8 Şubat 2011
Bu hafta sonu Cumhurbaşkanı Abdullah Gül İran’a gidiyor. Önümüzdeki haftanın ilk üç günü İran’da olacak. Gül, gerek Cumhurbaşkanı ve özellikle Dışişleri Bakanı olarak defalarca İran’a gitti. Bu bakımdan, İran ziyaretinin dikkate değer bir yanı yok gibi görülebilir.
Ama öyle değil. Bu ziyaret iki nedenden ötürü dikkate değer:
1. Bu, daha öncekiler gibi sadece başkenti, yani Tahran’ı kapsayan bir ziyaret olmayacak. Fars kimliğinin merkezi Isfahan’ı ve Azerbaycan’ın merkezi Tebriz’i de kapsayacak olması bakımından bir ilk.
2. Ayrıca, zamanlaması bakımından dikkate değer. Mısır’da Ortadoğu’da tarih yazan gelişmelere denk geliyor. Mısır’daki gelişmelerin, 1979 İran İslam Devrimi’ne benzer yanları ve Müslüman Kardeşler’in iktidara yürüyüşünün başladığına ilişkin yaygın tartışmalar yapıldığı bir sırada, Ortadoğu’da iki farklı “model”den birinin Cumhurbaşkanı’nın diğer “model”e yapacağı ziyaret, ziyarete kendiliğinden bir değer katıyor.
Ortadoğu dengesi her vakit üç ülke üzerine dayandırılmıştır: Türkiye, İran ve Mısır. Her üç ülke, birbirlerine yakın büyük nüfusları, büyük yüzölçümleri ve uygarlık üretmiş olan derin tarihi geçmişleriyle, “Ortadoğu jeopolitiği”nin üç “güç merkezi” olagelmişlerdir.
Ne var ki, 20. Yüzyıl’ın ikinci yarısında üçü aynı dalga boyunda olmamışlardır. Bu olgu “Batı”nın “Şark” üzerinde nüfuzunun da göstergesi olmuş, adeta üçünün aynı dalga boyunda olmaması dizayn edilmiştir.
1950’lerden itibaren, Türkiye ve Şah’ın İran’ı Batılı güvenlik sistemleri içinde yer alırken, Mısır, Nasır’ın dalgalandırdığı bayrak ile Üçüncü Dünya’nın ve Bağlantısızlar Hareketi’nin liderliğini üstlenmişti.
1970’lerin sonlarında Mısır, Nasır’ın yerini alan Enver Sedat’ın Mısır’ı Amerikan yörüngesine yerleştirdiği sırada (1979), İran, İslam Devrimi ile “anti-Batı” bir güç merkezi haline dönüşmüştür.
Yazının Devamını Oku 5 Şubat 2011
O odada hiçbir şey değişmemiş... Christiane Amanpour’un ABC televizyonu adına Heliopolis’teki Başkanlık Sarayı’nda Hüsnü Mübarek ile yaptığı 30 dakikalık görüşmenin görüntülerine takıldı gözüm ve 25 yıl geriye gitti. 1986 yılının Ocak ayının son haftasıydı. O odada bir yarım saat Hüsnü Mübarek ile görüşmüştüm. Oturduğumuz koltukların yeri bile aynı kalmış, ikide bir gözümün takıldığı eski Kahire’yi resmeden büyük yağlıboya tablo bile yerli yerinde duruyor.
Hüsnü Mübarek, “Görevde kalmaya meraklı değilim. Çok yoruldum zaten” diyor ve ekliyor “Ama çekilirsem Mısır’ın kaosa sürüklenmesinden korkuyorum”...
Böyle bir “vatanseverlik” ilk bakışta çarpıcı geliyor. Hüsnü Mübarek, kuşkusuz bir “vatan haini” değil. Ülkesinin topraklarını kurtarmak için İsrail ile çarpışmış, Hava Kuvvetleri Komutanı sıfatıyla bir askeri başarı elde ettikleri 1973 Savaşı’na katılmış birisi o. 1982’de Mısır’a ilk ayak bastığımda, Başkan sıfatını üstleneli birkaç ay olmuştu ve onun için en çok kullanılan sıfat “İbn-ül Beled” idi. ‘Ülkenin evladı”, bizdeki “Anadolu çocuğu” gibi bir şey...
Diktatör, gerçeklerden kopunca...
Ancak, halkın iradesiyle iktidar değişikliğine alışık olmayan, “Firavun yönetimi” dokularına işlemiş bir ülkede, 30 yıl iktidarda kalırsanız ve iktidarınızı “polis devleti”ne dayarsanız, gerçeklerden öyle bir koparsınız ki, Heliopolis’teki sarayınızdaki makam odasının dekorunu değiştirmeye gerek görmezken, dışarısının nasıl değiştiğini de göremez hale gelirsiniz.
Hüsnü Mübarek, Christiane Amanpour’a, ülkesinin “kaosa düşmesinden çekindiği için çekilmek istemediğini” söylerken, dünyadaki yüzmilyonlarca insan, Kahire’nin merkezindeki Tahrir Meydanı’nda Mübarek’in bir an önce çekip gitmesini isteyen, devinim halindeki yüzbinlerce insanın görüntülerini izliyordu.
Sadece Kahire’de mi? El Cezire’nin Arapça yayınını izlerken, Mısır’ın her köşesinden haber alıyorum; İskenderiye ayakta, Süveyş kentinin neredeyse tümü sokakta, Nil Deltası’ndaki Zagazig keza öyle. Mısır’ın 29 vilayetinden 28’i, yani Mısır halkının tümüne yakını başkaldırmış.
Kahire koca bir kent. Boğaz’ın İstanbul’u bölmesi gibi, Nil’in böldüğü ve yüce nehrin iki ayrı bölüme ayırdığı muhteşem kentin her köşesinde insanlar hareket halinde.
Twitter’dan Mısırlıların gönderdiği kısa notları izliyorum bir yandan. Talat Harb Meydanı’nın “Baltacılar”dan yana “Mübarek yanlısı saldırganlar”dan temizlendiği haberi geliyor.
Talat Harb, Mısır’ın nabzının attığı, bitmez tükenmez siyaset ve edebiyat sohbetlerinin yapıldığı kafeleriyle ünlü, Kahire’nin Tahrir’e yakın bir bölümü.
Nil üzerindeki adaların, Zamalek’in, Roda’nın gece geç saatlere dek insan kaynıyan sokakları kimbilir ne halde? Nil’in iki ayrı yakasındaki Maadi ve Giza’da neler oluyor kimbilir? Dindar Müslümanlar ile yoksul Hristiyanların doldurduğu, “halk semtleri”, Şobra ve İmbaba neler yaşıyor?
Oralarda neler cereyan ettiğini tahmin etmek ve bilmek çok zor olmasa gerek. Mısır’da devlet yok. Çökmüş durumda besbelli. Mübarek’e Dışişleri Bakanlığı yapmış, Arap Birliği Genel Sekreteri Amr Musa’nın bile kendisini Tahrir Meydanı’ndaki kalabalıkların içine atmasından bile anlayabiliyoruz, gelinen noktayı.
Hüsnü Mübarek’in çok korktuğu Mısır’ın “kaos içine düşmesi” kendisinin Heliopolis’teki sarayında oturmaya devam ettiği her an gerçekleşiyor. O, bunu 25 yıldır dekorunu bile değiştirmediği çalışma odasından göremiyor ama bizler, bütün dünya an be an görüyoruz.
Amerika, Mübarek sonrasını tasarlıyor
Washington da görüyor kuşkusuz. “İsrail’in güvenliği” temel sütunu üzerine kurdukları ve o nedenle adeta çarnaçar desteklemek zorunda kaldıkları Arap diktatörlük rejimleri aracılığıyla ayakta tutmaya çalıştıkları “güvenlik sistemi”nin Mısır’da çöktüğünü görüyor Amerikalılar.
O nedenle, “Ortadoğu yangını”ndan kurtardıklarını kurtarabilme peşindeler ve tam da bu nedenle Hüsnü Mübarek’in iktidarını bir saniye daha devam ettirmesine tahammülleri yok.
Peki, ne yapıyorlar?
Mısır’ın ayakta kalan tek kurumu olan ve 32 yıldır yılda 1,5 milyar dolarlık askeri yardımla besledikleri Mısır ordusunun üst yönetimi aracılığıyla “Mübarek sonrası”nın “geçici” ve “geçiş yönetimi”ni oluşturmaya çalışıyorlar.
Mısır ordusu, herşeye rağmen Mısır halkının reddetmediği bir kurum. Bunun nedeni, İsrail’e karşı savaşmış olması. 1948’de, 1956’da, 1967’de, 1973’te. “Meşruiyeti”ni hala yitirmemiş olmasının bir nedeni de, kendi halkına karşı hiç silah çekmemiş olması.
ABD ile Mısır halkı arasındaki tek “kesişme noktası” yine de Mısır ordusu. ABD, bir haftalık Başkan Yardımcısı, askeri istihbarat şefi Korgeneral Ömer Süleyman, Savunma Bakanı Tantavi –ki, dün Tahrir Meydanı’nda göstericiler ile temas etti- ve Genelkurmay Başkanı Korgeneral İnam aracılığıyla.
Ömer Süleyman, Müslüman Kardeşler de dahil olmak üzere, “muhalefet” ile görüşmeyi önceki gün kabul etti. Washington, Müslüman Kardeşler’in de “siyasi sürece katılacağı” bir yeni bir anayasa ve seçimlere gidecek “geçiş dönemi”ni sindirmeyi kabulleniyor.
Hiçbirşey eskisi gibi olmayacak
Bu satırların yazıldığı sırada, dün akşam üzeri “manzara-yı umumiye” böyleydi. Yayımlandığı sırada, Cumartesi sabahı nasıl olacak bilemiyorum. Hüsnü Mübarek yerinde kalacak mı?
Ne olursa olsun, Hüsnü Mübarek dönemi tarihi olarak bitmiştir. Onunla birlikte, Ortadoğu’da çok şey değişecek. Bunu şimdiden biliyoruz.
Mısır halkı günlerdir tarih yazıyor. Ama, dün, Mısır halkının büyük harflerle tarih yazdığı gün oldu. Mısır, dün, bir kez daha tarih yazdı.
“Mısır dersleri” doğru okunursa, önümüzdeki dünyada, özellikle İsrail için hayat bugüne dek olduğundan çok daha zor olacak.
Türkiye ise, bu bölgesel altüst oluştan, -Mısır dersleri doğru okunduğu takdirde- daha güçlü çıkacak...
Yazının Devamını Oku 4 Şubat 2011
Mısır’ın , tarihteki yeri, coğrafyadaki konumu, kültür derinliği, halkının sayısı ve özellikleriyle, büyük bir değişimin motoru olması halinde bütün bölgeyi sarsacağı, sallayacağı ve değiştireceği bir veridir.
Mısır’ın, 30 yıl boyunca Hüsnü Mübarek rejiminin üzerine serptiği “ölü toprağı”nı silkelemesi ve Mısır halkının ayağa kalkması halinde, bütün bölgede tarihin tekerleğinin farklı dönmeye başlayacağı belliydi.
Olan da odur.
Tunus kıvılcımı çaktı, Mısır infilak etti.
Mısır’ın infilakıyla birlikte, Mısır halkının yaydığı dip dalgayla birlikte bütün bölge yerinden oynadı. Yemen hareketlendi. Ürdün kımıldadı. Suriye bile sessiz sakin oturamıyor.
Muazzam bir halk hareketiyle karşı karşıyayız. Başarıya ulaşması halinde, varacağı yer, benzeyeceği ülke İran değil, Türkiye.
Ve Türkiye, Başbakanı’nın çok net sözleri ve uygun zamanlamasıyla tavrını ortaya koydu ve hiç değilse, bölgede “moral üstünlüğü” eline geçirmiş oldu.
Peki, dün Ankara’daki görüntüler neyin nesi? Sendikaların bir yasa tasarısını protesto etmesine karşı, güvenlik güçlerinin gösterdiği tepki ne öyle? Biber gazı, tazyikli su, kaldırımlardan sökülen taşlar...
Bilmeyen biri Kahire’nin Tahrir Meydanı ile Ankara’nın Kızılay’ını birbirine karıştırabilir. Garip bir ironi, Ankara’daki çatışmalar Kurtuluş Parkı’nda başladı. Malum, “Kurtuluş”un Arapçası “Tahrir”.
Yazının Devamını Oku 2 Şubat 2011
Önceki gece yazısından başlayarak dünü zor ettim. Çünkü, dün sabah, hem Başbakan Tayyip Erdoğan’ın Mısır konusunda konuşacağından ve “Mısır halkından yana çıkacak” bir konuşma yapacağından haberim vardı; hem de Kahire’de Tahrir Meydanı’ndaki “Milyonların Yürüyüşü”nü heyecanla bekliyordum. Mısır’ın dünü, “Ortadoğu’nun yarını” için büyük virajın dönüldüğü gün olacaktı. Öncelikle, Tayyip Erdoğan’a tebrikler. Yaptığı konuşma, Tahrir Meydanı’nda birikmeye başlayan Mısırlı yüzbinler arasında hemen yankılandı ve Mısır halkına çok değerli bir destek oldu. Mısır’ın geleceğinin biçimlenmesinde, “Ortadoğu’nun ve Mısır’ın en popüler siyasi lideri” parmak izini bırakmış oldu.
Günlerdir Türkiye’nin büyük halk hareketi karşısındaki suskunluğuna ve tavırsızlığına dikkati çekiyor ve eleştiriyorduk. Başbakan, dünkü açıklamasını yapmakta birkaç saat daha gecikse, herşey için çok geç olacaktı. Yaptığı bir “son dakika” açıklaması oldu, etkisini Tahrir Meydanı’na düşürecek kadar usta bir zamanlamayı ifade etti.
Mübarek’e “Bırak git” çağrısı
Elbette ki, “Türkiye’nin tavrı” diye algılanacak olan Başbakan’ın konuşmasının asıl değerli yanı, Ak Parti Grubu’nda yaptığı konuşmasının içeriği.
“Bu grup tüm dünyada mazlumların yanında olan bir grup olarak adını tarihe yazdırmıştır. Halkın demokratik taleplerine hiçbir iktidar duyarsız kalamaz. Tarihte baskıyla sindirmeyle ayakta kalan hiçbir yönetim yoktur. Halka gözünü kapatan yönetimler bilesiniz uzun ömürlü olamazlar. Mazlumun ahı aheste de olsa çıkmıştır. Halkın çağrısı karşılıksız kalmaz. Halka rağmen hiçbir iktidar ayakta kalamaz. İnsanı yaşat ki devlet yaşasın anlayışına dayanırız.
Buradan Mısır Devlet Başkanı sayın Hüsnü Mübarek’e içten bir uyarıda bulunmak istiyoruz. Bizler insanız. Bizler faniyiz. Kalıcı değiliz. Her birimiz ölecek ve geride bıraktıklarımızdan dolayı sorgulanacağız.. Bizler halk için varız. Onun için diyorum ki, yarın öldüğümüzde, hoca efendi gelip şunu söylemeyecek, Cumhurbaşkanı niyetine demeyecek, Başbakan niyetine demeyecek, bakan niyetine demeyecek... Seninle beraber gelen kefen olacak. Öyleyse o kefenin kadrini kıymetini bilelim... Onun için halkın haykırışına kulak verin... Halktan gelen değişim arzusunu hiç tereddüt etmeden karşılayın. Halkı tatmin edecek adımlar atın. Mısır’ın iyiliği için önce siz adım atın...
Ortadoğu toplumlarının daha aydınlık, daha özgürlükçü bir geleceğe adım atacaklarına inanıyorum...”
O kadar açık ki. Mübarek’e “İn aşağı ve git artık”, Mısır halkına “Sizinle beraberiz” mesajını Türkiye adına açıkça ilan etti.
Türkiye’nin Mısır’da tarih yazan büyük gelişmeler karşısındaki “siyasi namusu” dünden itibaren kurtulmuştur!
Halk, orduyu Mübarek’ten ayırdı
Bu satırları yazarken, gözümüz Kahire’de Kurtuluş Meydanı’nda, yani Arapça, gerçek ismiyle Tahrir’de. İki milyon kişinin toplandığı bildiriliyor. “Milyon çağrısı” şimdiden ikiyi katlanmış durumda.
Önceki gece, Mısır ordusunun Tahrir’de toplanacak halka silah kullanmayacağını açıklamasıyla birlikte, Mübarek ile halk arasında titrek duran ibrenin halka doğru döndüğü anlaşılmıştı.
Ordu açıklamasından hemen sonra, Mübarek tarafından 30 yıl sonra ilk kez “Başkan Yardımcılığı”na getirilen eski askeri istihbarat başkanı Ömer Süleyman, televizyona çıkarak “muhalefet liderleri”ne yasa ve anayasa değişikliklerini görüşme önerisinde bulundu.
“Polis devleti”nin Hüsnü Mübarek’in ardından en büyük sorumlusunun, öyle bir “demokratik esneklik” sergilemesi ilginç tabii ama ne kadar inandırıcı?
Şu sıra, “inandırıcı” olmasının fazla önemi yok. Neye işaret ettiğinin anlaşılması daha önemli. O da:
1. Ordu, Mübarek’in gidişinin yollarını döşemeye başlamıştır.
2. Mübarek, gittiği vakit, yerini Başkan Yardımcısı Ömer Süleyman alacaktır. Rejimin yıkılışının “kaotik” biçimde olmasına önleyebilmek için “geçiş dönemine geçiş dönemi” gerekli görünüyor ve Ömer Süleyman’ın işlevi o olacak. “Geçiş dönemi”ne “geçiş dönemi”ne nezaret etmesi tasarlanıyor.
Mısır gibi derin bir uygarlığa dayalı, yüzölçümüyle, nüfusuyla büyük, jeopolitik yeriyle eşsiz bir ülkede çok geniş bir bölgede tarihin yönünü etkileyecek “değişim” ancak çok büyük bir halk hareketiyle, çok büyük bir halk ayaklanmasıyla sağlanabilirdi. Olan, o oldu.
Ordu’yu da etkileyen halk hareketinin gücü ve yaygınlığı oldu. Mısır’da orduyla barışık bir “geçiş dönemi” olmaz ise, gelinen nokta rejimin ayakta kalabilmesi için çok büyük çaplı “katliam” demek.
Mısır hiçbir zaman askeri diktatörlük olmadı
Ne Mısır ordusu öyle, ne de –diktatör olmasına rağmen- Hüsnü Mübarek öyle biri. Mübarek, bir otokrat idi ama Saddam tipi bir zalim hiç olmadı. Mısır ordusu, evet, 1952’den beri rejimin temel dayanağıdır ama Mısır, hiçbir zaman bir “askeri diktatörlük” olmamıştır.
Monarşiyi sona erdiren 1952 askeri darbesi, Filistin topraklarının kaybedilmesi ve İsrail’in kurulmasının travmasını yaşayan Arap milliyetçi subayların eseriydi. Mısır ordusu, 1952-1967 arasında “Filistin’i kurtarması” beklenen güç idi, 1967-1973 arasında ise İsrail işgali altına giren Mısır topraklarının (Sina Yarımadası) geri alınması için kendisine umut bağlanan memleket çocuklarını ifade ediyordu.
Nitekim, 1973’te İsrail’e karşı yıldırım savaşıyla kendisinden bekleneni kısmen yerine getirdi. Anlatmak istediğimiz şu, Mısır ordusu, hiçbir zaman silahlarını kendi halkına çevirmemiştir. Meşruiyetini, o silahların İsrail’e çevrili durmasından almıştır.
Dolayısıyla, Türkiye iç siyasetinden yola çıkıp analoji yaparak, Ortadoğu’yu da, Mısır’ı da anlamak mümkün değildir. Bölgeyi, tarihi ve herbir ülkesini, toplumunun özellikleriyla tanımadan, “cehaletin cesareti”yle doğru anlatmak da mümkün değildir.
Mısır’da yarının tarihi, Mısır halkının büyük katkısıyla yazılmaya başlandı.
Türkiye, Tayyip Erdoğan üzerinden dünden itibaren bu “yazım süreci”nde alması gereken şekilde, yerini aldı.
Tebrikler, öncelikle Mısır halkına ve de Türkiye’nin Başbakanı’na...
Yazının Devamını Oku 1 Şubat 2011
Muhammed el-Baradei –ki, Amerikalıların Hüsnü Mübarek’in düşmesi halinde yerini alması için en ziyadesiyle kabul edeceği Mısın’ın “geçiş dönemi yöneticisi”- Pazar günü “Mısır Halk Devrimi”nin merkezi, Kahire’nin Tahrir (Kurtuluş) Meydanı’nda ABD’ye açık bir eleştiri yöneltti. Mısır’ın uluslararası alanda en fazla tanınan ismi, 2005 Nobel Barış Ödülü sahibi ve Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’nın (İngilizcesi ile IAEA) eski başkanı, “Mübarek’e gitme zamanı geldi diyen en son kişi olmaması, Başkan Obama için iyi olur” dedi.
Amerika, Mısır’daki gelişmeler karşısında apaçık bir “açmaz”da. Aşağı tükürse sakal, yukarı tükürse bıyık halinde. İsrail’in tüm keyfi kaçmış halde. Bu iki ülke, “Mısır’da statüko”yu tercih ederlerdi. Artık “eski statüko” mümkün değil. Mısır halkı, “Rubikon”u geçti..
Ne var ki, Muhammed el-Baradei’nin “ironik” göndermesi, Washington için olduğu kadar, ne yazık ki, Ankara için de geçerli.
Türkiye: “Düzen kurucu” mu, “Statükocu” mu?
2010’un son günlerinde Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu tarafından özellikle Ortadoğu’da yükselen profili nedeniyle “küresel ölçekte oyun kurucu ülke” olarak nitelen Türkiye, bu sözlerin ardından bir ay içinde herbiri Ortadoğu’da meydana gelen gelişmeler karşısında bırakın “düzen kurucu” olmayı, dış politikası itibarıyla “statükocu” tavrından ötürü ağzını açamayan, gelişmeler karşısında “dilini yutmuş” bir ülke görüntüsüne giriverdi.
Ortadoğu ve uluslararası statüko sarsılırken, “düzen kurucu” ülke tek bir şey yapamaz, olayların “sessiz” ve “etkisiz” izleyicisi olarak davranamaz. Türkiye’nin Mısır’daki olağanüstü halk hareketi karşısında düştüğü durum budur.
2011 Ocak ayı içinde, Lübnan’daki gelişmelerde arabulucuk için gayret gösteren Türkiye’nin arabuluculuk çabası sonuç vermedi ve Lübnan’da Saad Hariri hükümetini Türkiye ayakta tutamadan, kendisinin birinci derecede etkili olamadığı ve İran-Suriye ekseninin yön verdiği gelişmelere uygun bir hükümet kuruldu.
2010 Kasım’ında, Dışişleri Bakanı’nın, Irak’ta hükümet kurulması konusundaki “öncelikli tercihleri” de yerine gelmemişti.
Herşeye rağmen, gerek Irak ve gerekse Lübnan’daki gelişmeler, Türkiye’nin çıkarlarına ve bölgesel konumuna tümüyle aykırı yönde cereyan etmediler. Bu iki “cephe”de bir “başarı”dan söz edilemeyecekse, özellikle bir “başarısızlık” da söz konusu değil.
Türkiye’nin kabul edilemez “suskunluğu”...
Ancak, önce Tunus’ta, ardından şimdilerde ve özellikle Mısır’da cereyan eden gelişmelerdeki, “Türkiye tavırsızlığı” ve “suskunluğu”;
1. Dış politikanın kendi iddiasına dayalı “performansı”;
2. “Düzen kurucu” olma iddiasındaki bir ülkenin “ahlaki yükümlülüğü” konusunda sorgulanmaya muhtaç ve hatta hayal kırıklığına yol açacak sinyaller veriyor.
Tunus, bayrağı Türkiye bayrağından en fazla esinlenmiş ve 1880’e dek başkenti İstanbul olan bir ülke. O ülkede, Mısır’ı da tetikleyen büyük bir halk hareketi sonucunda Zeynel Abidin bin Ali adındaki amansız bir diktatör yıkılıyor, 22 yıldır yurtdışında yaşayan ve “ideolojik kimliği” itibarıyla Ak Parti’ye en yakın sayılabilecek Nahda Hareketi’nin lideri Raşid Gannuşi’nin ülkesine dönebileceği gelişmelerin önü açılıyor, Türkiye’den çıt yok.
Mısır, Ortadoğu’da tarihin yönünü değiştirecek önemde bir ülke ve Mısır halkı 7’den 70’e 30 yıllık bir diktatörlük rejimini alaşağı etmek için ayağa kalkmış durumda ve Türkiye’den “demokrasi” ve “Mısır halkına sempati” ifade eden doğru dürüst “resmi” bir ses yükselmiş değil.
Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun Saraybosna’dan Karadağ’a giderken, yanındaki gazetecilere söylediği “İstikrar adına kapalı toplumlar uzun yaşayamaz” doğru ve bir “akademisyen değerlendirmesi” olarak dikkat çekici ama Türkiye’nin “siyasi pozisyonu” olarak çok yetersiz ve “fısıltı” halinde.
Eğer, Türkiye, tüm bölgesi için ve Müslüman toplumlar nezdinde bir “demokrasi modeli” olarak algılanmasaydı ve “düzen kuruculuk” iddiası taşımasaydı, daha önce İran’da halkın ezilmesi ve Sudan’da Darfur’daki katliam gibi durumlarda söz konusu olan “suskunluk” ve “kayıtsızlık” hadi “Realpolitik” adına bir nebze su kaldırsa bile, Mısır’da gelinen nokta açısından şu anki tavrı “kabul edilebilir” değildir.
“Türkiye neden sessiz? Vicdanla dış siyaset yapmak isteyenler neredesiniz?” sorularının Kahire’de sorulduğu dünkü Radikal satırlarına yansımıştı.
Tarafsız kalınamayacak kritik günler
Tahrir Meydanı’nda dün 250 bin kişi vardı. Hüsnü Mübarek rejiminin yerini almak üzere giderek organize olmaya başlayan “muhalefet” bugün (Salı) için “Milyonların Yürüyüşü” çağrısını yaptı.
Polis kimi noktalarda yine mevzilenmeye başladı. Belirli bir açmazda olan orduya, “Perşembe’ye kadar safınızı belli edin” mühleti verildi.
Mısır’da gelişmeler öyle bir noktaya ilerliyor ki, ya diktatörlük de olsa, Mübarek rejimi, ayakta kalabilmek için bugüne dek hiç yapmadığı bir şeye başvuracak ve halka karşı “katliam”a girişecek; veya gidecek.
Mısır’ı (ve dolayısıyla Mübarek’i) “İsrail’in güvenliği merkezli” Ortadoğu politikasının “temel taşı” yapmış olan ABD bile, Mübarek’ten uzaklaşma eğilimleri gösterirken, “bölgedeki demokrasi modeli” Türkiye, iki arada bir derede kalma tavrını ne kadar sürdürebilecek.
Taraflardan biri “katliam”a başvurmakta başka ayakta kalma şansı giderek azalan diktatörlük rejimi, diğeri ise Mısır halkı.
Bu “seçim”de zorlananların, iç politikada da inandırıcılıklarının azalması tehlikesi var.
Yazının Devamını Oku 29 Ocak 2011
Mısır’daki 32 yıllık Hüsnü Mübarek diktatörlüğüne karşı, ülkenin birçok yerinde ayaklanma görüntüsü veren sarsıntı birçok şeyin birden göstergesi. Bunlardan biri ve en önemlisi, “Amerika’nın Ortadoğu’daki güç erozyonu”nun göstergesi olması.
Amerikalılar, Irak’ta aylar boyunca Celal Talabani’yi Cumhurbaşkanı, Nuri el-Maliki’yi de Başbakan yaptırmamak için perde arkasından didindiler, uğraştılar. Sonuçta, Irak’taki tarihin en uzun hükümet krizi, Talabani’nin Cumhurbaşkanlığı, Maliki’nin Başbakanlığı ile “geçici” bir çözüme ulaştı.
Amerikalılar, Lübnan’da Saad Hariri’yi arkaladılar ama İran’a bağlı ve Suriye desteğindeki Hizbullah’ın çıkarttığı hükümet krizini önleyemediler ve Hariri’yi Başbakanlık konumunda tutamadılar.
Şimdi, Amerikan Ortadoğu politikasının İsrail’e en büyük payandası durumunda, Amerikan desteğiyle varlığını sürdüren Hüsnü Mübarek rejimi çatırdıyor.
Amerikalıların, Hüsnü Mübarek’le ilişkileri her zaman pek muntazam olmadı. Örneğin, 8 yıllık Bush döneminin “Arap dünyasında demokrasi” bastırması nedeniyle Mübarek’in Washington ile arası pek yoktu. Mısır diktatörü 5 yıldır Amerika’ya bir kez olsun ayak basmadı.
İşin ironik yanı, Demokrat Obama yönetimi döneminde, ilişkiler nisbeten düzeldi. Bunda en büyük etkiyi Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’un Mübarek’i “dost” sayması ve desteğini onun arkasına koyması yaptı.
Amerika bu işin neresinde?
Son günlerde Mısır’ı sallayan, adeta “halk ayaklanması” niteliğindeki büyük kitle gösterileri, bir yandan Mübarek’in koltuğunu sallıyor, bir yandan da Amerika’nın Mısır’daki “prestiji”ni.
Yazının Devamını Oku 28 Ocak 2011
Geçen gün (salı) Strasbourg’da Abdullah Gül’ün Avrupa Konseyi’nde yaptığı konuşmadan az sonra koridorların birinde kendisiyle burun burun geldim. Yanında Avrupa Konseyi’nin Genel Sekreteri Norveçli siyaset adamı (Nobel Komitesi Başkanı, eski Başbakan ve Dışişleri Bakanı) Thornbjörn Jagland ile yürüyordu.
Jagland’ın solunda da Ahmet Davutoğlu.
Davutoğlu, beni görür görmez, “müjde” verircesine gülümseyerek haberi iletti: “Lübnan’da hükümet tamam. Necip Mikati, Başbakan oldu!”
En sağda ben, solumda Gül, onun solunda Jagland, en solda Davutoğlu, bir yandan yürüyoruz, bir yandan Davutoğlu ile ben, hararetli bir Lübnan konuşmasına dalmış haldeyiz.
Davutoğlu’nun görür görmez, el sıkışmak için en sola elimi uzattığımdan Abdullah Gül ve Jagland’ı yatay kesmiş oldum, ardından kırdığım potu düzeltmek için Jagland’a da elimi uzattım.
Norveçli devlet adamı, hararetli sohbete dalmış olan bizleri süzünce, Ahmet Davutoğlu açıklama yapma ihtiyacı duydu, beni işaret ederek, sağolsun, “Ortadoğu uzmanıdır” diye bir tanımlamada bulundu. Abdullah Gül’ü o tanım kesmedi anlaşılan, “Sadece Ortadoğu değil, bir çok konuda” diyerek –o da sağolsun- tanımı biraz genişletti.
Jagland daha da hayret ifadeleriyle bizi süzerken, Davutoğlu’nu Necip Mikati ismini duyunca, alaylı bir vurguyla “Suriye’nin adamı” dedim, Davutoğlu da kinayeli biçimde, “Suriye askerleri, onun döneminde terketmişti Lübnan’ı” karşılığında bulundu, Necip Mikati ismine “kefil” olduğu izlenimini vererek. “Suriye askerlerinin Lübnan’ı terketmesiyle Necip Mikati’nin başbakanlığının hiçbir ilgisi bulunmadığını tabii ki biliyorsunuz” diyerek “hareket halindeki sohbetimizi” sürdürdüm.
Davutoğlu, Necip Mikati’nin 128 kişilik Lübnan Parlamentosu’nda 68 sandalyeyi garanti ettiğini, dolayısıyla arkasının sağlam olduğunu söyledi. Gülümseyerek, “Sizin ahbap sayesinde” diye de ekledi.
Yazının Devamını Oku 27 Ocak 2011
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün, kişisel kariyeri ve düşünsel evriminde büyük role sahip olduğunu söylediği ve “insan hakları okulu” diye nitelediği Strasbourg’daki Avrupa Konseyi’ne ziyaretinin en somut sonucu, Cumhurbaşkanı’nın “Hrant Dink cinayeti”nin peşine düşmeye karar vermesi oldu! Abdullah Gül, salı gecesi Strasbourg’un en iyi lokantası olarak bilinen Le Crocodile’de onuruna verilen akşam yemeğinin ardından, yaya olarak oteline döndü ve Türkiye’den beraberinde gelen gazetecileri oteldeki süitine “sohbet” için davet etti.
Önce not defterleri ve kayıt cihazlarının kapalı tutulması kaydıyla bir tam bir “iç dökme” ve “sohbet” olarak cereyan eden konuşmalar, Türkiye’nin can alıcı konuları üzerine dönüştü ve Cumhurbaşkanı’nın onayıyla not defterleri ve kayıt cihazları açıldı.
“Sohbet”, Muhsin Yazıcıoğlu’nun ölüm nedenini aydınlatmak üzere Gül’ün görevlendirdiği Devlet Denetleme Kurulu’nun olayı hayli “kuşkulu” olarak niteleyen son raporu üzerinde konuşulmakta iken, birden Hrant Dink cinayeti konusuna döndü. Cumhurbaşkanı’na kendisinin de çok öneme ve değer verdiği Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) Eylül ayında Türkiye aleyhinde Hrant Dink cinayeti davasına ilişkin “mahkumiyet kararı” hatırlatıldı ve “Devlet Denetleme Kurulu’nu çalıştırmayı düşünüp düşünmediği” soruldu.
AİHM kararının, “yürütmenin kusuru” nedeniyle verildiği, “idari olarak cinayetin aydınlatılması konusunda Türkiye’nin gerekenleri yapmadığını” belirlediği üzerinde duruldu.
Yani, konu “iş yargıda”nın ötesindeydi.
“Hazmedemiyorum, Mahcubiyet duyuyorum”...
Cumhurbaşkanı Gül, AİHM kararıyla “Türkiye’nin başı dik duramadığını” ifade etti ve Hrant Dink cinayetini “hazmedemediğini” söyleyerek, defalarca o konudan “mahcubiyet duyduğunu” üzerine basa basa vurguladı. Türkiye’ye dönünce, Devlet Denetleme Kurulu’nu Hrant Dink cinayeti için de çalıştırabileceğinin mesajını açık biçimde verdi.
Hrant Dink cinayeti üzerindeki konuşmalar, Cumhurbaşkanı ile yapılan sohbetlere aşina olanların dahi pek alışkın olmadığı bir açık sözlülükle yapıldı. Bir hafta önce, Hrant’ın ölüm yıldönümünde binlerce kişinin en duyarlı biçimde haykırdığı sloganın “Katil Devlet Hesap Verecek” şeklinde olduğu, Gül’ün “Devlet Başkanı” sıfatını taşıdığı, bu nedenle “devletin temizlenmesi” ve “temiz Türkiye’den birinci derecede sorumlu olduğu” dile getirildi.
DDK göreve
Cumhurbaşkanı Gül, bütün argümanları dikkatle dinleyerek, Hrant’ı, “Vatandaşımızı koruyamadık, büyük mahcubiyetim içindeyim. Bu durumu hazmedemem” sözleriyle duygularını tekrarladı ve Türkiye dönüşünde, Devlet Denetleme Kurulu’nu çalıştırmak dahil, konunun peşine düşeceğinin altını çizdi.
Abdullah Gül, Hrant Dink cinayetinin faillerinin çok kısa sürede yakalanmış olmasına bakarak, mahkeme sürecinin başlamasını da göz önünde tutarak, beklenti içine girdiğini belirtti; ancak 4 yıldır cinayetin aydınlanması sonucunda bir ilerleme sağlanamaması üzerine bir de AİHM’in Türkiye’yi mahkum eden kararının çıkmasından sonra kendisinin de harekete geçeceğini bildirdi.
Strasbourg sohbetinde Hrant Dink cinayetinin peşine düşeceğine dair kendisini yükümlülük altına sokan Cumhurbaşkanı Gül, bugüne dek kamuoyunca bilinmeyen Necip Hablemitoğlu cinayetinin arka planına ilişkin de ilginç bilgiler verdi.
Hablemitoğlu cinayetinin parmak izleri
Hablemitoğlu cinayetinin, kendisinin kısa Başbakanlık dönemine denk geldiğini, bunun üzerine bunun aydınlatılmasını kendisine “kişisel sorun edindiğini” ve “üzerine gittiğini” anlatan Cumhurbaşkanı, cinayetinin arka planını öğrendiğini ima etti. “Yani parmak izlerini buldunuz mu?” sorusunu teyid eder şekilde başını salladı.
Necip Hablemitoğlu’nun eşiyle defalarca başbaşa görüştüğünü, Hablemitoğlu’nun eşinin kimseyle paylaşmadığı bazı bilgileri kendisiyle paylaştığını ifade eden Gül, cinayetin nasıl, neden ve kimler tarafından işlendiğini kendisinin “anladığını” söylemekle birlikte, soruşturmanın gerçek faillere ulaşamadığını, o yüzden somut sonuç vermemiş gibi göründüğünü de açıklamasına ekledi.
Yargı, Türkiye’nin en geri kurumu
AİHM’in bulunduğu Strasbourg’ta ve “İnsan Hakları Okulu” Avrupa Konseyi’nde konuşma yaptığı günün gecesinde Cumhurbaşkanı Gül, Türkiye’de yargının, ülkenin en geri kalan ve dünyaya kapalı kurumu olduğundan da yakındı. Türkiye’de her meslek grubunun ve devlet kurumlarının her birinin dış dünya ile temasa geçtiğini, bunun tek istisnasının yargı olduğunu söyleyen Abdullah Gül, AİHM’e Türk yargıç atamak için, diplomat yerine yargıç arandığını ama bulunamadığını ve sonuç olarak akademiyaya yönelindiğini anlattı.
Yargı reformu gereği üzerinde tekrar duran Cumhurbaşkanı, “merkeziyetçiliğin azaltılması” ve bir şekilde “ademi merkeziyetçiliğin” yeni anayasalı, yeni Türkiye’de uygulanma şansına ilişkin bir soruya da, Ahmet Necdet Sezer’in iptal ettiği “kamu reformu”nu överek karşılık verdi. O “kamu reformu projesi”nin tekrar canlandırılabileceğini söyledi. Türkiye için öngörülen kalkınma ajanslarına bile “üniter devlete aykırı” diye karşı çıkılmış olduğuna gönderme yaptı. Kalkınma ajanslarının bir süredir çok başarılı çalışmalar yapmakta olduğuna değindi.
Sonuç olarak, Abdullah Gül’ün “yeni ve özgürlükçü Anayasa” mesajı vererek başlattığı, “Strasbourg seferi”nin en verimli ve somut sonucu, seferin sonunda Cumhurbaşkanı’nın Hrant Dink cinayetinin aydınlatılması için en yüksek düzeyde harekete geçme kararlılığını açıklaması oldu.
Yazının Devamını Oku