Paylaş
Hoca’yı (ya da Erbakan Hoca’yı, o hiçbir vakit “Sayın Başbakan” olmamıştı zaten; hep Erbakan Hoca kaldı) önce öğrencilerinden dinlemiştim. Benim kuşakdaşlardan, İTÜ Makina Fakültesi’ndeki öğrencilerinden. “Deha zekası”na sahip ve öğretim yeteneği bakımından eşsiz bir “Hoca” olduklarını anlatırlardı.
Çok uzun yıllar sonra kendisini yakından tanımaya başladığım dönemin hemen ardından Başbakan sıfatını elde etti. Herşey mümkün olabilirdi Türkiye’de ama bu, olamazdı. Necmettin Erbakan Hoca’ya Başbakanlık verilemezdi. Ama, o, bir “imkansız”ı başarabilmişti.
İran, Pakistan, Singapur, Malezya ve Endonezya’yı kapsayan ve Başbakan sıfatıyla yaptığı ilk ve hayli uzun yurtdışı seyahatine katılmıştım. (Zaten topu topu iki kez yurtdışı seyahati yapabildi.) Erbakan Hoca’yı o uzun seyahatte daha da yakından tanıdım.
D-8’in babası
Bugünün CumhurbaşkanıAbdullah Gül, o seyahatte “resmi heyet”in iki numaralı ismiydi. Ekonomiden sorumlu Devlet Bakanı’ydı yanlış hatırlamıyorsam. O seyahat, Erbakan’ın büyük iddialarından biri olan Türkiye’nin İslam aleminin önderliğini yaparak bir “uluslararası güç merkezi” meydana getirme hedefinin ürünü olan “D-8”i sahneye çıkartmıştı.
Sekiz büyük ve gelişen (developing’in D’si) İslam ülkesinden oluşan ve tümüyle Erbakan’ın hafsalasından çıkan bir uluslararası kuruluş. Ama Erbakan Hoca o “d” harfinin “dev” olarak yorumlanmasına eğilimliydi. “Dev” İslam ülkelerinin Batı’ya karşı varoluşu. Rakamı “8” olarak belirlemesinin de rastlantı ya da büyük ve güçlü İslam ülkelerinin sayısının 8 olmasıyla ilgili olmadığını sanıyorum.
O sırada bugünün “G-20”si, “G-7” idi. Uluslararası düzene kendi uslubunca başkaldırmaya seçen Erbakan Hoca, Batı Dünyası’na “Bizim D-8’imiz sizin G-7’nizden büyüktür” demekten özel bir haz duymak istiyordu, besbelli.
Hayalci, inatçı, demokratik
Politikada hayaller gerçeklerin yerini alamaz elbette, ama hayaller olmadan hiçbir yeni gerçek de ortaya çıkamaz.
Erbakan Hoca, hayalci ve daha da öteye hayallerinde inatçıydı.
Belki de, Türkiye’nin siyaset sahnesinde son 40 yıla iz bırakırken, başarısının da, başarısızlıklarının da sırrı bu özelliğinde yatmaktaydı.
Ömrümde tanıdığım en zarif, en kibar ve öylesine beyefendiliğiyle karşısındakini silahsızlandıran pek az insan tanıdım, Necmettin Erbakan kadar.
Taha Akyol’un kendisine ilişkin şu tespitinde, bu çarpıcı kişilik özelliğinin, muhtemelen, büyük payı vardır:
“Erbakan’ın siyasi tarihimizdeki .. olumlu bir mirası, yükselen İslamcılığı demokratik parlamenter sistem içinde tutmuş ve uzlaştırmış olmasıdır. İslam dünyasında İslamcı akımların yükselişi aynı zamanda radikalleşme anlamına gelirken, Türkiye’de Milli Görüş demokrasiden ayrılmamıştır.
Türkiye’de uluslararası İslamcı kabarışa paralel bir biçimde yeni kuşakların ortaya çıktığı ve Pakistan’dan Ebulala Mevdudi’nin, Mısır’dan Seyyid Kutb’un referans alınmaya pek uygun olduğu bir dönemde, Erbakan Hoca, Türkiye İslamcılığını disiplin içine alabilmiş ve demokrasi sahnesine yerleştirmeyi bilmiştir.
Seçimle gelip seçimle gitmeyi kabulün, İslamcılar için bir siyaset kuralı olarak yerleşmesinde önemli payı vardır.
Pakistan ve Mısır’daki Mevdudi ve Seyyid Kutb gibi referans noktaları, halka halka Taliban ve El Kaide’ye doğru yol alırken, Erbakan Hoca’nın siyasi rahle-i tedrisinden geçenlerin önemli bölümü Ak Parti’ye evrilmişlerdir.
Tarihimizin en kalleş askeri darbesi
Erbakan Hoca’ya en zalim haksızlık, 28 Şubat’da yapıldı. 14 yıl önce.
28 Şubat, askeri darbeler ve müdahaleler tarihimizin en kalleşçesiydi. Elindeki silahlı birliklerle, Ankara ve İstanbul’da radyoevine el koyan, Cumhurbaşkanı Köşkü’nü kuşatan ya da siyasi parti liderlerini ve mensuplarını evlerinden toplayan eski darbecilerden farklıydı, 28 Şubat’ın darbecileri.
Medyanın neredeyse tümünü, yazılı basın ve televizyon kanallarıyla birlikte ele geçirmişlerdi. İnanılmaz bir “beyin yıkama” faaliyetiyle aylarca “psikolojik harekat” yaparak, kamuoyunun beynini zehirlediler. Meslek kuruluşlarını enfekte ettiler, kirlettiler. Toplumun dokularına nüfuz ederek, “Postmodern Darbe” yaptılar.
Daha önceki darbeciler, üniformalarıyla seçilebiliyorlardı. 28 Şubat’çı üniformalıların önünde gözleri örten, zihinleri saptıran “içimizdekiler”, “bizim mahalledekiler” mebzul miktardaydı.
Bunların bir bölümü, “darbe notları” ve “Ergenekon iddianamesi”yle, “Balyoz Planları” ile ortaya saçıldı. Yine de 28 Şubat’ın “vurucu gücü” medyada cirit atmaya devam edenleri var, hem birçok kişiyi akıl tutulmasına uğratarak ve yollarını saptırtarak. 2007’deki “Cumhuriyet mitingleri”nden beri bunlarla sık sık karşılaşıyoruz.
Çok kalleş, zamana yayılan bir darbe türüydü 28 Şubat. Öncekilere hiç benzemiyordu, o nedenle “1000 yıl süreceği”nden söz eden Genelkurmay başkanlarını işittik. “Postmodern Darbe” idi o.
“Postmodern Darbe”nin “konjonktürel siyasi hedefi”, Başbakan Necmettin Erbakan idi ama toplumumuzun tümüydü, hepimizdik.
28 Şubat ne zaman bitti?
Necmettin Erbakan’ın 28 Şubat’tan bir gün önce vefat etmesi ve bir gün sonra toprağa verilecek olmasını, kimileri, “28 Şubat’ın noktalanması” olarak yorumladılar, Genelkurmay Başkanı’nın efendice başsağlığı açıklamasına gönderme yaparak.
Hayır. 28 Şubat, birçoğu başta genel başkan Tayyip Erdoğan olmak üzere, 28 Şubat 1997’de Erbakan Hoca ile aynı siyasi saflarda bulunan Ak Parti’nin Kasım 2002’de iktidara gelmesiyle ölümcül darbeyi yedi.
Abdullah Gül’ün Ağustos 2007’de Cumhurbaşkanı seçilmesiyle tabuta kondu.
Erbakan Hoca, öyle bir “yıldönümü”nde son nefesini vererek ve bugün çok büyük olması kaçınılmaz olan cenaze töreniyle, “28 Şubat tabutu”nun kapağını örttü.
28 Şubat’ın cenazesi kalkabilir artık.
28 Şubat döneminin o karanlık günlerini hiç unutmamış ve demokrasi ilkesi adına aynı siperde bulunmuş birisi olarak biliyorum:
Erbakan Hoca’nın ruhu şad oldu!
Paylaş