Cengiz Çandar

Ergenekon’da “ikinci Susurluk” tehlikesi...

5 Mart 2011
Ergenekon’u bir “ikinci Susurluk” haline düşürülmesi önlenmelidir. Bu “bağımsız” olduğu her seferinde ve pek de inandırıcı olmayan biçimde vurgulanan “yargı”nın işi değildir. Yürütmenin işidir.

Ergenekon için böyle bir tehlike var. Hep vardı. Başından beri vardı. Ve şimdilerde özellikle var.
Nedim Şener ve Ahmet Şık isimleri üzerinde simgelenen, ve Ergenekon’la ilişkilendirilen son gözaltı dalgasının yol açtığı tehlike budur ve Ergenekon’un bir “ikinci Susurluk” haline dönüştürülmesi, herşeyi, Türkiye’nin demokrasi mücadelesini ve bizzat hükümetin kendisini vurur.
Bundan 15 yıl önce Susurluk, Türkiye’de “derin devlet”in tüm günahlarıyla birlikte ortaya saçılması ve Türkiye’nin devletinin içini yeniden düzenlemesi için müthiş bir fırsat sunmuştu. Her gece, başta İstanbul, tüm Türkiye’de geceleri bir dakikalığına ışıklar yanıp sönmeye başlamış ve “orta sınıflar” demokratikleşmenin omurgası olarak rol almaya başlamışlardı.
Bu gelişmelerin ardından, Susurluk mücadelesi, ustaca saptırılmış ve Susurluk-karşıtı eylemler olan-bitene “glu glu dansı” demek gafletinde bulunan Başbakan Necmettin Erbakan’a karşı “laiklik adına şeriatçılığa dur” deme mücadelesine dönüştürülerek, “28 Şubat Süreci”nin yani “Postmodern Darbe”nin zemini döşenmişti.
Susurluk-Ergenekon: Benzer süreçler
Susurluk, anlamlı bir sonuca ulaştırılamadığı gibi; Refahyol hükümeti de 28 Şubat postmodern darbesi ile bertaraf edilmişti.
Ergenekon soruşturması ve yargılaması başladığı vakit, çokları, Susurluk deneyimini hatırda tutarak, “Bundan bir şey çıkmaz” diye dudak bükmüşlerdi.

Yazının Devamını Oku

AKP’nin “ak”ı, PKK’nın “kara”sı, provokasyonların “gri”si...

4 Mart 2011
“Eylemlilik süreci”nin bitirilmesi, “silahlı mücadeleyi canlandırmaya yeşil ışık” yakmak ise, bunun “zamanın ruhu”na aykırı olduğunu, Kürt siyasi hareketini “anakronik” bir çizgiye yerleştirmek anlamına geleceğini, bundan PKK’nın kendisi dahil, başta Kürtler hiç kimsenin kazançlı çıkmayacağını daha önce yazmıştık. “Eylemsizlik süreci”nin bitirilmesi açıklaması dikkatle okunursa, bunun bir “savaş ilanı” da olmadığı anlaşılır. Nitekim, “eylemsizlik süreci”nin bitirildiği açıklanıp, bunun günahı Ak Parti’ye yüklendikten sonra, altından gelen paragraf “Etkili Savunma Yapılacak, Saldırı Olmayacak” ara başlığını taşıyor.
Söz konusu ara başlık altında şu cümleler dikkat çekiyor:
“... Bu durumda güçlerimiz, saldırılar karşısında kendisini daha etkili savunacak, fakat saldırmayan, operasyona çıkmayan ve halka yönelmeyen güçlere karşı askeri eylemde bulunmayacaktır. Önümüzdeki sürecin nasıl bir karakter kazanacağı konusunda AKP hükümeti ve devlet güçlerinin yürüteceği politikaların etkili olacağı açıktır.”
Bir ara başlık daha: “Newroz’da Hükümetin Yaklaşım Politikası Önemli Olacaktır”. Ve altındaki bölüm:
“Özellikle girmekte olduğumuz Mart ayında 8 Mart Dünya Kadın Günü’nde ve Kürt ulusal değerleri açısından kutlu bir gün olan Newroz sürecinde halkımızın geliştireceği normal, doğal kitlesel etkinliklere hükümetin yaklaşım politikası önemli olacaktır...”
Yani, “savaş baltaları”ın çıkartılıp çıkartılmayacağı önümüzdeki hafta ve özellikle üç hafta sonra Nevruz’la birlikte netlik kazanacak.
Eylemsizliğin bitmesi, provokasyonların başlaması
Yani, 12 Haziran seçimlerine dek, ülkede “istikrar ortamı”nın sağlama alınması için “manevra süresi” mevcut. Dolayısıyla, “eylemsizlik sürecinin bitirilmesi”; 1) Doğrudan doğruya “savaş hali”ne geçilmesini ifade etmiyor, 2) Ayrıca, “eylemsizlik hali”nin yeniden başlamayacağı anlamına da gelmiyor.
Bununla birlikte, “geri dönüş” yani “eylemsizlik durumu”na dönüş, karşılıklı ve giderek katılaşan pozisyonlar nedeniyle, imkansız değilse de, hayli zor.
“Eylemsizlik sürecinin bitirilmesi”nin kısa vade açısından olumsuz yanı, kanlı çatışmaların, askeri eylemlerin birdenbire başlayacak olmasında değildir.
Nedir?
 Yol açacağı (şimdiden açtığı) siyasi-psikolojik iklimin, Türkiye’yi “provokasyonlara çok açık” hale getirmiş olmasıdır.
Kolayını buluyorlar
Türkiye’nin iç güçleri de, Türkiye dışı kimi güçler de, karşılıklı hesaplarını defalarca Kürt sorunu üzerinden görmüşlerdir. Kürt sorunu, Türkiye’nin kan dökülmesine, istikrarın bozulmasına en uygun gündem maddesidir. Seçime doğru giden zaman diliminde, ülkeyi karambola sokmak, Kürt sorununun şiddet boyutu üzerinden, “araç” olarak Kürt sorunu kullanılarak, gayet kolaylıkla mümkün olabilir.
PKK-BDP hattı işin kolayını bulmuş vaziyette, Ak Parti’nin “inkarcı” siyasetlerini suçlar, Ak Parti’nin kendi “gladiyo”sunu oluşturduğunun altını çizer, bunu yaparken askere onun görebileceği şekilde göz kırpar ve “eylemsizlik süreci”nin sona ermesinin günahını Ak Parti’ye yüklersiniz olur biter.
Ergenekon ile bağlantılı, tanınmış basın mensuplarını içine alan operasyonlar, bu argümanları da güçlendiriyor üstelik. Bir “Ak Parti-Cemaat ittifakı”nın devlete hakim olduğu, çok yaygın bir yelpazede dillendiriliyor.
Buna karşılık, hükümet ve Ak Parti çevresi de işin kolayını buluyor. PKK’ya “terör örgütü” etiketini yapıştırarak, BDP ile bu gerekçe üzerinden diyalog kurmayarak veya varolan kadarını da keserek, kamuoyu seferberliği oluşturmaya çalışmak işin kolay tarafı.
Bir de iktidarın “hukuk sevdası” her derde çare olabiliyor. Abdullah Öcalan ile ilgili “ev hapsi” tartışmasına “hukuki imkansızlık”, “eşitlik ilkesi” gibi kavramlarla hızla nokta konabiliyor.
Hele, o basmakalıp devlet söylemi yok mu, “asla pazarlık yapılmaz” sloganını telaffuz eden. Diyalogu ve müzakereyi “pazarlık” sözcüğüyle eş anlamlı hale getiren. İktidarı, Kürt sorununun çözüm yönünde atabileceği adımları atmaktan kaçınmasını kolaylaştırmaktan başka bir değer taşımıyor.
Provokasyonlar gri sever
Ak Parti iktidarı ile Kürt siyasi hareketi arasında “siyah-beyaz” veya “ak-kara” üzerinden cereyan eden polemik, Türkiye’nin siyasi güç dengelerinin yeniden ölçüleceği ve belirleneceği 12 Haziran seçimine bu kadar az bir süre kalmışken, “siyasi rekabet” çerçevesinde belki anlaşılabilir ama kan dökülmesi ve can kayıplarını beraberinde getirecek provokasyonlar, “siyah-beyaz” zemin üzerinde tezgahlanmıyor.
Onlar için geniş “gri alanlar” lazım. “Eylemsizlik sürecinin bitirilmesi” tam da öylesine “gri alanlar” için mükemmel bir iklim sunacağı için kötü.
Azami özen ve sorumluluk dönemi. Başta bizim gibiler için. Böyle bir dönemde, taraflardan hiçbirinin “pankartlı tezahüratçıları” yer alamayız. Kim neden olursa olsun, hangi gerekçeye sığınırsa sığınsın, -ister devlet, ister Kürt siyasi hareketi- şiddetin geri dönüşüne karşı koyacağız.
Evet, azami özen ve sorumluluk dönemi. Ama herkes için...
Yazının Devamını Oku

PKK ve Devlet: Toplu intihara doğru mu?

2 Mart 2011
PKK’nın “eylemsizlik süreci”ni bitirmesi kararı, kötü bir karar. Kötü bir karar, çünkü bölgede “zeitgeist”a yani “zamanın ruhu’na aykırı.

Ortadoğu, halkların şiddetten kendini arındırarak, ayağa kalkıp gösterilerle, yepyeni ve internet çağının araçlarıyla rejimlerini salladıkları ve değiştirdikleri bir dönemde “şiddet kartı”nı, “Kürt sorunu”nun “yeni çözüm süreci”ni de içeren “Yeni Anayasa” hedefli seçimlere giderken öne çıkartmak “ankronik”tir.

Kağıt üzerinde ne kadar haklı gözüken gerekçeler ileri sürülürse sürülsün, bu böyledir.

Kürt siyasetinin yasal alanda faaliyet gösteren temsilcilerinin, bu arada DTK’nın eşbaşkanlarının daha KCK tarafından 28 Şubat’ta yapılan “eylemsizlik süreci”ni bitirme açıklamasından birkaç gün önce, “eylemsizlik sürecinin bitirilmemesini öneremeyeceği” açıklaması yapmış olması da çok büyük bir talihsizliktir.

Ne gerekçe ileri sürerlerse sürsünler, binbir dereden hangi suyu getirmeye kalkışırlarsa kalkışsınlar büyük hatadır.

PKK lideri Abdullah Öcalan, birkaç ay öncesinden başlayarak Mart ayı gelince, seçimlere kadar ilan edilmiş olan “eylemsizlik süreci” konusunda yeni bir değerlendirme yapacağını söyleyip duruyordu. Mart ayı gelmeden Şubat sonunda biri Diyarbakır’dan, ardından Kandil’den gelen böyle bir açıklamanın anlamı nedir?

Hele parlamentoda temsil edilen bir partinin eşbaşkannın, Selahattin Demirtaş’ın ‘Tayyip Erdoğan bizim Mübarek’imizdir, Kaddafi’mizdir” diye açıklama yapmasının, bugünkü Ortadoğu ve Türkiye’ye bakarak, inandırıcı bir yanı olabilir mi?

Seçim sathımailine girildiği şu günlerde, Ak Parti ile BDP’nin bölgede amansız bir rekabet sürdürecekleri düşünülecek olsa bile, “şiddet kartı”nın cepten çıkarılarak dolaşıma sokulmasının meşru bir yanı olamaz.

Ne derseniz deyin, olamaz.

Yazının Devamını Oku

Erbakan Hoca ve 28 Şubat’ın cenazesi

1 Mart 2011
Necmettin Erbakan, bugün, onu Başbakanlıktan indiren 28 Şubat’ın ertesi günü toprağa veriliyor. Hayatında en sevdiği, oğluna verdiği ismi taşıyan camiden.

Hoca’yı (ya da Erbakan Hoca’yı, o hiçbir vakit “Sayın Başbakan” olmamıştı zaten; hep Erbakan Hoca kaldı) önce öğrencilerinden dinlemiştim. Benim kuşakdaşlardan, İTÜ Makina Fakültesi’ndeki öğrencilerinden. “Deha zekası”na sahip ve öğretim yeteneği bakımından eşsiz bir “Hoca” olduklarını anlatırlardı.

Çok uzun yıllar sonra kendisini yakından tanımaya başladığım dönemin hemen ardından Başbakan sıfatını elde etti. Herşey mümkün olabilirdi Türkiye’de ama bu, olamazdı. Necmettin Erbakan Hoca’ya Başbakanlık verilemezdi. Ama, o, bir “imkansız”ı başarabilmişti.

İran, Pakistan, Singapur, Malezya ve Endonezya’yı kapsayan ve Başbakan sıfatıyla yaptığı ilk ve hayli uzun yurtdışı seyahatine katılmıştım. (Zaten topu topu iki kez yurtdışı seyahati yapabildi.) Erbakan Hoca’yı o uzun seyahatte daha da yakından tanıdım.

D-8’in babası

Bugünün CumhurbaşkanıAbdullah Gül, o seyahatte “resmi heyet”in iki numaralı ismiydi. Ekonomiden sorumlu Devlet Bakanı’ydı yanlış hatırlamıyorsam. O seyahat, Erbakan’ın büyük iddialarından biri olan Türkiye’nin İslam aleminin önderliğini yaparak bir “uluslararası güç merkezi” meydana getirme hedefinin ürünü olan “D-8”i sahneye çıkartmıştı.

Sekiz büyük ve gelişen (developing’in D’si)  İslam ülkesinden oluşan ve tümüyle Erbakan’ın hafsalasından çıkan bir uluslararası kuruluş. Ama Erbakan Hoca o “d” harfinin “dev” olarak yorumlanmasına eğilimliydi. “Dev” İslam ülkelerinin Batı’ya karşı varoluşu. Rakamı “8” olarak belirlemesinin de rastlantı ya da büyük ve güçlü İslam ülkelerinin sayısının 8 olmasıyla ilgili olmadığını sanıyorum.

O sırada bugünün “G-20”si, “G-7” idi. Uluslararası düzene kendi uslubunca başkaldırmaya seçen Erbakan Hoca, Batı Dünyası’na “Bizim D-8’imiz sizin G-7’nizden büyüktür” demekten özel bir haz duymak istiyordu, besbelli.

Hayalci, inatçı, demokratik

Yazının Devamını Oku

Bağdat’ta “Öfke Günü”...

26 Şubat 2011
Bağdat’ta sabaha gözlerini helikopter sesleriyle açmak hayra alamet değildir. Bir şey oldu ya da olacak demektir. Cuma sabahı erken saatte güne böyle başlayınca, günlerdir yapılan spekülasyonların gerçekleşebileceğine ihtimal vermeye başladım. Hele önceki gece, Irak’ın “yevm el-Gadab”ında yani “Öfke Günü”nde çok büyük provokasyonların olabileceği ve kan dökülebileceğine ilişkin istihbarat bilgileri gelince, beni Cadıriyye’deki Cumhurbaşkanlığı konutuna gitmekten caydırmak isteyenlerin haklı çıkabileceğini düşünür oldum.
Ne yapsalar beni caydıramayacaklarını anlayınca, “Peki” dediler, “Git ama yol üzerinde trafik yoğunluğu gördüğün anda geri dön. Öyle bir durumda geri döneceğine söz verirsen, gitmeni engellemeyiz. Fazla da kalma. Öğle saatinden önce geri gelmeye bak. Şayet, geri dönüş yolunda zorlanabileceksen, orada kal. Yarın dönersin.”
Pek iç açıcı olmayan bu uyarılara rağmen, gitme kararlılığım da değişiklik olmadı ama tam yola çıkacak iken, Celal Talabani’nin özel kaleminden aradılar. “Yeşil Bölge”ye giriş-çıkışların yasaklandığını, “güvenlik gerekçesi” ile benim oraya gitmememin uygun olacağını düşündüklerini ve randevumuzun iptal edildiğini bildirdiler.
Gerçi benim kaldığım Bağdat’ın en eski Sünni semtlerinden Veziriye ile  Talabani’nin ikametgahının bulunduğu Cadıriyye, Dicle Nehri’nin aynı yakasındalar ama birbirleriyle tam aksi yöndeler ve Irak başkentinin karmaşık güvenlik ortamı nedeniyle, Veziriyye’den güvenli biçimde Cadıriyye’ye ulaşabilmek için, Dicle’nin karşı kıyısına geçip, “Yeşil Bölge”ye girip çıkarak, tekrar nehrin diğer yakasına geçmek gerekiyordu.
Provokasyon tedirginliği
O ara helikopter sesleri yoğunlaştı. Veziriye’de ne olur ne olmaz diye, bulunduğum çevredeki damlara keskin nişancılar yerleşti. Aynı yakada bulunduğumuz, Tahrir Meydanı’ndaki “Öfke Günü”nün göstericilerinin arasına karışıp, belirli hedeflere saldırılar yöneltebileceklere karşı önlem alındı.
Burası Bağdat. Başka yere benzemiyor. Saldırı dediğiniz zaman, intihar saldırısı, roket saldırısı ve en hafifinden otomatik silahlara saldırı akla geliyor. Çünkü, Bağdat, bu tecrübeden yeterince geçti.
Öğle saatinde meraklı bekleyiş arttı. Cuma namazından sonra Tahrir Meydanı’nda çok sayıda insanın birikmesi bekleniyordu. Zaten Tahrir Meydanı’nı “Yeşil Bölge”ye bağlayan Cumhuriyet Köprüsü’nün üzerinde Cuma namazı kılındığı haberleri geliyordu. Göstericilerin, “Yeşil Bölge”ye girmek isteyeceği ve Başbakan Nuri el-Maliki’nin konutuna yürümek isteyebilecekleri tahmin ediliyordu.
Kuzey ve Güney’den gelen ölüm haberleri
Ölü ve yaralı haberleri, Bağdat’tan değil, Musul’dan, Basra’dan ve Kerkük yakınlarındaki Sünni Arap kenti Havija’dan geldi. Necef’te, Kerbela’da, Nasırıye’de ve Kürdistan kenti Süleymaniye’de de gösteriler olduğunu öğrendik.
Bağdat’ın Tahrir Meydanı’nda ise 3000 kişi kadar toplanmıştı. Ortadoğu’nun diğer ülkelerindeki muazzam gösterilere tanık olunca, Bağdat’taki 3000 kişilik gösteri, gösteriden sayılmaz.
Ama şehrin adı Bağdat olunca, herhangi bir kıpırdanmanın “çarpan etkisi” gösterici sayısından çok farklı olabiliyor ve bütün şehir, dün olduğu gibi, kilitleniyor ve gerilebiliyor.
Başbakan Maliki’nin gösterilerin “El Kaide ve Baasçılar tarafından düzenlendiği ve bu nedenle katılınmaması gerektiği” yolundaki çağrısı, Şiiler tarafından kaale alınmış olmalı ki, Bağdat’ın çoğunluğunu teşkil eden Şiiler, uzak durdular.
Zaten, burada kimi sözcükler farklı kodlara işaret ediyor. “Baasçılar” dendiği zaman mutlaka ve gerçekten “Baasçılar” anlamına gelmiyor; Şiilerin önemli bir bölümü bunu “Sünniler” şeklinde tercüme ediyorlar.
Irak’ta değişik şehirlerdeki gösterileri, hükümete muhalif Şarkiyye ve hükümete yakın Irakiyye televizyon kanallarından izlerken, göstericilerin sloganlarına ve görüntülerin bakıp, bunların diğer ülkelerdeki farkını görmek mümkün oldu.
Gösterici Iraklılar, işsizlikten, kötü hizmetlerden, yoksulluktan ve yolsuzluktan şikayetlerini dile getiren sloganlar haykırıyor, valilerin istifasını talep ediyorlardı.
Irak’ın diğer bölge ülkelerinden farklı yanı
Irak’ta değişmesi istenen bir rejim, devrilmesi istenen bir Cumhurbaşkanı yok. Zira, değişecek bir rejim yok. Seçimlerle oluşan Irak Parlamentosu’na girmiş olan bütün partiler ve gruplar, hükümette yer alıyorlar. Parlamento, iktidarın paylaşılması platformunu ifade ediyor. Bildiğimiz anlamda parlamentoda muhalefet partisi bulunmuyor.
Bir yandan da son yıllarda seçim yapmaya alışmış bir ülke ve halkı, aynı zamanda iç ihtilaflarını kanlı bir boğazlaşmayla son yıllar içinde halletmeyi denemiş ve bundan bitap düşmüş olan bir siyasi yapı söz konusu.
Bu yüzden, Ortadoğu’da esen “değişim dalgası”nın aynı parametrelerle sirayet edebileceği bir ülke değil Irak.
Gelecek umutları
Bununla birlikte, ülkenin mezhebi ve etnik yapısı, uluslararası siyaset arenasındaki yeri, bölge ülkelerinin farklı ve kimi zaman çatışan çıkarlarını iç bünyesinde yansıtması ve kendi iç dinamiklerini bölge ülkelerine yansıtma kapasitesi ve bu ülkede ABD’nin konumu, Irak’daki herhangi bir toplumsal hareketliliğinin “şiddet” aracılığıyla devreye girmesini mümkün kılmaya devam ediyor.
Irak’ın “Öfke Günü”nün, diğer bölge ülkelerine oranla çok daha “cılız” kalabalıklarla da olsa, “provokasyona açık” olması ve doğuracağı sonuçlar bakımından ülke (ve Bağdat) çapında tedirginlik yaratmasına yetiyor.
Yine de, Irak’ı, yakın gelecekte, bugününden daha iyi olacak ülkeler arasına, “değişim dalgası”na tutulmuş diğer bölge ülkelerinin yanına ilave edebilirsiniz.
Bağdat’a akşam karanlığı çöktü. Helikopter sesleri hala işitiliyor ve yakın geleceği etkileyebilecek, korkulan çapta bir “provokasyon” olmadı işte...
Yazının Devamını Oku

Irak ve Libya: İki “Başkan”ı dinlerken...

25 Şubat 2011
Karşımda koltuğu tehdit altında olmayan tek bir Cumhurbaşkanı varsa, o oturuyor. Irak Cumhurbaşkanı Celal Talabani. Bağdat’ta Dicle nehrinin doğu (sol) yakasındaki Cadıriyye semtindeki ikametgahında konuşuyoruz.

Nehrin tam karşı yönünde, Celal Talabani’nin Irak Cumhurbaşkanlığı koltuğunu devraldığı ve bundan 8 yıl önce çöken Saddam Hüseyin’in görkemli sarayı var, orası şimdi “Yeşil Bölge” adı verilen ve yüksek beton koruganların ardında bir labirent halini almış “yasak kent” görünümünde.
Eğer Saddam yaşıyor olsaydı, bugünlerde, muhtemelen, o “Yeşil Bölge” Saddam’ın sarayına yürüyen büyük kitlelerin Kaddafi’ye rahmet okutacak bir acımasızlıkla biçileceği bir alan olarak televizyon ekranlarına yansıyacaktı.
Saddam’ın yıkılmasıyla birlikte, bugün bir başka, Ortadoğu’daki büyük çalkantıdan hiç etkilenmeyen bir ülke haline gelmiş durumda.
Tabii. Irak, 2003’ten bugüne kadar kanlı çalkantılardan yeterince hissesini aldı, Ortadoğu’nun diğer köşelerinde yaşananlara bağışıklık elde etti de denebilir.
Yine de bugün (Cuma günü), günler öncesinde büyük gösterilerin yapılacağı “öfke günü” ilan edilmiş ve Kahire’dekinin adaşı Tahrir Meydanı’nda iki milyon insanın toplanacağı ileri sürülüyor.
Talabani pek rahatCelal Talabani, oralı değil. Kuveyt’in “Kurtuluş Günü” şenliklerine katılmak için, bugün Kuveyt’e hareket edecek.
“Kuveyt’in kimden kurtuluşu” diye soruyorum; “Irak’tan” cevabı veriyor gülerek. Ve, Irak’ın Kürt cumhurbaşkanı, Kuveyt’in Irak’tan kurtuluş şenliklerine katılmaya gidiyor! (Orada Abdullah Gül ile de görüşecek.)

Yazının Devamını Oku

Kaddafi’yi dinlerken; Türkiye’yi (ve İran’ı) izlerken...

23 Şubat 2011
Ortadoğu’nun Kuzey Afrika bölümünde öne çıkan gelişmeler, Türkiye’nin bölge politikasını ve uluslararası duruşunu da, ister istemez, etkiliyor ve doğru yönde, tarihin gidiş yönünde biçimlendiriyor.

Önce Tunus, sonra Mısır ve şimdi de Libya. Hepsi yanyana dizili üç ülke. Bunların yanısıra, Ortadoğu’daki devrimci sarsıntıların dokunduğu Yemen, Bahreyn, bir ölçüde İran, etkisinin sezildiği Ürdün, Suriye ve Irak.

Bir ay öncesine dek, yaprak kımıldamaz gözüken bu geniş coğrafyada iki farklı güç merkezi göze çarpıyordu: Türkiye ve İran.

Bunlardan ikincisi yani İran’ın görüntüsü “revizyonist” bir güç merkezi şeklindeydi; yani mevcut “statüko”yu zorlayan, güç merkezi konumundaki bir ülke.

Türkiye ile İran’ın farkı

İran, bunu para ve silahla desteklediği örgütler ve mezhebi bağlarla bağlı bulunduğu unsurlar aracılığıyla yapıyordu. Lübnan’da Hizbullah’a ideolojik, siyasi ve mali önderlik, Hamas’ı para ve silahla besleyerek, Irak’ın nüfusunun en büyük bölümünü oluşturan Şiiler arasında her düzeyde faaliyet göstererek, vs.

İran’ın temel siyasi faaliyeti, bölgede “istikrarsızlığı besleyen” ve bunu yaptığı ölçüde, “olumsuz”dan hareket ederek, uluslararası denkleme hesaba katılması gereken bir “güç merkezi” olarak yerleşmesini sağlayan cinstendi.

Türkiye, tam tersi yönde bir “güç merkezi” olarak ortaya çıktı. “Siyasi araçlar”dan ziyade, ekonomi, ticaret ve diplomasiyle bölgede hareket eden, “siyaset”i, bu amaçları elde etmek için  ekonomi ve ticaretin emrine veren bir görüntüdeydi.

Yazının Devamını Oku

Libya: Osmanlı dominosu...

22 Şubat 2011
Önce Tunus, sonra ve en önemlisi Mısır ve şimdi de Libya.

Domino taşları gibi, baskı rejimleri birbirlerinin üzerine devriliyorlar. Özellikle Mısır’dan sonra, yaygın soru, bunun bir “domino etkisi” ile tüm Arap dünyasını, Ortadoğu’yu kaplayıp kaplayamayacağı idi.

Libya ile birlikte, en azından Kuzey Afrika’nın bir bölümünde “domino etkisi”nden söz edilebilir; en azından Ortadoğu-Arap dünyasının o bölümü açısından bir “Osmanlı dominosu”ndan söz edebiliriz.

Birbirine komşu üç ülkenin her üçü de, yüzyıllar boyu Osmanlı toprağı idi. Bunlara ek olarak bir de Cezayir’den söz edilebilir ama orası, 19. Yüzyıl’ın ilk yarısının ilk döneminde Fransızlar tarafından ele geçirilmiş, İstanbul’un yönetimi ve etkisinden çok önceden çıkmıştı.

Libya, Balkan Savaşı tehdidi üzerine, 1911’de elden çıktı. İtalyan işgali altına girdi. Tunus ve Mısır’a oranla en son yitirilen Kuzey Afrika toprağıdır, Osmanlıların “Trablusgarp” vilayeti, bugünkü Libya.

Bir yanı Tunus, diğer yanı Mısır olan ülkenin –hele başında 42 yıllık bir Kaddafi diktası varsa- iki yanındaki büyük altüst oluştan etkilenmemesi düşünülemezdi.

Kaddafi’ye de düştü gözüyle bakabilirsiniz. 42 yıllık “anakronik” bir yapı artık yıkılmıştır. Ülkenin ikinci büyük kenti Bingazi, zaten Kaddafi adındaki ruh hastasının elinden 48 saati aşkın bir süredir çıkmıştı, şimdi başkent Trablus da sallanıyor.

Libya jeopolitiği

Libya adı verilen, yüzölçümü itibarıyla Türkiye’nin iki mislinden büyük ama 6.2 milyon insanın yaşadığı ülke, tarih boyunca üç coğrafi alandan oluşmuştur: Merkezinde Trablus’un bulunduğu, Misurata ve Sirt gibi şehirleri içeren Tripolitania; merkezinde Bingazi’nin bulunduğu, Derne, Tobruk gibi şehirleri içeren Cyrenaica ve güneyde Çad’a doğru yayılan koca bir çöllük alanı ifade eden, Osmanlıların sürgün yeri Fizan.

Yazının Devamını Oku