Cengiz Çandar

Türkiye, Kaddafi’nin “utangaç müttefiki” mi?

22 Mart 2011
Bu kez, yani Cumartesi gününden başlayarak Libya üzerinde devam eden gelişmeler karşısında Türkiye’nin “ofsaytta” kaldığını söyleyebiliriz. En azından ve hiç tartışmasız biçimde Türkiye, “açmaz”da.

Daha önce altını çizerek övdüğümüz, Ortadoğu’daki gelişmelere ilişkin “moral önderlik” konumu da bir nebze sarsılmışa benziyor. Çünkü, nereden baksanız, Libya’da kendi halkının kanını dökmekte sınır tanımamış, 42 yıllık bir rejime uluslararası meşruiyet altında “dur” dendiği bir sırada, Türkiye fotoğrafta yok.
Fotoğrafta yok, hatta Libya konusunda Arap müttefiklerinin kim olduğu belli değilken, Batılı müttefiklerine “pürüz” çıkartan, bir nevi “oyun bozan” görüntüsünde. Bu görüntüsünün, Türkiye’yi Kaddafi’nin gizli ya da “utangaç müttefiki” konumuna ittiği bile öne sürülebilir.
Başbakan Tayyip Erdoğan, Kaddafi güçlerinin üzerine BM Güvenlik Konseyi kararı çerçevesinde hareket eden üç Batılı müttefik ülkenin bombardımanı başladığında Cidde’de yaptığı konuşmada Kaddafi’den yana çıkmadı. “Olaylar başlayınca halkın sesine kulak vermelerini tavsiye ettik. Aynı ilkeli tavrı Libya konusunda da ortaya koyduk. Libya’da düşen her can bizim canımız dedik. Keşke, kimse müdahale etmeden Libya istikametini bulabilseydi. Keşke, Libya bu tür bedelleri ödemeden yolunu bulsaydı. Bundan sonrası için Libya’nın kendi iradesiyle geleceğini belirlemesini istiyoruz. Libya’nın bir an önce istikrara kavuşmasını ve askeri müdahalenin bir an önce sona ermesini istiyoruz.”
Tayyip Erdoğan’ın retoriği bazan “güç” üretiyor; Gazze bağlamında olduğu gibi, bazan “mükemmel bir zamanlama” ortaya koyuyor; Mısır’daki gelişmeler üzerine yaptığı ve Kahire’nin Tahrir Meydanı’nda anında izlettirilen konuşması gibi.
Cidde’de Libya üzerine yaptığı konuşma ise Türkiye’nin Libya’da birdenbire “devre dışı” kalmasını yansıtan bir “güçsüzlük retoriği”.
Hangi Libya? Kimin Libya’sı?
Keşkeler ile dış politika yapılmıyor. Libya’da Kaddafi güçlerine karşı girişilen askeri müdahale:

Yazının Devamını Oku

İbo: Anadolu ve Mezopotamya kültürlerinin izdüşümü

18 Mart 2011
İbrahim Tatlıses için en güzel tanımlamayı Mehmet Barlas yaptı. Mehmet Barlas’ın İbrahim Tatlıses tanımında, benim de niçin onu yıllardır büyük bir ilgiyle dinlediğimi, onunla neden ilgilendiğimi buldum.

Şöyle yazdı Mehmet Barlas:

“Ben onu Anadolu ile Mezopotamya kültürlerinin izdüşümündeki eşsiz bir yorumcu olarak dinledim. ‘Fırat’ı da ‘Akdeniz Akşamları’nı da aynı coşku ile söylerken, nehrin de denizin de sularının sesini duyar gibi oldum.”

Ben de öyle.

Sabuha...

İlk karşılaşmamız, -yüzyüze değil- 1970’li yılların ikinci yarısında Fenerbahçeli futbolcu Cemil Turan’ın jübilesi münasebetiyle idi. Jübile maçı başlamadan önce bugünkü İnönü stadının zeminine İbrahim Tatlıses, metreler uzunluğundaki bir kordona bağlı mikrofonla çıktı. Koskoca sahayı tribünler arasında koşarak şarkı söyleyerek geçiyordu. “Sabuha” söylüyordu. Metreler boyu koştuktan sonra geldiği tribünün önüne diz çökerek, başını göğe kaldırarak “Sabuha”nın nakaratını haykırıyordu.

O ne ciğerdi öyle. O ne yorumdu. “Sabuha”yı başka hiç kimsenin tarih boyunca öyle söyleyemeyeceğini aklımdan geçirirken, onu haykıran adama insan üstü bir yaratıkmış gibi bakakaldığımı hatırlıyorum.

Çok geçmeden ünü sınırların ötesine yayıldı. 1980’li yıllarda Hacıdakis ile Theodorakis’in, Ksarhakos’un besteleriyle, Maria Farandouri’den Parios’a, Haris Aleksiyu’dan Yorgo Dallaras’a kadar büyük icracıların sesleriyle sallanan, Stelyos Kazancidis’den Çiçanis’e uzanan müzik ustalarıyla yetişmiş Atina’da da İbrahim Tatlıses rüzgarı esiyordu.

Atina bile İbrahim Tatlıses diyorsa, o, birşey demekti.

Yazının Devamını Oku

Türkiye’nin “garanti belgesi”...

16 Mart 2011
İstanbul’da ilk düzenlenen “Değişim Liderleri Zirvesi”nin hazırlıkları yapılırken, kulağıma “Türkiye’nin Davos’u” diye bir tanımlama çalınmıştı. Benim de “Ortadoğu’da Barış Mümkün mü?” başlıklı oturumunda konuşmacılardan biri olduğum çok geniş uluslararası katılımlı toplantı ilk bakışta öyle bir izlenim veriyordu gerçekten.

İstanbul Kongre Merkezi’nin koca binasının geniş salonları ve koridorlarında dünyanın çeşitli yerlerinden gelmiş, birçoğu tüm dünyada, birçoğu da kendi ülkelerinde ya da meslek alanlarında gayet iyi tanınan konuklara ve organizasyonun özelliklerine bakarak, insan, “Değişim Liderleri Zirvesi”nin “Türkiye’nin Davos’u” olduğuna pekala hükmedebilirdi.
İsviçre’nin karlar içindeki dağ köyünün İstanbul’da görkemli bir binanın içine sokup sıkıştırın, öyle bir şey.
Birkaç yıl önce, Polonya’nın en güneyinde bir dağ köyünde, Karpatlar’ın üzerinde, Slovakya sınırının dibinde bir dağ köyünde Vaclac Havel’den başlayan ünlüler geçidinin katıldığı bir uluslararası toplantıdaydım. Oraya da ‘Doğu ve Avrupa’nın Davos’u” deniyormuş.
Çok yönlü, çok konulu uluslararası toplantılarda Davos metaforunu kullanma ihtiyacı ilginç. İstanbul’daki “Değişim Liderleri Zirvesi”yle ilgili olanı ise biraz “Türk usulu.” Bu, 2009 Ocak ayında “one minute” ile  söze girerek, İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres’e dönüp İsrail politikalarını baştan aşağı sıvadıktan sonra, “daha da Davos’a gelmem” cümlesiyle Davos’u terketmiş olan Başbakan Tayyip Erdoğan ile ilgili.
Tayyip Erdoğan “Davos’a gitmeyecekse, biz de Davos’u Türkiye’ye getiririz” gibi bir anlayışla düzenlendiği seziliyor, “Değişim Liderleri Zirvesi”nin. Tabii ki, Türkiye’nin uluslararası politikada artan görünürlüğü ve iddiasının bir yansıması da.
Batı ile insan hakları-demokrasi polemiği
İki günlük Zirve’nin ilk gününün en önemli konuşmacısı olan Başbakan Erdoğan, Davos’da İsrail’e verdiği ayarı, İstanbul’da Batı’ya demokrasi konusunda bugüne dek görülmemiş tarzdaki eleştirisine taşıdı.

Yazının Devamını Oku

“Polis devleti” Türkiye karşıtı Tsunami

15 Mart 2011
Yanlış okumadınız; Türkiye için giderek “polis devleti” yakıştırması yapılıyor ve özellikle Amerikan medyası başta olmak üzere, Batı medyasında Türkiye karşıtı bir tür “tsunami” söz konusu.

İstanbul’da “Değişim Liderleri Zirvesi” adı altında, oldukça geniş çaplı bir katılımla uluslararası bir toplantının düzenlendiği bir dönemde, şöyle bir “Türkiye fotoğrafı”nın uluslararası alanda yansımasına ne dersiniz?
“Eski Amerikan büyükelçileri Türkiye’yi bir tür aydınlanmış demokrasi olarak göstermeye ne kadar çalışsalar da, ülke diktatörlüğe kayıyor. Geçen hafta, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Kahverengi gömleklileri bağımsız ve eleştirel gazetecilerin evlerine gece yarısı baskınları düzenlediler ve bazılarını gözaltına aldılar. Türkiye, şimdilerde, Sınır Tanımayan Gazeteciler’in basın özgürlüğü endeksinde 178 ülke arasında 138. durumda. Böylece, sıralamada Venezuela, Mısır ve Zimbabve’nin arkasına düşmüş oluyor. Başkan Obaka ve Dışişleri Bakanı Clinton Türkiye’den bir model olarak söz ettiklerinde, Türkiye’nin neyin modeli olduğu sorulabilir. Herhalde, bir demokrasiyi bir polis devletine dönüştürmenin modeli.”
Yazarın sözünü ettiği “Kahverengi gömlekliler”, Hitler’in “SS’leri’ için kullanılır. Bu durumda, Tayyip Erdoğan ile Hitler arasında bir paralellik kurulmuş oluyor. Başbakan Erdoğan için Amerikan basınında Putin benzetmelerine alışıkız ama Putin’likten Hitler’liğe geçişi yeni yeni başlıyor.
Yukarıdaki satırlar tanıdık bir imzaya ait: Michael Rubin. Ergenekon’un son dalga tutuklamaları üzerine “Neo-Con’lar”ın en muhafazakar yayın organı olarak bilinen Commentary dergisine yazdığı yazıdan.
Michael Rubin, Türkiye’ye ve bu hükümete uzun süredir zehir kusuyor. Bin dereden su getirip, El-Kaide ile Tayyip Erdoğan arasında parasal bağlantılar ortaya atmaya da çalışmıştı.
Bu tür sapık zihniyetli kişiler olabilir diyerek geçiştirilecek bir kişi değil Michael Rubin. Birkaç yıl öncesine kadar, askerler, onu Harp Akademileri’nde yapılan her önemli sempozyuma “Ortadoğu uzmanı” diye davet ederlerdi. Şu anda bazıları Ergenekon ya da Balyoz tutuklusu olan bazı yüksek rütbelilerle iyi tanışır.
Ergenekoncuların denizaşırı dostları

Yazının Devamını Oku

Ergenekon-CHP-Odatv

12 Mart 2011
Gelin, laf kalabalığını bırakalım.

CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, kendisiyle görüşen Odatv’nin kadın muhabirinin, “teknik araç gereç” talebine “Biz veremeyiz. Sen yap bize getir” mealinde bir söz sarfetmiş midir? Talep, iddiaya göre, bir Ak Parti’liyi hedef alan “büyük balık’ yakalanmasıyla ilgilidir ve baştan aşağı bir “komplo diyalogu”dur söz konusu olan.
Kılıçdaroğlu’nun, “teknik destek” sağlamayı kabul etmemiş olması, buna karşılık Odatv muhabirinin kendi imkanlarıyla sağlayarak sunacağı sonuçları kabullenmesi, “komplo”ya en azından “dolaylı iştirak” değil midir?
CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, Odatv’nin kadın muhabirinin selefi Deniz Baykal ile iddiasından haberdar olmamış mıdır? Olduğunu kabul ediyor. Ama Deniz Baykal’ı bu görüşmeden haberdar etmiyor.
Niçin?
Kemal Kılıçdaroğlu’nun cevabı (Baykal’ı) “rahatsız etmek istemediği” için!
Böyle bir cevap kimi tatmin eder?
Baykal’ın kendisini tatmin etmemiş ki, Kılıçdaroğlu ve yardımcısı Gürsel Tekin’e bu nedenle kırgınlığını açıkça dile getirdi.

Yazının Devamını Oku

Ergenekon’a bulaşmanın ağır faturası

11 Mart 2011
Son Ergenekon dalgası, tuhaf bir “ittifak silsilesi” oluşturdu. Bildik Ergenekon yandaşlarına, Nedim Şener ve Ahmet Şık’ın tutuklanmalarına tepki duyan ve daha önce Ergenekon soruşturmasını destekleyen bazı unsurlar da katıldı. Bu yeni idi ve çok kabarık sayıda olmasalar bile “Ergenekon dalgası”na karşı önemli bir “sinerji” meydana getirdiler. “Ergenekon davası karşıtı” yelpaze genişlemiş gibi gözüktü. Bir yanda, yıllardır “Ergenekon yoktur, yalandır” diyen çevreler (medyanın içinde bunlardan mebzul miktarda mevcut), sol-sosyalist unsurlar, kimi liberal-demokrat aydınlar, Hanefi Avcı’nın yıllar içinde yakın ilişkiler geliştirdiği basın mensubu dostları ve “ne yolla olursa olsun Ak Parti iktidardan gitsin”, “devletin içindeki Fethullahçılar” temizlensin lobileri, kurumsal anlamda tabii ki CHP, son “Ergenekon dalgası” sayesinde aynı hatta buluşmuş gözüktüler.
Ağzı laf yapan, etkileyici argümanlar üretebilen, sağlam ve ilkesel bir zeminden hareket ettiği izlenimi veren birçok unsurun katılmasıyla hatırı sayılır “güç” oluştu Ergenekon davasına ve Ergenekon olgusuna karşı.
Ergenekon’un “ikinci Susurluk”a dönüşmesi ihtimaline, bu görüntüye bakarak dikkat çekmeye çalıştım. Dönüşmesin diye. Yoksa, Ergenekon’un ne varlığından en ufak bir kuşkum oldu, ne de Ergenekon’a karşı yürütülen mücadelenin meşruiyetinden.
Abdullah Gül faktörü
Bu geniş yelpazeye, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün durumdan “kaygı” duyduğunu ifade eden açıklamasının eklenmesiyle ya da belki amacından farklı yorumlanmasıyla, söz konusu “güç”ün gücü daha da artmış  oldu.
Abdullah Gül-Tayyip Erdoğan çelişkisi tespiti üzerinden hareket eden, Cumhurbaşkanı ile Başbakan arasında varolduğu varsayılan çatlağı derin bir yarık haline dönüştürmeye arzulu siyasi odaklar, Cumhurbaşkanı’nın açıklamasının üzerine atladılar.
Tümünün üzerine Avrupa Parlamentosu’nun Türkiye’de “basın özgürlüğü”ne ilişkin “kaygılı” raporu geldi.
Ergenekoncular ve yandaşları için hiç bu kadar mükemmel bir “iklim”, dört yıldan bu yana oluşmamıştı.
Ergenekon zincirinin en zayıf halkası
Ama, bu birbirine benzemez bir dizi halkadan meydana gelen zincir, en zayıf halkasından kırılıverdi. Ergenekon adı verilen anti-demokratik suç şebekesi yine teşhir oluverdi.
O en zayıf halka, CHP!
CHP’ye karşı bir “komplo” kurulduğu iddiası, Nedim Şener-Ahmet Şık tutuklanmasını bastıracak şekilde gündemin başına oturdu.
Seçime üç ay kala, ana muhalefet partisinin en tepesinden “ahlaki” bir depreme tutulması, hiç kuşkusuz, ülkenin en önemli gelişmesi olmak durumundadır ve gündemin en tepesine oturmasında şaşılacak bir şey yoktur.
Aslına bakarsanız, CHP’ye karşı bir “komplo” kurulduğu iddiasının ortaya çıkmasında da şaşılacak bir şey yoktur. Şunun şurasında, Türk siyasi hayatının en eski ve en muhkem figürlerinden biri olan CHP Genel Başkanı Deniz Baykal, bir “komplo” sonucunda yıkılmamış mıdır?
Onca, olağan ve sayıları olağandan daha fazla olan olağanüstü kurultayların yıkamayacağı Deniz Baykal’ı bir “kaset komplosu” götürmemiş midir?
Peki, Deniz Baykal’ı götüren “komplo”nun açığa çıkartılması için CHP’nin yeni yönetimi ne yapmıştır? Genel Başkanı’nı bir “komplo” ile yitiren CHP’nin yeni yönetiminin en azından “ahlaki” ölçüleri kendi varoluş gerekçeleri yapmaları gerekirken, tam tersi bir güzergahta yol aldıklarını son gelişmeler göstermektedir.
İşin aslını kaçırmayın
Kim doğru söylüyor? Deniz Baykal mı, İklim Bayraktar mı, Kemal Kılıçdaroğlu mu, Gürsel Tekin mi?
İşin aslını kaçırmazsanız, bütün bunlar “ikincil” önemdedir.
CHP Genel Başkanı –bir önceki de dahil-, Genel Başkan Yardımcısı, Odatv ile, bugün tutuklu bulunan Odatv sahibi ve mensuplarıyla ilgili ilişkide miydiler, değil miydiler?
Odatv’ye ilişkin olarak bugünlerde ortaya saçılan (ve daha da saçılacak olan) maddi deliller, o çevrenin bir basın faaliyeti ile ilgili olmadığına, Ergenekon adı verilen şebekeyle ilintili bir “psikolojik harekat birimi” olduğuna yeterince işaret ediyor.
Bu ülkede kırk yıllık siyasi tecrübesi olan, nice askeri darbe ve müdahale deneyiminden geçmiş, en önemlisi bir “demokratik duruş” edinebilmiş ve daha da önemlisi psikolojik harekata hedef olmuş kim varsa ve bir nebze sezgi sahibiyse, Odatv’nin ne olup olmadığını anlayabilirdi.
Savcı Zekeriya Öz, bizlerin sezgilerinin “maddi delilleri”ni elde etti.
Uyanın ve gözyaşlarınızı silin
Ergenekon-Odatv bağlantısı ile ilgili hiçbir gelişme, bizi şaşırtmıyor.
Maalesef, CHP ile ilgili gelişmeler de şaşırtmaz oldu artık. Sebebine gelince, CHP’nin Ergenekon karşısındaki tavrıdır.
Bir genel başkan düşünün ki, kendisini (ve dolayısıyla partisini) “Ergenekon’un avukatı” ilan etmiş olsun; onun yerini alan bir başka genel başkan düşünün ki, Odatv’nin tutuklanan sahibini göklere çıkartsın –bunu sipariş üzerine yaptığını ortaya çıkan belgelerden öğrendik- ve “Ergenekon üyesi” olmak istediğini ilan etsin ve sonra hep birlikte “komplo”dan şikayet etsinler.
Ergenekon’a böyle bulaşırsanız, “komploculuk” ile “genetik bağlar” oluşturmuş ya da kendinizi “komploya açık” hale getirmişsiniz demektir.
Kendi düşen ağlamaz.
Sıra, Ergenekon soruşturmasındaki “büyük resmi” görmeyi unutup, ağlamaya başlayanların, kendilerine gelip gözyaşlarını silmelerinde...
Yazının Devamını Oku

Böyle bir Kürt’e böyle yapılır mı?

9 Mart 2011
“Ben Hakkari’nin Kürtçe adı Çele; dağ başından kaldığı halde evletin Çukurca adını uygun gördüğü kazasının, Kürtçe adı Guzereş, değiştirilmiş adıyla Cevizli köyünün bir mezrasında geldim dünyaya.

Derin bir vadinin içinde, dağlar arasında, yeşillikler içinde, ortasında süt beyazı bir ırmak akan, başını yukarı kaldırsan bir avuç gökyüzünün göründüğü çok güzel bir yerdi doğduğum yer... Hayat pür Kürtçe’ydi ve biz Allah’ın sadece Kürtçe bildiğini sanıyorduk!..

Biraz büyüyünce beni alıp bir yatılı bölge okuluna götürdüler. Okula girer girmez, Allah’ın bile bildiği Kürtçe’den pişman olduğunu düşünmeye başladım. Üç aylık bir dilsizlik döneminden sonra yepyeni bir dilim oldu. Meğerse Allah Kürtçe’den başka diller de biliyordu ve bildiği o dillerden biri olan Türkçe’yi bana bütün şefkatiyle neden kendisi öğretmedi diye çocuk aklımla isyan ettim önce ona..

Mecburi, bir savcılık iddianamesine verilen karşı savunmadan Kürtçe alfabeyi öğrendim ben de daha ilkokuldayken. Ortaokula başladığımda iki dili okuyup yazabiliyordum. Sonrasında da hep yasaklanmış dilime, inkar edilmiş kimliğime yanarak büyüdüm. Bu durumun böyle devam etmemesi için, ‘bölücü’, ‘Kürtçü’,
‘hain’ sıfatlarına katlanarak, bugüne kadar tutunmaya çalıştım hayata!”

Yazının Devamını Oku

“Kadın Katliamı’nı Önleme Günü”...

8 Mart 2011
Bugün 8 Mart. Dünya Kadınlar Günü. Türkiye, bugünü yüzü ak kutlayamıyor. Kısa bir süre önce Nuriye Akman Türkiye’deki durumu “afet boyutlarında” diye nitelemiş ve “kadın katliamı”ndan söz etmişti.

Başbakan Tayyip Erdoğan, dün Türk Metal Sendikası 16. Kadın Kurultayı’na katıldı ve kadına yönelik şiddetin azaldığını söyledi. “Artıyormuş gibi gösterilen şiddet aslında azalmaya başlayan vak’aların abartılmasından başka bir şey değildir” dedi.
8 Mart Dünya Kadınlar Günü’nde,  “Kadın Katliamı”nın Türkiye’sinde Başbakan’dan beklenen vurgu böyle olamazdı. Olmamalıydı.
Tabii ki, Tayyip Erdoğan, kadına yönelik şiddete ağır sözler yöneltti. İşte bu yöndeki ifadesi: “Buradan annelerimizi, evinde çocuğunu yetiştiren hanım kardeşlerimizi selamlıyorum. İstismarın, ucuz işgücünün mağduru yapılmak istenen, alçakça cinayetlere kurban giden kadınları selamlıyorum. Dünyanın her yanındaki ezilmiş kadınları selamlıyorum.”
Ve ekledi: “Bu yılın cinayetlerin tükenmesine, tecavüzlerin tükenmesine, barışa vesile olmasını temenni ediyorum... Kadına yönelik şiddet alçaklıktır... Hiç kimse kadına yönelik şiddeti adına töre, gelenek, namus davası diyerek meşrulaştıramaz.”
Son 8 yılda yapılanlarBaşbakan’ın “kadına şiddet” konusunda duyarsız olduğu da söylenemez. Nitekim, “8 yıldır işkenceye nasıl sıfır tolerans gösteriyorsak, aynı şekilde kadına yönelik şiddete sıfır tolerans gösteriyoruz. Kadına yönelik şiddetin her zaman üstü örtüldü. İlk kez bizim dönemimizde mesele ciddiyetle ele alındı... 1 Haziran 2005’te TCK’yı değiştirdik ve töre cinayetlerine müebbet hapis cezası getirdik. Referandumla kadına yönelik pozitif ayrımcılık getirdik. Anayasal teminat altına aldık. Evinde şiddete uğrayan kadınlara sahip çıkmak adına sosyal hizmet sağlayan evler inşa ettik” diye konuştu.
Bunlar doğru ve iyi şeyler. Ancak, yeterli oldukları kuşkulu. Yeterli olsaydı, Türkiye, bugün bir “Kadın Katliamı” ülkesi haline dönüşmezdi.
Sorun, Başbakan’ın birçok konuyu olduğu gibi, Türkiye’de kadına katliam boyutlarına varan “kadına şiddet” konusunu da, bir “hükümet performansı” ve “istatistik ölçüsü” olarak  da değerlendirmesinde.

Yazının Devamını Oku