2 Nisan 2011
Bazı köşe yazıları kayda geçirmek için yazılır. Bu onlardan biri. Gecikmeden, “Zekeriya Öz’e teşekkür” yazısı.
2007 yılında seçime yaklaşık bir ay kala, bir Haziran akşamı dönemin Dışişleri Bakanı Abdullah Gül ile uluslararası bir toplantının ardından İstanbul’da Çırağan Oteli’nin bahçesinde gecenin çok geç vaktinde başbaşa sohbet ediyordum. Hrant Dink öldürülmüştü. Birçoğumuzun üzerine can güvenliği kaygısı karabasan gibi çökmüştü. Abdullah Gül’ün kişiliği de, müdahale edilen Cumhurbaşkanlığı seçimi sürecinde ağır saldırılar altında kalmıştı.
Gül’e kaygılarımı aktardığımda ve 22 Temmuz seçimlerinin gerçekleşebilmesi konusunda birçoğumuzun ortak kaygısını aktardığımda, yüzüme hayretle bakmış ve Umraniye’de bulunan silahlar ve bombalar ile ilgili başlayan soruşturmaya atıf yapmıştı. “Derin devlet”in üzerine gidildiği imasında bulunmuştu.
Ona Şemdinli Savcısı’nın başına gelenleri hatırlattığımda da, “Bu kez olmayacak” diye kestirip atmıştı. Neye güvendiğini söylemedi, ben de sormadım.
Onun özgüveni doğrulandı. Çok geçmeden Zekeriya Öz ismiyle tanıştık. Zekeriya Öz, “Ergenekon dosyası”nı eline aldıktan sonra, yerli-yabancı bir çok kişiye söylediğim gibi evimize girip çıkarken, omzumuzun üzerinden arkamıza bakma tedirginliğini terkettik.
Bugün tüm aksaklıklara rağmen, herşeye rağmen, çevremizdeki hiçbir ülkeyle kıyaslanmayacak güvenli bir ülkede yaşıyorsak, iki ay sonra 12 Haziran’da bu ülkede seçim olacağından hiçbir kuşkumuz bulunmuyorsa, bunun “arslan payı” Zekeriya Öz’e aittir.
Adaletin önünde resmigeçit
Hukukun parmaklarını “derin devlet”e geçirdiği, “dokunulmazlar”a dokunmaya cesaret ettiği ve azimle tutturduğu “hukuk yolu”nda yürüdüğü için.
“Hukukun üstünlüğü”nün anlamı, sıfatlarına bakılmaksızın ülke vatandaşlarının tümünün hukuk önünde eşit olmasıdır. Zekeriya Öz’ün önünde muvazzaf, emekli generaller, subaylar, polis şefleri, akademisyenler, basın mensupları yürüttüğü soruşturma kapsamında adaletin önünde “resmigeçit” yaptılar.
Yazının Devamını Oku 1 Nisan 2011
Bir hesapladım Bağdat’a onuncu kez gitmişim. İlki 1978’deydi, ikincisi 1988’de.
Araya uzun bir süre girdi. Saddam’ın devrilmesinden başlayarak, 2003’den bugüne yedi kere daha gitmişim.
Necef’i ise ilk kez gördüm. Kerbela’yı görmüştüm ama Şiiler’in iki “kutsal kenti”nden “Necef-ül Eşref”i, “Kerbela el-Mukaddes”ten epey bir zaman sonra ilk kez gördüm.
Erbil’e kaç kez gittiğimi saymadım bile. Son beş ay içinde üçüncü kez gittiğimi biliyorum. Erbil’e ilk kez karadan, Habur’u geçip Dohuk üzerinden gitmiştim. Havadan, biri İstanbul diğeri Ankara’dan birer kez gittim. Karadan, Süleymaniye’den, Kerkük’ten, Bağdat’tan, Musul’dan da Erbil’e vardığım oldu.
Hiçbir seferinde bu son kez, Salı günü olduğu kadar “dünya değiştirdiğimi” hatırlamıyorum. Necef’ten bir saatlik uçuşla Erbil’e varınca, “ayrı bir ülkeye” gelme duygusunu birdenbire edindim. “Toprak bütünlüğü” korunarak aynı ülkenin iki önemli kenti, yani Irak’ın başkent Bağdat’ın 160 kilometre güneyindeki silme Şii nüfuslu Necef ile 300 küsur kilometre kuzeyindeki çoğunlukla Kürt, hatırı sayılır oranda Türkmen ve Hristiyan nüfuslu Erbil arasında, insana ayrı bir ülkeye ayak bastığı duygusunu anında veren çarpıcı bir fark var.
Erbil: “Memlekete gelme duygusu”...
Nitekim, daha Erbil Uluslararası Havaalanı’nın şeref salonunda karşılaştığım Irak Kürdistan Yönetimi Eğitim Bakanı Sefin Dizayi’ye “memlekete geldik” diye takıldım. Gerçi, Başbakan Tayyip Erdoğan, Bağdat’ta Irak Parlamentosu’nda yaptığı konuşmada, belirgin bir “Osmanlı şuuru” ile “Basra’nın, Bağdat’ın, Necef’in bizim için İstanbul’dan, Ankara’dan, Diyarbakır’dan” farklı olmadığını nedeni anlaşılabilir bir vurguyla ifade etmişti ama daha önce hiçbir seferinde Erbil’e varınca farkına varmadığım ve yukarıda anlattığım duyguyu, Necef’ten Erbil’e ayak basınca hissettim.
“Memlekete gelmiş olma” hali, sadece Necef’ten Erbil’e ayak bastığımız ana ait değildi. Önceki gün gazetede yer alan yazımı bilgisayarımdan binbir güçlükle –internet bağlantısı, Tayyip Erdoğan için özellikle alınan güvenlik önlemleri gereği bütün arabaların üzerinde jamming araçları nedeniyle imkansıza yakın zayıftı- geçtikten hemen sonra, Neçirvan Barzani ile burun buruna geldim. Meğer yemeğe geçiliyormuş. Neçirvan Barzani, kolumdan tuttu, yemek masasında bana yer açtırttı. Kürdistan Yönetimi Konukevi’nde Tayyip Erdoğan için düzenlenen uzun yemek masasında buldum kendimi.
Tayyip Erdoğan’ın aklı İstanbul’da oynanmakta olan Türkiye-Avusturya maçındaydı. Mesut Barzani ile birlikte yemek salonunun karşısındaki salona maç seyretmek için geçtiğinde, Gökhan Gönül ikinci golü atmış, Volkan Demirel penaltıyı kurtarmıştı bile.
Yazının Devamını Oku 30 Mart 2011
Irak Kürdistan Yönetimi Başkanı Mesut Barzani, Tayyip Erdoğan’a Erbil’de armağanını verdi ve seçimler için “açık destek” ilan etti. Başbakan Tayyip Erdoğan’ın başdöndürücü bir seyahat ve temas trafiği halinde cereyan eden Irak ziyaretinin son ayağı olan Erbil’de Türk Makyol-Cengiz firmasının inşa ettiği Uluslararası Havaalanı’nın açılışında yaptığı konuşmada Mesut Barzani tarafından övgüye boğuldu.
Mesut Barzani, Erdoğan’ın Erbil’e gelişini “cesur adımlarından bir yenisi” olarak ve “biz ziyaretinizi tarihi bir olay olarak değerlendiriyoruz” diye niteledikten sonra, “Önümüzdeki seçimlerde başarınızın devamını diliyorum. Sizin varlığınız, bölgede barış ve güvenliğin güvencesidir Kürtler için çok önemlidir” diyerek, 12 Haziran seçimleri için “açık destek” ilan etmiş oldu.
Canlı yayın halindeki çeşitli televizyon kanallarının kameraları önünde konuşan Mesut Barzani’yi Erbil’de dinleyenler, yarı-bağımsız Irak Kürdistan bölgesinin Başkanı olarak Kürtlerin “ulusal lideri” konumunda sayılan Barzani’nin bu sözlerle esas olarak Türkiye’nin Kürt seçmenlerine seslendiği yorumunda birleştiler.
Tayyip Erdoğan’ı, kendisini Necef’ten Erbil’e getiren uçağı, Kürdistan Yönetimi’nin tüm bakanlarını kırmızı halı önüne dizerek, uçak merdivenin başında haki askeri giysileri ve başına sardığı geleneksel puşusuyla çok özel bir ihtimam göstererek karşılayan Barzani, Tayyip Erdoğan’ın “halk iradesiyle iktidara geldiğine” özel bir vurgu yaparak, iktidarının başından beri attığı “cesur adımları hayranlık ve ilgiyle” izlediklerini de belirtti.
Tayyip Erdoğan’dan Erbil’e “müjdeler”
Tayyip Erdoğan ise konuşmasında “Kürt” ve “Kürt yönetimi” sözcüğünü defalarca kullanmasına karşılık, tek bir kez “Kürdistan” sözcüğünü telaffuz etmemesiyle dikkati çekti. Bununla birlikte, daha sonra Türkiye’nin Erbil Başkonsolosluğu ve Vakıfbank şubesinin açılışında kaldırımda biriken halk önünde yaptığı konuşmada “kardeşim Mesut Barzani” sözcükleriyle Kürt liderini yakınlığını dışa vurdu.
Tayyip Erdoğan, THY’nın da 14 Nisan’da Erbil uçuşlarına başlayacağı bilgisini verdiğinde alkışlarla karşılandı. Ayrıca, Erbil Başkonsolosluğu’nda günde 500 adet vize verildiğini hatırlatarak, çok yakında vizenin de kaldırılacağı sinyalini verdi. Böylece, Türkiye ile Irak Kürtleri arasındaki temasların “vizesiz” biçimde kolaylaşacağının ipucunu vermiş oldu.
Resmi açılışı dün akşamüstü Tayyip Erdoğan ve Mesut Barzani tarafından müştereken açılan Erbil Uluslararası Havaalanı, 4500 metre ile dünyanın en uzun yedinci pistine sahip. THY, haftada 7 gün İstanbul’dan, iki gün Ankara’dan ve ayrıca Antalya’dan Erbil’e sefer yapacak. Atlas Jet’e ek olarak THY seferlerinin başlaması, Türkiye ile Irak Kürdistanı arasında “normalleşme”nin ötesine taşacak yeni boyuttaki sıcak ilişkilere işaret edecek.
Necef’te “Şii Açılımı”...
Başbakan Erdoğan, Irak Kürdistanı’na ayak basan ilk Türkiye Başbakanı olmasından hemen önce, Bağdat’ın 160 kilometre güneyinde Necef’e giderek, Şii dünyasının büyük ismi Ayetullah Sistani’yi ve Hz. Ali’nin türbesini ziyaret ederek, bölge çapında bir tür “Şii açılımı” gerçekleştirdi.
Necef’i kaba bir benzetmeyle dini anlamda “Şiilerin Vatikan’ı”, Büyük Ayetullah Ali Sistani’yi ise yine dini anlamda “Şiilerin Papa’sı” olarak tanımlamak mümkün. Ayetullah Sistani’nin sabah 10-12 arası olan görüşme saati, Tayyip Erdoğan için bozuldu ve Şii dini lider, bir saat kadar Türkiye Başbakanı ile Erdoğan’ın istediği üzerine başbaşa görüştü.
Tayyip Erdoğan’ı “Sizin yeriniz çok yüksek. Bu görüşmeyi aşkla, şevkle bekliyordum” diye karşılayan Şii dini lider, Başbakan’ı Aşure Günü konuşmasından ötürü övdü ve “Orada söyledikleriniz İslam dünyasında kavransa, sorun olmazdı” dedi.
Tayyip Erdoğan’ın Türkiye’de pek dikkat çekmeyen o konuşmasının, Şii aleminde önemli yankı bulduğu da böyle anlaşıldı. Sistani, Erdoğan’ın başbaşa görüşme isteğine ise, “Siz uluslararası bir devlet adamısınız” diyerek olumlu karşılık verdi.
Hz. Ali’nin türbesi ve ayrıca Şii din dünyasının öğrenim ve öğretim merkezi “Havza”yı barındıran Necef’te onmilyonlarca insan üzerindeki etkisi olan Ayetullah Sistani, Hz. Ali’nin türbesine 150 metre mesafede daracık bir sokaktan içeri girilen derme çatma bir binada yaşıyor.
İmam Musa Kazım ve İmam-ı Azam Ebu Hanife
Ayetullah Sistani’yi ziyaret ederek, hiçbir Türkiye yetkilisinin ve hatta Sünni karakterdeki hiçbir İslam ülkesi liderinin yapmadığını yapan Tayyip Erdoğan, Şiilere bir jesti de, Necef’e hareket etmeden Bağdat’ta yaptı. Önceki gece yarısını iki saat geçene dek, Bağdat’ta kaldığı Başbakanlık Konukevi’nde neredeyse her Iraklı şahsiyet ile görüşmeler yapan Erdoğan, dün sabah 09’da Konukevi’nden ayrılarak, Bağdat’ın bir banliyösü niteliğindeki tarihi Şii merkezi Kazımıye’ye hareket etti. Kazımiye, Şiiler için Necef ve Kerbela’dan sonra üçüncü “kutsal” merkez kabul ediliyor. Kazımıye’de Yedinci Şii İmamı, İmam Musa Kazım gömülü.
İmam Musa Kazım’ın çift altın kubbeli camiin içinde, gözkamaştırıcı bir cam ve çini sanatı harikası olan mekandaki türbesini beraberindeki heyet ile birlikte ziyaret eden Tayyip Erdoğan, Kazımiye’den Azamiye adlı ünlü Sünni semtine geçerek, bu kez, Sünni tarihinin büyük ismi İmam-Azam Ebu Hanife’nin türbesine de ziyarette bulundu.
Kazımiye ile Azamiye’yi Dicle ayırıyor. İmam Musa Kazım’ın türbesinden birkaç yüz metre sonra Dicle üzerindeki köprüyü aşar aşmaz İmam-ı Azam’ın türbesine erişiyorsunuz. Bu çarpıcı sembolizm, Türkiye Başbakanı’na “Şii-Sünni kardeşliği”nin en önde gelen propagandisti olarak öne atılmak için ayrıca ilham vermiş olmalı.
Türkiye’ye bölgede yeni rol
Gerçekten de Tayyip Erdoğan, bu son Irak seyahatinde bir “yeni siyasi rolü” üstlenmeye niyet etmişe benziyor: Şii-Sünni ayrımının üzerine çıkarak, “kardeşlik” vurgusu yaparak, “ortak İslam değerlerinin siyasi temsilcisi” olarak faaliyet göstermek.
Bölgedeki son gelişmelerin işaret ettiği ve bir yanında İran’ın, diğer yanında ve karşısında Suudi Arabistan’ın mevzilendiği tehlikeli Şii-Sünni karşıtlığına karşı Türkiye’nin rolünü bunların üzerine çıkma hedefi, Tayyip Erdoğan’ın Irak ziyaretiyle tescillendi.
Resmi heyetten biri, uçakta bana, “Bu ziyaretin Sünni ayağı biraz zayıf kalmadı mı?” diye sordu, “Şiilere açılım ve Kürt boyutu çok öne plana çıktı çünkü...”
“Sünni biziz. Irak Sünnilerini zaten biz temsil ediyoruz” dedim şaka yollu; “Irak Meclis Başkanı Usame Nuceyfi ile görüştü ya. O, Sünni. Irak Meclisi Başkanlığı’na da Türkiye’nin desteği sayesinde geldi. Bu ziyaret, Şiilere açılım ve Erbil’e ilk kez Türkiye Başbakanı’nın ayak basması bakımından önemliydi...”
Öyleydi.
Yazının Devamını Oku 29 Mart 2011
Son iki yıl içinde Ortadoğu’nun en popüler siyaset adamı konumuna yükselen Türkiye Başbakanı Tayyip Erdoğan, bu “imajı”nı üçüncü ziyaretinde ve Ortadoğu’nun büyük bir altüst oluş yaşadığı tarih diliminde Irak’a da taşıdı. Tayyip Erdoğan’a Irak’ın gösterdiği ilgi, daha Bağdat Havaalanı’ndan şehre yol alırken ortaya çıktı. Havaalanı ile Bağdat arasındaki yarı yolda, yolun iki kenarını dolduran ve yol taşan kalabalıklar, “Erdogan ehlen bik; Tayyar Sadr bi hayyik” (Erdoğan hoşgeldin, Sadr çizgisi seni kucaklıyor” tezahüratı ile Başbakan’ın yolunu kesti.
Genç Şii lider Muqtada Sadr’ın taraftarları, Muqtada ve Saddam tarafından öldürülen babası Ayetullah Muhammed Sadık Sadr’ın fotoğraflarını taşıyarak, Tayyip Erdoğan lehinde tezahürat yaptılar. İki-üç yıl öncesine kadar, “Ölüm Yolu” olarak nitelenen Havaalanı-Bağdat arasındaki yolda ilk kez bir konuk devlet adamına böyle bir karşılama gerçekleşti.
Türkiye Başbakanı Irak Parlamentosu’nda
Tayyip Erdoğan’ın ikinci “ilk”i, Irak Parlamentosu’ndaki konuşmaya söz konusu oldu. Türkiye Başbakanı, Irak Parlamentosu’nda konuşma yapan ilk yabancı devlet yetkilisi oldu.
Saddam Hüseyin’in 1980’de “Bağlantısızlar Zirvesi” için yaptırttığı Kongreler Sarayı (Kasr el-Muetamarat) bugün Irak Parlamentosu olarak kullanılıyor. Aynı yıl İran’a savaş açtığı toplanamayan Bağlantısızlar Zirvesi için hazırlanan salonların birinde, bugün çeşitli mezhepler ve etnik gruplardan gelen Iraklı milletvekilleri, ilk kez bir Iraklı olmayan bir lideri dinlediler.
Irak Parlamentosu’nda kadın temsil oranı Anayasa’ya göre yüzde 25. Başı bağlı ve açık kadınlar, kimisi yerel giysileri içinde Kürtler, beyaz ve siyah sarıklarıyla ve cübbeleriyle milletvekili Şii din adamları, kimisi başlarında puşuları aşiret giysileri içinde, kimisi kravatlı, takım elbiseli Iraklı milletvekillerinin doldurduğu salonda, Tayyip Erdoğan duygusal ve Irak’ta “iç barış” ve “mezhep ayrılıkları”nı aşma temalı, yer yer alkışlarla kesilen bir konuşma yaptı.
Alkışlar, alkışlar...
Tayyip Erdoğan ilk alkışı, “Ana gibi yar, Bağdat gibi diyar olmaz; Aranırsa Bağdat bulunur; Aşıka Bağdat sorulmaz” gibi Türk deyişlerini söyledikten sonra “Iraklılar, kardeşiz biz” sözlerini sarfettikten sonra aldı.
Başbakan, ikinci önemli alkışı “Irak’a Hulagu, Yezid, İbn ül-Mülcem; Halepçe, Felluce, Altınköprü gerekmiyor artık” sözleri üzerine aldı. Erdoğan’ın konuşma yaptığı gün, yani dün, “Altınköprü Katliamı”nın da yıldönümünüydü.
Başbakan Erdoğan, yer yer Arapça olarak ayet okuduğu konuşmasında, yine Arapça olarak “Car, kabl el-dar” (Evden önce komşu) şeklindeki Arap atasözünü hatırlattıktan sonra, “Ev alma komşu al” sözleriyle de alkış topladı.
Irak’ın ve Irak halkının Türkiye için komşu ve dosttan öte “kardeş” olduğunu sık sık vurgulayan, Irak’dan gelen her bombalama, katliam, kardeş kavgası haberinin Türkiye’de insanların bağrını deştiğini ifade eden Başbakan Erdoğan, konuşmasını Irak Milli Marşı’nın ilk dizelerini de Arapça söyleyerek alkışlar arasında tamamladı.
Tayyip Erdoğan’dan sonra, biri Şii (eski başbakanlardan İbrahim Caferi), biri Sünni ve bir de Kürt (Fuad Masum) üç milletvekili cevabi teşekkür konuşmaları yaptılar.
Şiilerin kutsal kentinde bir “ilk”
Tayyip Erdoğan, Irak ziyaretinin en önemli iki “ilk”ini de bugün gerçekleştirecek. Bugün sabah, önce Necef’e gidecek ve Irak Parlamentosu’ndaki konuşmasında “kardeş kavgasını önlemek için insanları sukunete davet eden büyük alim” diye nitelediği Ayetullah el-Uzma (Büyük Ayetullah) Ali Sistani ile görüşecek ve Hazreti Ali’nin Necef’teki kabrini ziyaret edecek.
Ayetullah Sistani, Şii dünyasının en etkili din adamı sayılıyor. Tayyip Erdoğan, Ayetullah Sistani ve ardından Hz. Ali Türbesi ziyaretiyle, Bahreyn’deki ve hatta Yemen ve Suriye’de son günlerdeki gelişmelerle tüm Ortadoğu’da “Şii-Sünni çatışması” ihtimalinin arttığı şu dönemde, Şiilere önemli bir “barış ve kardeşlik jesti” yapmış olacak.
Türk heyetindeki ve Bağdat’taki diplomatlar, Başbakan Erdoğan’ın Erbil ziyaretini Türkiye ve Kürtler bağlamındaki önemine işaret ederken, Necef ziyaretinin “bölgesel boyutu”na dikkat çekerek, bu ziyaretin en az Erbil ziyareti kadar anlamlı olduğu üzerinde duruyorlar.
Erbil’de ilk Türkiye Başbakanı
Başbakan Tayyip Erdoğan, Necef’ten Erbil’e geçecek ve Irak Kürdistanı’nın merkezini ziyaret eden ilk Türk Başbakanı unvanını elde edecek.
Erbil’de Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi Başkanı Mesut Barzani ile birlikte bir Türk şirketinin yaptığı Erbil Uluslararası Havaalanı’nı açacak olan Erdoğan’ın Irak Kürtleri tarafından nasıl karşılanacağı, Bağdat’taki karşılamadan sonra büyük merak konusu haline geldi.
Tayyip Erdoğan, Bağdat’taki temaslarında ülkenin önde gelen neredeyse tüm siyasi liderleriyle başbaşa görüştü. Bu arada Başbakan Nuri el-Maliki ile de iki saati aşan bir başbaşa görüşme yaptı.
Şiilere ve Kürtlere “jestler” ziyareti
Türkiye’nin sekiz ay süren Irak hükümet krizinde İyad Allavi’nin başbakanlığını desteklemesinden sonra, tekrar hükümeti kuran Nuri el-Maliki ile köprülerin bu ziyaretle yeniden kurulmuş olduğu söylenebilir.
Nitekim, Tayyip Erdoğan, Maliki’ye Türkiye ile Irak arasında vizelerin kaldırılması ve Irak’ın, Suriye, Ürdün ve Lübnan ile oluşturulan serbest ticaret bölgesine katılması önerisini ilettiği öğrenildi. Bu arada, Bağdat nüfusunun yarısını oluşturan Sadr kentinde, 11,5 milyar dolarında yeni bir kent inşaının Türk müteahhitleri tarafından üstlenilmesi konusunda da, Erdoğan-Maliki görüşmesinde mesafe alındığı, Türk resmi kaynaklarınca belirtiliyor.
Tayyip Erdoğan, Türkiye ile Irak arasındaki ticaret hacminin 2010’da 7,5 milyar dolara ulaştığını ama bu rakamın iki ülke arasındaki ticaret potansiyeli bakımından yine de çok aşağı bir rakam olduğunu ifade ederek, arttırılması çalışmalarına girişileceğini, Maliki ile ortak basın toplantısında bildirdi.
Türkiye ile Irak arasındaki ticaret hacminin yüzde 75’i kuzey yani Irak Kürdistanı ile.
Tayyip Erdoğan’ın Ortadoğu’nun altüst oluş yaşadığı şu yeni ve tarihi döneminde Irak’a yaptığı bu gezi, bir “Sünni” liderin Şiiler ile Kürtlere, Irak’ın yeni iktidar paradigmasına “jestler” yaptığı, bu arada Iraklı Sünniler ile Türkmenleri de kolladığı ve çeşitli “ilk”lere tanık olunan ilginç bir siyasi-diplomatik çıkartma olarak tarih kayıtlarına düşülecek.
Yazının Devamını Oku 27 Mart 2011
Başbakan Tayyip Erdoğan bugün Bağdat’a gidiyor. Bu, Tayyip Erdoğan’ın Bağdat’a ilk gidişi değil. Üçüncü gidişi. Dolayısıyla, “rutin bir komşu ziyareti” gibi algılanabilir. Oysa değil.
Irak’a Başbakan sıfatıyla üçüncü gidişi ama bu Irak ziyaretinde Irak Kürdistanı’na ilk kez gidecek. Bağdat’tan Erbil’e geçecek ve Türkiye’yi Irak Kürdistanı’nın merkezinden dönecek. Bunun simgesel önemi bir yana, Erdoğan’ın ilk Erbil ziyareti bakımından, Irak’a gidişinin bir özelliği ve bir “ilk” yanı var.
Bundan tam bir ay önce Bağdat’ta dört gün geçirdim. Tayyip Erdoğan’ın Irak ziyaretinin hazırlıkları başlamıştı. O günlerde, Hüsnü Mübarek henüz düşmüştü, Libya bugünkü görüntüsünde değildi. Suriye ise bölgenin “özgürlük ateşinin yayılması”ndan adeta muaf sayılıyordu.
“Tayyip Erdoğan’ın şu sırada Irak’a gelecek olması önemli mi?” diye sorduğumda, “Evet” cevabını aldım. “Çünkü, Ortadoğu’da her rejimin sallandığı ya da sallanabileceği şu sıralarda Ortadoğu’nun en popüler siyasi şahsiyetinin Bağdat’a gelmesi, yeniden başbakanlık koltuğuna oturan Nuri el-Maliki’ye bir teminat vermek ve Türkiye’nin Irak’ın istikrarının güvencesi olduğu mesajını iletmek demektir.”
Ziyareti hazırlayanların söylediği buydu ve o sırada henüz Türkiye Başbakanı’nın Irak ziyaretinde Erbil ayağından söz edilmiyordu. Şimdi, Türk donanması BM Güvenlik Konseyi’nin 1973 sayılı kararı uyarınca ve Fransa’ya karşı diplomatik ağırlık kazanmış bir şekilde NATO kapsamında savaş gemileriyle Libya karasuları önlerinde dururken, bölgedeki “özgürlük ateşi”nin alevleri Irak ve Türkiye’nin ortak komşusu Suriye’yi yalarken, Tayyip Erdoğan’ın Bağdat-Erbil hattı üzerinde hareket etmesi başlıbaşına önem taşıyor.
Irak 1991 – Libya 2011Tayyip Erdoğan’ın şu Irak ziyareti, Irak 2003 ile Libya 2011 arasında karşılaştırma yapmayı ve Irak’la ilgili olarak çarpıtılmış bazı gerçeklerin yerli yerine oturtulmasını gerekli kılıyor.
Aslında daha doğru karşılaştırma, Irak 1991 ile Libya 2011 arasında yapılmalı. Zira, Irak 2003, ABD’nin 1991’de yapması gerekene sırt çevirmesi yüzünden 12 yıl gecikmeli gerçekleşti. Irak halkının büyük çoğunluğu –yani Şiiler ile Kürtler-, Başkan George Bush’un çağrısına uyarak, Saddam kuvvetlerinin işgal ettiği Kuveyt’ten sökülüp atılmalarının ardından, 1991’de ayaklanmıştı.
“Sünni üçgeni” adı verilen alan dışında, Irak’ın kuzeyi Kürtlerin, Bağdat’ın Basra’ya kadar tüm güneyi Şiilerin eline geçmişti. Saddam rejimi “Sünni üçgeni”nde sıkışmıştı.
Yazının Devamını Oku 27 Mart 2011
Cuma gecemi Suriye kapladı. Tüm geceyi bilgisayar ekranının önünde Suriye’den gelen görüntüleri izleyerek geçirdim. Deraa’dan, Homs’tan, Senemein’den gelen kitle gösterileri görüntüleri. Ne de olsa, Twitter, Youtube, Facebook dönemindeyiz. Herşey, zor da olsa sesli ve görüntülü olarak her yere ulaşıyor. 1991’de Irak’taki Şii ve Kürt ayaklanması sırasında sadece ve o da Bağdat’ta bir çanak anten varmış. Saddam’ın yaptığı katliamları kimse izleyememişti.
Şimdi Şam, Deraa derken Suriye’nin ta içinden anında gelen görüntüler. Bunların ardından Lazkiye, Kamışlı, Hama, Duma, Deir ez-Zor, İdlib ve Halep görüntüleri gelecek. Kısacası tüm Suriye ayağa kalkmış durumda.
Dera’a’daki insan seli, Baas rejiminin “Allah, Suriye, Başşar” sloganını “Allah, Suriye, Hürriyet”e çevirmişler, öyle yürüyorlardı. Arapça haykırıldığında kafiye yapıyor, “Allah, Suriyye, Horriyye”...
Şam’da Emevi Camii’nin avlusunda, Hamidiye Çarşısı’nda, Merje Meydanı’nda yürüyen topluluklar ise, “Bid-dem, bir-ruh, nefidik ya Deraa” (kanla, canla seni bağrımıza basıyoruz ey Deraa) sloganıyla yürüyorlardı.
Gözlerime inanamadım, Şam’da bu çapta gösteriler ha! Hem de ülkenin her yerinde, en güneyde Ürdün sınırı üzerindeki Deraa’dan en kuzeydoğudaki, Nusaybin’e bitişik Kamışlı’ya, kuzeybatıda deniz kıyısındaki Lazkiye’ye uzanan gösteriler... Hem orta bölgede ülkenin üçüncü büyük şehri Homs’u ve daha da önemlisi Hama’yı kapsayan gösteriler...
Hama 1982
Hama’nın yine ayağa kalkması çok önemli bir gösterge. Suriye’de başkaldırışın ibret-i alem için nasıl bastırıldığına örnek idi Hama. 1982’de oradaki başkaldırıyı, şimdiki Başkan Başşar Esad’ın babası Hafız Esad öyle bir bastırmıştı ki, kimisine göre 10 bin, kimisine göre 20 bin kişi öldürülmüştü.
Hama’yı o günlerinde o hali ile görebilmek için, Şam’dan Halep’e gitmiş ve geri gelmiştim. 1982’de Şam-Halep yolu Hama’nın içinden geçmek zorundaydı. Gördüğüm manzarayı unutamam. Şehir merkezi İkinci Dünya Savaşı’nın Dresden’i, Berlin’i görüntüsündeydi. Yanmış yıkılmış binalar, patlamış borulardan ortalığı kaplamış sular.
Hama’da askeri kontrol noktasına yaklaşırken şehrin hazin görüntüleri gözüne takılan, dolmuş-taksideki Suriyeli ve tanımadığım, halktan yol arkadaşlarım “Haram aleyk ya beled” (Yazık sana ey ülke) diye mırıldanarak göz yaşlarını tutamamışlardı. Hama’ya geçen yıl gittim ve 1982’deki halini zihnimde kıyaslamaya çalıştım.
Tarih boyu dindar bir şehir olageldi Hama. Önemli bir Sünni merkez Suriye’de. Türkiye’de Konya neyse, Suriye’de Hama odur denebilir.
Suriye’de Baas rejimi devam ettiği ve bu rejimin “sabıka kaydı”nda Hama bulunduğu için, Ortadoğu’da esen “özgürlük rüzgarları”nın önüne tıpkı Libya’da olduğu gibi, hatta Kaddafi’ye rahmet okutacak bir sertlik ile konulacağını tahmin ediyordum.
Devrimci dalga Suriye’de
Libya, ardından Suriye; Tunus ve Mısır’daki katı diktatörlerin, Zeynel Abidin bin Ali ile Hüsnü Mübarek’in yapmadığını yaparak, “2011 Arap Devrimi”ne kan bulaştırdılar.
Suriye’deki gelişmelerin nasıl, nereye doğru seyredeceğini, Libya ya da 2003 Irak’ının tekerrür edip etmeyeceğini bilemiyorum doğrusu. Dün sabah, “Suriye’nin Esad’ı artık gözde değil” başlıklı, son olaylar üzerine kaleme alınmış ve bölgeden bir kalemin elinden çıkmış yazı okudum.
“Gelişi yavaş oldu ama 2011’in Arap devrimci dalgası Suriye’ye ulaştı. (Dalganın) Suriye’ye varması, Başşar el-Esad rejiminin iç meşruiyeti ve devam edebilme ufuklarının yeniden değerlendirilmesini mecbur ediyor. Son aylarda birçok yorumcu, rejimin bölgedeki çalkantılardan korunacığını öne sürdüler. Tanınmış Suriyeli muhalif Suheyr Attasi, ülkesinin korkunun hükmettiği bir ‘sessizlik cumhuriyeti’ olduğundan yakınmıştı...”
Böyle başlıyor yazı. Ama güneydeki sınır kenti Deraa, Suriye’nin “korku duvarı”nı yıktı ve Suriye halkı ülkenin her köşesinden ayağa kalkmaya başladı. Nereye kadar? Soru bu zaten.
Önceki gün Suriye’den haberler gelmeye başladığında bir arkadaşım, “Suriye’de nasıl gelişir olaylar?” diye sorunca, saniye sektirmeden ve hiç tereddüte kapılmadan cevap verdim, “Bilmiyorum” dedim; “Bölgede bütün ezberleri bozan gelişmeler oluyor. Geçmişteki değer ölçüleriyle tahlil ve tahmin yapmak doğru olmuyor.”
Yine de, Hama örneğinde olduğu gibi tahlil ve tahmin için dayanacağımız “ölçüler” var. Örneğin, Suriye rejimi gelişmelerin önüne geçmek için mutlaka şiddet uygulayacaktır. Rejimin Nusayri azınlık mezhebi yapısı, hatta “Esad-Makhluf klanı”na dayalı siyasi-ekonomik iktidar çekirdeği, iktidarlarının devamı için “orantısız kuvvet” kullanmaya mecburdur. (Makhluf, Başkan’ın anne tarafının aile adı. Teyzeoğlu Rami Makhluf, ülkenin en zengin adamı. Kardeşi Mahir ile ablasının kocası ise ülkenin bir numaralı güvenlik ve istihbarat şefleri.)
Suriye, Tayyip Erdoğan’ın dediğini yapabilir mi?
Peki, Başşar Esad rejimi, yakın dostu Türkiye’nin ve Başbakanı Tayyip Erdoğan’ın telkinlerine uyarak bir an önce “reform”ları başlatamazlar mı?
Bu, ciddi bir tartışma konusu. Rejimin reform yapabilme yeteneğinin olup olmadığı. Başşar’ın bu konuda 11 yıldır yaptığı vaatlerin büyük bölümü kağıt üzerinde kaldı. Zira, Suriye gerçekten “demokratikleşme yolu”na girse, mevcut iktidar yapısının uzun süre iktidarda kalabilmesi mümkün olamaz. Yüzde 75’i Sünni, tarihi ve geleneksel tüccar sınıfının Şam ve Halep merkezli Sünniler olduğu bir ülkeden söz ediyoruz nereden baksanız.
Suriye, gerek jeopolitik konumu, gerek nüfusu ve gerekse oradaki “değişim”in yol açacağı –birebir İran’ı, Lübnan’ı ve İsrail’i etkiler- sonuçlar itibarıyla, Libya’dan çok daha önemli bir ülke.
Türkiye’yi son iki yılda faal bir “küresel aktör” ve “bölge gücü” görüntüsüyle uluslararası sahneye çıkartan “yeni Ortadoğu politikası”nın merkezinde de Suriye bulunuyor. Bu nedenle, Suriye’de ne, nasıl olacak ve Suriye ne yönde yol alacak (ya da hatta alamayacaksa) Türkiye’nin yakın ve orta vadeli dış politikası herkesten daha fazla etkilenecek.
Tunus ve özellikle Mısır, Türkiye’nin profilini –tam da seçimlere doğru yol alırken- parlattı. Libya, o parlaklığı bir nebze soluklaştırdı. Libya üzerindeki politika tam toparlanırken, Suriye, Türkiye’yi çok sıkıntıya sokabilme potansiyeli taşıyor.
Bu konuları önümüzdeki günlerde tartışacağız. Ama önce Irak. Çünkü, Irak, hem Ortadoğu özgürlük şafağındaki birçok ülke için emsal özelliği taşıyor, hem de henüz kapanmamış bir dosya. Dahası Başbakan Tayyip Erdoğan, yarın Bağdat-Erbil seferine çıkıyor.
Yarınki konumuz, öncelikli olarak Irak...
Yazının Devamını Oku 26 Mart 2011
Eğer “komplo teorileri”ne göre kafamı çalıştıran birisi olsaydım, önceki gün Radikal’e polislerin gelip Ertuğrul Mavioğlu’nun bilgisayarından Ahmet Şık’ın kitap kopyasının silinmesi işini “Ergenekon marifeti” olarak yorumlardım.
Eğer, Ergenekon soruşturmasını gözden düşürmek, üzerinde şaibe oluşturmak, Ergenekon olgusunu karartmak ya da gölgelemek için şu sırada en etkili ne yapılabilirdi diye biri sorsaydı, bundan daha iyisi akla gelmezdi.
Kantarın topuzunu kaçırmak diye buna derler.
Gelgelelim, kafam “komplo teorisi”ne göre çalışmadığı için, Ahmet Şık üzerinden Radikal’e dayanan “operasyon”un “Ergenekon işi” olmadığını elbette biliyorum.
Sözün durduğu yerdeyiz. Ergenekon davasına daha zarar verecek bir şey yapılamazdı. Polis ve yargı, koca bir kayayı kaldırıp, ayaklarına düşürdüler.
Türkiye’de “düşünce ve ifade özgürlüğünün baskı altında olduğu” ve ülkenin giderek “polis devleti”ne dönüştürüldüğü yolunda içerden desteklenen ve Washington-Tel Aviv ekseni üzerinde Brüksel’i de içine alarak yürütülen kampanyaya, daha mükemmel bir “koz” verilemezdi.
Hem de Ortadoğu Arap halkının bölgenin her köşesinde “özgürlük” için ayağa kalktığı ve Türkiye’nin tümü için esaslı bir “emsal” oluşturacağı bir konjonktürde.
Ve, hem de Türkiye’nin, “tarihi hinterlandı” ve doğal “nüfuz alanı”nda “Fransa inisyatifi”, ABD ile birlikte davranarak savuşturmayı başardığı bir zaman diliminde.
Güvenlik birimleri ile yargının, Türkiye’nin artık bir “kapalı av alanı” olmadığını, “küresel ekran”ın “yüksek pikselli görünürlüğü” olan bir aktörü olduğunu hesap etmeleri gerekiyor. Onların da, yürütmenin de.
Yazının Devamını Oku 25 Mart 2011
Bilenler bilir, anne ölümünün yaşı olmaz. Sıralı olabilir ama zamansızdır.
Zamanı olmaz. Bunu ben yaşamadan, öğrenmeden önce de biliyor gibiydim. Seziyordum. Anneme son zamanlarında “Sakın bizi yetim bırakma” dediğim vakit, olağanüstü güzel bakan gözlerini yüzüme diker ve saçları bembeyaz hale gelmiş koca adamdan gelen ve hayatın en önüne geçilemez bu basit gerçeğine meydan okuma niteliğindeki bu sözlerin anlamsızlığını, alaycı bakışlarıyla, anlatmaya çalışırdı.
Sezgilerim doğrulandı. Anneyle uzun yaşamak bir şans gerçi ama gerçekten zamanı yokmuş bu önüne geçilmez ilahi kuralın. Sonuçta, ben de artık “yetimler kulübü”ne girdim. Galiba onun da yaşı yokmuş. Ağır bir duygu gerçekten.
Anne herkes için bambaşka bir şey. Hepimizin içinden çıktığı beden. Can kaynağımız. Anne, seni, kim olursan ol, her ne olursan olsun, sorgusuz sualsiz sonsuza kadar içi titreyerek sevecek tek kişi. İnsanlığa onun sunumuyla katılmışsın. Onun içinden çıkmışsın; seni içinden çıkartmış beden o. Varoluşunu ifade biçimine bile anadil derler.
O bedeni toprağın altına koyup, onsuz yaşamaya devam edeceğiniz toprağın üzerine çıktığınız vakit, artık kaynağınız kurumuş gibi bir hisse kapılıyorsunuz. Toprağın üzerinde hareket eden bedeninizde ayaklarınız sanki artık yere basmıyor, başınız toprağın altındaki annenizin yükseldiği gökyüzünde sanki bedeninizden ayrılıyor, fiziğiniz sanki artık boşlukta hareket ediyor gibisinden bir his...
Annemi kaybettikten sonra, acımızı paylaşan herkese, dostlarımıza, bu arada ta Afrika’dan aramak inceliğini gösteren Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’e ve ayrıca ilk arayanlardan biri olan Başbakan Tayyip Erdoğan’a da sonsuz şükran duygularımı iletiyorum. Hiçbirini unutmayacağım.
Yazının Devamını Oku