Cengiz Çandar

Ak Parti’nin Güneydoğu’da “siyasi ricatı”...

16 Nisan 2011
Bazı insanlar vardır, milletvekili sıfatı onlara bir şey katmaz. Onlar, milletvekili sıfatına anlam kazandırırlar. Öyle insanlardan biri, Haşim Haşimi’dir. Şiddet ortamının bölgeyi kasıp kavurduğu, oluk gibi kan aktığı bir dönemde, bu ortamında ta kalbinde yer alan Cizre’de 1989’dan 1995’e kadar Refah Partisi’nden seçilerek Belediye Başkanlığı yapmıştır. Öyle bir dönemde, muhafazakar ve Kürt kimliğini meczederek, bir toplumsal barış ve başarı öyküsüne imza atmıştır.
1995’ten itibaren 2002’ye kadar önce Refah Partisi, Refah Partisi’nin kapatılması üzerine Fazilet Partisi, Fazilet Partisi’nin de kapatılmasından sonra, kısa bir dönem ANAP Milletvekili olarak TBMM’de yer almıştır.
Haşim Haşimi, Türkiye ile Irak’ın kuzeyindeki Kürt yönetimi ile köprülerin kurulmasında da, gösterişsiz ama çok etkili bir rol oynamıştır. Barzani ailesi nezdinde büyük itibarı vardır, kendisine başta Mesut Barzani tarafından nasıl saygı gösterildiğini bizzat gözlerimle defalarca gördüm.
Haşim Haşimi, aile kökeninden ötürü –kendisi Seyyid’dir- bölgede son derece geniş bir seçmen tabanına sahip olduğu gibi, kendisiyle aynı siyasi hatta bulunmayan Kürt siyasi çevrelerinde de saygınlığa sahiptir.
Aday listeleri yayınlandığı vakit, en büyük şaşkınlığı Haşim Haşimi’nin adını Ak Parti Diyarbakır listesinde görmediği vakit yaşadım. Çok kişinin aynı şaşkınlığı yaşadığını biliyorum.
Kendi kendime, “Herhalde” dedim, “Başbakan, önümüzdeki dönemde Haşim Haşimi’ye çok özel bir misyon yükleyecek. Yüzlerce milletvekilinden biri olmaktan çok daha önemli bir misyon.”
Ak Parti, bölgeyi BDP’ye terketti görüntüsü
Bu bir tür “kendini aldatma” çabası mı, bilmiyorum. Önümüzdeki dönemde göreceğiz. Ancak, Haşim Haşimi eksikliğinin de ötesinde, Ak Parti’nin Güneydoğu ve Doğu illerindeki milletvekili adaylarına baktığım vakit, aklıma hemen gelen düşünce, “Ak Parti, bölgeyi BDP’ye terketti” oldu.
Bu düşünceden yola çıkarak, “Böyle bir Güneydoğu listesi tercihinde, Başbakan’ın seçim sonrası Kürt sorununa yaklaşım konusunda hiçbirimizin farkında olmadığı ince bir oyun planı olmalı” ihtimalini zihnimden geçirdim.
Bu da bir “kendini aldatma” mı, onu da bilmiyorum.
Ne var ki, “yandaş” diye nitelenen kimi kalemler, Ak Parti Güneydoğu listesini ne kadar “rasyonalize” etmeye ve “isimsizler” ya da bölgede esen rüzgarlara hayli “ters” isimlerden oluşan listeden keramet üretmeye çalışırlarsa çalışsınlar, şu haliyle Ak Parti bölge listesinin, partinin seçim başarısına katkı yapması pek mümkün görünmüyor.
Diyarbakır’ın çok tanınmış siyasi figürlerinden birine, geçen gün, “Diyarbakır listesinde Galip Ensarioğlu’nun altındaki isimlerden hiçbirini tanımıyorum” dediğimde, “Ben Diyarbakırlıyım. Diyarbakır’da yaşıyorum, ben de tanımıyorum” dedi.
Kürtleri kim temsil ediyor?
Başbakan, BDP’nin –bunu esas olarak PKK hattı diye de tercüme edebilirsiniz; PKK yasallaşsa ve seçimlere katılmasına imkan verilirse, ona oy vereceklerin BDP’ye oy verdiği bir sır değil- “Kürtleri temsil etmediği”ni vurgulamak amacıyla, “benim partimde 75 Kürt milletvekili var” demeyi alışkanlık edinmişti.
Bu konuda daha önce de defalarca yazdım; “Kürt olmak ile Kürt kökenli olmak aynı şey değil. Ak Parti’nin milletvekilleri ‘Kürt kökenli’, Kürt değil” diye. 2007-2011 arasında, sözü edilen “75 milletvekili”nden tek bir tanesinin, TBMM kürsüsünde “Kürt” sözcüğünü kullandığını, Kürt sorununu dile getirdiğini işiten var mı?
Bu 75 milletvekilinden sadece birkaçı, medyada arada bir Kürt sorunu çevresindeki tartışmalarda göründüler, onlara da “Açılım” başladığında “konuşma yasağı” konduğunu, onların da “yasağa” uyduğunu herkes biliyor.
Ak Parti’nin 2011 seçimleri listesinde onlar da yok. Çok muhtemeldir ki, 12 Haziran’dan sonra Başbakan, “Benim partimde 75 Kürt milletvekili var” da diyemeyecek.
BDP’lilerin tüm Kürtleri temsil etmediği, kuşkusuz, doğru. Bununla birlikte, yine birkaç kez yazdığım ve konuştuğum gibi, onların “Kürt sorununa taraf” olan Kürtleri temsil ettikleri tartışma götürmez. BDP’liler, Kürt sorununa taraf olan Kürtleri temsil etmekten başka hiçbir şeyi temsil etmedikleri, Türkiye’nin diğer gündem maddelerinde görünmedikleri, tümüyle “Türkiyelileşmedikleri” için eleştiri alıyorlar.
Kürtleri temsil etmediklerini söylemek, mantıklı olmaz.
Seçim barajı yüzde 10’un altına inse...
Üstelik, bu kez, dostları-düşmanları, çok akıllı ve iyi bir seçim listesi çıkardıkları konusunda hemfikirler. En muhafazakar tahminler bile, TBMM’deki temsil oranlarını, en yüzde 50 oranında arttıracakları üzerinde duruyor.
Seçim barajının yüzde 10’da kalması, “yönetimde istikrarı” sağlayarak, Türkiye’nin çok dilinin yanmasına, “yönetemeyen demokrasi” olmasına ve “askeri müdahalelere” yol açmasına yol açan koalisyon hükümetlerini engelliyor ama “temsilde adalet”i de aynı oranda etkiler hale geldi.
Yüzde 10 barajının inmesi halinde, BDP’nin çok daha büyük sayıda milletvekili ile TBMM’de temsil edileceğine kuşku yok. BDP –hatırlayalım, esas olarak, PKK hattı- TBMM’de ne kadar büyük ve bir anlamda gerçek gücü oranında temsil edilirse, o ölçüde “Kürt sorunu”nun şiddetten arındırılarak, siyasi çözümü kolaylaşacak ve partinin, kastedilen anlamda “Türkiyelileşmesi” de mümkün olacak.
Bugünkü durumda, Ak Parti’nin Güneydoğu’dan “siyasi ricatı” ve alanın BDP’ye bırakılması da, aynı sürecin taşlarının döşenmesine yardımcı olabilir.
Yani, Güneydoğu (ve Doğu’nun bir bölümdi) BDP’nin güçlü ve yasal bir siyasi aktör olarak çıkması, iyidir, hayırlıdır ve sorunun siyasi çözümü için yararlıdır.
Tayyip Erdoğan, bütün bunları düşünerek, gelecek için ince bir oyun mu kurmaktadır acaba?
Açık söyleyeyim, böyle olduğundan hiç emin değilim.
Ama, keşke öyle olsa...
Yazının Devamını Oku

Tayyip Erdoğan’ın Strasbourg konuşması üzerine...

15 Nisan 2011
Başbakan Tayyip Erdoğan’ın Strasbourg’ta Avrupa Konseyi Parlamenterler Assamblesi’nde Avrupalı parlamenterlere hitaben yaptığı konuşma, Avrupa’dan ziyade Türkiye’de yankılandı.

Konuşmayı, Tayyip Erdoğan’a “yandaş” ve “müttefik” sayılan çevreler birbirinden yüzseksen derece farklı yorumladılar. İlki, tartışmasız, çok beğendi ve konuşma söz konusu kesim nezdinde “ulusal gurur”un okşanması, Türkiye’nin dış dünyada “başı dik”, mükemmel bir örneği olarak selamlandı.

İkinci kesim ise, konuşmayı beğenmedi. Türkiye’nin “demokratik değerleri” paylaşması gereken Avrupa’ya meydan okuma ve dolayısıyla o “demokratik değerler”e sırt çevirme olarak değerlendirdi ve kıyasıya eleştirdi.

Galiba, “gerçek” ikisinin arasında bir yerde duruyor.

Tayyip Erdoğan’ın “özgüven” sahibi, uluslararası profili özellikle İslam dünyasında hayli yükselmiş bir siyasi lider olarak, Avrupa-Batı forumlarını, “ağlama duvarı” olmaktan çıkarttığı ve “başı dik” davrandığı doğru. Bunun, ülkemizdeki birçok insana iyi geldiği de kesin.

Yazının Devamını Oku

CHP’de nöbet değişikliği; Ak Parti’de devamlılık içinde yenilenme

13 Nisan 2011
12 Haziran genel seçimleriyle ilgili aday listeleri açıklandığında, iktidar partisi ile ana muhalefet partisi, yani Ak Parti ile CHP arasında çarpıcı bir ortak nokta çıktı. “Yenilenme”!

Her iki partinin milletvekillerinin yaklaşık üçte ikisi yenileniyor. Ama, yenilenen milletvekili aday listeleri; ideolojik-siyasi organizmalar olarak partilerin kendileri değil.
Örneğin, CHP, adeta bir “siyasi soykırım” yaptı ve ne kadar Baykalcı ya da “derin CHP” görüntüsündeki Önder Sav ve arkadaşlarından kim varsa, listelerinden temizledi; nitekim, Kemal Kılıçdaroğlu “Yeni CHP”yi göğsünü gere gere ilan eder hale geldi.
Deniz Baykal-Önder Sav yakın işbirliği döneminde, Türk siyaset sahnesinin en “anakronik” siyasi karargahını oluşturan ve ülkedeki her türlü barışçıl açılımın ve ilerlemenin önüne dikilen, ülkeyi kutuplaştırmakta baş rolü oynayan isimlerin, Kemal Kılıçdaroğlu’nun “kalemi ve silgisi”yle siyaset sahnesinden silinmesi, kuşkusuz, hem çok önemli ve hem de çok olumlu bir gelişme.
Ancak, onların “silinmesi”, CHP’nin “misyon itibarıyla” yenilenmesini ifade etmiyor. Askeri-bürokratik vesayet rejiminin kurumlarına kendisini rehin kılmış olan Deniz Baykal-Önder Sav karargahının CHP’si, esas olarak, yine aynı yapıya dayanıyor.
Yapılan, “nöbet değişikliği”. Bu “nöbet değişikliği”, Onur Öymen, Kemal Anadol, Canan Arıtman, Önder Sav, Mustafa Özyürek vs. cinsinden “Cumhuriyet Muhafızları”nın yerini Mehmet Haberal, Oktay Ekşi, Süheyl Batum, Emine Tarhan vs. gibi “Cumhuriyet Muhafızları”yla değiştiriyor. Bihlun Tamaylıgil, Nur Serter gibi isimler, “iki CHP” arasındaki köprüyü oluşturuyor, devamlılığı sağlıyor olmalılar.
CHP’nin askeri-bürokratik vesayet zihniyetinden sıyrıldığı ve söz konusu sistemin kurumlarına dayanmaktan vazgeçtiği söylenebilir mi?
Tersine, kadro kaynağı, bir önceki CHP’ye oranla daha da fazla bürokrasiye yaslanıyor gibi. Herhalde, Kemal Kılıçdaroğlu’nun geçmişi ve çevresinin bunda etkisi var.

Yazının Devamını Oku

Aday listelerini okuma kılavuzu

12 Nisan 2011
Bu seçim 2002 seçimi ve 2007 seçimi kadar “heyecanlı” bir seçim olmayacak. 2000’li yılların üçüncü seçimi “en heyecansız” seçim. Çünkü, iktidarın hangi partiye ait olacağının aşağı yukarı belli olduğu bir seçim olacak bu.

Şu ana kadar ki, kamuoyuna yansıtılmayan ama “kanaat önderleri” diye tanımlananların bildiği kamuoyu yoklamalarında iktidar partisi yani Ak Parti, yüzde 45-51 bandında gidip geliyor.

Bu seçimin heyecan uyandıran tek yanı, Ak Parti’nin oy oranının ne kadar olacağı, kaç milletvekili çıkartacağı. Aynı şekilde, Kemal Kılıçdaroğlu’nun liderliğinde ilk kez genel seçime girecek olan CHP’nin oy oranı ve milletvekili adedi de merak konusu. Yüzde 20-25 arası mı, yoksa yüzde 25-30 arası mı oy alacak?

Merak konusu bu.

Asıl büyük heyecan, MHP’nin baraj altında kalıp kalmayacağı. Tabii, BDP’nin bağımsız adaylarının gerek BDP’nin oy sayısını ve TBMM’deki temsil sayısını arttırıp arttırmayacakları da başka bir merak konusu.

Yazının Devamını Oku

Ortadoğu nereye; Türk dış politikası ne yöne? (2)

9 Nisan 2011
Hiç kuşkusuz önü alınamaz bir “değişim” ve “yenilenme”ye.

Bu, ya Mısır ve Tunus’ta görüldüğü gibi büyüyen kitle hareketleri sonucunda rejimin çekilmeye mecbur kalması şeklinde olacak; veya Libya’da yaşanmakta olduğu gibi “iç savaş” ile, Yemen’de olan haliyle ve bir ihtimal Suriye’de olacağı gibi giderek artan bir “istikrarsızlaşma”nın sonucunda olacak.

Ama olacak.

Her yerde farklı farklı olacak ama olacak. Oluyor da zaten.

İkinci Dünya Savaşı ardından gelen pan-Arap değişim dalgası, Filistin toprakları üzerinde Yahudi ulus-devleti İsrail’in kurulması ve yüzbinlerce Filistinli Arap’ı sürüp, yeni yetme Ara devletlerinin sözde ordularına yenmesinin travması üzerine gerçekleşmişti.

Pan-Arabizm bayrağını, 20 yıla yakın süre, en büyük Arap devletinin, devlet adını almayı en çok hak kazananı olan Mısır’ın karizmatik lideri Nasır dalgalandırmıştı.

O dönemde, Arap milliyetçiliği-sosyalizm bulamacı şeklinde ortaya çıkan ve askeri darbelerle iktidara gelenler, o gün bugündür iktidardalar ve “fosilleşti”ler. Kimisi Suriye’de olduğu gibi Baas Partisi formatında, kimisi Libya’da olduğu gibi Kaddafi iktidarı şeklinde veya Yemen’de Ali Abdullah Salih örneğindeki gibi.

İlk pan-Arap değişim dalgasından sonra gelen bu dalga, ilkinden yaklaşık 60 yıl sonra söz konusu oldu. Soğuk Savaş’ın bitim tarihine bakıldığında gecikmeli geldi bölgeye. Ama geldi.

“Özgürlük” ve “haysiyet” için başkaldırı

Yazının Devamını Oku

Ortadoğu nereye? Türk dış politikası ne yöne? (1)

8 Nisan 2011
Türkiye’nin hiperaktif bir Dışişleri Bakanı var. Ankara’daki bakanlık binasında geçirdiği saatler, yurt dışındaki hareket sürelerine oranla pek az.

Önceki gece yarısına doğru -48 saat önce Bahreyn ziyareti tasarlanırken söz konusu olmayan- Şam’dan Ankara’ya dönerken, aklını bir an önce Mısır’a gitmeye takmıştı. Şam’dan niçin Kahire’ye uçmadığına hayıflanıyordu.

Şam havaalanına bizi Türkiye’ye uğurlamaya gelen Büyükelçilik mensuplarına söylemiştim, “Siz bizim Ankara’ya döndüğümüzü sanıyorsunuz ama Ankara’ya ayak basmadan emin olmayın. Bakarsınız, bu gece Riyad ya da Kahire’ye gidebiliriz.”

Gerçekten de, Ahmet Davutoğlu,  Dışişleri yetkilileri önümüzdeki iki hafta içindeki görüşme gündeminin yazılı bulunduğu listeye bakıp, Kahire’ye gitmesinin pek mümkün olamayacağına görürken, başını kaldırıp uçağın seyir haritasına bir göz attı. Hani, uçak Ankara’ya yaklaşmamış olsa, bu Mısır konusu Şam’dan havalandıktan hemen sonra aklına düşse, uçağın rotası havada bile değişebilirdi.

Belki, bugün Kahire’ye gider, Çünkü sadece bugün öğledensonra Kahire’ye gidebilir gözüküyordu önüne konulan kağıtta.

Bu “hiperaktivite”si, bizi Bahreyn’den Şam’a uçacak iken, aniden gecenin bir vakti Katar’ın başkenti Doha’ya taşıdı. Sabaha karşı Doha’dan Şam’a uçmak için uçağa bindiğimizde, kendisine bir öneride bulundum, “Hazır, yola çıkmışken” dedim “bir de Bhutan’a uğrasak.” Gözlerini şaşkınla açıp “Ne var Bhutan’da” diye sorunca, “Stratejik Derinlik” kitabının yazarını canevinden vuracak gerekçemi söyledim: “Bhutan, Çin ile Hindistan arasında jeostratejik bakımdan çok önemli bir noktada. Stratejik ufukla bakılarak değerlendirilmesi gerekiyor. Hem nasılsa orada bir-iki sorun da vardır. Oraya gidip çözümüne yardımcı olmak gerek.”

Ahmet Davutoğlu’nun hiperaktifliği bu tür şakalara ilham veriyor.

Ortadoğu’da itibar kaybetme riski

Uçağın rotasını Bahreyn’den Şam yerine Doha’ya çevirdiğimizde, Bingazi’de Türkiye aleyhtarı gösteriler olduğunu, Türkiye’yi “Kaddafi yanlısı” olmakla suçlayan Libyalı göstericilerin, bayrağa karşı eyleme giriştiklerini biliyorduk.

Yazının Devamını Oku

Türkiye: Akdeniz-Körfez sahnesinin yakışıklı aktörü

6 Nisan 2011
Tipik bir Ahmet Davutoğlu turuna çıktığımız, daha Bahreyn’in başkenti Manama’ya hareket etmeden önce, Ankara Havaalanı’nda Dışişleri Bakanı’nı beklerken belli oldu.

Bir gece önce Davutoğlu’yla Manama’ya gideceğimizi, ardından rotayı Bosna-Hersek’e, Saraybosna’ya çevirdikten sonra Türkiye’ye döneceğimizi biliyorduk. Gece yarısı, turun Bosna ayağının iptal edildiğini öğrendik. İstikamet Bahreyn’di.

Gelgelelim, uçağa binmemize dakikalar kala, Bahreyn’den Suriye’ye, Şam’a geçeceğimizi öğrendik. TRT-Arapça’nın yöneticisi Sefer Turan ve Zaman’dan Abdülhamit Bilici ve benden oluşan üçlünün Manama-Şam seferine çıkmak üzereyken öğrendiğimizden, Suriye Devlet Başkanı Başşar Esad haberi olmamıştı!
Davutoğlu, kulağında telefon geldi; Başbakan Tayyip Erdoğan ile konuşuyordu. Konuşmasını bitirdi ve uçağa bindik, Dışişleri mensuplarına “Şam’la temas sağlayın, Başşar Esad ile baş başa görüşeceğim, Şam’da ise Manama’dan Şam’a geçeceğim” diye talimat veriyordu. Yani, bizim uçağım motorları çalıştığı sırada, Esad, Türkiye Dışişleri Bakanı’nın kendisine geleceğinden haberdar değildi.

Manama’ya indik. Davutoğlu, doğru Bahreyn Başbakanı’na gitti, bizler de gece Şam’da olacağımızı, orada geceleyeceğimizi öğrenerek, gecelemeyeceğimiz otelimize bu yazıyı yazmak üzere ulaştık.

‘Büyük Ortadoğu’da Mekik Diplomasisi

Yazının Devamını Oku

2011 Arap Devrimi ve Türkiye’nin kodları

5 Nisan 2011
“Güneşin Batmadığı İmparatorluk” yani Büyük Britanya (bizim pek de doğru olmayan şekilde İngiltere dediğimiz”, 19. Yüzyıl’ın son çeyreğine kadar Osmanlı İmparatorluğu’nun toprak bütünlüğünün güvencesiydi. Yüzyıl’ın ilk çeyreğinde “Avrupa’nın Hasta Adamı” sayılan devlet, neredeyse yüzyıl boyunca “hasta yatağına düşmedi ise”, bunu ecdadımızınsavaş alanları ya da diplomasi masalarındaki başarılarından ziyade, “İngiliz güvenlik şemsiyesi”ne borçluydu.
İngilizler, büyük sömürge imparatorlukların gözbebeği olan Hindistan yolunu sağlama almak için Osmanlıları kolluyorlardı. Yani, bir anlamda “statüko”yu. Osmanlı toprak bütünlüğünün korunabilmesinin imkansız olduğunu sezmeye başladıklarında ayak değiştirdiler. 19. Yüzyıl son çeyreğinden itibaren, Osmanlı toprak kayıpları çorap söküğü gibi geldi.
“Büyük Güçler”, doğaları gereği “uluslararası statüko”dan yanadırlar. Ama, “uluslararası statüko”nun korunamaz hale geldiği sezildiğinde de, kendi çıkarlarını korumak için ön alırlar. “Değişim” dalgasıyla aynı dalga boyuna yerleşmeye bakarlar.
Amerika’nın şimdilerde Kuzey Afrika-Orta Doğu ekseninde tereddütler içinde, oraya buraya savrulduğu izlenimi veren politikası da, söz konusu bu “kural” ile ilişkili. “Tek kutuplu” uluslararası sistemin merkezindeki ABD de esas olarak “statükocu” bir güç. Ama, Kuzey Afrika-Orta Doğu statükosu korunamaz noktaya gelince, yavaştan ayak değiştirmeye bakıyorlar.
Mısır’da yaptıkları oydu, Libya’da yapmakta oldukları o, Yemen’de yapmaya başladıkları da o. Yemen’de “el-Kaide tehdidi”ne karşı ayakta tutmaya çalıştıkları Ali Abdullah Salih rejiminin ayakta tutulabilir olmadığı ortaya çıkmaya başlayınca, rejimin arkasından çekiliyorlar; yerini alacak rejimin kontrolünü elde etmeyi hesaplıyorlar.

Türkiye siyasetini anlamak

“Bölgesel güçler”in de davranışları, yine söz konusu bu “kural”a göre işler. “Bölge”nin “yükselen yeni gücü” Türkiye’yi de Libya-Suriye, hatta Yemen-Bahreyn aralığındaki gelişmelere ilişkin tavrını da bu açıdan anlamak ve değerlendirmek gerekiyor.
Türkiye, Mısır’daki net ve övülesi tavrından ötürü Libya’da yalpalamadı mı?
Yalpaladı. Yalpalayacak da. İlkeler ile “Realpolitik”in zorunlulukları, öyle davranmaya mecbur kılıyor. ABD ve AB de yalpaladı. Yalpalıyorlar ve yalpalayacaklar.
Türkiye için Libya’dan da daha önemli “sınav”, Suriye’de. Suriye, Türkiye’nin “bölgesel güç” olarak son birkaç yıl içinde yükselmesinin bölgedeki “mihenk taşı” konumunda. Ortadoğu’daki “özgürlük arayışı” ve “değişim dalgası”nın Suriye içinde esmesi, esas olarak, bölgedeki “yerleşik yapılar” üzerinden ekonomi, ticaret, diplomasi ve “soft power” enstrümanlarıyla hareket ederek “bölgesel güç” konunuma gelen, dolayısıyla “statükocu” bir mevziye yerleşen Türkiye’yi “zor tercihler” önünde bırakıyor.

Türkiye için Suriye’de zor tercihler

Bir yanda, Türkiye ile yakınlaşmasından olağanüstü yarar sağlamış olan ama Türkiye’ye de önemli bölgesel imkanlar sunan Başşar Esad rejimi; diğer yanda Suriye’nin “kimsesizleri”nin “özgürlük arayışı” ile “sessizleri”nin seslerini yükselterek meydanlara çıkması var. En güneydeki Deraa’dan en kuzeydoğudaki Kamışlı’ya kadar.
“Kimsesizlerin kimsesi” ve “Sessizlerin sesi” unvanlarıyla “Arap sokağı”na ve onun üzerinden ismini tarihe tescil ettirmekte olan Tayyip Erdoğan’ın Başbakan sıfatını taşıdığı Türkiye, böyle bir tablo karşısında ne yapmak durumundadır?
Kendiliğinden zor bir tercihle yüzyüze Türkiye.
Suriye dediğiniz, İran boyutu, Lübnan boyutu, İsrail boyutuyla, yüzde 75’i Sünni olan nüfusunu 1963’ten beri amansız bir olağanüstü hal kanunu ile yöneten azınlık rejimiylemezhep çatışması potansiyeli barındıran ve ayrıca “Kürt sorunu” ile bağlantılı iç yapısıyla sadece Türkiye için değil, herkes için “zor tercihler” sunan bir ülke.
800 kilometreyi aşan ortak sınırıyla Türkiye için haydi haydi öyle.
Başbakan Tayyip Erdoğan ile geçen hafta Irak dönüşünde gece yarısı uçakta, Suriye üzerine tümüyle “off-the-record” bir söyleşide Türkiye’nin Suriye’deki gelişmelere ilişkin mevcut ve gelecekteki tavrının ipuçlarını edindik.
Konunun “off-the-record” olmayan, aleni yöne, Türkiye’nin Başşar Esad rejimine “reform yapması” için bastırması. Bu, olağanüstü hal kanunun iptalini, siyasi tutukluların serbest bırakılmasını, yeni anayasayı, vs. içeriyor.

İki soru işareti var:

1. Rejim, bunları “yapısal” olarak yapabilmeye acaba yetenekli mi?
2. Yapmadığı takdirde, Türkiye, her ne pahasına olursa olsun, Suriye’deki rejimin arkasında duracak mı?
İlkinin cevabı tartışmalı. İkincisinin cevabı için yazının ilk bölümüne başvurabilirsiniz.

İran nüfuz alanında Türkiye faaliyeti

Konunun, başlığı konmamış en can alıcı yanı, Türkiye’nin “İran’ın nüfuz alanı” addedilen bir hatta hareket halinde oluşu. Geçen hafta yapılan ve Bağdat-Necef-Erbil ekseninde gerçekleştirilen Tayyip Erdoğan’ın Irak gezisini de bu bağlamda algılayın.

Yazıyı Asia Times’ta yazan ve Ankara’da görev yapmış Hintli bir diplomatın (M.K. Bhadrakumar) “Neo-Osmanlılar yeni Orta Doğu’yu Keşfediyor” başlıklı yazısının şu bölümüyle bitirelim:

“... Ankara, bir yandan, İran-Suriye ittifakında apaçık biçimde müdahale eder ve Şam’a Sünni Arap saflara dönmesini dikte ederken (Alevi rejimin kolaylıkla yapabileceği bir şey değil), diğer yandan Davutoğlu, “durumu yerinde görmek” ve Bahreyn’deki Şii ayaklanmasının arkasında İran’ın elini gören Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri’yle yaptığı temasların arkasını getirmek üzereManama’ya gidiyor. Davutoğlu, ‘Bahreyn’de gerilimin tırmanması Körfez’de gerilimin tırmanmasına yol açabilir’ dedi. İran’ın tavrıyla keskin bir zıtlık içinde, Türkiye, Bahreyn’de Suudi müdahalesine itiraz etmedi (başlangıçta etmişti ama artık etmiyor).”
Bugün Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu ile Manama’dayım. “2011 Arap Devrimi” yazılarını sürdüreceğiz...
Yazının Devamını Oku