18 Eylül 2005
<B>14.09.2005 </B>günü yazdığım yazıda, <B>OYAK Holding </B>Genel Müdürü <B>Dr. Coşkun Ulusoy</B>’a, gazetelere yansıyan demeçleri çerçevesinde, <B>TÜPRAŞ ihalesi</B> öncesi aldığı <B>ideolojik </B>tavır nedeniyle <B>eleştirel</B> sorular yöneltmiştim. Bugün yolladığı cevabı, yer darlığı nedeniyle biraz kısaltarak yayınlıyorum:
‘Sevgili Cüneyt,
14 Eylül 2005 tarihli Hürriyet Gazetesi’ndeki ‘Coşkun Ulusoy’a Bazı Sorular’ başlıklı yazını okudum. Müsaadenle, ben bu yazımda da, üniversite yıllarımıza kadar giden arkadaşlığımız süresince yaptığım gibi ‘sen’ diye hitap etmek istiyorum.
Antalya’da OYAK İş Ortakları ve çalışanlarıyla yaptığımız toplantıda, TÜPRAŞ ve ERDEMİR’e ilişkin olarak yaptığım konuşmanın metnini ekte sunuyorum. Burada ve çekilen video kayıtlarında da görülebileceği gibi, konuşmam ‘yabancı sermayeye’ yönelik değildir. TÜPRAŞ’ın ‘özelleştiriliyor ise yabancılara gitmemesi gerektiği’ şeklinde bir ifadede bulunmadığım ortadadır. Açıkça ifade edeyim ki, bahsi geçen özelleştirmelere sadece Türk şirketleri giriyor olsaydı da ben aynı şahsi görüşleri ifade ederdim. Görüşüm olarak belirttiğim husus; TÜPRAŞ, ERDEMİR ve Türk Telekom’un özelleştirilmeye sunulmuş olmasını uygun görmediğim, ama madem özelleştiriliyorlarsa bizlerin, yani OYAK’ın, elinde bulunmasını arzuladığım şeklindeydi. Bir OYAK yöneticisi olarak aksini istemem herhalde zaten beklenemezdi. Ayrıca bu kuruluşların bizim devletimizin elinden çıkarak muhtemelen başka devlet kuruluşlarınca alınabilmesi ihtimalini, dünyada birçok ülkede bu sektörlerde var olan kamu paylarını ve prensipte özelleştirme anlayışında olması gerektiğine inandığım ana ruhu da düşünerek vurgulamıştım.
* * *
Sorduğun bütün sualleri, Antalya’daki konuşmamın bu hususlara değinen bölümüyle yanıtlayabileceğimi düşünüyorum:
‘...Benim gönlüm ne TÜPRAŞ’ın, ne ERDEMİR’in özelleştirilmeye sunulmasını istemiyordu. Ben özelleştirmeye karşı değilim, bazı alanlarda özelleştirilme yapılmasının gerekliliğine inanıyorum. Türk müteşebbisine nefes alanı verilmesinin, onun yaratıcılığının ortaya konulmasının gerekli olduğuna inanıyorum ve bu alanların çok sayıda olduğunu, Türkiye’de böyle alanların olabileceğini, varolan alanlardan da, devletin çekilmesi gerektiği alanlardan çekilmesi gerektiğine de inanıyorum... Ama bir TELEKOM, bir TÜPRAŞ, bir ERDEMİR’in katiyetle özelleştirilmesini de istemiyordum. Arkadaşlar, bunlar stratejik kuruluşlar, eğer satılacaksa muhakkak ki bizlerin elinde olsun...’
* * *
Sanıyorum ki, belirttiğim bu çerçevede OYAK’ın kendine ideolojik ve stratejik bir görev yüklendiğini söylemek herhalde haksızlık olacaktır. ‘Yabancı sermayeye’ yönelik bir ideolojik yaklaşımımın/yaklaşımımızın olmadığı, olmayacağı ortadadır. OYAK yıllardır yabancı ortakları olan, yabancı sermaye ile uyum içinde çalışmış, bu hususta öncü bir kurumdur. ‘Stratejik konum’ kavramına ve bankacılık dahil diğer hususlara yönelik yaptığım ilave açıklamalar ve bunlara ilişkin değerlendirmeler zaten Hürriyet Gazetesi’nde Sn. Erdal Sağlam’ın 8 Eylül 2005, Sn. Vahap Munyar’ın 9 Eylül ve 12 Eylül 2005 tarihli yazılarında da görülebilir. Ayrıca, yakın zamanlarda verdiğim beyanatlarda da, şartlara bağlı olarak ‘yabancı sermayeye’ ve prensipte ‘özelleştirmeye’ karşı olmadığım ama spesifik olarak bahsi geçen üç kuruluşumuzun özelleştirilmesini şahsen arzulamamış olduğumu belirtmiş bulunuyorum. Netice itibariyle, görüyorum ki bazen algılamalar ve yorumlar hakikatin önüne geçebiliyor.’
Yazının Devamını Oku 15 Eylül 2005
<B>FETHULLAH Gülen’</B>in avukatı <B>Orhan Erdemli’</B>nin Radikal Gazetesi’ne yolladığı tekzip metnini esas sorumlu kişi olarak ben yayınlıyorum: ‘2 Mayıs 2005 tarihli Radikal Gazetesi’nde yayınlanan ve Sayın Neşe Düzel tarafından yapılan röportajda, sorulan bir soruya Sayın Cüneyt Ülsever şu şekilde cevap vermiştir:
‘Fethullah Gülen, Milliyet’te Mehmet Gündem’le söyleşisinde özeleştiri olarak, ‘Biz bir zamanlar dünyaya sadece Kuran gözüyle bakıyorduk. Sonradan öğrendim ki, dünyaya sadece Kuran gözüyle bakılmaz. Daha geniş perspektifle bakmak lazım’ dedi. Şimdi dindar kesimin ‘Acaba inandığımız din kitabı dünyada her şeyi tarif ediyor mu, etmiyor mu’ diye bir sorunsalı var.’
Sayın Cüneyt Ülsever’in bu açıklamasının bir yanlış anlamadan kaynaklandığını düşünüyoruz. Zira muhterem müvekkilimin Milliyet Gazetesi’nde yayınlanan röportajda veya başka bir yerde, iddia edildiği şekilde bir açıklaması bulunmadığı gibi; bu anlama gelebilecek bir beyanı da olmamıştır
Ayrıca, söylenmemiş bir sözden hareketle; ‘dindar kesimin ‘Acaba inandığımız din kitabı dünyada her şeyi tarif ediyor mu, etmiyor mu’ diye bir sorunsalı var’ şeklinde, müvekkilimin inancı konusunda kuşkuya yol açan bir yorum yapılması da derin üzüntüye neden olmuştur.
Müvekkilime atfolunan bu sözler, müvekkilimin inanç ve düşünce dünyasına uymamaktadır. Milliyet Gazetesi’ndeki röportaj dikkatli bir şekilde okunduğu takdirde, müvekkilimin bu beyanların tersine açıklamalarda bulunduğu görülecektir...’
* * *
Ben, Mehmet Gündem’in Milliyet’te yayınlanan söyleşide Fethullah Gülen’in ‘Bir zamanlar dinin her şeyi açıkladığını düşünüyordum’ mealli sözlerini bir devrim sayarak, Gülen’in neden bilime önem verdiğini, neden laik okullar açmakta ısrarlı olduğunu vurgulamaya çalışmıştım. Geniş bakış açısından dolayı kendisini kutlamıştım.
Yukarıda adı geçen söyleşiden önce Hürriyet Gazetesi’ndeki köşemde ve STV’deki bir söyleşide de aynı sözlerimi tekrar ettim. Bunlara yukarıda beyan edilen mealde hiç tepki gelmemişti.
Benim bu söyleşide hatam ‘din’ kelimesi yerine ‘Kuran’ kelimesini kullanmaktır, bu beyanım yanlıştır ama maksadım da ortadadır.
Gülen’in din inancını sorguladığımı beyan eden bir uyarıyı ilk defa alıyorum!
Hele hele ‘dindar kesimin’ bazı sözlerime alındığını ilk defa duyuyorum.
‘Derin üzüntü’ duyanların bana neden ulaşmadıklarını ise hiç anlamadım.
Üstelik ‘Şimdi dindar kesimin ‘Acaba inandığımız din kitabı dünyada her şeyi tarif ediyor mu, etmiyor mu’ diye bir sorunsalı var’ sözleri bana ait. Gülen’e değil!
Avukatın benim yorumuma neden alındığını ise hiç anlamadım.
* * *
Av. Orhan Erdemli’nin ifadesi çerçevesinde benim ifadelerim Fethullah Gülen’in ‘inanç ve düşünce dünyasına uymadığına’ göre, benim Gülen’in dünyadaki tüm olguları sadece din (Kuran) ekseninde algıladığını mı anlamam gerekiyor?
Bunun böyle olmadığını biliyorum ama avukatın mantığı böyle bir sonuç yaratıyor.
* * *
Ben Türkiye’de herkesin durduğu yeri irdelemesi gerektiğini düşünüyorum.
Fethullah Gülen’in kendini irdelediğini düşünüyorum!
Onun adına hareket eden avukatı ise bu durumu tekzip ediyor.
Yanılmışım, düzeltiyorum!
Yazının Devamını Oku 14 Eylül 2005
<B>BAZILARININ Türkiye</B>’ye ‘yeniden don biçmeye’ kalktığını düşünmesem bu yazıyı yazmazdım. Bugün <B>Tüpraş ihalesi</B> ile ilgili yazacağım. ‘Tüpraş İhalesi ile Türkiye’ye biçilen don arasında ne gibi ilişki var?’ diye sorabilirsiniz. Bence var! Özelleştirme ihaleleri ülkemizde her zaman siyasi bir içerik kazanır. Son dönemlerde ise ihalelere katılan kuruluşlar ideolojik bir çizgi de izlemeye başladılar.
AKP iktidarı için açıkça: a) yönetim zaafları olan, b) PKK ve İslamcı örgütlere meydanı boş bırakan ve dahi c) ülkeyi ‘satan’ bir imaj yaratılmaya çalışılıyor .
* * *
‘Siyaset minderinde alternatifi olmayan ancak büyük zaafları, hatta tehlikeli tavırları olan bir iktidara kim dur diyebilir?’
Sanki birileri kitlelere bu soruyu sordurmaya çalışıyor!
* * *
Oyak Holding Genel Müdürü Dr. Coşkun Ulusoy’u neredeyse 30 yıldır tanırım. Ulusoy, arkadaşı olmakla büyük gurur duyduğum, zaman zaman kendisinden öğrendiğim bir insan!
Üstün zekásı, uluslararası çapta eğitimi ve iş tecrübesi, güçlü karakteri, çalışkanlığı, liderlik özelliği ve defalarca sınanmış namusu ile Türkiye’de ender yetişmiş insanlardan birisidir.
Oyak da Tüpraş ihalesine girdi. Bu çok doğal. Ancak, Coşkun Ulusoy ihaleye ideolojik bir tavırla katıldıklarını beyan etti.
Mealen ‘Tüpraş’ın özelleştirilmesine karşı olduğunu, ama madem özelleştiriliyor o zaman yabancılara gitmemesi gerektiğini’ bayilerini toplayarak Türkiye’ye bangır bangır ilan etti.
Oyak’a kendine göre stratejik ve ideolojik bir görev yükledi!
Bu toplantının ardından benim aklıma bazı sorular takıldı ama ihale öncesi kafaları karıştırmak istemedim. İhale bittikten sonra soruyorum. (Görevi gereği 30 yıllık arkadaşıma ‘siz’ diyerek hitap edeceğim.)
* * *
1) Siz bir Amerikan okulunda (Robert Kolej) üniversiteye başladınız. Amerika’da doktora yaptınız. Buna rağmen yabancılara karşısınız. O halde Amerikalıları yabancı saymıyor musunuz?
2) Uzun yıllar yabancı ülkelerde çalıştınız. Yabancıların Türkiye üzerindeki kalleş emellerini o dönemde mi tespit ettiniz?
3) Bu dönemden sonra Türkiye’de, özelleştirmeyi ve yabancı sermayeyi açıkça savunan Turgut Özal ile çalıştınız. Bu nasıl oldu?
4) Stratejik konum nedir? Örneğin, çalıştığınız holdingi emeklilerinin kurmuş olduğu TSK’nın elindeki silahlar stratejik konumda değil midir? Bunların çoğu yurtdışında yabancılar tarafından üretiliyor, bu durum sizi rahatsız etmiyor mu?
5) Yabancıların elindeki bir fabrika bir savaş sırasında ‘su koyverirse’ Türkiye’nin güvenlik güçleri bu sivil kuruluşa kolayca el koyamaz mı?
6) OYAK’ın, kurulduğunda ilk iş olarakFransız-Renault ile ortak olması sizde nasıl bir duygu yaratıyor? Amerikalılar gibi Fransızlar da mı yabancı sayılmıyor?
7) İhaleyi kazanan bir Türk şirketi sonradan bu şirketi yabancıya satamaz mı? Örneğin, KOÇ, Shell’in Tüpraş içindeki payını ileride artıramaz mı? Bu durumda ne yapılabilir?
8) Siz Türkiye’nin stratejik çıkarları için gereğinde OYAK’ın zarar etmeyi göze alabileceğini beyan etmiştiniz. İhalede neden %3.5 fazla vermediniz? (140 milyon/ 4 milyar dolar)
Yazının Devamını Oku 13 Eylül 2005
<B>BAZI </B>olayları üst üste koyunca <B>‘Acaba Türkiye için yeni don mu biçiliyor?’</B> diye sormadan edemiyorum. Irak’ın beter karıştığı bir ortamda, 3 Ekim’e giden yolda bazı gelişmeleri alt alta koyunca insanın aklı karışıyor: 1) 1999’dan beri uykuya yatmış PKK, Mayıs 2005’te aniden tekrar terör eylemlerine başlıyor.
a) Apo 100 küsur ‘emri’ tecritte tutulduğu hapishaneden yazılı olarak PKK’ya tebliğ edebiliyor.
b) ABD, 1 Mart sonrası Kürtlerle girdiği ittifakın ardından PKK’nın Kuzey Irak’taki yuvalarına şu veya bu nedenle dokunmuyor.
* * *
2) Daha önce ‘Kürt meselesi yoktur’ diyen Başbakan, bazı ‘aydınları’ topluyor ve birileri ona, Apo’nun ısrarla ‘Türk tarafına’ da tavsiye ettiği ve ona göre iki milletin ortak kurucuları oldukları cumhuriyet altında bir arada yaşamanın ‘düzenini’ tarif eden ‘demokratik cumhuriyet’ sözünü kullandırıyor. PKK, tarihte ilk defa Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı’nın, kendi liderlerini (‘sayın’) muhatap aldığını varsayıyor.
a) Başbakan’ı Diyarbakır’da sadece 600-700 kişi karşılıyor, Başbakan bu sefer klasik söyleme dönüyor ve ‘tek milletten’ bahsediyor.
b) Herkes Başbakan’dan yeni bir açılım beklerken o önce MGK’da geriliyor, ‘terörle mücadele’ için alınacak tedbirleri anlatmaya başlıyor.
c) PKK 20 Eylül’e dek sözüm ona ‘eylemsiz döneme’ geçiyor ve Başbakan’dan bazı beklentiler içine giriyor.
* * *
3) Başbakan’ı muhalefet ve özellikle yükselme dönemine giren MHP oldukça ağır ithamlarla sıkıştırıyor. Başbakan her geçen gün klasik söyleme daha fazla sarılıyor.
* * *
4) Bu dönemde aniden ideolojik İslamcı güçler de azıtıyor. Bazı yetkililer ve sözüm ona ‘din uleması’, ‘şehrin neresinde içki içilir?’, ‘ayakta işenir mi?’, ‘cenazeye çiçek gider mi?’ türü zırva soruları tartışmaya başlıyor. Hizb-ut Tahrir camide polisin gözü önünde ‘hilafet’ istiyor ve nedense polis bu insanların kaçıp kaybolmasına göz yumuyor. Tebliğciler ise kendilerini daha yetkin Müslüman bularak zengin muhitlerinde Müslümanları İslam’a çağırıyorlar! Açıkçası taciz ediyorlar.
* * *
5) Garip bir tesadüf ama Başbakan’ın bilgisi dışında, kendi isteğinin tersine, TV kuruluşlarında yabancı sermaye oranını yüzde 25’te tutan bir yasa TBMM’den çıkabiliyor, Başbakan’ın il sınırında karşılanması için emir veren bildirgeye kendi ifadesine göre ‘farkına varmadan’ bizzat Başbakan imza atıyor.
* * *
Son dönemde birlikte yaşanan bu gelişmeler insana şu soruları sorduruyor:
Birileri, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ı yönetim açısından zayıf gösterme gayretine mi giriyor? Yerleştirilmeye çalışılan imaja göre:
a) Başbakan hem bürokrasi, hem danışmanları, hem de bakanları tarafından sürekli ters köşeye yatırılıyor, duruma hákim değil.
b) Hem PKK’ya, hem İslamcı gruplara devamlı taviz veriyor.
Öte yandan aklıma şu soru da takılıyor:
PKK, 20 Eylül’e dek bekleyip, daha önce takdir ettiği Başbakan’ı ‘arada geçen sürede statükoya mağlup oldu, sözlerini tutmadı’ diye eleştirerek bu kez beter bir saldırıya geçebilir mi?
Türkiye’yi karıştırmak isteyenler bugünlerde çok etkinler!
Yazının Devamını Oku 11 Eylül 2005
<B>ANKARA’</B>da Genelkurmay yetkilileri ile 5 saat süren toplantı yapan <B>ABD Avrupa Kuvvetleri Komutanı James Jones,</B> Kuzey Irak’taki PKK varlığının büyük bir mesele olduğunu belirterek, <B>‘Türk halkı terörle mücadelemize güvensin’</B> demiş. (Milliyet-10.09.2005). İsteyen bu söze güvenebilir ama ben güvenmiyorum. Güvenmeme nedenim, ABD’li komutanın yalan konuştuğunu düşünmem değil. Komutanın samimi olduğuna eminim.
ABD içinde hálá ‘1 Mart tezkeresi’nin yarattığı husumeti sürdürenler var ama benim ABD’ye güvensizliğim ‘kötü niyet’ faktörüne değil ‘çapsızlık’ faktörüne dayanıyor.
* * *
ABD; Irak’ı işgal ederken teknolojik açıdan muhteşem bir başarı gösterdi ama ABD askeri Irak’a dirlik ve düzen getirme konusunda bir o kadar başarısız!
ABD’nin askeri güçleri insan sermayesi açısından çapsız!
* * *
ABD, değil PKK ile baş etmek, baş düşmanı El Kaide’nin Afganistan dağlarından inip Irak’ın ortasına yerleşmesine bizzat çanak tutuyor.
New Orleans felaketinde kendi insanlarına dahi sahip çıkamadıkları acı bir gerçek olarak zihinlere kazındı.
Yeni muhafazakárlar (neo-cons) entelektüel derinlikleri yüksek ama yönetişim kabiliyetleri çok zayıf insanlar. Üstelik, kibirleri yaptıkları yanlışları görmelerine de engel oluyor!
* * *
17 ay evvel yazmıştım (15.04.2004- ‘ABD Irak’ta Neden Kaybediyor?’)
Vietnam Savaşı’nda elit askerlikten kaçtı. Mecburi askerliğin eğitimsiz kitle tarafından deruhte edilmesi sonucu Vietnam’ın kaybedildiğine inananların baskısı ile ABD yedek (gönüllü-maaşlı) askerlik dönemine girdi.
Ancak, bu sefer yedek (gönüllü-maaşlı) askerlerin aldığı yüksek ücretler, muvazzaf (gerçek) askerlerin sayısının azaltılması mecburiyetini doğurdu.
Öte yanda; gönüllü askerlerin, teknik ve psikolojik nedenlerle yurtdışı görevlerde 6 aydan fazla kalmaması gerekirken, yeteri kadar gönüllü bulunamadığı için ‘6 ay’ kuralı 11 Eylül sonrası bozuldu.
Ezcümle, önemle 11 Eylül sonrası ABD’de hem muvazzaf sayısı azalmış oldu, hem de ABD yeterli seviyede gönüllü asker bulamıyor. Asker bulabilmek için her geçen gün aranan insan kalitesi düşürülüyor. Üstelik, yeterli eğitim almadan yurtdışı göreve giden yedek (gönüllü-paralı) askerler, bulundukları yerlerde psikolojik sınırları zorlayan sürelerde kalıyorlar.
* * *
ABD yetkililerinin verdiği bilgilere göre; şu anda yedek (gönüllü-paralı) askerler çarpışan askerlerin % 50’sini, daha teknik alanların ise daha fazla oranını teşkil ediyormuş. Öte yanda ABD ordusunda muvazzaf askerlerin sayısı Vietnam öncesi 2.7 milyon iken, önce 2.2 milyona, şimdi de 500 binin altına düşürülmüş.
Bu rakam, ABD’nin toplam askerinin % 34’ü imiş. Halen 350-400 bin ABD askeri yurtdışında 120 ülkede görev yapıyormuş. Savaşçı birliklerin % 73’ü de yurtdışında görevli imiş. (Lawrance J. Korb: ‘Fixing the Mix: How to Update the Army’s Reserves’ -Karışımı Düzeltmek: Yedek Askerler Nasıl Güncel Hale Gelir?- Foreign Affairs Dergisi’nin Mart-Nisan 2004 sayısı)
* * *
ABD, 21. yüzyılı başlatan savaşı gönüllü çaylaklarla yürütüyor!
Devamlı söylüyorum; Irak’ta bizim ABD’ye değil, onların bize ihtiyacı var!
Yazının Devamını Oku 8 Eylül 2005
<B>BU </B>yazı dizisinin 21. yüzyılla ilgili üç öngörüsü var: 1) 21. yüzyılın ortalarına doğru güç merkezi Uzakdoğu’ya kayacak. Çin ve Hindistan dünyanın en büyük ekonomileri olacaklar. ABD ne yaparsa yapsın, buna engel olamayacak.
2) AB, Türkiye’yi sadece siyasi nedenlerle değil, ekonomik nedenlerle de içine almak, üye yapmak zorunda kalacak. Bu öngörünün daha iyi anlaşılabilmesi için belirtiyorum: Rusya’nın AB üyesi olması ise AB’nin dünyadaki ekonomik payını büyütmeyecek, tersine küçültecek. (İlk iki saptamayı önceki iki yazıda irdeledim!)
3) 21. yüzyılın teknolojisi ve örgütlenme kapasitesi ile birlikte terör bu yüzyılın baş edemediği en büyük bela olacak.
* * *
‘ABD, Irak’a neden girdi? 3 Ekim öncesi PKK neden azdı? Irak’ın bölünmesi neden mümkün? Irak bölünürse Türkiye’ye etkisi ne olur? Irak’ta yaşananlar ile PKK’nın son dönem yükselişi arasında bir ilişki var mı?’ türü güncel sorulara ben yukarıdaki saptamalar çerçevesinde cevaplar arıyorum. Bugün sıra terörde.
* * *
Türkiye’nin 21. yüzyıla hazırlanmak için terör kavramını çok iyi etüt etmesi gerekiyor. Kısa sürede sadece askeri uzmanlar değil, çok değişik alanlarda terör uzmanları yetiştirmek zorundayız.
Ayşe Zarakol, ağustos ayı içinde İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde yapılan uluslararası konferansa takdim ettiği ‘Missing the Forest for the Trees: Systemic Causes of Terrorism’ (Ağaçlar Uğruna Ormanı Kaçırmak: Terörizmin Sistematik Nedenleri) başlıklı tebliğinde terörü ‘siyasi bir hedefe ulaşmak amacı ile anormal seviyede şiddetin önceden tasarlanarak geniş bir kitleye uygulanması veya tehdit olarak kullanılması’ olarak tarif ediyor.
Zarakol, kendi yaptığı tasnif ile terörü modüler (modular) ve sistematik (systemic) olarak 2 ana başlıkta toparlıyor:
Modüler terörizm, eylemleri uluslararası seviyede şekil bulsa dahi, varlığı sadece bir devletin iç yapısına bağlı ve ana hedefi bir tek devlet olan terör olarak tarif ediliyor.
Sistematik terörizm ise uluslararası yapısal özellikler ile ilgili olarak gelişiyor ve sadece bir tek devleti değil, tüm uluslararası sistemi hedef alıyor. Sistematik terörizm yeni bir olgu ama gelecek dönemde en fazla bu tür terörizm dünyada herkesin başını ağartacak.
* * *
Zarakol’un tasnifini yaptığı her iki terör türü de Türkiye’yi ciğerinden yaraladı, yaralamaya devam ediyor: PKK modüler terörizme, El Kaide ise sistematik terörizme birer örnek.
* * *
Her iki tür terör örgütleri; ideolojik hedefi olan, giderek devletlerüstü (transnational) bir karakter kazanan, zaman zaman hasım devletler tarafından kullanılan, bilgi teknolojisinden alabildiğine yararlanan (bilhassa El Kaide), düzenli ordular ile mücadele edilmesi hemen hemen imkánsız olan ve illa ki Türkiye’nin başına uzun süre bela olacak yapılar!
* * *
Küresel dünya sisteminin 21. yüzyılda en güçlü düşmanı terör.
Türkiye, 21. yüzyılda güvenlik stratejisini öncelikle anti-terör mücadelesi üzerine oturtmak zorunda.
Yazının Devamını Oku 7 Eylül 2005
<B>DÜN Ronald L. Tammen </B>ve <B>Jacek Kugler</B>’e ait bir tablo yayınladım. Bu tablo benim gözümde 21. yüzyılı ekonomik açıdan özetliyor: (Nisbi Gayri Safi Milli Hasıla (%)
1945 1975 2005 2020 2050
ABD 1.(60) 1.(55) 2.(30) 1.(30) 3.(20)
ÇİN 3.(10) - 3.(20) 1.(30) 1.(35)
AB 2.(20) 2.(30) 1.(40) 3.(25) 4.(15)
HİNDİSTAN 4. (8) 4.(8) 4.(8) 4.(20) 2.(30)
* * *
Yine dün belirttim:
‘Tablodan görüleceği üzere dünyada 1945’te üretimin %60’ını ABD yapıyor. 2. Dünya Savaşı sırasında beliren bu oran ile ABD İngiltere’nin ilk kez önüne geçmişti.
ABD’yi 2020’de Çin yakalıyor ve 2050’ye gelindiğinde ise hem Çin, hem Hindistan geçmiş oluyor!’
1945’te dünya üretiminin %20’sini yaparak 2. sıraya oturan bugünün AB ülkeleri, 2005’te dünyada %40’lık bir pay ile 1. sıraya çıkıyorlar ama sonradan ABD’den daha kötü bir performans ile 2020’de 3. sıraya, 2050’de ise son sıraya geriliyorlar. (Tabloda yok ama Rusya’yı 2050’de de geçiyorlar.)
Çin ise 2005-2020 arası göstereceği müthiş bir performans ile dünya devi ABD’yi 2020’de yakalıyor ve 2050’ye gelindiğinde (35/20=1.75) ABD’yi dünya üretimi payında %75 oranında geçerek birinciliğe oturuyor.
Hindistan, devasa nüfusuna rağmen 2005 yılında dahi dünya üretiminin %10’unu yapamıyor ama bu yıldan sonra aldığı ivme ile 2020’de dünya üretiminde %20’lik bir paya sahip oluyor ve 2050’ye gelindiğinde dünyada %30’luk bir payla 2. sıraya yükseliyor.
Batı Bloku (ABD-AB) ve Uzakdoğu (Çin-Hindistan) ayrımı yapıldığında ise güç dengesinin 21. yüzyılın ortasına gelindiğinde Uzakdoğu’ya kayacağı açıkça ortaya çıkıyor:
1945’te Batı Bloku dünya üretiminin %80’ini yaparken, Uzakdoğu ancak %18 katkı sağlıyor. 2020’ye gelindiğinde Batı Bloku %55’e düşüyor, Uzakdoğu ise %50’ye çıkıyor.
Ancak, 2050’de Uzakdoğu %65 paya çıkarken, Batı Bloku %35’e düşüyor! Uzakdoğu Batı’ya göre dünya üretiminde %85 fazla paya sahip oluyor!
* * *
Gelelim Türkiye’nin AB için ekonomik önemine:
Birol Yeşilada-Brian Efird-Peter Noordijk’in 24-27 Ağustos 2005 tarihinde İstanbul’da gerçekleşen WISC Konferansı’na takdim edilen ‘Competition Among the Giants: 2010-2050’ (Devler Arasında Rekabet: 2010-2050) başlıklı tebliğlerinde savunulduğu üzere:
2000 yılında kabul edilen Lizbon Ajandası’na göre; AB 2010’da dünyada bilgiye dayanan en büyük ekonomi olmayı hedeflemesine rağmen; eğer AB bugünkü üyelik yapısını aynen korursa, yukarıdaki tabloda da açıkça görüldüğü gibi Çin, ABD ve Hindistan karşısında devamlı irtifa kaybedip, gerileyecek. Hatta, nüfus başına verimliliği aynı kalmasına rağmen AB’nin dünyadaki payı devamlı gerileyecek.
Ancak, eğer Türkiye AB’ye üye olursa; 2040’tan itibaren Türkiye’nin ekonomik katkısı açıkça belli oluyor ve AB’nin dünya üretiminde payı %10-15’lerden tekrar yukarılara yükselmeye başlıyor!
(Yarın devam edeceğim.)
Yazının Devamını Oku 6 Eylül 2005
<B>BEN </B>dünyadaki önemli olayları (örnek: Irak Savaşı), Türkiye’yi etkileyen meseleleri (örnek: Kıbrıs) hep genel bir perspektifin içinde, bir bütünün parçası olarak yorumlamaya çalışırım. Sizler gibi 20. yüzyılın bitişine, dolayısıyla 21. yüzyılın başlangıcına şahit olmuş bir insan olarak da aklım ister istemez devamlı ‘21. yüzyıl nasıl şekillenecek?’ sorusunu sorar ve tüm meselelere bu soruya cevap arayarak bakarım.
Bu devasa soruya komplo teorileri ile cevap aranmasından ise nefret ediyorum. Bir sürü hayal taciri gibi ‘meselenin içinde başka mesele var’ mealli yorum yapmayı, aldığım eğitimin etik anlayışına aykırı bulurum. Sorulara cevaplar somut gerekçelerle verilmek zorundadır; soruya soruyla cevap verenleri, akılları karıştıracak kadar zeki sorular sorsalar dahi ciddiye almam.
İnsan her sorunun cevabını bilemez; ama tahmin yürütecek olsa dahi tahminini somut verilerle gerekçelendirmek zorundadır.
* * *
Ben ‘21. yüzyıl nasıl şekillenecek?’ sorusunun cevabını katiyen bilmiyorum; ama gerekçeli tahminlerim var. Tabii ki her yüzyılı olduğu gibi bu yüzyılı da teknolojideki gelişimler belirleyecek. Ancak, siyasi ve ekonomik gelişmelere baktığımızda:
1) 21. yüzyılın ortalarına doğru güç merkezi Uzakdoğu’ya kayacak. Çin ve Hindistan dünyanın en büyük ekonomileri olacaklar. ABD ne yaparsa yapsın, buna engel olamayacak.
2) AB, Türkiye’yi sadece siyasi nedenlerle değil, ekonomik nedenlerle de içine almak, üye yapmak zorunda kalacak.
3) 21. yüzyılın teknolojisi ve örgütlenme kapasitesi ile birlikte terör bu yüzyılın baş edemediği en büyük bela olacak. Buna tek istisna ABD ile Çin’in bir savaşa girmeleridir ki bu da mümkün. Terör, büyük oranda kapitalizme/emperyalizme karşı panzehir olarak takdim edilen Vehhabi-Selefi (öz) İslam ideolojisini kullanacak ve bazı ülkeleri teslim alacak.
Bu hafta üç gün (salı-çarşamba-perşembe) 21. yüzyılı okumaya çalışacağım.
* * *
21. yüzyıla global bakan bir çalışmayı dikkatinize sunuyorum:
Aşağıda kaba hatlarıyla ve özetleyerek takdim ettiğim tablo 21. yüzyıl hakkında çok şey söylüyor:
Kaynak: Ronald L. Tammen ve Jacek Kugler: ‘China: Satisfied or Dissatisfied. The Strategic Question’ (Çin: Tatmin Olmuş veya Olmamış). 1-4 Mart 2005 tarihlerinde Uluslararası Çalışmalar Derneği’nin Honolulu-Hawaii’de tertip ettiği uluslararası konferansa takdim edilen tebliğ.
* * *
(Nisbi Gayri Safi Milli Hasıla) (%)
1945 1975 2005 2020 2050
ABD 1.(60) 1.(55) 2.(30) 1.(30) 3.(20)
ÇİN 3.(10) 3.(20) 1.(30) 1.(35)
AB 2.(20) 2.(30) 1.(40) 3.(25) 4.(15)
HİNDİSTAN 4.(8) 4.(8) 4.(8) 4.(20) 2.(30)
* * *
Tablodan görüleceği üzere dünyada 1945’te üretimin % 60’ını ABD yapıyor. 2. Dünya Savaşı sırasında beliren bu oran ile ABD, İngiltere’nin ilk kez önüne geçmişti.
Ancak, ABD’yi 2020’de Çin yakalıyor ve 2050’ye gelindiğinde hem Çin, hem Hindistan geçmiş oluyor!
(Yarın devam edeceğim.)
Yazının Devamını Oku