6 Temmuz 2010
BU yılın ocak ayında kabul edilen “Üniversite ve Sağlık Personelinin Tam Gün Çalışmasına Dair Kanun”a göre, öğretim elemanları, üniversitede devamlı statüde görev yapacak. Bu durumda, üniversitelerin tıp fakültelerinde görev yapan öğretim elemanları da tam gün çalışacak. Öğretim elemanları, bu kanun ile diğer kanunlarda belirlenen görevler ve telif hakları hariç olmak üzere, yükseköğretim kurumlarından başka yerlerde ücretli veya ücretsiz, resmi veya özel başka herhangi bir iş göremeyecekler, ek görev alamayacaklar, serbest meslek icra edemeyecekler. Bu demektir ki, şu anda üniversitelerde “part-time” (yarı zamanlı) çalışan doktorlar özel hastanelerde çalışamayacak, muayenehane açamayacak.
Yasa 2011 yılının başında uygulanmaya başlayacak. O tarihe dek Tıp Fakülteleri’nde part-time çalışan öğretim üyeleri ya üniversiteyi ya da ilave çalıştıkları özel hastaneleri terk etmek ve/veya muayenehanelerini kapatmak zorunda kalacaklar.
* * *
AKP Hükümeti’ni sağlık hizmetlerini tabana yayma konusunda çok başarılı bulduğumu geçen hafta yazmıştım: (Hürriyet - “Kemal Kılıçdaroğlu’na Samimi Bir Uyarı” - 01.07.2010) Ancak, o yazıda bir de uyarım vardı:
“Tam gün yasası’nın Tıp Eğitimi’nde kaliteyi çok düşüreceğini düşünüyorum.”
* * *
Bugünkü yasaya göre Tıp Fakültesi’nde “part-time” çalışan bir öğretim elemanı yarım gün fakültede ders veriyor, üniversite hastanesindeki hastaları ile ilgileniyor. Yarım gün de ya özel hastanede ya da muayenehanede “özel hastaları” ile ilgileniyor. Doğal olarak, “özel hastalar”dan serbest piyasa kurallarına göre ücret alıyor. Deniyor ki, bu durumda tıp doktoru özel muayenehanesini basamak olarak kullanıp, kamu hastanelerine (devlet-üniversite) sevk için hastasından “haksız kazanç” elde ediyor. Zira, doktora özel muayenehanede “rüşvet” ödemeyen hastalar kamu hastanelerinin olanaklarından faydalanamıyor.
Doğrudur, muhakkak ahlaksız doktorlar vardır! Ama, bu durumu genelleyip, tüm doktorları aynı kaba sokan yasa, diğer mahzurları yanında; muazzam mahzurlu gördüğüm bir sonuca neden olacaktır. Tam gün yasası Tıp Eğitimi’nde kaliteyi çok düşürecektir!
* * *
Nedeni çok basit bir mantıkla açıklanabilir.
Kamu üniversiteleri başarılı doktorlara hiçbir zaman serbest piyasanın sağladığı ücret seviyesini sağlayamayacağı için kendine güvenen, bilimine, teşhis ve tedavi yeteneğine saygı duyulan öğretim üyesi tıp doktorları üniversiteleri terk edecekler.
Serbest piyasanın evrensel kuralları, ayrıca akıl ve mantık böyle söylüyor!
Tam gün yasasına uyarak üniversitede kalacak öğretim üyeleri, istisnaları hariç, çoğunlukla muayenehane açmak veya özel hastanede çalışmak için çalışkanlığına, mesleğine, yeteneğine güvenmeyenler olacaktır.
Yine serbest piyasanın evrensel kuralları, ayrıca akıl ve mantık böyle söylüyor!
* * *
Mesleki hüneri yüksek öğretim elemanı tıp doktorları üniversiteyi terk edecekler ve yetenekli öğrencileri bünyesinde toplayan Tıp Fakülteleri en yetenekli-en çalışkan öğretim üyelerinden mahrum kalacaklar.
Ülkemizin yetenekli gençlerini mesleki motivasyonu yüksek olmadığı için “tam-gün” çalışmayı seçen öğretim üyeleri eğitecek!
İstisna “idealist bilim adamları” olacak. Onların da genç öğretim üyelerinden oluşacağını, ileriki yıllarda da önemli bir bölümünün “piyasa”ya açılacaklarını tahmin ediyorum.
Sağlık Bakanlığı üniversitelere neden karışıyor, neden öğretim üyelerinin istihdam edilme koşulları üniversitelere bırakılmıyor, ben anlamıyorum!
Galiba bu yasa en çok Vakıf (Özel) Üniversitelerin Tıp Fakülteleri açmasını teşvik edecek!
Yazının Devamını Oku 4 Temmuz 2010
DIŞİŞLERİ Bakanı Ahmet Davutoğlu ile İsrail Ticaret Bakanı Ben Eliezer arasında hafta içinde Brüksel’de yapılan gizli görüşmenin, meseleyi tek başına ele alırsanız, hiçbir yanlışı yok. İnsanlar var olduğundan beri savaş da vardır, gizli görüşmeler de!
Emin olun, şu anda dünyanın bir köşesinde İsrail ile İran bile gizli görüşüyorlardır.
* * *
Bu açıdan bakılınca Davutoğlu-Eliezer görüşmesinde bir hata yok.
1) Eliezer’in Ticaret Bakanı olması Davutoğlu’nu ilgilendirmez. Başbakan Netanyahu kimi yetkili kılmışsa, Türkiye Başbakanı’nın yetkili kıldığı kişi onunla görüşür.
2) Görüşmeyi ABD’nin dayatmış olması da gerek Türkiye, gerekse İsrail açısından çok rahatsız olunacak bir durum değildir. Yaşanan, reel politikanın bir gereğidir. “Artık ben tek merkezli politikayı reddediyorum” deseniz de, hatta İran meselesinde olduğu gibi bazen ters düşseniz de büyük abinin sizden “ricası”nı “emir” telakki etmek maalesef hayatın gereğidir!
Zaten, Türkiye’de gizli görüşmeye alkış tutanların bir kısmı esasında Hükümet’in ABD’nin ricasını kırmamış olmasından memnunlar.
* * *
Yeni evlendiğimde hayat tecrübesi yüksek bir ağabeyim “Bazı haltları artık yeme demem, sadece yakalanma derim” diyerek nasihatte bulunmuştu.
Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu ile İsrail Ticaret Bakanı Ben Eliezer arasında hafta içinde Brüksel’de yapılan gizli görüşmenin tek yanlışı “yakalanmasıdır”.
Taraflar, büyük abinin telkinleri ile, ama gönüllü, ama gönülsüz gizli görüşmeye kalkmışlar ama aralarından birisi hinlik ederek gizli gelişmeyi ifşa etmiştir.
Sanırım, hinlik eden taraf İsrail’dir!
Neden İsrail gizli görüşmeyi ifşa etmiştir?
Tahminime göre neden şu:
İsrail, ABD’yi kıramazdı. Obama istedikten sonra görüşmeden kaçmak olmazdı. Öte yanda, İsrail’deki hükümetin iç dengeleri bu görüşmeyi kaldıramazdı. O halde, hem görüşme yapılmalı, hem de Türkiye’ye hiçbir taviz verilmediği hem İsrail halkına, hem de dünyaya pompalanmalıydı.
Ama, en önemlisi Türkiye Cumhuriyeti’nin İsrail’e son dönemde ha bire kafa tutan tavrının örselenmesi hedefleniyordu!
* * *
Gizli görüşme afişe edildiği andan itibaren hem Batı’da, hem Ortadoğu’da Türkiye’nin “One minute” sözü ile hafızalara kazınan:
“Hem ABD’ye, hem İsrail’e Ortadoğu adına kafa tutan” tutumu sorgulanmaya başladı:
“Türkiye gürleyip duruyor ama eninde sonunda ABD’nin sözünden dışarı çıkamıyor, İsrail’in yalnızlaşmasından bahsediyor ama İsrail ile bizzat kendisi görüşüyor!”
Gizli görüşmenin ifşa edilmesi zihinlerde bu sorgulamayı yaratmıştır.
Görüşmenin ifşa edilmesi aynı zamanda Türkiye’yi “Biz öne sürdüğümüz şartlardan vazgeçmeyiz!” köşesine iterken İsrail’i de memnuniyetle “Kimse bizden özür beklemesin!” köşesine itmiştir.
Belki de İsrail’in şahin Dışişleri Bakanı Lieberman görüşmeden “haberli-habersizdi”.
Kaldı ki, Netanyahu özür dileyerek onun da gönlünü almış, üstelik hiçbir taviz verilmeyeceğini beyan ederek şahinlerle ters düşmemiştir.
* * *
İsrail Mavi Marmara’da insan öldürerek Türkiye-Hamas yakınlaşmasını açığa çıkardı, şimdi de gizli görüşmeyi ifşa ederek Türkiye’nin havasını söndürmeye çalışıyor.
Gizli görüşmede hiçbir mahzur yok ama gizli kalmayan gizli görüşme Türkiye’yi ketenpereye getirmiştir.
Yazının Devamını Oku 1 Temmuz 2010
KEMAL Kılıçdaroğlu’na aday olduğu günden beri sempati ve olumlu beklentiler ile yaklaştığımı bu köşeyi zerre kadar takip edenler bilir.<br><br>İlk günden beri kendisine söyleminin ortasına “yoksulluk” ve “yolsuzluk” temalarını yerleştirmesi gerektiğini, sosyal demokrat bir partiye bunun yakıştığını öneren/belirten kişilerden birisiyim. 1) AKP’nin % 12-14’lerle ifade edilen, hatta gençler arasında ve bazı illerde % 25’lere ulaşan işsizlerle baş etmede başarısız olduğu bir gerçek.
2) “Üreticinin doğrudan desteklenmesi” projesinde de etkisiz kaldığı, bunun içindir ki köylülüğün de çok zor durumda olduğu malum.
Biliyoruz, Kemal Kılıçdaroğlu “yoksullukla mücadele” için Aile Sigortası Kurumu oluşturacağını açıkladı. İfadesine göre:
“Geliri belli bir rakamın altında olan aileler, kaynak aktarılarak devletin koruması altına alınacak...”
* * *
Kaynağı hangi kalemlerden aktaracağını ve bu muazzam projeyi nasıl örgütleyeceğini ilk fırsatta kendisine soracağım ama bu yazımda “yoksulluk” konusunda başka alanlara değinmek istiyorum.
Yaklaşımımda ters bir metot uygulayacağım.
AKP’nin yukarıda sıraladığım başarısızlıkları yanında, yoksullukla mücadele alanında başarılarından bahsedeceğim ve bu alanlarda CHP’nin çıtayı nasıl yükselteceğini sorgulayacağım.
* * *
1) AKP Hükümeti sağlık hizmetini üniversal seviyeye çıkarma ve dolayısı ile toplumun hemen tüm katmanlarının sağlık hizmeti almasını sağlama konularında Avrupa’daki en başarılı hükümetlerden birisidir.
“2002’de bir kişinin doktora başvurma sayısı ortalama 2.7 iken bugün bu sayı 7’dir.” (Fikret Bila-Milliyet-30.06.2010)
8 yılda ulaşılan bu oran farkı büyük bir başarıya vurgu yapmaktadır. Ortalama bir vatandaş artık 2.5 misli fazla oranda sağlık hizmeti alabilmektedir. Hemen herkes her türlü hastaneye başvurabilmektedir.
Öte yanda, ilaç fiyatları muazzam oranda düşmüştür. Avrupa’nın en ucuz ilaçları galiba Türkiye’dedir.
“Tam gün yasası”nın Tıp Eğitimi’nde kaliteyi çok düşüreceğini düşünüyorum, ayrıca sağlığın finansmanı konusunda kaygılarım var ama kabul etmek gerekir ki AKP Hükümeti sağlık alanında çıtayı çok yükseltmiştir.
* * *
2) Yurdun dört bir yanına dağılan TOKİ evleri gecekonduları hızla eritmekte, Anadolu’da hemen her ilde 5-6 bin TL peşin ve 300-350 TL aylık ödemlerle yoksul kesim merkezi ısıtmalı, sıcak sulu, betonarme binalarda oturma şansı yakalamaktadır. Kenar semtlerde kiralık daire sayısının çığ gibi artması ekonomik kriz kadar artık insanların ev sahibi olmak için fırsatların çok büyümesi nedeniyledir.
* * *
3) Duble yollar ülkeyi 8 yılda örmüştür. Ulaşım çok kolaylaşmış, ulaşıma bağlı tüm hizmetlerden faydalanmak çok kolaylaşmıştır. Şehirlerarası otobüs taşımacılığı ve uçakla seyahat rekabet eder
duruma gelmiştir.
* * *
4) Eğitimin kalitesinin arttığı söylenemez ama bütçesi bu dönemde Savunma’nın bütçesini geçen Milli Eğitim çok sayıda okul yaptırmakta, bedava ders kitabı temin etmekte, öğretmen istihdamını büyütmekte ve dolayısı ile üniversal eğitimin de tabanını her geçen gün yoksullar lehine genişletmektedir.
* * *
CHP, Temmuz 2007 seçimlerini AKP’ye hangi ekonomik/sosyolojik saiklerin kazandırdığını doğru tahlil etmelidir.
Eğer seçim kazanmak istiyorsa, CHP bu temel alanlarda çıtayı nasıl yükselteceğini yukarıda saydığım hizmetlerden en fazla yararlanan varoşlara bir an önce anlatmak zorundadır.
Yazının Devamını Oku 30 Haziran 2010
PAZARTESİ günü “Ergenekon davası”nı takip etmek üzere Silivri’ye gittim. Bu ikinci gidişim. Bu kez amacım iki meslektaşımın davalarını izlemekti.
O gün Aydınlık Dergisi Genel Yayın Yönetmeni Deniz Yıldırım ve Ulusal Kanal İstihbarat Şefi Ufuk Akkaya, 9 Kasım 2009 tarihinden bu yana, ilk kez 8 ay sonra hâkim karşısına çıkacaktı.
Amacım, bunca zamandır tutuklu kalmalarının nedenini ne basın özgürlüğü, ne hukukun üstünlüğü ne de insanlık haysiyeti açısından tam olarak anlayamadığım iki insanı izlemek ve belki de okyanusta damla misali onlara moral vermekti.
* * *
Silivri’deki sohbet sırasında davayı izlemeye gelenlerden, İP’li olduğunu zannettiğim bir hanımefendi içten ve sevgi dolu bir tavırla son bir yıldır beni beğenerek okuduğunu söyledi.
Yazının Devamını Oku 29 Haziran 2010
ÜLKEMİZE has bir söz vardır: Baş ol da istersen soğan başı ol!
Avrupa’yı merkez alıp Doğu’ya doğru gittikçe makamların tadı bir başka artar.
Bu gerçeği bilerek bakınca, kim ne derse desin, Mustafa Sarıgül’ün parti kurmaktan vazgeçmesi büyük bir özveridir.
¡ ¡ ¡
Mustafa Sarıgül TDH uğruna bunca para harcamış, bunca emek vermiş, bunca insanı mobilize etmişti. Çok da yüksek bir ilgi toplamıştı.
Deniz Baykal döneminde % 10 barajını aşacağını tahmin ediyordum.
İzmir Mitingi’ne katılmış, Ege’de nasıl bir coşku seline orkestra şefliği yaptığına bizzat şahit olmuştum.
Hatta hakkındaki duygularımı miting sonrası şu cümlelerle ifade etmiştim (Hürriyet-20.01.2010):
“...Mustafa Sarıgül kitle ile çok rahat diyalog kuruyor, insanlarla şarkı söylüyor, onları çok rahat kucaklıyor, kitle ile ilişkisinde kibir yok...
...Mustafa Sarıgül’ün hitabet gücü yüksek. Kitle coştukça o da bir coşku seline kapılıyor...
...Bu miting için Belediye’deki mesaisinden sonra 4 gece İzmir’e gelen bir insanın çalışkanlığı ise tartışılmaz...”
¡ ¡ ¡
Kanımca, siyasal açıdan Sarıgül’ün en büyük özelliği Recep Tayyip Erdoğan’ı iktidara taşıyan periferiye (varoşlara) hitap edebilen, Erdoğan sonrası, ilk lider olmasıydı.
Daha önce ne Turgut Özal, ne Süleyman Demirel, hatta ne de Necmettin Erbakan varoşlardan Erdoğan kadar büyük ilgi görmüştü.
Erdoğan’ı özel yapan varoşlardaki başarısıdır ve bunu Deniz Baykal’ın aşması deveye hendek atlamaktan daha zor idi.
Bu niteliği ile Sarıgül yıllar sonra Erdoğan’a karşı ilk kez ciddi bir rakip olarak çıkabilirdi.
¡ ¡ ¡
Büyük bir özveri, inanılmaz bir çalışkanlıkla Mustafa Sarıgül partisinin altyapısını hazırlamak için mücadele verdi.
Ancak, Türkiye’de şartlar bir gün birdenbire altüst oldu. CHP’deki depremi planlayanlar olduysa, onlar dışında kimse bu gelişmeyi öngöremedi.
¡ ¡ ¡
Mustafa Sarıgül’ün alkışı, hatta hayranlığı hak eden özelliği; değişen şartları doğru tahlil edip, insan fıtratına ne kadar ters düşerse düşsün, çekilmeyi ve meydanı Kemal Kılıçdaroğlu’na bırakmayı becerebilmesidir.
Bazılarınız diyecektir ki, “Ne var, akıl böyle gerektiriyordu!”
Doğrudur, ancak bunca hazırlık, bunca uğraştan sonra “gerçeği” görmek, hele hele “gereğini” yapmak çok zordur. Hele hele dünyanın bu bölgesinde!
Bazıları da karşılığında ne aldığını sorgulayacaklardır. Ben bir pazarlık olduğunu zannetmiyorum. Ama olsa bile; Sarıgül’ün “bıraktığının” karşılığını Kılıçdaroğlu’nun ona vermesi imkânsızdır.
¡ ¡ ¡
İçimdeki ses diyor ki, ilahi adalet Sarıgül’e bu fedakârlığının karşılığını ileride bir gün ödeyecektir. O gün gelirse, belki de hepimiz Mustafa Sarıgül’ün muhteşem öngörüsüne alkış tutacağız.
Ama, bugün ben hemen herkesin “ben”liğinin esiri olduğu bir dünyada içindeki şeytana “Dur!” diyebilen nadir insanlar safına katıldığı için Sarıgül’ü candan kutlamak istiyorum.
Yazının Devamını Oku 27 Haziran 2010
DÜNKÜ Hürriyet’te Gülden Aydın yazıyordu. “Dört yıldır Göcek koylarının korunması için atık toplama merkezi açan, toplayıcı tekne ve filikalar alan, Çevre ve Orman Bakanlığı’na Göcek koyları için Koruma ve Kullanma Usul ve Esasları’na ilişkin karar aldırtan Deniz Temiz Derneği/TURMEPA, yetkililerin seyirci kalması ve denetimsizlik karşısında hayal kırıklığı yaşıyor...”
Denizin dilinden çok iyi anlayan (Deniz Temiz Derneği-TURMEPA Genel Müdürü )Levent Ballar mutsuz. Yetkililerin seyirci kalması halinde 15 gün içinde Göcek’i terk edeceklerini söyleyen Levent Ballar, Gülden Aydın’a “Dayanma gücümüz kalmadığı için Göcek’ten çekileceğiz” demiş.
¡ ¡ ¡
Levent Ballar benim 50 yılı aşkın süredir arkadaşım.
Bana da aşağıda yayınladığım mektubu yollamış. Anlaşılan derneğin yönetim kurulu başkanı Tezcan Yaramancı ve Levent Ballar’ın içi çok dolu.
İşte yolladığı mektup:
¡ ¡ ¡
“Doğal kaynakları ve kullanım olanakları ile bitip tükenmeyen bir zenginlik olan denizler sadece ekolojik değil aynı zamanda ekonomik açıdan da büyük değere sahiptir. Soluduğumuz havadaki oksijenin % 70’i, kanser ilaçlarının % 65’i denizlerden sağlanır. Uluslararası ticaretin % 90’ı denizler yoluyla gerçekleşir. Aynı zamanda balıkçılık, turizm ve ulaşım ile dünyanın ekonomisini dengede tutar. 8.333 km’lik kıyı uzunluğu ve barındırdığı zengin biyoçeşitlilik değerleri açısından dünyanın en önemli koruma alanlarına sahip olan Türkiye’de ise ne yazık ki bu değerler yeterince bilinmemektedir. Bugün Karadeniz’de 26 tür balığın nesli tükenmiş, Marmara’da 143 tür yok olmuş durumda. Ege ve Akdeniz, her geçen gün tehlike sınırına bir adım daha yaklaşıyor.
¡ ¡ ¡
Denizler büyük oranda (% 80) karadan kirletiliyor. Sanayide kullanılan suyun % 81’i; organize sanayi bölgelerinde yılda 40 milyon metreküp tehlikeli atık su arıtılmadan doğaya bırakılıyor. Turistik işletmelerin ya arıtma tesisi yok ya da olsa da çalıştırılmıyor. Belediyelerin % 86’sının arıtma tesisi yok. 1.133 kıyı belediyesi, kirli sularını arıtmadan denize boşaltıyor.
¡ ¡ ¡
Denizlerimizin karşı karşıya bulunduğu bu ciddi kirlilik tehdidinin fark edilmesi ve devletin ve halkın denizlere sahip çıkması için çalışmalarını sürdüren Deniz Temiz Derneği dört bir koldan mücadelesine devam ediyor. Özellikle eğitim ve bilinçlendirme çalışmaları ile öne çıkan faaliyetleri kapsamında 4.5 milyon ilköğretim ve lise öğrencisi denizler konusunda eğitim almışken, 38.000 kişi de çağımızın felaketi küresel ısınma ve iklim değişikliğine karşı alınması gereken önlemler konusunda bilgilendirilmiştir. Atık alım tekneleriyle yılda 6 bin ton atık su, bin ton da katı atık toplayan derneğimiz, Fethiye-Göcek koruma projesini başta Saros olmak üzere diğer bölgelere de emsal teşkil edecek şekilde genişletmektedir. Ayrıca içinde bulunduğumuz haziran ayından itibaren INTERMEPA’nın (International Marine Environment Protection Association) dönem başkanlığını da üstlenecek olan TURMEPA, Karadeniz’i uluslararası platforma taşıyarak uzun vadede Karadeniz’in kirliliğini azaltmaya yönelik önlemleri hayata geçirmeyi planlıyor. Bu amaçla 30 Haziran’da Samsun Büyükşehir Belediyesi ve 19 Mayıs Üniversitesi Rektörlüğü işbirliği ile Samsun’da bir Kıyı Deniz Merkezi’ni de faaliyete sokarak Karadeniz çalışmalarını başlatacak.”
¡ ¡ ¡
Denizler bizi bağrına basıyor, biz ise onu öldürmek için elimizden geleni yapıyoruz.
Deniz Temiz Derneği bizim adımıza denizlerimize sahip çıkmaya çalışıyor ama galiba onu da yolda yapayalnız bırakmışız.
Yazının Devamını Oku 24 Haziran 2010
İLLİZYON=aldatan görüntü.
Muhteşem illüzyonist Ahmet Davutoğlu’nun son bir yıldır yüklendiği görev AKP’nin iki postulatını (doğru olduğu varsayılan durum) mecz etmekti:
1) Batı medeniyet kültürü ait olmadıkları ama global seviyede üstünlüğünü inkâr edemeyecekleri bir merkezdir.
2) İslam medeniyet kültürü ise ait oldukları, içinde neşv-i nüma buldukları ama global seviyede egemen olmayan bir merkezdir.
Davutoğlu’nun görevi iki postulattan bir sentez çıkarmaktı. Ortaya çıkan “aldatan görüntü” şu oldu: Ortadoğu-Kafkaslar-Balkanlar’da en güçlü devlet olarak, 300 yıl öncesinde olduğu gibi, bugün de kabul görürse Batı’nın, özellikle ABD’nin bu bölgede “koğuş ağası” Türkiye olabilir!
* * *
Yazının Devamını Oku 23 Haziran 2010
İLLÜZYON = Aldatan görüntü. İllüzyonist bir illüzyon yarattı, o illüzyon neredeyse bulaştığı her alanda değil sorun çözmek, sorunları mislisiyle artırdı. Dün yazdığım “çöküntüler”in her birinin Türkiye’nin başına neler ördüğünü önümüzdeki aylarda bir bir yaşayıp göreceğiz.
İllüzyonist hem Türkiye’deki hem de ABD’deki saftorikleri şu illüzyona inandırmıştı:
“Obama ile Türkiye’nin dış politika tercihleri ve öncelikleri tamamen örtüşmektedir.”
Ancak sonuca bakın:
1) ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton Washington’da pekâlâ TÜSİAD heyetini kabul ediyor ama hükümetin gönderdiği ve Ömer Çelik’in başı çektiği AKP Heyeti’ni kabul etmeye tenezzül bile etmiyor. Heyet ancak 3. sınıf memurlarla görüşebiliyor.
Bunun anlamını Başbakan bir zahmet monşerlere soruversin.
2) Brezilya arabuluculuktan çekilince “İran arabuluculuğu”nda Türkiye dünyada dımdızlak ortada kalıyor.
3) İç ve dış politikanın iç içe geçtiği “Kürt açılımı” eninde sonunda iki başlık arasında sıkışıyor:
? Kuzey Irak’ta da, Türkiye’de de “Kürt meselesi”nde inisiyatif tamamen PKK’nın eline geçmiştir. Hükümet her gün PKK’nın yarattığı aktif “gündem”e pasif tepki vermek durumundadır.
? Özellikle geçen ekimde yaşanan “Habur rezaleti”nden sonra PKK hem Türkiye’de hem de dünyada “meşru” hale gelmiştir.
¡ ¡ ¡
İki gündür Türkiye’nin içte ve dışarıda yediği ağır golleri ısrarla ve sırayla yazıyorum, zira hepsinin kaynağında sadece bir adet İllüzyonist’in önce Başbakan’ı, sonra bazı köşe yazarlarını ve hatta ABD’yi peşine takarak yarattığı aldatan görüntü yatıyor da ondan!
Dünkü yazımı “illüzyon” neden hüsrana dönüştü sorusunu sorarak bitirmiştim. Bugün ve yarın bu sorunun cevabını irdeleyeceğim.
¡ ¡ ¡
AKP’nin 2002’de hükümet oluşunun ardından Türkiye’de dış politikaya yeni bir yaklaşım hâkim olmaya başladı.
2004 sonunda AKP hükümeti dışarıda da meşruiyeti yakaladığına inandıktan sonra AKP’ye fikri hayatiyet verenler “eski ama büyük hayal”in gerçekleşmesi için zeminin artık yavaş yavaş lehlerine dönmeye başladığına inandılar.
Akıllarında kendilerine göre iki adet postulat (doğru olduğu varsayılan durum) vardı:
1) Batı medeniyet kültürü ait olmadıkları ama global seviyede üstünlüğünü inkâr edemeyecekleri bir merkezdi.
2) İslam medeniyet kültürü ise ait oldukları, içinde neşv-i nüma buldukları ama global seviyede egemen olmayan bir merkezdi.
AKP hükümetine yakışan bu iki postulattan bir sentez çıkarmaktı.
Ancak sentez illüzyona dayanmak zorundaydı. Zira şimdi yaşadıklarımızın gösterdiği gibi idealist politika ile reel politikayı birbirine karıştırmak gerekiyordu.
Buna göre, sentezi yapacak kişi sadece bir illüzyonist olabilirdi, zira sadece o kendilerine ait bir “postulat”tan uluslararası bir sentez yaratabilirdi.
O kişi de zaten yanı başlarındaydı: Prof Dr. Ahmet Davutoğlu!
Sentez bir sürü akademik jargon ile donatılmış bir tezin hayata geçirilmesi olacaktı:
Ortadoğu-Kafkaslar-Balkanlar’da en güçlü devlet olarak, 300 yıl öncesinde olduğu gibi, bugün de kabul görürse Batı’nın, özellikle ABD’nin bu bölgede “koğuş ağası” Türkiye olabilirdi!
Heyhat! Davutoğlu muhteşem bir beyne ve bilgiye sahip bir illüzyonistti, 300 yıl önce yaşanmış bir gerçeği bir tek o 300 yıl sonra, üstelik Batı’ya da kabul ettirerek algılanan gerçek olarak gösterebilirdi!
Yarın: Ahmet Davutoğlu’nun geçici ama muhteşem başarısı.
Yazının Devamını Oku