“12 PKK’lı ölü”, belki de genç bedenleri üzerinden yeni bir uyanıklığa yol açacaklar. Seçim arefesinde, seçim ve sonrası üzerindeki “kumpas”ı, belki, daha net görebileceğiz.
Türk merkez medyasının ve dolayısıyla kamuoyunun, ülkemizin doğu ve güneydoğusuna ve Kürt halkına duyarsızlığı ve “sorun”a ilişkin hala akıl almaz bilgisizliğinden söz eden dünkü yazıyı yazdığım sırada, İstanbul’un ortasında Taksim’de ve Tarlabaşı’nda “12 PKK’li ölü”nün tetiklediği olaylar patlak vermemişti.
Bölge ayaktaydı yazımı yazdığım sırada ama henüz cenazelere ulaşılamamıştı bile. Bu yazıyı dün sabaha karşı yazarken, İstanbul’un orta yeri önceki gün birbirine girmiş durumdaydı ve cenazelerden biri Şırnak’ta büyük bir topluluk tarafından toprağa verilmişti bile.
Bir diğeri, memleketi Batman ve Bitlis üzerinden geçirilerek Malazgirt’te defnedilmek üzere Şırnak’tan yola çıkarılmıştı. Cizre’de binlerce kişi cenazeyi bekliyordu.
Başka binlerce kişi, Bingöl’e götürülecek diğer cenazeyi Diyarbakır’da karşılamıştı.
Vatandaşlarımızın binlercesi ülkemizin bir köşesinde, her gün bu cenazelerde “Şehit Namirin” yani “Şehitler Ölmez” diye bağırıyor. Bağırdıkları, devlet ve medya terminolojisine göre “teröristler”.
Onlara “şehit” muamelesi yapan ise, bu ülkenin vatandaşları. Halk. Bölge halkı.
Bölge halkı “terörist” olamayacağına göre, böyle haykırmalarının bir sebebi olmalı.
Barzan’a. Geçen yüzyılın dörtte üçünde Kürtlerin Bağdat’a karşı ayaklanmalarının önderlerini yetiştiren çevreye.
Erbil’den kuzeye Şaklava ve Harir vadisi üzerinden, batı-doğu ekseninde dört dağ silsilesini geçip Barzan’a vardım. Dönüş yolunda ters yönde, doğu yönüne dönüp, Mergesor ve Diyana üzerinden, ülkenin en yüksek dağı Ser-i Hasan Beg ve efsanevi Hendrin dağını arkada bırakıp, herhalde dünyanın en göz kamaştırıcı kanyonlarından birinin üzerine kurulmuş Revanduz’dan geçerek geri geldim Erbil’e.
Döndüğümde izlenimimi soran Erbil’deki dostlarıma “Meğerse ‘derin Kürdistan’ı hiç görmemişim” dedim. Erbil’den Barzan’a doğru yol aldıkça, Barzan’dan Türkiye-Irak-İran sınırlarının kesiştiği alana yaklaştıkça, Irak’ta olduğunuzu tümüyle unutabilirsiniz. Hadi, Erbil’de, Süleymaniye’de, Zaho’da falan, dilinizi “Kürdistan” sözcüğüne bir türlü döndüremeyip, “Kuzey Irak” demeniz belki anlaşılabilir ama, yukarıda anlattığım coğrafya “Kuzey Irak” değil, düpedüz Kürdistan. Zaten Iraklı Araplar da öyle diyorlar. Hep de öyle dediler.
Üzerindeki insanıyla, topoğrafyasıyla, faunasıyla, bitki türleriyle oralarının Irak’ın geri kalan bölgeleriyle hiçbir ortak yanı yok. Ortak yan, siyasi olarak Irak sınırları içinde yer alıyor olması. O da, Kürtlerin itirazına rağmen, İngilizlerin “Osmanlı mirası”nı paylaşmasıyla oldu.
“Derin Kürdistan’ı gezdim” diye Erbil’deki dostlarıma naklettiğim coğrafi alana ilişkin olarak zihnime silinemeyecek şekilde kazınan “fotoğraflar”, bölgenin göz kamaştırıcı doğal güzelliği oldu. Baharla birlikte yeşille örtünen, bugüne kadar gördüğüm en çok sayıda ve en iri cinsinden gelinciklerin süslediği yaylalar, yamaçlar, dağ dorukları, derin vadiler, bir oraya bir buraya kıvrılarak akan Zap ve ona karışan kolları, çaylar. İnsan eli, ya dokunamamış bu doğaya ya da bozamamış.
Zap’ın sol yanının adı Soran, sağ yanı, bizim sınıra kadar Behdinan.
Baharda dünyanın görülebilecek en güzel köşelerinden biri olduğuna kuşkum yok.
Behdinan’ın ötesi Botan
Çünkü, Sezgin Tanrıkulu’nu, Diyarbakır Baro Başkanı olarak ülkenin “bir numaralı sorunu”nun çözümü için etkili ve makul seslerden biri olarak yıllar içinde tanımıştım.
Diyarbakır’da yaşıyordu ve Baro Başkanlığı’nın ardından İnsan Hakları Vakfı’nın Diyarbakır Temsilcisi olmuştu. CHP Genel Başkan Yardımcısı sıfatından bir önce edindiği sıfat oydu.
CHP’ye katılıp Genel Başkan Yardımcısı olduğu sırada Diyarbakır’daydım. Diyarbakır’ın ileri gelenlerinden biri bana, “Herhalde Diyarbakır’dan aday olmayacak” dedi, “Diyarbakır’dan CHP’nin milletvekili çıkarması, aday listesinin başında Sezgin olsa bile, neredeyse imkansız” dedi.
Ben de “İstanbul’dan olur; hem de iyi olur. Diyarbakır, bir milletvekili ile temsil edilmiş olur TBMM’de. İstanbul’da onca Diyarbakırlı yaşıyor. Herkes için, herşey için iyi olur” diye karşılık vermiştim.
Öyle oldu.
Sezgin Tanrıkulu’nun CHP’ye girerek, en tepeye tırmanmasının simgelediği bir şeye dikkat etmek gerekiyordu: CHP’nin, Kürt sorununun çözümünde en büyük takoz olmaktan çıkması ihtimaline.
2009’da Ak Parti hükümetinin başlattığı “Açılım”ın Habur’da büyük bir kaza geçirerek, duraklaması, hatta sapması, MHP’nin katı karşı koyuşundan kaynaklanmamıştı. Deniz Baykal’ın CHP’sinin tavrı, “Açılım”ın sakatlanmasının perde arkasındaki gerçek nedenlerinin başında geliyor.
Önümüzdeki dönemin siyasi güç dağılımını yansıtacak aritmetik, Türkiye’nin yeni anayasasını yapacak olan siyasi kadroyu ortaya çıkartacak olması bakımından önemli ve anlamlı.
Aksi halde, tam bir ay sonra ardımızda bırakmış olacağımız seçimler, 1950’lere – yani çok partili demokratik hayata geçişimizin başlangıç dönemine- kadar gidebilen benim kendi “seçim hafızam” açısından bugüne dek tanık olduğum “en heyecansız” seçim olmaktan öteye gidemiyor.
Hiçbir seçimin sonucu bu kadar beş aşağı-beş yukarı belli değildi. İktidardaki Ak Parti’nin yüzde 45 dolayında, CHP’nin yüzde 25, MRP’nin baraj çevresinde yüzde 10’un çok az altı ile yüzde 12-13 tavanında oy alması, kamuoyu ile paylaşılmayan değişik kamuoyu araştırmalarının üzerinde genellikle birleştikleri sonuç olacak.
BDP destekli adayların da 30-35 dolayında milletvekili elde edecek olmaları da kuvvetle muhtemel.
Sonucu, kesine yakın güçlü tahminlerle böylesine kestirilebilen bir seçimin, gerektiği ölçüde heyecan uyandırmamasında şaşılacak bir şey yok.
Bu “heyecansızlık”ta acaba Ak Parti’nin “atılımcı” heyecanını yitirip, gerçekten “muhafazakarlaşmış” olmasının etkisi var mı diye sormak ve bunun üzerinde düşünmek gerek.
Ak Parti, 2002’deki seçimin “wild card’ı” idi ve nitekim DYP, ANAP, MHP ve DSP’yi baraj altında bırakarak “siyaset sahnesi soykırımı” yapan seçmen halkımız tarafından yüzde 34 ile iktidara getirildi.
Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun adıyla anılan “komşularla sıfır sorun” politikası, artık Türkiye içindeki ve dışındaki muhalifleri ve eleştirmenler tarafından bıyık altından alaycı yorumlara zemin teşkil etmeye başladı.
Davutoğlu, bir “ideal”i ifade etmişti ve o “ideal” sonuç vermedi değil. En azından, Türkiye’nin Ortadoğu’ya esaslı ve bölge tarafından hoş karşılanan bir “partner”, bir “güç merkezi” olarak dönüşünün kulağı okşayan sloganı olarak değer kazandı.
Bununla birlikte, “Arap Devrimi” ve özellikle onun “Suriye ayağı”, Türkiye’nin Ortadoğu politikasına “Realpolitik”in sınırlarını da hatırlatmış oldu. Türkiye, Tunus ve Mısır’da hızla yapabildiğini, Libya ve Suriye’de yapamadı.
Yapamazdı da.
Libya ve Suriye politikasında özel olarak eleştirilecek bir yön de yok. Tunus ve Mısır’da hızla yaptığını, aldığı tavrı Libyave Suriye’de aynı hızla ve kararlılıkla gösteremedi.
Gösteremezdi de.
Suriye’nin özel durumu
Kaldı ki, göstermemeliydi de. Suriye ile Türkiye’nin çoğu yerde delik deşik, tam 911 kilometre uzunluğunda sınırı var. Sınırın öte tarafından, Hatay, Urfa ve Mardin illerimizde yaşayan insanlarımızın Arap soydaşlarının yanısıra, Türkmenler ve yine Hatay, Gaziantep, Kilis, ama özellikle Urfa ve Mardin’e bitişik Kürtler yaşıyorlar.
Öyle yaptım. Erbil’e yarım saat uzaklıktaki, Kürdistan dağlarının başladığı Selahaddin’de Mesut Barzani’nin Başkanlık Sarayı’ndan birkaç kilometre ötedeki “Darüzziyafe”ye (Konukevi) geçtik. Birkaç dakika sonra, arabadın Celal Talabani ve Mesut Barzani indi, Neçirvan Barzani’nin yanında ‘sürpriz konuk” olarak beni gördüklerinde, kısa bir “merhaba”nın ötesine geçtiler, “Gel, bir çay iç, öyle dön Türkiye’ye” dediler.
Öyle yaptım. Yarım saate yakın Irak Cumhurbaşkanı ve Irak Kürdistan Bölge Yönetimi Başkanı Mesut Barzani ile Suriye konuştum. Bir ay kadar önce, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu ile Şam’a gittiğimi, hafta başında ise Beyrut’ta bulunduğunu öğrendiklerinde, konu ve sohbet kendiliğinden Suriye’ye kaydı.
Kaderin ya da raslantılar cilvesi, haftaya Beyrut’ta, düzenleyicilerinden birini Tesev olduğu “Türkiye’nin Ortadoğu Politikası ve Arap Dünyasındaki Son Gelişmeler” başlıklı konferans için girmiştim; Can Paker’i alıp, Şam’ın yanıbaşına. Bekaa Vadisi’ne gittim, bir dizi Arap entelektüeli Suriye konuştum. Haftayı, Suriye’nin diğer yanında, Irak Kürdistanı’nda, Irak Cumhurbaşkanı ile Suriye konuşarak kapattım.
Suriye’de ne görünüyor?
Sohbetten çıkan sonucu üç ana başlıkta toplayabilirim:
1. Rejim sonuna kadar –şiddet kullanarak- direnecek, yıkılması kolay değil.
2. Rejimin arkasında “azınlıklar” var; başta iktidardaki ailenin temel dayanığı olan Nusayri-Aleviler, bir Sünni-İslamcı iktidar alternatifinden ürken Hristiyanlar ve bir de güneyde Suveyda çevresindeki Dürziler.
3.
Bu karara ilişkin olarak, bunun bir “provokasyon” olduğu konusunda adeta bir “konsansüs” var. Ama, “provokasyon”un birinci dereceden muhatapları, “provokasyon”a ilişkin olarak birbirlerini suçluyorlar ve işi, içinden daha da çıkılmaz hale getiriyorlar.
Ak Parti çevreleriyle özel konuşmalar yapar ve onlara sorarsanız, “YSK’nın kararı Ak Parti’ye karşı, onu zayıflatmak amacıyla alınmıştır ve söz konusu ‘komplo’ya BDP ekseni doğrudan taraf olarak, o ‘komplo’nun bir parçası haline gelmiştir.
“BDP ekseni”nin neler dediğini izler ve dinlerseniz, “Bu, Kürtlere yasal yolları tıkamak ve Kürt siyasi hareketini tasfiye etmek amacıyla girişilmiş bir devlet-hükümet provokasyonudur. Bu provokasyonun uygulayıcıları, başta Başbakan Tayyip Erdoğan ve Ak Parti ile YSK’dır.”
Yani, Ak Parti ile YSK, kötü ünlü 1925 tarihli “Şark Islahat Planı”nı yeniden yürürlüğe koymak için, üzerinde önceden kararlaştırılmış ve 24 Şubat tarihinde tartışılmış “devlet planı”nı uygulamak konusunda ortak ve birbirlerinden haberli davranmaktadırlar.
BDP çevrelerinin zihin yapısı...
BDP ekseninin –PKK’yı içeren anlamda- yayın organlarında yer verilen şu görüş, Kandil ile onun nüfuzu altındaki “kadrolar”ın ortak zihniyetini yansıttığı anlamda dikkat çekicidir. İzleyelim:
“... Olayı hukuki göstermek, yok efendim ‘AKP’ye karşı provokasyon’ olarak sunmak aymazlıktır. AKP’yi, onun ırkçı liderini aklamaktır. YSK veya şu an başka bir kurum AKP’nin ve onun liderinin haberi olmadan böylesine bir karar alamaz, bu mümkün değil.