Paylaş
Ortadoğu, halkların şiddetten kendini arındırarak, ayağa kalkıp gösterilerle, yepyeni ve internet çağının araçlarıyla rejimlerini salladıkları ve değiştirdikleri bir dönemde “şiddet kartı”nı, “Kürt sorunu”nun “yeni çözüm süreci”ni de içeren “Yeni Anayasa” hedefli seçimlere giderken öne çıkartmak “ankronik”tir.
Kağıt üzerinde ne kadar haklı gözüken gerekçeler ileri sürülürse sürülsün, bu böyledir.
Kürt siyasetinin yasal alanda faaliyet gösteren temsilcilerinin, bu arada DTK’nın eşbaşkanlarının daha KCK tarafından 28 Şubat’ta yapılan “eylemsizlik süreci”ni bitirme açıklamasından birkaç gün önce, “eylemsizlik sürecinin bitirilmemesini öneremeyeceği” açıklaması yapmış olması da çok büyük bir talihsizliktir.
Ne gerekçe ileri sürerlerse sürsünler, binbir dereden hangi suyu getirmeye kalkışırlarsa kalkışsınlar büyük hatadır.
PKK lideri Abdullah Öcalan, birkaç ay öncesinden başlayarak Mart ayı gelince, seçimlere kadar ilan edilmiş olan “eylemsizlik süreci” konusunda yeni bir değerlendirme yapacağını söyleyip duruyordu. Mart ayı gelmeden Şubat sonunda biri Diyarbakır’dan, ardından Kandil’den gelen böyle bir açıklamanın anlamı nedir?
Hele parlamentoda temsil edilen bir partinin eşbaşkannın, Selahattin Demirtaş’ın ‘Tayyip Erdoğan bizim Mübarek’imizdir, Kaddafi’mizdir” diye açıklama yapmasının, bugünkü Ortadoğu ve Türkiye’ye bakarak, inandırıcı bir yanı olabilir mi?
Seçim sathımailine girildiği şu günlerde, Ak Parti ile BDP’nin bölgede amansız bir rekabet sürdürecekleri düşünülecek olsa bile, “şiddet kartı”nın cepten çıkarılarak dolaşıma sokulmasının meşru bir yanı olamaz.
Ne derseniz deyin, olamaz.
Devlet aklı “devekuşu politikası” mı?
“Şahinlik”, karşılıklı olarak birbirini besleyen bir olgu. PKK, “Kürt isyanı”nın “silahlı gücü” olarak doğasında ve yapısal olarak zaten “şiddet unsuru”nu barındıran bir örgüt. Devlet de, “şiddet tekeli”ne zaten sahip olan bir yapı.
2011 Türkiye’sinde seçimlere üç ay kala, “şiddet” ile oynaşmak, her iki taraf açısından “kaybet-kaybet” oyununa girişmek demektir. Bu işten ne Kürtler, ne PKK’nin kendisi, ne devlet ve ne de bir bütün olarak Türkiye kazançlı çıkmaz. Herkes kaybeder.
Bu “kayıp’ta pay sahibi olanları da tarih hayırla yadetmez. Her iki tarafın aktörlerinin sorumlu ve “şiddet yolu”nu tıkayıcı bir biçimde rol almaları gerekir ve beklenir.
PKK tarafındaki “kötü örnekler”in replikasını, devlet-hükümet tarafında Cemil Çiçek’ten daha iyi temsil eden yok herhalde. Kendisine PKK’nın “eylemsizlik süreci”ni bitirme kararı hakkında ne düşündüğü sorulduğunda, sinirlenerek, basın toplantısının “PKK konusuyla berbat edildiği”ni söyledi ve şu cevabı verdi:
“... Devlet bugüne kadar ne yaptıysa bundan sonra da onu yapar. Kimseyle pazarlık edecek halimiz yok. Bu çok açık ve nettir. Bugüne kadar ülkenin imkan ve kabiliyetlerini, devlet gücünü kullanarak nereye kadar getirdiysek bundan sonra da aynı kararlılıkla götürürüz.”
Nereye getirdiniz?
Kürt sorununun çözümsüzlüğüne ve kangren olmasına getirdiniz. Bu kafayla gidecekseniz, bu daha fazla “kan”, daha fazla “can kaybı” ve sorunun içinden çıkılmaz hale gelmesi demektir.
İş mi bu?
Devam ediyor: “Zaten bu örgütlerin en önemli amacı kendilerinden devamlı bahsettirmektir. Siz soruyorsunuz, biz cevap veriyoruz. Adamların istediği oluyor. Keşke siz sormasanız, biz de bu cevapları vermesek. Onun için bu soruyu siz sormamış, ben de cevap vermemiş olayım.”
Olur. “Devekuşu politikası”na devam. Bu sorular sorulmadıkça, bu konular konuşulmadıkça sanki Hakkari’de, Şırnak’ta, Diyarbakır’da bunlar konuşulmuyor olacak, her şey sütliman, yerli yerine oturacak.
PKK gerekçeleri
Cemil Çiçek zihniyetinin tam karşısında yer alanlar ise “eylemsizlik süreci”nin bitirilmesi gerekçelerini şöyle sıralıyorlar:
1. Operasyonlar, mevsim koşulları nedeniyle azalarak olsa da, devam etti;
2. KCK davasında tek kişi serbest bırakılmadı, anadilde savunma hakkı engellendi;
3. Öcalan’ın şartlarında düzelme olmadı, onunla diyalog müzakere aşamasına yükseltilmedi;
4. Toplu mezarların ortaya çıkmasına rağmen, Adalet ve Hakikatları Araştırma Komisyonları kurulmadı;
5. Yüzde 10 seçim barajı düşürülmedi.
Yukarıda da belirttik; kağıt üzerinde doğruymuş gibi gözüken gerekçeler. Ama kağıt üzerinde.
Sıralanan bütün bu gerekçelere ilişkin olarak giderek artan sayıda insan mücadele ediyor. Söz konusu taleplerin “patent hakkı” sadece “Kürt siyasi hareketi”ne ait değil. Türkiye’nin tüm demokrat unsurları bu doğrultuda mücadele veriyorlar. Hakikat Komisyonu, CHP’nin bile gündemine girdi. Başbakan ise, buna kapıyı kapatmadı.
Yüzde 10 seçim barajının, bu seçimlerde kalkması hukuken mümkün değil zaten. Ama, bu, genel bir demokratik talep haline geldi.
Kürtler kendilerini diskalifiye ederse...
Vahim olan, söz konusu “5. Gerekçe”ye eklenen şu cümle: “Bu biçimde Kürt iradesinin tam olarak yansımadığı bir meclisin de yapacağı anayasanın dengesiz olacağı ve bu sorunu çözmeyeceği şimdiden görülmektedir.”
Bu anlayış, “Kürt siyasi hareketi”nin “Yeni Anayasa” çalışmasında kendi kendisini şimdiden “diskalifiye” etmesinden başka bir anlam taşımıyor.
Peki çare, silahlara mı sarılmaktır?
Böyle bir çağrıya “Türk demokratları”nın katılması mı bekleniyor? Savaş baltalarının sapını Türk demokratları mı tutacak?
Yoksa, Kürt haklarını savunan Türk demokratlarını da gözden çıkarttınız, onları umursamıyor musunuz?
Yol yakınken, “çıkmaz sokak”ta yürümekten vazgeçmekte yarar var.
Herkes için. Tüm taraflar için...
Paylaş