Daha önce altını çizerek övdüğümüz, Ortadoğu’daki gelişmelere ilişkin “moral önderlik” konumu da bir nebze sarsılmışa benziyor. Çünkü, nereden baksanız, Libya’da kendi halkının kanını dökmekte sınır tanımamış, 42 yıllık bir rejime uluslararası meşruiyet altında “dur” dendiği bir sırada, Türkiye fotoğrafta yok.
Fotoğrafta yok, hatta Libya konusunda Arap müttefiklerinin kim olduğu belli değilken, Batılı müttefiklerine “pürüz” çıkartan, bir nevi “oyun bozan” görüntüsünde. Bu görüntüsünün, Türkiye’yi Kaddafi’nin gizli ya da “utangaç müttefiki” konumuna ittiği bile öne sürülebilir.
Başbakan Tayyip Erdoğan, Kaddafi güçlerinin üzerine BM Güvenlik Konseyi kararı çerçevesinde hareket eden üç Batılı müttefik ülkenin bombardımanı başladığında Cidde’de yaptığı konuşmada Kaddafi’den yana çıkmadı. “Olaylar başlayınca halkın sesine kulak vermelerini tavsiye ettik. Aynı ilkeli tavrı Libya konusunda da ortaya koyduk. Libya’da düşen her can bizim canımız dedik. Keşke, kimse müdahale etmeden Libya istikametini bulabilseydi. Keşke, Libya bu tür bedelleri ödemeden yolunu bulsaydı. Bundan sonrası için Libya’nın kendi iradesiyle geleceğini belirlemesini istiyoruz. Libya’nın bir an önce istikrara kavuşmasını ve askeri müdahalenin bir an önce sona ermesini istiyoruz.”
Tayyip Erdoğan’ın retoriği bazan “güç” üretiyor; Gazze bağlamında olduğu gibi, bazan “mükemmel bir zamanlama” ortaya koyuyor; Mısır’daki gelişmeler üzerine yaptığı ve Kahire’nin Tahrir Meydanı’nda anında izlettirilen konuşması gibi.
Cidde’de Libya üzerine yaptığı konuşma ise Türkiye’nin Libya’da birdenbire “devre dışı” kalmasını yansıtan bir “güçsüzlük retoriği”.
Hangi Libya? Kimin Libya’sı?
Keşkeler ile dış politika yapılmıyor. Libya’da Kaddafi güçlerine karşı girişilen askeri müdahale:
Şöyle yazdı Mehmet Barlas:
“Ben onu Anadolu ile Mezopotamya kültürlerinin izdüşümündeki eşsiz bir yorumcu olarak dinledim. ‘Fırat’ı da ‘Akdeniz Akşamları’nı da aynı coşku ile söylerken, nehrin de denizin de sularının sesini duyar gibi oldum.”
Ben de öyle.
Sabuha...
İlk karşılaşmamız, -yüzyüze değil- 1970’li yılların ikinci yarısında Fenerbahçeli futbolcu Cemil Turan’ın jübilesi münasebetiyle idi. Jübile maçı başlamadan önce bugünkü İnönü stadının zeminine İbrahim Tatlıses, metreler uzunluğundaki bir kordona bağlı mikrofonla çıktı. Koskoca sahayı tribünler arasında koşarak şarkı söyleyerek geçiyordu. “Sabuha” söylüyordu. Metreler boyu koştuktan sonra geldiği tribünün önüne diz çökerek, başını göğe kaldırarak “Sabuha”nın nakaratını haykırıyordu.
O ne ciğerdi öyle. O ne yorumdu. “Sabuha”yı başka hiç kimsenin tarih boyunca öyle söyleyemeyeceğini aklımdan geçirirken, onu haykıran adama insan üstü bir yaratıkmış gibi bakakaldığımı hatırlıyorum.
Çok geçmeden ünü sınırların ötesine yayıldı. 1980’li yıllarda Hacıdakis ile Theodorakis’in, Ksarhakos’un besteleriyle, Maria Farandouri’den Parios’a, Haris Aleksiyu’dan Yorgo Dallaras’a kadar büyük icracıların sesleriyle sallanan, Stelyos Kazancidis’den Çiçanis’e uzanan müzik ustalarıyla yetişmiş Atina’da da İbrahim Tatlıses rüzgarı esiyordu.
Atina bile İbrahim Tatlıses diyorsa, o, birşey demekti.
İstanbul Kongre Merkezi’nin koca binasının geniş salonları ve koridorlarında dünyanın çeşitli yerlerinden gelmiş, birçoğu tüm dünyada, birçoğu da kendi ülkelerinde ya da meslek alanlarında gayet iyi tanınan konuklara ve organizasyonun özelliklerine bakarak, insan, “Değişim Liderleri Zirvesi”nin “Türkiye’nin Davos’u” olduğuna pekala hükmedebilirdi.
İsviçre’nin karlar içindeki dağ köyünün İstanbul’da görkemli bir binanın içine sokup sıkıştırın, öyle bir şey.
Birkaç yıl önce, Polonya’nın en güneyinde bir dağ köyünde, Karpatlar’ın üzerinde, Slovakya sınırının dibinde bir dağ köyünde Vaclac Havel’den başlayan ünlüler geçidinin katıldığı bir uluslararası toplantıdaydım. Oraya da ‘Doğu ve Avrupa’nın Davos’u” deniyormuş.
Çok yönlü, çok konulu uluslararası toplantılarda Davos metaforunu kullanma ihtiyacı ilginç. İstanbul’daki “Değişim Liderleri Zirvesi”yle ilgili olanı ise biraz “Türk usulu.” Bu, 2009 Ocak ayında “one minute” ile söze girerek, İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres’e dönüp İsrail politikalarını baştan aşağı sıvadıktan sonra, “daha da Davos’a gelmem” cümlesiyle Davos’u terketmiş olan Başbakan Tayyip Erdoğan ile ilgili.
Tayyip Erdoğan “Davos’a gitmeyecekse, biz de Davos’u Türkiye’ye getiririz” gibi bir anlayışla düzenlendiği seziliyor, “Değişim Liderleri Zirvesi”nin. Tabii ki, Türkiye’nin uluslararası politikada artan görünürlüğü ve iddiasının bir yansıması da.
Batı ile insan hakları-demokrasi polemiği
İki günlük Zirve’nin ilk gününün en önemli konuşmacısı olan Başbakan Erdoğan, Davos’da İsrail’e verdiği ayarı, İstanbul’da Batı’ya demokrasi konusunda bugüne dek görülmemiş tarzdaki eleştirisine taşıdı.
İstanbul’da “Değişim Liderleri Zirvesi” adı altında, oldukça geniş çaplı bir katılımla uluslararası bir toplantının düzenlendiği bir dönemde, şöyle bir “Türkiye fotoğrafı”nın uluslararası alanda yansımasına ne dersiniz?
“Eski Amerikan büyükelçileri Türkiye’yi bir tür aydınlanmış demokrasi olarak göstermeye ne kadar çalışsalar da, ülke diktatörlüğe kayıyor. Geçen hafta, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Kahverengi gömleklileri bağımsız ve eleştirel gazetecilerin evlerine gece yarısı baskınları düzenlediler ve bazılarını gözaltına aldılar. Türkiye, şimdilerde, Sınır Tanımayan Gazeteciler’in basın özgürlüğü endeksinde 178 ülke arasında 138. durumda. Böylece, sıralamada Venezuela, Mısır ve Zimbabve’nin arkasına düşmüş oluyor. Başkan Obaka ve Dışişleri Bakanı Clinton Türkiye’den bir model olarak söz ettiklerinde, Türkiye’nin neyin modeli olduğu sorulabilir. Herhalde, bir demokrasiyi bir polis devletine dönüştürmenin modeli.”
Yazarın sözünü ettiği “Kahverengi gömlekliler”, Hitler’in “SS’leri’ için kullanılır. Bu durumda, Tayyip Erdoğan ile Hitler arasında bir paralellik kurulmuş oluyor. Başbakan Erdoğan için Amerikan basınında Putin benzetmelerine alışıkız ama Putin’likten Hitler’liğe geçişi yeni yeni başlıyor.
Yukarıdaki satırlar tanıdık bir imzaya ait: Michael Rubin. Ergenekon’un son dalga tutuklamaları üzerine “Neo-Con’lar”ın en muhafazakar yayın organı olarak bilinen Commentary dergisine yazdığı yazıdan.
Michael Rubin, Türkiye’ye ve bu hükümete uzun süredir zehir kusuyor. Bin dereden su getirip, El-Kaide ile Tayyip Erdoğan arasında parasal bağlantılar ortaya atmaya da çalışmıştı.
Bu tür sapık zihniyetli kişiler olabilir diyerek geçiştirilecek bir kişi değil Michael Rubin. Birkaç yıl öncesine kadar, askerler, onu Harp Akademileri’nde yapılan her önemli sempozyuma “Ortadoğu uzmanı” diye davet ederlerdi. Şu anda bazıları Ergenekon ya da Balyoz tutuklusu olan bazı yüksek rütbelilerle iyi tanışır.
Ergenekoncuların denizaşırı dostları
CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, kendisiyle görüşen Odatv’nin kadın muhabirinin, “teknik araç gereç” talebine “Biz veremeyiz. Sen yap bize getir” mealinde bir söz sarfetmiş midir? Talep, iddiaya göre, bir Ak Parti’liyi hedef alan “büyük balık’ yakalanmasıyla ilgilidir ve baştan aşağı bir “komplo diyalogu”dur söz konusu olan.
Kılıçdaroğlu’nun, “teknik destek” sağlamayı kabul etmemiş olması, buna karşılık Odatv muhabirinin kendi imkanlarıyla sağlayarak sunacağı sonuçları kabullenmesi, “komplo”ya en azından “dolaylı iştirak” değil midir?
CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, Odatv’nin kadın muhabirinin selefi Deniz Baykal ile iddiasından haberdar olmamış mıdır? Olduğunu kabul ediyor. Ama Deniz Baykal’ı bu görüşmeden haberdar etmiyor.
Niçin?
Kemal Kılıçdaroğlu’nun cevabı (Baykal’ı) “rahatsız etmek istemediği” için!
Böyle bir cevap kimi tatmin eder?
Baykal’ın kendisini tatmin etmemiş ki, Kılıçdaroğlu ve yardımcısı Gürsel Tekin’e bu nedenle kırgınlığını açıkça dile getirdi.
Derin bir vadinin içinde, dağlar arasında, yeşillikler içinde, ortasında süt beyazı bir ırmak akan, başını yukarı kaldırsan bir avuç gökyüzünün göründüğü çok güzel bir yerdi doğduğum yer... Hayat pür Kürtçe’ydi ve biz Allah’ın sadece Kürtçe bildiğini sanıyorduk!..
Biraz büyüyünce beni alıp bir yatılı bölge okuluna götürdüler. Okula girer girmez, Allah’ın bile bildiği Kürtçe’den pişman olduğunu düşünmeye başladım. Üç aylık bir dilsizlik döneminden sonra yepyeni bir dilim oldu. Meğerse Allah Kürtçe’den başka diller de biliyordu ve bildiği o dillerden biri olan Türkçe’yi bana bütün şefkatiyle neden kendisi öğretmedi diye çocuk aklımla isyan ettim önce ona..
Mecburi, bir savcılık iddianamesine verilen karşı savunmadan Kürtçe alfabeyi öğrendim ben de daha ilkokuldayken. Ortaokula başladığımda iki dili okuyup yazabiliyordum. Sonrasında da hep yasaklanmış dilime, inkar edilmiş kimliğime yanarak büyüdüm. Bu durumun böyle devam etmemesi için, ‘bölücü’, ‘Kürtçü’,
‘hain’ sıfatlarına katlanarak, bugüne kadar tutunmaya çalıştım hayata!”
Başbakan Tayyip Erdoğan, dün Türk Metal Sendikası 16. Kadın Kurultayı’na katıldı ve kadına yönelik şiddetin azaldığını söyledi. “Artıyormuş gibi gösterilen şiddet aslında azalmaya başlayan vak’aların abartılmasından başka bir şey değildir” dedi.
8 Mart Dünya Kadınlar Günü’nde, “Kadın Katliamı”nın Türkiye’sinde Başbakan’dan beklenen vurgu böyle olamazdı. Olmamalıydı.
Tabii ki, Tayyip Erdoğan, kadına yönelik şiddete ağır sözler yöneltti. İşte bu yöndeki ifadesi: “Buradan annelerimizi, evinde çocuğunu yetiştiren hanım kardeşlerimizi selamlıyorum. İstismarın, ucuz işgücünün mağduru yapılmak istenen, alçakça cinayetlere kurban giden kadınları selamlıyorum. Dünyanın her yanındaki ezilmiş kadınları selamlıyorum.”
Ve ekledi: “Bu yılın cinayetlerin tükenmesine, tecavüzlerin tükenmesine, barışa vesile olmasını temenni ediyorum... Kadına yönelik şiddet alçaklıktır... Hiç kimse kadına yönelik şiddeti adına töre, gelenek, namus davası diyerek meşrulaştıramaz.”
Son 8 yılda yapılanlarBaşbakan’ın “kadına şiddet” konusunda duyarsız olduğu da söylenemez. Nitekim, “8 yıldır işkenceye nasıl sıfır tolerans gösteriyorsak, aynı şekilde kadına yönelik şiddete sıfır tolerans gösteriyoruz. Kadına yönelik şiddetin her zaman üstü örtüldü. İlk kez bizim dönemimizde mesele ciddiyetle ele alındı... 1 Haziran 2005’te TCK’yı değiştirdik ve töre cinayetlerine müebbet hapis cezası getirdik. Referandumla kadına yönelik pozitif ayrımcılık getirdik. Anayasal teminat altına aldık. Evinde şiddete uğrayan kadınlara sahip çıkmak adına sosyal hizmet sağlayan evler inşa ettik” diye konuştu.
Bunlar doğru ve iyi şeyler. Ancak, yeterli oldukları kuşkulu. Yeterli olsaydı, Türkiye, bugün bir “Kadın Katliamı” ülkesi haline dönüşmezdi.
Sorun, Başbakan’ın birçok konuyu olduğu gibi, Türkiye’de kadına katliam boyutlarına varan “kadına şiddet” konusunu da, bir “hükümet performansı” ve “istatistik ölçüsü” olarak da değerlendirmesinde.