Paylaş
Bir ay öncesine dek, yaprak kımıldamaz gözüken bu geniş coğrafyada iki farklı güç merkezi göze çarpıyordu: Türkiye ve İran.
Bunlardan ikincisi yani İran’ın görüntüsü “revizyonist” bir güç merkezi şeklindeydi; yani mevcut “statüko”yu zorlayan, güç merkezi konumundaki bir ülke.
Türkiye ile İran’ın farkı
İran, bunu para ve silahla desteklediği örgütler ve mezhebi bağlarla bağlı bulunduğu unsurlar aracılığıyla yapıyordu. Lübnan’da Hizbullah’a ideolojik, siyasi ve mali önderlik, Hamas’ı para ve silahla besleyerek, Irak’ın nüfusunun en büyük bölümünü oluşturan Şiiler arasında her düzeyde faaliyet göstererek, vs.
İran’ın temel siyasi faaliyeti, bölgede “istikrarsızlığı besleyen” ve bunu yaptığı ölçüde, “olumsuz”dan hareket ederek, uluslararası denkleme hesaba katılması gereken bir “güç merkezi” olarak yerleşmesini sağlayan cinstendi.
Türkiye, tam tersi yönde bir “güç merkezi” olarak ortaya çıktı. “Siyasi araçlar”dan ziyade, ekonomi, ticaret ve diplomasiyle bölgede hareket eden, “siyaset”i, bu amaçları elde etmek içinekonomi ve ticaretin emrine veren bir görüntüdeydi.
“Yumuşak güç” (soft power) üzerinden hareket eden ve bu hareketinde ABD ve AB gibi bağlı bulunduğu “ittifak sistemleri”nden en geniş anlamda “özerk” davranan yeni bölge gücü, doğal olarak İran’ın “revizyonizmi”ne karşılık, bölgeye “istikrar getirmeyi” amaçlayan, dolayısıyla ilk bakışta “statükodan yana” bir güç merkezi profili çiziyordu.
Bu yanıyla, -İsrail hariç- bölgedeki rejimlerin birçoğu bakımından kabul görüyordu; bölge rejimleri, -ki tümüne yakını Sünni- İran’ı kendilerine tehdit olarak sayarken, Türkiye’yi “hayırhah” bir güç merkezi olarak algılıyorlardı.
Önce Tunus, ardından Mısır ve şimdilerde de Libya, Türkiye ve İran’ın iki farklı güç merkezi olarak yerleştikleri “denklemi” bir anda bozuverdiler.
Çünkü, Tunus-Mısır-Libya üçlüsü, -tabii ki ‘merkezi unsur’ olarak Mısır- “bölgesel statüko”yu geri gelemez biçimde darmadağın ettiler.
Türkiye’yi de, kendiliğinden “statüko kollayan” bir güç merkezi olmaktan, “revizyonist” bir güç merkezine dönüşmesinin alt yapısını oluşturdular.
O alt yapı ortaya çıktığı vakit, karar Türkiye’ye ait olacaktı; ya “revizyonist” olmayı veya “statükoyu koruma”yı seçecekti.
Türkiye doğru yolu seçti
Tayyip Erdoğan’ın Mısır halk devriminin başlangıcından bir hafta sonra, Mübarek’in devrilmesinden tam bir hafta sonra aldığı tavır ile, Türkiye, ilkini seçti.
Suudi Arabistan, bu arada Libya’nın Kaddafi’si, ve el altından Ürdün ve en önemlisi İsrail, açıkça Mübarek rejiminden yani “statüko”dan yana tavır almış ve Washington’u buna zorlamaktayken, Tayyip Erdoğan’ın çıkışıyla, Türkiye, tarih tekerleğinin Arap halklarının demokrasi ve özgürlük talebi yönünde dönmesi için ağırlığını ilan etmiş oldu.
Mübarek, ABD yalpalarken ve Avrupa suskun kalırken, devrildi. Mısır’da Mübarek rejiminin devrilmesi, Türkiye’ye bölge ve uluslararası çapta “moral üstünlük” getirdi.
Tunus ve Mısır’daki gelişmeleri, 1979 İran Devrimi’nin uzantısı olarak pazarlamaya çalışan İran, tam da Abdullah Gül’ün Tahran’ı ziyaret ettiği gün, “Tunus ve Mısır halkı ile dayanışma gösterisi”ni, amansızca bastırmaya kalktığıanda, Ortadoğu’da zaten elde etmesi pek zor olan “moral üstünlüğü” terketmişti.
Üstelik, tam da o gün, Abdullah Gül, Ahmedinejad’ın önünde Tunus ve özellikle Mısır’daki gelişmeleri kastederek ama adres olarak İran’ı seçerek, “halkın taleplerini kulaklarını kapatan liderler meşruiyetlerini kaybederler, halk ülkelerinin geleceğini kendi ellerine alır” mesajını vermişti.
Ortadoğu’daki iki güç merkezinden bugün İran, yıkılmakta olan rejimlerle çok ortak yanı olan “statükocu” görüntüverirken, Türkiye, tarihin gidiş doğrultusu yönünde tavır almış, “olumlu” anlamda, “insan hakları ve özgürlük” kavramlarını öne çıkartan “revizyonist” ve “moral üstünlüğe sahip” bir bölgesel güç merkezi konumunda.
Libya’daki gelişmelere ilişkin olarak, Kaddafi’ye Mübarek’e seslendiği gibi seslenmemiş olunması kimseyi aldatmamalı. Libya’da 25 bin Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı “rehin” durumda ve Mısır’ın aksine, kurumları olmayan bir ülkede oluk oluk kan dökmekten çekinmeyen bir deli Libya’nın başında kalmaya devam ediyor.
Başbakan, doğrudan Kaddafi’ye seslenmedi ama partisinin grubunda konuşurken, Libya’dan söz ederken, “halka karşı şiddet kullanılması”na karşı kesin bir dille Türkiye’nin pozisyonunu belli etti.
Kaddafi: Günleri sayılı bir kanlı egomanyak
Bu satırları, karşımda El Cezire’de Kaddafi’nin konuşmasını dinlerken yazıyorum. Kaddafi, kendisini yıllar önce defalarca Trablus ve Bingazi’de dinlediğim sıralardaki kadar “anormal”.
Aradaki fark, o dönemde Libya’da iktidarından kuşku edilemezdi. Şimdi ise ülkesinin doğu yarısı (Bingazi) kendisinden kopmuş, batı yakasında Sirt, Misurata, Homs gibi şehirler kendisinden uzaklaşmış, başkenti Trablus’u ancak katliamla elinde –şimdilik- bulunduran, kendi halkından binlercesinin kanını dökmüş ve dökmekten geri kalmayacağını ortaya koyanbir deliden başka bir şey değil.
Ne var ki, tarih tekerleği Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da artık Kaddafi’nin Libya’yı yönetebileceği yönde dönmeyecek; geri de dönmeyecek.
Kaddafi, geleceği olmayan kanlı bir egomanyaktan başka bir şey değil artık.
Türkiye, durumun zorladığı “taktik manevralar”la, bölgede tarihin doğru yönünde davranacaktır. O yöne,“insan hakları” caddesinden “özgürlükler” bulvarından ve “demokrasi”otoyolundan gidiliyor.
Paylaş