ ¡
Görünen odur ki “İran’a yaptırımlar” artık BMGK’de ve Brezilya ile Türkiye Konsey’de galiba yalnız!
Öte yanda, yukarıda yazdım, Davutoğlu, Batı’nın yaptırım konusunda ısrarlı olmasının, Türkiye’nin çıkarlarına zarar vereceğini ve bunu mazur görmeyeceklerini söylüyor.
Hem Obama’ya, hem Davutoğlu’na methiye düzenler yakında tercih yapmak zorunda kalabilirler!
Yazının Devamını Oku 19 Mayıs 2010
KEMAL Kılıçdaroğlu’nun pazartesi günü ilan ettiği CHP Genel Başkanlığı adaylığı hem kendisi, hem de partisi açısından güçlü bir dinamik yaratmıştır.
Adaylığı konusunda bir süre yaşadığı tereddüt ise beni kendisi hakkında olumsuz görüşlere itmişti.
“Eyvah! Yoksa o da mı icazet bekliyor?” sorusu aklıma takıldığı an gözümün önünden Turgut Özal’ın Yıldırım Akbulut’u, Süleyman Demirel’in Hüsamettin Cindoruk’u geçmişti. Öte yanda Süleyman Demirel’e rağmen genel başkan olan Tansu Çiller’i, Turgut Özal’a rağmen seçilen Mesut Yılmaz’ı, Necmettin Erbakan’a rağmen gerçek bir lider olan Recep Tayyip Erdoğan’ı hatırlamıştım.
Liderine rağmen liderliğe soyunan muhakkak kendisi “lider” olamıyor ama liderler hep “rağmen” kategorisinden çıkıyor!
* * *
Yazının Devamını Oku 18 Mayıs 2010
PAZAR günkü yazımda bahsettim. Bahçeşehir Üniversitesi geçen cuma günü uluslararası araştırmacıların tebliğleri ile katıldığı “Eğitim ve Ekonomik Kalkınma” başlıklı bir konferans tertip etti.
Bahçeşehir Üniversitesi’nde yeni kurulan ve bu konferansı tertip eden Yenilikçi Eğitim Araştırma Merkezi (YEGAM) hakkında yine cuma günü bilgi vermiştim.
* * *
Bugün konferansın bana göre ana önerisini oluşturan bir tartışmayı ele alacağım.
Konuşmacılardan Prof. Dr. Francisco L. Rivera-Batiz çok sayıda ülkeyi kapsayan ekonometrik çalışmasının sonucu olarak şu bilgiyi verdi:
Yazının Devamını Oku 16 Mayıs 2010
LAF ne zaman eğitimden açılsa, mangalda kül bırakmayız. Nerede abuk bir durum görsek, suçu anında “cehalet”e atarız. Ebeveynler ellerinden tuttukları çocuklarını koca bir yıl o kurstan bu kursa, o öğretmenden bu öğretmene taşır dururlar. “Giriş sınavlarını” kazanmaları için büyük paralar dökerler.
Ama, birileri ne zaman eğitim ile ilgili ciddi bir iş yapmaya kalksa, bu ülkenin entelleri, köşelerinde attıkları zaman kül bırakmayan yazarları, Milli Eğitim’in etkili ve yetkili şahsiyetleri, velhasıl ülkenin “önde gelenleri” konuya bigâne kalırlar.
Onları, siyasi liderin olası 2. seks kasedi çok daha fazla ilgilendirir.
¡ ¡ ¡
Cuma günü hem çok sevindim, hem çok üzüldüm.
Yerli-yabancı araştırmacı ve akademisyenlerin Türkiye’de hemen hiç ilişkilendirilmeyen “Eğitimin ekonomik kalkınmaya katkısı” konusunda yaptıkları araştırmaları tartıştıkları bir konferansta öğrendiklerimden çok keyif aldım ama aynı anda dinleyicilerin arasında eğitim ve ekonomi alanında ahkâm kesenlerden hemen kimsenin olmaması da canımı oldukça çok sıktı.
Ülkem adına üzüldüm!
¡ ¡ ¡
Bahçeşehir Üniversitesi; eğitim alanında ülkenin en dinamik eğitimci-müteşebbisi olan Enver Yücel’in liderliğinde eğitim alanında araştırmalar yapmak üzere, belki de alanında ülkenin ilk merkezi Yenilikçi Eğitim Araştırma Merkezi’ni (YEGAM) kurdu. Bu merkez sadece eğitim alanında araştırma yapacak ve ülkenin önüne yenilikçi projeler koyacak. Merkezin başkanlığına İsveçli eğitim politikaları uzmanı Dr. Annelie Strath getirilmiş, Merkez’in ilk araştırmacısı Türkiye’nin “harika çocukları”ndan, eğitimini Harvard, MIT ve Cambridge’de (doktora) sürdüren Özgür Bolat olmuş.
SAGEM yukarıda bahsettiğim “Eğitim ve Ekonomik Kalkınma” konferansını Yenilikçi Eğitim Konferansları’nın ilk serisi olarak tertipledi.
¡ ¡ ¡
14 Mayıs Cuma günü gerçekleştirilen konferansta Columbia Üniversitesi/New York öğretim üyesi ve alanında uluslararası otorite Prof. Dr. Francisco L. Rivera-Batiz, Finlandiya Ekonomisi Araştırma Merkezi’den Prof. Dr. Rita Asplund, OECD’den Dr. Bernard Hugonnier, Kobe Üniversitesi/Japonya’dan Prof. Dr. Keiichi Ogawa ve eğitim ekonomisi alanında Türkiye’nin önde gelen araştırmacılarından Prof. Dr. Yüksel Kavak (Hacettepe Üniversitesi) birer tebliğ sundular.
Konferansın başında Bahçeşehir Üniversitesi-İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Taner Berksoy Merkez’in Türkiye’deki önder rolüne işaret etti.
Eski Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı-AK Parti milletvekili Dr. Hilmi Güler hayatın ana kaynakları enerji-çevre-su ve insan ilişkisi hakkında çok anlamlı bir konuşma yaptı.
¡ ¡ ¡
Tebliğciler dünyada ve Türkiye’de eğitime yapılan yatırımın ekonomik kalkınmayı (büyümeyi) nasıl etkilediğini, (ekonometrik) ölçüm çalışmaları ile örnekleyerek/destekleyerek tartıştılar.
Eğitimin miktarı kadar niteliği üzerinde durdular.
İnsan kaynağına yatırımın bu dünyada ömrünü refahı arayarak geçiren insanoğlu için en önemli yatırım olduğuna inanan bir insan olarak bu konferansın bazı bulgularını salı günü sizlere aktaracağım.
Yazının Devamını Oku 13 Mayıs 2010
BUGÜNKÜ üçüncü yazım. Üç gündür anlatmaya çalıştığım Türkiye’nin, cumhuriyetin kuruluşundan beri, bitiremediği “paylaşım savaşı”nın son perdesine ulaştığıdır. Savaş elinde tuttuklarını kaybetmek istemeyen ve “modern hayat tarzı”nı benimseyen, kendilerine siyaseten “askeri ve sivil bürokrasi”nin liderlik ettiği elit ile zihinlerden çok görünüme hitap eden “devrim ilkelerine” direnen “muhafazakâr hayat tarzı”nı benimsemiş kitle arasında.
Birisi siyasette “laiklik hassasiyeti yüksek” kitleyi, diğeri ise “dini hassasiyeti yüksek” kitleyi oluşturuyor.
Savaş, taraflar paylaşımdan aldıkları ekonomik/siyasi/sosyal paya razı olana kadar sürecek. O güne dek, kimse ama kimse, “demokrasi” mücadelesi vermeyecek.
Yakın zamana dek “modern hayat tarzı” egemendi ve “askeri-bürokratik vesayet” sayesinde o dayatıyordu.
* * *
Ama, Turgut Özal dengeleri bozdu, muhafazakâr kesim siyaseti finanse edecek kadar güçlenince elite açıkça meydan okumaya başladı.
Turgut Özal taraflar arasında bir “denge” aradı ama muhafazakârlığın şimdiki liderliği “Sıra bizde!” diyor.
Recep Tayyip Erdoğan önderliğindeki AKP, “askeri-bürokrat vesayeti” bozmak ve yerine kendi “sivil vesayeti”ni geçirmek için gayret gösteriyor.
AKP Türkiye’de yaşananların bir paylaşım savaşı olduğunu kabul ediyor ve ona göre siyaset yapıyor.
Esas mücadele “muhafazakâr hayat tarzı”nı periferiden alıp merkeze yerleştirmek, periferiyi “modern hayat tarzı”na bırakmak! Modern hayat tarzını benimseyenler illa ki merkezden gidecekler.
Bunun için sadece Hükümet’te değil, elitlerin yaptığı gibi devlet aygıtında da iktidar olmak gerekiyor.
* * *
Ergenekon davası ile askere darbe vuruldu, Anayasa değişikliği ile bürokrasiye (yargı) darbe vurulacak.
Kürt açılımı başlarına yıkılınca “parti kapatmayı zorlaştırma” aksadı ama Anayasa Mahkemesi ve HSYK’yı ele geçirme planları hayatta. 1982 Anayasası’na “hayır” deniyor ama 82 Anayasası’nın yarattığı YÖK’e veya HSYK’ya Adalet Bakanı’nın başkanlık etme uygulaması aynen sürüyor. Zira, AKP de, diğer siyasi güçler gibi, hukukun işine gelen uygulamalarını koruyor, sadece işine gelmeyenleri değiştirmeye çalışıyor.
Venedik Kriterleri’nin parti kapatmayı zorlaştıran kriterleri baş tacı, fakat % 10’luk seçim barajını yüksek gören kriter ayaklar altına alınmış!
* * *
Benim kişisel itirazım AKP’nin de yerine geçmeye çalıştığı askeri-bürokratik elit gibi demokrasiden uzak olması. Ama, anlamaya da çalışıyorum.
Paylaşım savaşının raconu bu! Savaşta uzlaşma olmaz, uzlaşma savaşta denge sağlandıktan sonra gündeme gelir.
Türkiye’de uzun bir süre daha uzlaşma olmayacak, zira taraflar henüz ekonomik/siyasi/sosyal alanda aldıkları paya razı değiller.
Bir taraf elindekileri tutmaya, diğer taraf yıllarca esirgendiğine inandıklarını yoğaltmaya çalışıyor.
* * *
Referandumdan Anayasa değişikliklerine “hayır” çıkmasını katiyen ummuyorum. Oylanacak “maddeler” değil.
Oylanacak olan “iktidar mücadelesinde” kimin hangi tarafı tuttuğudur!
Referandum oylamasında çıkacak “evet” oylarının oranının AKP’nin bugünkü oy oranından da yüksek olacağını düşünüyorum.
Yazının Devamını Oku 12 Mayıs 2010
GENEL başkanların özel hayatına kadar bulaşan bir “paylaşım savaşı” yaşıyoruz. Dün yazdım. Bu savaş sadece Anayasa değişikliği üzerine verilen bir kavga değil, Cumhuriyet’in kuruluşundan beri ülkeye egemen olan düzeni değiştirmeye yönelik bir savaştır.
* * *
Cumhuriyet inşa edilirken onu kuran askeri-sivil bürokrat elit açısından gereken yaptırımlar acele yapılması gereken eylemlerdi.
Cumhuriyet’i kuran elitlerin zihnindeki tasavvur, zihinlere yer edecek zamana sahip değildi, bundan dolayı “hayat tarzı”nı hedef aldı ve elit 600 yıldır muhafaza edilen hayat tarzını adeta bir gecede değiştirmeye kalktı.
Kitleden “muhafazakâr hayat tarzı”ndan vazgeçip, kendilerince artık yaşanması şart olan “modern hayat tarzı”na uyum göstermesi istendi.
Bunu isteyenler basitçe “hayat tarzı” dediğimiz; giyimden kuşama, yemeden içmeye, akıldan gönüle, örften âdete, estetikten felsefeye hayatın her safhasına nüfuz etmiş, kısaca insanı “kendi” yapan yaşama biçimini hedef aldıklarının farkında değildiler.
* * *
Kitle, Cumhuriyet elitlerinin devrim tasavvurunu kendisinin inkârı/yok sayılması olarak algıladı ve ülke bugünlere “modern hayat tarzını” benimseyenler ile “muhafazakâr hayat tarzı”nda direnenlerin birbirinden ayrıştığı bir ülke olarak geldi.
Uzun seneler devlet aygıtı elitlerin elinde kaldı ve muhafazakârlar, modern hayat tarzına teslim olmadıkça; ekonomik, siyasal, sosyal hayattan dışlanmaya razı olmak durumunda kaldılar.
Muhafazakâr hayat tarzında direnenler temsil gücü yüksek mesleklerden dışlandılar, siyasette kitle ile irtibatlanan teşkilat görevlerine razı oldular, sosyal hayatta belirli mahvillere giremediler.
Açıkçası, gettolara kapatıldılar, kendi aralarında kapalı bir hayat sürmeye zorlandılar.
Modern hayat tarzını benimseyenler ise elit olma avantajını her türlü alanda, haliyle, kendi lehlerine kullandılar. Kapalı bir ekonomik yapıda; Ankara’nın ihaleler ve devlet kredileri ile İstanbul’u beslediği, İstanbul’un da artan ekonomik gücü ile Ankara’da siyaseti finanse ettiği, hatta giderek şekillendirdiği bir düzen kuruldu.
Modernlere göre muhafazakârların bu sisteme itiraz hakkı yoktu, zira hem onlar eski ve tükenmiş olanı temsil ediyorlardı, hem de biat ettikleri an kapılar onlara da açılıyordu.
Millet kendisi için doğrunun ne olduğunu ayırt edemiyordu, o halde arada bir kitleyi yola getirmek de gerekiyordu. Devlet aygıtı bunun için gerekliydi.
Modernler doğru yaptıklarına o kadar inandılar ki, kitleye dayattıklarını katiyen kabul etmediler.
* * *
Dünkü yazımda da belirttim, ülkede paylaşım savaşı yaşanıyor ama bu sınıflar arası bir savaş değil.
Farklılaşma, hayat tarzı farkından oluştuğu ve muhafazakâr hayat tarzı temelinde din kurumu tarafından şekillendirildiği için, paylaşma savaşında siyasi ayrışım giderek dini hassasiyeti yüksek olanlar ile bu hassasiyete tepkiyi ifade eden laiklik hassasiyeti yüksek olanlar arasında oluşmaya başladı.
* * *
Ancak ayrışım Turgut Özal döneminde muhafazakâr Anadolu sermayesinin şekillenmesi ile güç dengesini değiştirmeye başladı. Zira, muhafazakâr hayat tarzını benimseyenlerin ellerine ilk kez siyaseti finanse edecek çapta para geçmeye başlamıştı.
(Yarın devam edecek.)
Yazının Devamını Oku