10 Kasım 2010
GEÇEN akşam evde haberleri izliyorum. Ekranda, sokak ortasında koşan ve insanlar tarafından yakalanmak amacı ile kovalanan bir inek görüntüsü var. İlk bakışta ortada hiçbir acayiplik yok. Beş gün sonra Kurban Bayramı.
“Herhalde, haberi fragman ni-yetine gösteriyorlar” diye düşündüm.
“Haftaya ekranlarınızda. Tekmili birden!”
Ancak, ineğin yeni ithal edilen bir Angus ineği olduğunu öğrenince haberi daha dikkatli izlemeye başladım.
Bu kez de “Hayvan yabancı, herhalde gelecek haftaya hazırlıyorlar, sokak ortasında taammüden ölüm sahnesine alıştırıyorlar” diye hayal ettim.
“Belki de, fizik kondüsyonunu yükseltmek için antrenman yaptırıyorlar.”
Hiçbiri değilmiş, ithalatçısı ekranda açıklıyor:
“Hayvan urganla bağlanmaya alışık değilmiş. İtilip kakılmayı hele hiç sevmezmiş. Bağlamaya kalkınca kaçtı. Meğerse, kendisine nereye gideceğini söyleyince kendiliğinden gidiyormuş.”
Yazının Devamını Oku 9 Kasım 2010
ISRARLA yazıyorum: “NATO’nun gelecek 10 yılına yön verecek olan Stratejik Konsept 19-20 Kasım’da Lizbon’da karara bağlanacak. ABD’nin bastırması ile NATO şemsiyesi altında Türkiye’ye, İran ve Suriye’ye karşı füze kalkanı yerleştirilmesi ihtimali çok ama çok kritik bir karar. Bu karar Türkiye’nin ekseninin yörüngesini belirleyecek.” (en son: Cüneyt Ülsever-Hürriyet-7 Kasım 2010)
Türkiye füze kalkanı projesine dahil olmazsa “komşularla sıfır sorun konsepti”ne sadık kalmış gözükecek ama NATO’nun 10 yılına yön verecek Stratejik Konsept’ten ayrılacak, resmi olarak olmasa bile fiilen NATO’dan çıkmış olacak.
Yok, dahil olursa, bu sefer de hem Batı’ya attığı salvolar yerlerde sürünmeye başlayacak, hem de 1 Mart Tezkeresi’nin reddiyesi ile başlayan “Müslüman adam Müslüman’a silah çekmez” şiarı bütün itibarını kaybedecek!
Bırakın Ortadoğu’nun sokaklarındaki algılamayı, kendi muhafazakâr tabanında bile “Hıristiyanlarla bir olup, daha da ötesi Siyonist İsrail’i korumak için Müslüman dostlarına karşı geliştirilen şer cephesine katılmış” olarak algılanacak!
Tam anlamı ile altı sakal üstü bıyık bir durum!
Türkiye’ye “Eksenini belli et!” uyarısı daha net yapılamazdı.
* * *
Türkiye’yi yakından takip eden bir Avrupalı dostum, Türkiye’nin füze kalkanı projesine muhakkak katılacağını, sadece kararına “bazı şartlar” adı altında kulplar takacağını günlerce önce ifade etmişti.
“Sıkıysa kabul etmesin!” demeye getirmişti.
Nitekim, Türkiye Başbakan ve Dışişleri Bakanı’nın tüm salvolarına rağmen NATO’ya “Hayır!” diyemeyeceğini bildiği için 19-20 Kasım’da Lizbon’da yapılacak karar toplantısı öncesi çeşitli kulplar aramaya başladı.
Türkiye kendi şartlarını öne sürecekmiş:
1) Düşman ülkelerin adı (İran, Suriye) zikredilmeyecek.
2) Kalkanlar sadece savunma amaçlı kullanılacak ve tüm Türkiye’yi koruyacak.
3) Kalkanlar diğer NATO ülkelerine de konacak.
Türkiye’nin bulduğu çözüm şöyle de anlatılabilir:
Diyelim ki, bir duble rakı içmek zorunda kalıyorsunuz. Alkol içmek itikadınıza ters ama içinde bulunduğunuz gerçekler sizi buna zorluyor. Siz de saf rakıya bol su katarak rakıyı içiyorsunuz. Su koydukça adı üzerinde rakı sulanır, hatta suyun kendi rengi giderek bardağa hâkim olur ama ne yaparsanız yapın içindeki alkol miktarı aynı kalır!
Siz yine de itikadınıza (prensiplerinize) ters bir durumu kabullenmiş olursunuz!
Gözüken odur ki, İslami hassasiyeti yüksek hükümet alkolü mideye indirecek!
* * *
Üstelik, basına yansıyan kulplar (bahane şartlar) da pek basit. Stratejik Konsept’e “İran ve Suriye”nin adları yazılmasa ne yazar? Süleyman Demirel’in Fırat’taki sağır çobanı bile “düşman”ın kim olduğunu biliyor. Yine herhangi bir yere yazılmasa bile, NATO’nun Türkiye’ye füze kalkanı yerleştirirse; tamam Avrupa ülkelerini herhangi bir nükleer saldırıya karşı korumaya çalışacak ama önceliğin İsrail’i İran’dan korumak olduğunu yine aynı sağır çoban bile biliyor.
Ayrıca, kalkanlar savunma amaçlı konacak ama füzeler sadece futbol sahasında top toplar gibi İran’ın bir olasılık atacağı nükleer başlıkları havada toplayacak değil, önleyici tedbir bağlamında nükleer başlık yerleştirilmiş İran topraklarını da gereğinde mecburen vurmaya çalışacak.
* * *
Bakalım, Ahmet Davutoğlu füze kalkanı projesine Türkiye’nin katılımını hangi “konsept” ile savunacak.
Ancak baştan söyleyeyim: Yemezler!
Yazının Devamını Oku 7 Kasım 2010
1) Tek muktedir partinin her geçen gün daha güçlü sivil vesayet görüntüsü verdiği, tek muktedir liderin başarılı bir strateji ile başkanlık sistemine adım adım yaklaştığı bir dönemde anamuhalefetin ani bir atakla devlet vesayetinden kurtulmak amacıyla yeni bir sayfa açması heyecan veren önemli bir adımdır. 2) Sivil vesayet korkusu yaşayanlara ümit vaat edebilen muhalefet, demokrasinin temel dengesini oluşturan denetleme ve dengeleme görevini daha başarılı ifa eder. Zira, güçlü iktidarı güçlü muhalefet dizginler.
3) Kemal Kılıçdaroğlu, Recep Tayyip Erdoğan’dan sonra büyük şehirlerdeki çevre seçmene (seçmenin takriben % 65’i) hitap edebilen ikinci parti başkanıdır. “Kılıçdaroğu faktörü” CHP ülke sosyolojisini daha iyi okuduğu ve bozuk gelir dağılımına ciddi eleştiriler getirebildiği zaman çevreden anlamlı miktarda oy alabilir.
4) Çevreyi kazanırken Kılıçdaroğlu çelebi ve içten yapısı ile laiklik hassayiyeti yüksek büyük şehirlerdeki merkez oyları da hâlâ kendisine çekmeye devam edebilir.
5) Ancak, geçen hafta CHP’de yaşanan deprem henüz ne bir devrim kıvamındadır, ne de Kılıçdaroğlu’nu parti başkanlığından liderliğe yükseltmiştir.
* * *
6) Zira, 12 Eylül referandumu için yaşanan propaganda döneminde CHP’nin içinin cayır cayır yandığını Fırat’taki kör çoban bile görmüştü. Kılıçdaroğlu en geç 13 Eylül sabahı inisiyatifi ele alabilir ve zaten Nisan 2010’dan beri geçerli olan yeni tüzüğü hayata geçirerek darbeyi doğru bir zamanlama ile başarabilirdi. O zaman iyi bir stratejist görüntüsü verecekti.
7) Halbuki, Kılıçdaroğlu, Başsavcı’nın uyarısı ile ancak yumurta kapıya geldikten sonra harekete geçebilmiştir. İki kritik ay kaybedildi.
* * *
8) Kanımca, geçen haftanın esas mimarı Kemal Kılıçdaroğlu değil, Gürsel Tekin’dir. Mesele de “Kılıçdaroğlu Sav’a karşı” meselesi değil, “Tekin Sav’a karşı” meseledir. Şimdilik, Tekin, Sav’ın önünde gitmektedir. Ancak, maç henüz bitmemiştir.
9) CHP’nin en yetkili makamı Kurultay’dan sonra Parti Meclisi’dir. MYK’yı yeni tüzüğe uygun olarak genel başkan oluşturmuştur ama Parti Meclisi’nin 80 üyesinin 59’u Sav ile birlikte kurultay kararı almıştır. O gün CHP’nin içyüzü sokağa döküldü. Şimdi bu kişiler teker teker dönmekteler. Belli ki, görüşlerine göre ilk gün yanlış ata oynadılar. Sonradan uyanıyorlar. Yanar döner bir Parti Meclisi’ne ben saygı duymam. Dilerim, Kılıçdaroğlu da güven duymaz.
10) Kılıçdaroğlu lider olmak, CHP devrim yapmak istiyorsa, seçimli kurultay yapar, yeni Parti Meclisi’ni oluşturur, partinin yeni ilkelerini önce kendi delegelerine anlatır ve kabul ettirir.
11) Seçimli kurultay yapmak, yeni Parti Meclisi oluşturmak, yeni ilkeleri hayata geçirmek, il ve ilçe başkanlıklarını yeniden tanzim etmek, propaganda dönemini yaşamak ve haziranda genel seçimlere katılmak için CHP’nin sadece 7 ayı var. Lider kriz döneminde belli olur. Bakalım, bu 7 aya Kılıçdaroğlu kaç karpuz sığdıracak?
* * *
CHP’nin yeni MYK’sına da bir sorum var:
NATO’nun gelecek 10 yılına yön verecek olan Stratejik Konsept 19-20 Kasım’da Lizbon’da karara bağlanacak. ABD’nin bastırması ile NATO şemsiyesi altında Türkiye’ye İran ve Suriye’ye karşı füze kalkanı yerleştirilmesi ihtimali çok ama çok kritik bir karar. Bu karar Türkiye’nin ekseninin yörüngesini belirleyecek.
Maaşallah, bugüne dek bu kadar kritik bir konuda anamuhalefetten tık çıkmadı.
Yeni MYK, lütfen Türkiye’ye füze kalkanı yerleştirimesi konusunda tavrınızı/görüşünüzü belirleyiniz ve kamuoyuna açıklayınız.
Bakalım, yeni CHP bu tarihi kararı nasıl yönlendirecek?
Yazının Devamını Oku 4 Kasım 2010
KIZILCAHAMAM’da 18. Milli Eğitim Şûrası sessiz sakin yapılıyor. Anlaşılan dostlar birbirini ağırlıyor. 10 yıldır davet edilen Abbas Güçlü bile Şûra’ya çağrılmamış. Gelen haberlere göre temel eğitim konuşuluyor, kesintisiz eğitime son vermek için karar alınmaya çalışılıyormuş. Dilerim, neden 8 yıllık kesintisiz eğitime son verileceği gerekçeleri ile millete doğru anlatılır. Zira, bence böyle bir karar alınırsa doğru olur ama siyasi sonuçları da göze alınmak zorundadır.
Ben bugün hayatını eğitime adamış Bahçeşehir Üniversitesi Mütevelli Heyeti ve Tüm Özel Öğretim Kurumları Derneği (TÖDER) Başkanı Enver Yücel’in bir mektubunu yayınlamak istiyorum.
* * *
“16-22 Ekim tarihleri arasında, Milli Eğitim Bakanlığı’ndan üst düzey yöneticiler ile TÖDER Yönetim Kurulu, ABD’de bir eğitim gezisinde bir araya geldi. Bu eğitim gezisinde, Amerika’nın önde gelen üniversitelerinden New York Üniversitesi (NYÜ) ve Columbia Üniversitesi’nin Eğitim Fakülteleri, American Institutes for Research-AIR (Amerikan Araştırma Enstitüsü), Educational Testing Services-ETS (Eğitici Ölçme Değerlendirme Hizmetleri), Blue Ribbon Schools of Excellence, Inc. (Eğitimde Mükemmellik Ödülü Merkezi) ve Fen-Teknoloji odaklı okullar ile birlikte üst düzey Amerikalı bürokrat ve özel sektör ziyaretlerine yer verildi.
Bu bir haftalık gezi sırasında, sınavların güvenliği ile içeriği üzerine epey yoğunlaşıldı. Tüm dünyaya sınav uygulayan kurumların sınav güvenliğini nasıl sağladıkları ve gelişen teknoloji ile elimizdeki imkânlar devlet mensuplarına ve biz özel sektör temsilcilerine bir bir anlatıldı. Sınavların nasıl ve kimler tarafından hazırlandığı konuşuldu; açık uçlu sorular ile öğrencilerin neyi bilmediklerinden öte hangi metotlarla öğrendikleri ve bilginin en etkin şekilde nasıl ölçülebileceği tartışıldı.
* * *
ABD’de çok yaygın bir ölçme-değerlendirme kültürü bulunmakta. Bu, aslında şu demek:
Eğitim, devlet tarafından topluma verilen bir hizmet ise bu hizmetin kalitesini kim ve nasıl ölçüyor? Türkiye’de eğitime ayrılan bütçeyi ele aldığımızda, harcanan paranın karşılığı alınabiliyor mu? Sonuç olarak, ulusal bir eğitim karnesi nasıl oluşturulur?
Dünyanın birçok yerinde bu sorulara cevap bağımsız kurumların yaptıkları araştırmalar tarafından verilerek bu hizmetin “hesabı soruluyor”. Mesela, Türkiye’de yapılan testlerde sadece öğrencinin başarısı ölçülürken, ABD’de öğretmenlerin, okulların hatta eyaletlerin bile performansları ölçülüyor.
Türkiye’de gelişmenin sürdürülebilir olmasının eğitim seviyesinin yükseltilmesi ile sağlanacağını artık herkes kabul ediyor... Bu doğrultuda, ülkemizde, eğitimin her geçen gün sivil inisiyatifler tarafından değerlendirilip yönetilmesi ve bunların bağımsız eğitim mekanizmaları oluşturması ayrıca memnuniyet verici bir gelişme.
Enver Yücel/TÖDER Başkanı”
* * *
Türkiye’de eğitimin kalitesinin ölçülmesi için gayrete girilmesi, başarı ölçülürken sadece öğrenci başarısı ile yetinilmemesi, öğretmenlerin, okulların, hatta illerin başarı seviyelerinin de ölçülmesi, bunun için de sivil inisiyatife önderlik tanınması eğitim sistemimize büyük katkı sağlayacaktır.
Yazının Devamını Oku 3 Kasım 2010
Onun için saçma sapan konuşmalara “abuk sabuk konuşma” denir. * * *
CHP’nin “türbanı ben çözerim” diye yola çıkıp, Cumhuriyet resepsiyonuna türban yüzünden katılmaması abuk bir davranıştır.
TSK’nın komutanlarının, kararların oybirliği ile alındığı MGK’da “Kırmızı Kitap”ta irticanın tehlike olmaktan çıkmasına onay verip, ardından Cumhuriyet resepsiyonunu aynı gerekçe ile boykot etmeleri de sabuk bir harekettir.
Adana’da komutanların türbanlı bir hanımefendi geldi diye resepsiyonu terk etmeleri ise abuk-sabukluktan çıkıp insani nezaketin zorlandığı bir eyleme dönüşmüştür.
* * *
Ancak abuk ile sabuğun kardeşliğini kıskananlar olmuş olmalı ki, kardeşliğe yeni bir kardeşlik eklendi.
“TSK mensuplarının Çankaya’daki 29 Ekim resepsiyonuna katılmamasına tepki gösteren AK Parti Genel Başkan Yardımcısı Ömer Çelik, ‘Cumhurbaşkanı başkomutandır. Başkomutan çağırdığı zaman asker, davetine gider. Gidip gitmeme gibi bir tercih hakkı yoktur. Bu, emre itaatsizlikle eşdeğerdir’ dedi.” (Hürriyet-2 Kasım 2010)
Ömer Çelik’in askerin davranışını eleştirmesi hakkıdır ama Başkomutan’ın davetini emir olarak görmesi abuk bir mantığın sonucudur.
Sadece ve sadece faşist yönetimlerde bir davet tebellüğ edilen “görev kâğıdı” telakki edilir. Hal böyle ise emre itaat etmeyen komutanlar hemen görevden alınmalı ve disiplin suçu ile yargılanmalıdırlar.
Çelik’in mantığı ile hareket edersek; Cumhurbaşkanı esasen cumhurun başı olduğuna göre, aynı resepsiyona davet edilen ama şu veya bu nedenle katıl(a)mayan cumhur (millet fertleri) de emre itaat etmemişlerdir. Onların da ivedilikle vatandaşlıktan atılması gerekir.
* * *
Aynı açıklamasında Ömer Çelik askere şu şekilde de çatıyor:
“MGK toplantısı sonrası siber terörizme karşı TSK’nın hazırlıklı olmadığı yönünde haberler çıktı. Ben bunu TSK’nın yalanlamasını beklerdim. Türkiye’nin önemli kurumu, dünyanın üçüncü büyük ordusu siber teröre karşı nasıl hazırlıklı olmaz.”
Ömer Çelik eleştirisinde haklı olabilir de, kendi mantığına göre, eleştirisinin muhatabı yanlıştır.
Cumhurbaşkanı başkomutan olduğuna ve daveti bile emir telakki edilmesi gerektiğine göre eleştirinin muhatabı Cumhurbaşkanı olmak gerekir.
Ömer Çelik’e şöyle bir açıklama daha çok yakışırdı:
“...(siber terörizme hazırsızlık) Ben bunu Başkomutan olarak Cumhurbaşkanı’nın yalanlamasını beklerdim. Türkiye’nin önemli kurumunun Başkanı dünyanın üçüncü büyük ordusu olan kurumunu siber teröre karşı nasıl hazırlıklı kılmaz!”
İşte o zaman hiç olmazsa abuk ile sabuk bir araya gelmezdi. Abuk tek başına kalırdı.
* * *
Ben yine de Ömer Çelik’e hatırlatmak isterim.
Son 8 yıldır ileri demokrasiye pupa yelken açan ülkemizde önce TSK sindirilmiş, askeri vesayet kaldırılmış, 12 Eylül referandumu ile 12 Eylül faşizminin son kalıntıları silinmiş, adil seçim ve atamalar ile adalet mekanizması tamamen bağımsız hale getirilmiştir. Yüksek liberaller ileri demokrasi yolunda atılan ileri adımları “Yetmez ama buna da şükür!” nidaları ile alkışlamışlar, münafıklar ise bu kez de “Sivil vesayet geldi” diyerek nifak saçmışlardır.
Böyle bir ülkede davetiyeler için “emre itaat” kavramı Ömer Çelik’in nereden aklına gelmiştir, akıl ermez!
O katiyen “hayırcı” bir münafık değildir.
Yazının Devamını Oku 2 Kasım 2010
AHMET Hakan gazetemde görüşlerime en yakın hissettiğim kişilerden birisidir. “Ne Musa’ya, ne İsa’ya yaran(a)mama” parkurunda yoldaşlığımız vardır. 28 Şubat’ın karanlık günlerinde Kanal 7’de de yoldaşlık yaptık. İnsanın en çekici organının beyni olduğuna inanan bir kişi olarak Ahmet Hakan’ı hem beğenir, hem severim. Gözlerinin içi gülen insanlara kendimi hep yakın hissederim.
Ama bugün kendisine bir sitemim var!
İki gündür yazdığı Oktay Ekşi yazıları nedeni ile!
* * *
Oktay Ekşi ile 10 yılı aşkın bir süredir aynı gazetede yazarız. Karşılaştığımızda el sıkışmaktan öte bir yakınlığımız olmadı. Görüşlerimiz oldukça uzaktır. 2002 öncesi yaptığım “Recep Tayyip Erdoğan söyleşisi” nedeni ile köşesinde beni ağır eleştirmişti. Yine de, çelebi tavrı, içten nezaketi beni daima kendisine yakın hissettirdi.
Zaten ben meslektaşların hasım değil, olsa olsa rakip olabileceğine inanan bir gelenekten geliyorum.
* * *
Oktay Abi vahim bir hata yaptı. Hükümete küfretti. Ardından özür diledi ama öfkeleri dindiremedi. Telin edildi, kendisine hak ettiği cevaplar verildi. Doğal olarak, hakarete uğrayanlar onu mahkemeye de verecekler.
O da insan onuruna yakışanın en güzelini yaptı ve istifa etti.
Ahmet Hakan’ın da onu eleştirmesi doğaldır.
Ancak, Hakan vahim bir hata yaptı. Oktay Ekşi’yi istifa ettikten sonra yerden yere vurdu. Halbuki, Ekşi kendi ipini kendisi çekmiş, en büyük cezayı kendisine bizzat kendisi vermişti. Ahmet Hakan insanlık raconunda cezasını yatmış katile bile anlayışla bakıldığını bilmeliydi.
Ahmet Hakan ayrıca bilmeliydi ki, hata yapmak insana has bir özelliktir. Hele hele, yaş ilerledikçe yanlış yapmak, maksadını aşmak, duygularına mağlup olmak daha da kolay su yüzüne çıkan insani eksikliklerdir.
Keşke, Ahmet bu yazılarını yazmadan önce kendisine sorsaydı, “Ben hata yapmaktan muaf bir kul muyum?”
Ahmet, inşallah çok yaşlanacak, çok hatalar yapacaksın!
* * *
Ahmet Hakan iki yazısında da “Babam olsa hatasını affetmem” demeye getiriyor. İyi de Ahmet, bırak Hükümet yetkililerinin sövmelerini, Engin Ardıç Hürriyet yazarlarına alenen “puşt” dediğinde (Sabah-16.10.2010) bile gıkın çıkmamıştı! Benim dışımda basında kimse bunu mesele etmemişti.
Ahmet hiç “Neden?” diye sordun mu?
Hükümet üyesi söver, yandaş gazeteci söver; gık çıkmaz, Hürriyet yazarı sövünce kıyamet kopuyor. Neden?
* * *
Hürriyet’e saldırı korosu anında harekete geçti ve seviye alabildiğine düştü. Bir yazar Oktay Ekşi hakkında şunları bile yazabildi:
“‘Hadi gelin. Rahmetlinin helvasını da biz kavuralım’ diyorum.
‘Kavuralım ve gerçekten onu yattığı yerde huzura kavuşturacak bu işi kökünden halledelim’ diyorum. (Sevilay Yükselir-Sabah-31.10.2010)”
Fani dünyada bir gazetecinin meslektaşına ölüm çığlığı attığına da şahit olduk!
* * *
Mesleki hayatı arz-talep eğrilerinin belirlediğini unutan piyasacı(!) yazarlar Oktay Ekşi’ye ömür biçerken (Fehmi Koru) yandaş gazetecilerin yazdığı gazetelerin az satmasını da “genç gazeteler” olduğuna bağlayacak kadar cahilce laflar edebiliyorlar. Aynı yazar en genç gazete HaberTürk’ün neden bu kadar çok sattığını, Sözcü’nün nerede ise tüm yandaş ve genç gazetelerden fazla satmasını acaba nasıl izah ediyor?
Fehmi Koru yerden yere vurduğu Oktay Ekşi’nin kendisinden çok okunmasını nasıl açıklıyor?
Önemli olan Hürriyet’e karşı haset ve kinini kusacak ortam yakalamak!
* * *
Sevgili Ahmet, küfür yanlışına ve verilen oransız tepkiye bütünsel bakarsan, ayrıca kendi zamanlama hatanı kavrarsan Oktay Abi’ye kocaman bir özür borçlu olduğunu göreceksin!
Yazının Devamını Oku 31 Ekim 2010
BENİ bir sergiye götürdüler. Türk resim ve heykel sanatı ile ilk defa bu kadar yakın oldum. Ama, aynı anda sanatçıların gözü ile Türkiye’nin yüzyıllık tarihine de göz attım.
Sergiyi bana serginin küratörü Prof. Dr. Kıymet Giray ve yardımcıları gezdirdi. İki saat çok lezzetli bir ders aldım. Bilmediğim bir alana usta bir yol gösterici ile girince kendimi başka bir âlemde hissettim.
Prof. Giray ve yardımcılarının gözlerindeki keyifli ışıltılar bana da pozitif enerji olarak yansıyınca iki saatliğine ben de sanattan anlar havalara girdim.
Türkiye’nin yüzyılını anlatan sergi Ankara’da yüzyılları geride bırakan tarihi Cer Binalarının Modern Sanatlara dönüşümünü gerçekleştiren Cer Modern Sanat Merkezi’nde açılmış.
Adı: Ziraat Bankası Yüz Yılın Sergisi.
¡ ¡ ¡
“Türk resim sanatının modernleşme eğilimlerini ünlü sanatçıların resimlerinin tanıklığında yeni bir bakış açısıyla sunmayı hedefleyen Yüz Yılın Sergisi”, aynı zamanda 147 yılın kararlılığıyla bir araya getirilmiş Ziraat Bankası koleksiyonunun da öyküsünü anlatıyor. Türkiye’nin en eski bankası kurulduğundan beri koleksiyonuna 3.000 resim katmış. Sergide sadece seçilmiş bazı eserler bulunuyor.
25 Ekim 2010-25 Nisan 2010 tarihleri arasında ziyarete açık kalacak sergi, bana verilen bilgilere göre, 20. yüzyıl Türk resim sanatının tarihi yolculuğunu vurguluyor.
Osmanlı Sarayı’nın resim sanatıyla tanışması, Türk sanatçılarının çağdaş sanat hareketleriyle Paris’te yüz yüze gelmeleri, Cumhuriyet ülküsünün hedefi olan modernizmi algılamaları ve çağdaş kavramının izinde çeşitli “izm”lerle ilerlemesi modern Türk resim ustalarının eserleriyle anlatılıyor.
¡ ¡ ¡
Resimleri/heykelleri sergilenen Türk sanatçıları arasında İbrahim Çallı, Hikmet Onat, Nurullah Berk, Bedri Rahmi Eyüboğlu, Adnan Çoker, Devrim Erbil, Ömer Uluç, Mehmet Güleryüz, Fikret Mualla, Kuzgun Acar’ı ben bile biliyorum.
¡ ¡ ¡
Öte yanda Sergi Alanı da başlı başına bir mimari başarı. (www.cermodern.com)
Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından eski vagon tamirhaneleri ve cer atölyelerinin restorasyonuyla kazanılan Cer Modern, çağdaş müze mimarisinin bir örneği olarak hayata geçiyor.
Tanıtımda anlatıldığına göre Ankara’nın kent kimliğine katkıda bulunacak olan Cer Modern, başkentte sanatsal ve kültürel bir vitrin olmasının yanında çok yönlü ve farklı sanat disiplinlerini bir arada sanat izleyicisiyle buluşturmayı amaçlıyor.
Türkiye Seyahat Acenteleri Birliği (TÜRSAB) desteğiyle hayata geçirilen Cer Modern 11.500 metrekarelik bir alanda yer alıyor.
Cer Modern’in yöneticilerine göre ziyaretçilerinin modern sanatla buluşması öncelikli ilgi alanları. Sanatın hayatın içinden anlaşılmasına ve mümkün olan en çok sayıda insan tarafından izlenmesine olanak sağlamak, herkes tarafından anlaşılabilirlik, ziyaretçilerin ayrılırken fikir edinmiş olmaları ana hedefleri.
¡ ¡ ¡
Cer Modern’i Ankara’ya kazandıran Kültür ve Turizm Bakanlığı’na, TÜRSAB’a, sergiye önayak olan koleksiyoner T.C. Ziraat Bankası’na, bana keyifli iki saat geçirten ve bana öğreten küratör Prof. Dr. Kıymet Giray’a çok teşekkür ederim.
Ankaralılar Cer Modern’i de, sergiyi de muhakkak ziyaret etmeliler!
Yazının Devamını Oku 28 Ekim 2010
BİR kez daha gördük ki, ne Kemal Kılıçdaroğlu, ne de Devlet Bahçeli stratejist olarak Recep Tayyip Erdoğan ile aşık atamazlar. Lideri sayesinde AKP, CHP’nin, daha doğrusu Kılıçdaroğlu’nun “türban manevrası”ndan çok rahat sıyrıldı.
Anlaşılan odur ki, Kemal Kılıçdaroğlu partisinin içindeki dengeleri gözetmeden referandum öncesi türban kozunu eline almaya çalıştı.Topa mecburen AKP de girdi, “Hodri meydan” dedi.
Erdoğan CHP’nin iç dengelerini Kılıçdaroğlu’ndan daha iyi hesap ettiği için referandum sonrası türban konusunda CHP’nin üzerine üzerine gitti.
Böylece, “Pilavdan dönenin kaşığı kırılsın” demiş oldu.
YÖK’ü ortaya sürdü.
Ancak, seçimden önce “türban meselesi”ni çözmek, hele hele bunu CHP ile paylaşmak AKP’nin işine hiç gelmezdi.
Türbana mırıldanarak evet diyen ama türbanlı Köşk’e gidemeyen CHP, türban konusunu yavaş yavaş sulandırmaya başladı.
Türbanın yanına, tam anlaşılmadı ama seçim barajını, YÖK’ü, vb.’yi de koydu. Kamuda, ilköğretimde türbanı tartışmaya açtı. AKP’ye nafile çağrılar yaptı.
MHP bir ara 2008’de türban konusunda AKP ile ulaştığı mutabakattan dem vurdu ama bunu duymak AKP’nin işine gelmedi. AKP daha çok CHP’ye sataşmayı tercih etti.
* * *
CHP ne dediğini bir türlü netleştirmeyince Recep Tayyip Erdoğan son çıkışını salı günü grup toplantısında yaptı.
“Başbakan Tayyip Erdoğan, CHP’nin türban konusunda samimi olmadığının ortaya çıktığını belirterek, türban sorununun çözümünün 2011’deki seçimler sonrasına kaldığını vurguladı. Erdoğan, ‘2011 seçimleri ve ardından başlatacağımız yeni Anayasa çalışmaları işte bu özgürlüklerin temel alınacağı bir süreç olacaktır. Bundan sonra hakem millettir’ dedi.” (Hürriyet-27 Ekim 2010)
* * *
Böylece türban meselesi hem çözülmüş (YÖK), hem çözülmemiş (TBMM) oldu
CHP bir kez daha sallandı, yine çözüm üret(e)meyen parti durumuna düştü.
Şimdi Recep Tayyip Erdoğan:
1) Seçimlere yine mağdurların babası olarak gidecek.
2) Seçim öncesi “özgürlükçü Anayasa” şiarını bol bol işleyecek.
3) CHP’yi bir kez daha statükocu olarak paftalayacak.
4) Seçimleri kazandıktan sonra yeni Anayasa hazırlayacak.
5) Yeni Anayasa’da özgürlük sosu olacak ama ana hedef Türkiye’yi 2012-2014’te yapılacak “Cumhurbaşkanlığı seçimi” çevresinde yeniden dizayn etmek olacak.
6) Hali ile seçilmiş Cumhurbaşkanı ile parlamenter demokrasi çelişeceği için Anayasa “Başkanlık/Yarı Başkanlık Sistemi”ne göre yeniden hazırlanacak.
7) 2012-2014’te Recep Tayyip Erdoğan Başkan seçilecek.
* * *
12 Eylül referandumundan beri söylüyorum.
Recep Tayyip Erdoğan’ın kafasında yürütme, yargı ve yasamayı kontrol edecek bir Başkanlık sistemi var.
Bu hedefine ulaşmada en büyük yardımcısı muhalefet.
Önündeki tek engel Abdullah Gül.
* * *
Muhteşem stratejist Recep Tayyip Erdoğan’ı hayranlıkla izliyorum.
Yazının Devamını Oku