Paylaş
Konuşmayı, Tayyip Erdoğan’a “yandaş” ve “müttefik” sayılan çevreler birbirinden yüzseksen derece farklı yorumladılar. İlki, tartışmasız, çok beğendi ve konuşma söz konusu kesim nezdinde “ulusal gurur”un okşanması, Türkiye’nin dış dünyada “başı dik”, mükemmel bir örneği olarak selamlandı.
İkinci kesim ise, konuşmayı beğenmedi. Türkiye’nin “demokratik değerleri” paylaşması gereken Avrupa’ya meydan okuma ve dolayısıyla o “demokratik değerler”e sırt çevirme olarak değerlendirdi ve kıyasıya eleştirdi.
Galiba, “gerçek” ikisinin arasında bir yerde duruyor.
Tayyip Erdoğan’ın “özgüven” sahibi, uluslararası profili özellikle İslam dünyasında hayli yükselmiş bir siyasi lider olarak, Avrupa-Batı forumlarını, “ağlama duvarı” olmaktan çıkarttığı ve “başı dik” davrandığı doğru. Bunun, ülkemizdeki birçok insana iyi geldiği de kesin.
Tam da bu nedenle, Tayyip Erdoğan’ın Strasbourg’da yaptığı konuşmanın “zamanlaması”nı göz önünde tutmak gerekiyor. Konuşma, parti aday listelerinin Yüksek Seçim Kurulu’na teslim edilmesinin üzerinden 48 saat geçmeden, dolayısıyla Türkiye gündeminde parti aday listeleri tartışmasının gündemin birinci sırasına oturduğu bir zaman diliminde yapıldı.
Bu bakımdan, konuşmayı, Avrupalı parlamenterlere seslenen bir konuşma olmaktan ziyade, Türkiye seçmenini hedef alan bir “seçim kampanyası salvosu” olarak algılamak daha isabetli olur.
Eleştiriler Başbakan’ı etkiler mi?
Tayyip Erdoğan, Türkiye’nin “siyasi sezgisi”, en güçlü siyasetçisi. Geldiği mütevazı arka plana bakıldığında, 20 yıla yakın süredir sürekli seçimle, sadece seçimle grafiğini yükseltmiş olan, ondan başka hiçbir siyaset adamı yok.
Hiç kimse tahmin edemezken 1994’de İstanbul Belediye Başkanlığı’na seçilmesinden başlayarak, her girdiği seçimde oylarını katlaya katlaya yükseldi. Başbakanlık koltuğuna oturduğundan bu yana, askeri darbe girişimleri, yargı müdahaleleri, suikast planlarından oluşan amansız geçitten eğilip bükülmeden yürüdü ve sadece Türkiye’deki Başbakanlık koltuğuna ipotek koymakla yetinmedi, uluslararası siyasetin de en çarpıcı aktörlerinden biri haline geldi.
Tayyip Erdoğan, üstelik, bu performansı, böyle bir performans için kimseye borçlu da değil. Siyasi sezgileri onu hiç yanıltmadı. Şunun şurasında seçime iki aydan az bir süre kala, Strasbourg konuşması üzerinden kendisine yöneltilecek eleştirilerin, konuşması esas olarak Türkiye seçmenine dönük olduğuna göre, ona değecek, onu yaptığının aksine ikna edecek bir yönü olabileceğini hiç sanmıyorum.
Hele, yanında mevzilenenlerden, konuşmasının uslubu nedeniyle tam da büyük tezahürat toplamışken.
Yanlış nerede, nasıl yapıldı?
Yine de, Strasbourg konuşmasını birkaç kez dinledikten sonra, dikkatinin çekilmesinde yarar bulunan bir-iki husus var.
Birincisi, söz konusu konuşmayı –aynı uslup ile- Avrupa Birliği’nin herhangi bir zemininde yapması daha anlaşılır olurdu. Ancak, konuştuğu yer, Türkiye’nin “kurucu üyesi” olduğu, yani AB’nin aksine üyesi ve bir parçası olduğu Avrupa Konseyi.
Dahası, Avrupa Konseyi’nin Parlamenterler Assamblesi’nin başkanı, kendi partisinin milletvekili Mevlut Çavuşoğlu. Bu yönüyle, ortada konuşmasının ruhuna damgasını vuran “biz” ve “ötekiler” diye bir durum söz konusu değildi.
İkincisi, seçim barajının yüzde 10’dan indirilmesi sorusuna cevap verirken, “Şayet bunu yaparsak, size soracak da değiliz” şeklindeki cümlesi doğru değildi.
Doğru olmaması, çok sert ve gerekli olmayan bir söylem olmasından ötürü değil. Bizzat kendisinin ve hükümetinin bazı hayati önemde adımları atarken, “sorduğu” ve “meşruiyet” açısından güç aldığı kurumlar, Avrupa Konseyi’nin kurumları.
Venedik Komisyonu ve AİHM
Bunlardan biri Venedik Komisyonu. Avrupa Konseyi’nin istişari organı. Ak Parti kapatma davası söz konusu olduğunda da, yargı reformu öngören Anayasa değişiklik paketleri gündeme geldiğinde Venedik Komisyonu devredeydi.
Anayasa değişikliklerine destek, Venedik Komisyonu üzerinden Avrupa Konseyi’nden gelmişti. Venedik Komisyonu Başkanı, Adalet Bakanı Sadullah Ergin, “20 yıldır ilk kez Türkiye’den bir bakan geldi, gözlerimiz yollarda kalmıştı” sözleriyle destek vermişti.
Venedik Komisyonu’na “sormak”, Türkiye’nin demokratikleşmesi ve Tayyip Erdoğan hükümetinin selameti açısından işlevsel değer taşıdı.
Bir de, tabii, kararları Türkiye’de iç hukukun üzerinde AİHM var. AİHM de, AB’nin değil, Avrupa Konseyi’nin bir kuruluşu. AİHM kararlarının iç hukukun üzerinde olmasını Ak Parti hükümeti hararetle destekledi. AİHM’e sorulmuyor da, AİHM kararlarını uygulama mecburiyeti var. Türk hukuk sistemi böyle.
12 Haziran seçimi geçtikten sonra da, Türkiye’nin Avrupa Konseyi üyeliği sürecek; Tayyip Erdoğan, gereğinde iç düzenlemeleri, Avrupa Konseyi organlarına soracak.
Paylaş