Cengiz Çandar

CHP’nin Diyarbakır’a geri dönüşü iyi bir şey...

1 Haziran 2011
Seçim kampanyasının en önemli aşaması dün ve bugüne ait. Çünkü, CHP Genel Başkanı (ana muhalefet lideri) Kemal Kılıçdaroğlu dün Diyarbakır’da konuştu. Başbakan ve Ak Parti Genel Başkanı Tayyip Erdoğan ise bugün konuşacak.
Niye en önemli aşaması?
Çünkü, Kürt sorunu Türkiye’nin en önemli sorunu, seçim sonuçları Kürt sorununun çözümüne doğru mu, yoksa sorunun içinden çıkılmaz bir noktaya gelmesi doğrultusunda mı yol alacağımızı ortaya çıkaracak. Ve, Diyarbakır, Kürt sorununun simgesel mekanı.
Öylesine simgesel mekanı ki, bağımsız adaylarla seçime girmek zorunda kalan ve bunu oldukça geniş bir “Kürt ittifakı” üzerine oturtan BDP’nin “evi” Diyarbakır.
Diyarbakır’ın 11 milletvekilinin (bu seçimlerde 1 arttı) 6’sını bağımsız adayların toplayacağına mutlak gözüyle bakılıyor. Eğer yüzde 10 seçim barajı olmasaydı, BDP’nin 8 milletvekili (belki de fazlası) çıkarabileceğini tahmin etmek zor değil.
Zor değil, çünkü belediye seçimlerinde Osman Baydemir’in oyu yüzde 67 dolayında. Diyarbakır’ın üçte ikisi demek. Ayrıca, Diyarbakır nüfusunun 0-19 yaş arasının şehir nüfusunun yüzde 49’unu yani yarısını oluşturduğu düşünülür ve oy kullanma yaşına gelmemiş Diyarbakırlı çocukların hangi ruh haleti içinde oldukları ve kimden yana davrandıkları hesaplanırsa, Diyarbakır, neden BDP’nin “evi” olduğu daha kolay anlaşılır.
Dolayısıyla, kim yani hangi siyasi parti ya da şahsiyet Diyarbakır’a gidiyorsa, bir tür “BDP’nin konuğu” sayılır. “Ev ziyareti”ne gidiyor gibiler.
Kılıçdaroğlu, dün oldukça kalabalık bir topluluk tarafından karşılandı Diyarbakır’da. Tıpkı Hakkari’de olduğu gibi. Tabii ki, ne Hakkari’de, ne de Diyarbakır’da onu karşılayan toplulukların büyük bölümü CHP’li değil, CHP’nin seçmeni de değil.
Kılıçdaroğlu’nun Diyarbakır’da iyi karşılanması iyi bir şey
Yine de Kılıçdaroğlu’nun Diyarbakır’a gitmesi ve büyük bir topluluk tarafından karşılanması hayra alamet. İyi bir şey.
Hayra alamet, çünkü CHP, Diyarbakır’a dile kolay 9 yıldı ayak basmıyordu. Basamıyordu. Bölgede sıfırlanmıştı. Şimdi gidebilir durumda olması ve verdiği, vermesi beklenen mesajlar nedeniyle de “hüsnü kabul” görüyor.
Bu iyi bir şey, zira Kılıçdaroğlu’nun Güneydoğu’ya ayak basması ve üstelik iyi karşılanması, CHP’nin “Kürt sorununu çözüm çabaları önünde takoz olma” konumundan CHP’nin “çözümden yana olma” pozisyonuna geçtiğini ifade ediyor.
Bu en ziyadesiyle Ak Parti’yi memnun etmesi gereken bir husus. “Açılım”ın Habur ertesinde tıkanmasının başlıca nedeni, MHP’nin olumsuz tutumundan ziyade Deniz Baykal CHP’sinin konuyu “istismar etmesi”nin Ak Parti’yi fren yapmaya itmesiydi.
Diyarbakır’da BDP’nin önünü açtığı kitleler tarafından selamlanan Kemal Kılıçdaroğlu, seçim sonrasında bir kez daha kurulacağı tahmin edilen Ak Parti Kürt sorununu çözüm yönünde adım atmaya niyet ederse, CHP’nin köstek değil, destek olabileceğine dair olumlu, yapıcı sinyaller veriyor.
O nedenle iyi bir şey, Kılıçdaroğlu’nun Diyarbakır’a gitmiş olması ve iyi karşılanması.
Dayan Diyarbakır...
Tayyip Erdoğan daha önce Diyarbakır’a gittiği vakit, Ahmedi Hani’den, Şıvan Perver’den söz ettiğinde pek heyecanlanmış, bu davranışını selamlamış isek, Kılıçdaroğlu’nun Diyarbakırlı ölümsüz Ahmet Arif’in şu dizeleri okumuş olmasından niye sıkıntı duyalım:
“Öyle yıkma kendini,
Öyle mahzun, öyle garip...
Nerede olursa ol,
İçerde, dışarda, derste, sırada
Yürü üstüne üstüne,
Tükür yüzüne celladın,
Fırsatçının, fesadın, hayının...
Dayan kitap ile, Dayan iş ile.
Tırnak ile, diş ile, umut ile, sevda ile, düş ile.
Dayan rüsva etme beni!
CHP’nin bölgeye bu şekilde geri dönüşünün seçim sonrası Kürt sorununu çözüm iradesi göstermek isteyen bir Ak Parti’yi mutlu etmesi gerektiğini söyledik ama şu sıra görünen o ki, bölgedeki Kılıçdaroğlu, tersine, Ak Parti’nin kimyasını bozuyor sanki.
“Üç maymun”u oynamaktan vazgeçilmeli
Yirmi yıldır çiğnene çiğnene sakız olan devlet klişelerini söylem haline getiriyorlar. “Terör örgütü, terör örgütünün gölgesindeki BDP, BDP’nin baskısı altındaki vatandaş, vs. vs.”
BDP’nin seçmeninin PKK sempatizanı olduğu ve onların bölge insanının çok hatırı sayılır bir bölümü olduğu halan anlaşılamadı mı? Seçmen kafa sayısında Ak Parti fazla olsa bile, ne anlamı var. BDP seçmeni-PKK sempatizanı vatandaşlarımızın niteliksel ağırlığı, özellikle soruna “doğrudan taraf” olma niteliği hala nasıl olur da görülemiyor?
Bağımsız adayların tespiti ve sıralamasının BDP Genel Merkezi’nde yapıldığını düşünen var mı gerçekten?
Gerçekler gayet açık biçimde ortadayken, BDP’yi “terör örgütü”nden, Kürtleri BDP’den kurtarmak safsatalarıyla vakit tüketmenin, 2011’de Ankara’da “üç maymun”u oynamaktan ne farkı var?
Seçim sonrası Kürt sorununa çözüm, Ak Parti-CHP-PKK-BDP sacayağının bulacağı uzlaşma formülünden, siyasi çözümden geçecek.
Bu böyle.
Tayyip Erdoğan, bugün Diyarbakır’a bir kez daha “konuk” olacak. Umalım ki, “ev sahibi” her şeye rağmen “konuksever” davranır; “konuk” da “konuk” olduğunu unutmadan bir dil kullanır.
Umalım ki, herkes Türkiye’nin “ortak evimiz” olduğunu unutmaz
Yazının Devamını Oku

Seçim sonrasının ana başlıkları: Kürt sorunu ve Suriye

31 Mayıs 2011
Seçimler elbette önemli ama kampanyası hiç ilginç değil. Her gün ekranları kaplayan üç siyasi parti liderinin lise münazaralarını andıran biçimde birbirlerine laf yetiştirmesi, düzeysiz polemikleri, bana, son derece sıkıcı geliyor. Vatandaşlarımızın yani seçmenlerin duygularının farklı olduğunu da hiç sanmıyorum.

Seçimlerin önemi seçim sonrası dönemin sürecin doğrultusunu ve çerçevesini belirleyecek olması bakımından önemli. Hem de çok önemli. Gerek iç politika açısından, gerekse dış politika açısından.
İç politika açısından önemi özellikle Kürt sorununun ele alınış biçiminin ne olacağına cevap verecek olmasından kaynaklanıyor.
Her birinin cevabı birbiriyle ilintil bir dizi soru kendisini ortaya koyuyor:
Yeni anayasa çalışmaları başlayacak mı?
Bu sorunun cevabı yeni TBMM aritmetiği ile verilecek.
Yani?
Ak Parti, 330 sandalyeyi bulacak mı?

Yazının Devamını Oku

Türkiye’nin Suriye doğrusu...

28 Mayıs 2011
Cuma günlerini merakla bekler oldum her hafta. Suriye için. Suriye’de insanların sokaklara dökülüp, halkından zulmü esirgemeyen rejime meydan okumaya devam edip etmeyeceklerini Cuma günü ölçebiliyorum. Çünkü, Müslüman coğrafyada, halkın biraraya gelmesini, örgütlenmesini, barışçı gösteri hakkını, ifade özgürlüğünü, serbest seçimleri yasaklamış olan amansız baskı rejimlerinin engelleyemediği tek şey, Cuma namazları.
Cuma namazları, büyük kalabalıkların biraraya gelebilecekleri ve dolayısıyla güçlerini gördükleri ve gösterdikleri bir siyaset podyumu haline geliveriyor.
İran’da öyle olmuştu. İslam Devrimi’ni işbaşına, Şah’ın zalim rejimini dize getiren büyük kitle hareketi Cuma namazlarında fışkırmıştı. Mısır’ı unuttuk mu?
Kahire’nin Tahrir Meydanı’nda her gün gösteri vardı ama Mübarek’in40 yıllık diktatörlüğünün yıkılması için üç Cumayetti. Rejim, İsrail’in irtibat noktası, askeri istihbarat şefi  General Ömer Süleyman’ı da, Hüsnü Mübarek’in yanına alarak, bir Cuma akşamüstü çöküverdi.
“Arap Devrimi”nin dalgası Suriye kıyılarına da, evet vurdu ama ne yazık ki, Libya’nın ortaya koyduğu çirkin örneğin ardından vurdu. Şam’daki rejim, tıpkı denizin öte yanındaki Trablus’ta Kaddafi’nin yaptığını yaptı ve çıplak elle sokaklara çıkan halkına karşı insafsızca silah çekti.
Öyle sert ki, rejimin kontrolü ele geçirebileceği ve halkın ister istemez sineceğine ilişkin spekülasyonlar vardı.
Suriye halkı boyun eğmiyor
Cuma, yani dün, durumun öyle olmadığını önceki cumalar gibi kanıtladı. Suriye halkı, ağır baskıya rağmen halen boyun eğdirilmiş bir durumda değil.
Ülkenin üçüncü büyük şehri Homs dün yine sokaktaydı. Asıl önemlisi, rejime karşı halk direnişinin yayılma potansiyeli. Irak sınırına doğru Deir ez-Zor’da, bu arada Kürt yoğun şehirler, Kamışlı, Amude, Resulayn ve yine Halep yakınlarındaki Kürt ağırlıklı Idlib’de dün gösteriler vardı.
Obama’nın geçen haftaki konuşmasında Suriye’ye ilişkin yaklaşımı, onu izleyen AB’nin Başşar Esad ve çevresine ilişkin yaptırımları –ki daha önce ABD de benzer yaptırımlar koymuştu- Batı dünyasında Başşar Esad’ın reform yapabileceğinden umutların bir hayli kesildiğini ortaya koyuyor.
Türkiye çok kilit bir ülke. Türkiye’nin nasıl pozisyon takınacağı, ABD ve AB toplamı kadar önemli neredeyse.
Önceki günkü New York Times’ta Anthony Shadid’in (Beyrut büro şefi, Kaddafi zındanından Türkiye’nin girişimiyle kurtulan 5 gazeteciden biri) Ahmet Davutoğlu ile Konya’da yaptığı Suriye üzerine görüşmesi yayımlandı.
Türkiye doğru yapıyor
Anthony Shadid ile İstanbul’da uzun uzun Suriye konuşmuştuk. Lübnan, en iyi Suriye haberi alınan noktalardan biri. Irak da öyle, İran da, Ürdün de, Türkiye de. Görüş ve bilgi değiş-tokuşu yaptık.
Suriye rejiminin Türkiye’ye ilişkin “ihanete uğramışlık” duygusu içinde bulunduğunu ondan dinledim. İki hafta önce Irak Kürt yöneticilerinden de dinlemiştim zaten.
Irak’takiler, Suriye’nin bu duygu ile “PKK kartı”nı Türkiye’ye karşı tekrar kullanabileceğine dikkatimi çekmişlerdi. Abdullah Öcalan tam o günlerde, Kürtlerin kendilerini “Suriye ve İran’a kullandırtmama” uyarısı yapmıştı. Mesajı, örgütüne idi tabii ki. Ve, akıllı, doğru bir mesajdı.
Suriye rejiminin Türkiye’ye yönelik gazap duygularını öğrenmek için, Lübnan-Irak kaynakları da gerekmiyor. Suriye basınını dikkatle izliyorum. Başşar Esad’ın ülkedeki “yolsuzlukların kralı” olarak bilinen kuzeni, dayıoğlu ve birlikte büyüdükleri sevgili dostu Rami Makhlouf’un “Vatan” gazetesini okumak yeter. Okuduğunuzda şu hükme varabilirsiniz:
Türkiye, Suriye’de ne yaptığını biliyor.
Öyle iyi biliyor ki, 2005’te geniş muhalif çevreler tarafından imzalanmış olan ünlü “Şam Deklarasyonu”nra rol almış olan çevreler şu günlerde Antakya’da biraraya geliyorlar. Aralarında elbette Suriye Müslüman Kardeşleri de var. Zaten, Müslüman Kardeşler’in yeni yöneticisi Riad el-Şakra, uzun yıllar hareketin başında bulunan Beyanuni’nin yerini İstanbul’da yapılan kongrede almıştı.
Suriye Müslüman Kardeşleri’nin en ziyadesiyle benzediği siyasi örgüt, Türkiye’deki Ak Parti.
Yani, anlayacağınız, Türkiye, Suriye’nin yarınının rejiminin temellerinin atılmasında da kartları elinde tutuyor. Bir yandan, Başşar’ı çevresinden ayırarak, ondan umudu kesmeden “şok tedavisi” uygulamasını, yani çok partili demokrasiye doğru adım atmasını istiyor; diğer yandan rejim yıkılması halinde sonra onun yerine alacak geleceğin yapısını temellerini kendi topraklarında atıyor.
Türkiye’nin bulunduğu jeopolitikte, şu tarih döneminde doğru bir politika bu. O yüzden, Suriye’nin genç, hatta çocuk göstericileri Tayyip Erdoğan’ın fotoğraflarını, üzerinde “Tahiyye Erdogan aal movakif- Aldığın tutumlar için varolasın Erdoğan” yazılı dövizleri taşıyorlar.
Seçim kampanyasında ülkesinin içinde çok kalp kıran Erdoğan’ın, Arap sokağında her Cuma çocukların gönlünden çıkması, onu dost bilmiş olup şimdi ne yapacağını bilemeyen Suriye Devlet Başkanı Başşar Esad için değil, Türkiye’deki çok sayıda insan için uğraşılması, başedilmesi hayli zor bir insan haline getiriyor.
Hakkari’nin Kürt çocukları da çocuk; Homs’un Arap çocukları da.
İkisi de haklı.
Yazının Devamını Oku

Ak Parti: Turgut Özal’ın devamı olmak ile Mesut Yılmaz’ın ANAP’ı olmak arasında...

27 Mayıs 2011
Kemal Kılıçdaroğlu, Hakkari’de “Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı”na konmuş olan şerhi kaldırmaktan söz edince, kıyametler koptu.

Başbakan Tayyip Erdoğan üzerine çullandı. Hadi, seçim kampanyasıdır; düzeysiz ve çirkin cereyan ediyor zaten. İki hafta daha sabredelim, şimdi söylenenlerin iki hafta sonra hükmü kalmaz dedik. Yetmedi, Bülent Arınç, “ihanet” sözcüğünü yöneltti.
Ne oluyorsunuz, kendinize gelin demek gerekiyor.
Aslına bakarsanız, “Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı”, “demokratik özerklik” kavramı çerçevesinde altı doldurulan taleplerin çok gerisinde hükümler taşıyor. Ama, bu, Türkiye’de “ademi merkeziyetçiliğe” gidiş yönünde, Kürtleri –Kürtlerle uzlaşmaya teşne Türkleri de- büyük ölçüde tatmin edecek bir “ara formül”, bir “geçici uygulama” olabilir.
Tek bir olamaz: İhanet!
Hem burada yeni olan ne var?  Kılıçdaroğlu’nun Hakkari’de söyledikleri bir ayı aşkın süredir CHP’nin seçim beyannamesinde mevcut. Ayrıca on gün kadar önce iki CHP Genel Başkan Yardımcısı Sezgin Tanrıkulu ile Osman Korutürk, yanların partinin genel sekreterini de alarak, İstanbul’da medya karşısına çıktılar, uzun uzun bu konuya izah ettiler.
Yani, Kılıçdaroğlu bunu Hakkari’de damdan düşer gibi söylemedi ki.
Türkiye ta 1988’de, Özal zamanında imzaladı

Yazının Devamını Oku

PKK=Ergenekon: Doğru mu bu?

25 Mayıs 2011
Haber bomba. Sabah’ın dünkü manşeti “Ergenekon dağa çıktı”!

İç sayfada, haberin başlığı “İşte Kirli Tezgah”, üst başlık “Kuzey Irak’ta yapılan gizli görüşmeleri açıklıyoruz”; manşet altındaki başlık spot ise “PKK ile Ergenekon’un bazı isimleri arasında Kuzey Irak’ta geçtiğimiz mart ve nisanda iki görüşme yapıldığı öğrenildi. Görüşmelerde seçim sürecini kilitleyecek eylemler ve seçmene baskı yapılması kararlaştırıldı”.

Şimdi de haberin can alıcı bölümünü okuyalım:

“... PKK teröristlerinin Türkiye’ye sızlamalarında, ülke içinde ilerlemelerinde ve özellikle batı bölgelerinde yapılacak eylemler öncesinde lojistik açıdan desteklenmesi benimsendi.

PKK içindeki Ergenekoncu olarak bilinen Ankaralılar Grubu ile Ergenekon örgütü arasındaki görüşmelerin ilki 2 Mart’ta Kandil yakınlarındaki eski Zorgali Kampı’nda yapıldı. İkinci görüşme ise 4 Nisan’da Kuzey Irak Zap bölgesinde gerçekleşti. İddiaya göre ilk görüşmede Cemil Bayık ile Ergenekon örgütü adına, açık isimleri istihbarat birimlerinde olan ve bir dönem devletin önemli kademelerinde görev yapan N.Ç. ile M.S. isimli kişiler de yer aldı.”

Devam ediyoruz:

Görüşmelerde, seçimler öncesinde örgütün Türkiye’de kritik alanlarda eylem yapması, hassas bölgeler tespit edilmesi, bu amaçla 60-70 kişilik bir terörist grubunun Türkiye’ye sızması benimsendi. Eylem gruplarının 5 ile 7 kişiden oluşması sağlanırken, Sinop-Boyabat ve Kastamonu saldırıları da bu şekilde gerçekleşti... Cemil Bayık liderliğindeki Ankaralılar grubunun etkin isimleri arasında Ali Haydar Kaytan, Mustafa Karasu ve Duran Kalkan da yer alıyor...”

Haberin kaynağı?

Yok. İmza var. İmza sahibi de haberin kaynağını ima bile etmiyor.

Yazının Devamını Oku

Çünkü Fenerbahçeliyiz...

24 Mayıs 2011
Beş yıl önceki durum tekrarlanabilir miydi acaba? O uğursuz Minneapolis öğle saatlerini hatırlamak istemezdim gerçi; ama yine oralarda bir yerlerde, yine aynı nedenlerle, yine Fenerbahçe’nin şampiyonluğunun son maça kaldığı bir güne denk gelince her şey... Kardeşimle birlikte bir Türk öğrencinin bilgisayar ekranından Denizli’deki Fenerbahçe-Denizlispor maçını izliyordum Minneapolis’teki o uğursuz öğle vakti. Bir yandan da Chicago aktarmalı Washington uçağımı kaçırmak üzere olduğumun bilincinde, ikide bir saatime göz atıyordum.
Bir türlü gelmiyordu Fenerbahçe’nin golü. Gelmediği gibi, maçın sonlarında yenilen golle birlikte, arkama bakmadan Minneapolis-St. Paul havaalanının yolunu tutmuştum. Havaalanına varmadan kara haber, telefonuma düşen mesajla gelmişti. Fenerbahçe maçı 1-1 berabere bitirmişti ama mutlak galibiyet almak zorunda olduğu ve üstelik bunu kolaylıkla yapabileceği bir maçı berabere bitirerek, avucunun içindeki şampiyonluğu kaçırmıştı.
Fenerbahçelilerin yaşadığı ilk büyük travmaydı son yıllardaki.
Minneapolis-Chicago, Chicago-Washington arası nasıl uçtuğumu, içimde ne fırtınalar koptuğunu ben biliyorum. Bir yandan da, bencil bir duyguyla o anda Türkiye’de, İstanbul ve Denizli’de bulunmadığıma şükrediyordum.
Washington’da bulunmam gereken birkaç günü canlı bir cenaze gibi geçirdim.
Ertesi yıl, Fenerbahçe’nin 100. yaşgününde şampiyonluk geldi ve onunla birlikte Avrupa Şampiyonlar Ligi’nde çeyrek final, unutulmaz başarılar...
O günden yana 2007’den sonra, ne şampiyonluk, ne Avrupa’da başarı. Bir de ikinci travmayı yedi Fenerbahçeliler, geçen yılın son maçında. Hem de kendi evinde. Mutluluğu doyasıya yaşamak için hazırlanmış 55 bin kişilik “festival alanı”nda.
Çekirge kaç kez sıçrar?
Fenerbahçe, belki de tarihinde rakibini en fazla ezdiği oyunlarından birini çıkartmış, rakip (Trabzonspor) kalesine tam 47 şut göndermiş ama top, mucizevi olarak üç direğin arasından geçmemiş ve şampiyonluk, bir kez daha, bu kez Kadıköy’de Fenerbahçe’nin parmaklarının ucundan kayıp gitmişti.
Dört yıl arayla böyle bir travma yaşamak az buz şey değildi.
Yılın, Fenerbahçe’nin Sivas’ta oynayacağı son maçı beni yine Amerika’nın orta yerinde Michigan eyaletinde yakaladı. Altı yıl önce az ötedeki Minnesota eyaletinde, Minneapolis’te yaşadığım travma bir kez daha tekrarlanacak mıydı?
Ne tesadüf, maç günü yine Washington’a uçacaktım ve yine 7 yıldır her maçı Kadıköy’de stadda yan yana seyrettiğimiz kardeşimle birlikteydim.
Bütün göstergeler, artık kaldıramayacağımız üçüncü travmaya uygun gibiydi sanki.
Washington’da Fenerbahçe’yle
Fakat bu kez öyle olmayacağından emindim. Maçı Washington’da izleyecektim bir kere. Nice Fenerbahçe maçını birlikte izlediğim ve onunla izlediğim hiçbir maçı kaybetmediğimiz bir başka sıkı Fenerbahçeli Namık Tan ile izleyecektim.
Evet, Türkiye’nin Washington Büyükelçisi Namık Tan’ın evinde. Günler önce “rezervasyonumu” yaptırmıştım; beni Detroit’ten getiren uçaktan inip doğru Namık Tan’a gidecektim. Maçın başlamasından bir saat önce oturacaktık ekran karşısına.
Hiç hesapta olmayan bir şekilde kardeşim de çıktı Washington’a geldi ve tıpkı 7 yıldır Kadıköy’deki her maçta stadyumda olduğu gibi, ekran karşısında da yanıma ilişti.
Doktoralı bir mühendis olan ve hayattaki her şeyi “bilimsel ölçüler” ile, matematik denklemler, kimya formülleri ve fizik kanunlarıyla açıklamak ve bunun dışındaki herşeye kulaklarını tıkamak konusunda akıl almaz bir “pozitivist direnç” sahibi olan kardeşim, iş Fenerbahçe’ye gelince, irrasyonalitenin doruklarına tırmanır. “Totem” yapar. Onun da her Fenerbahçeli gibi tümüyle kendine ait totemleri, yani uğuru vardır.
Namık Tan’la karşılaştığı anda, el sıkışmadan önce, “Durun” dedi, “önce totemimi yapmalıyım” ve bir sigara paketinin üzerine Fenerbahçe çakmağını yerleştirdi. Yerine oturdu. Bir-iki “şamanist” ritüeli yerine getirdikten sonra, ayağa kalktı ve ev sahibi Büyükelçi Namık Tan’a sarıldı.
Fenerbahçe’nin maçı kazanması için gereken herşey yapılmıştı yani.
Artık 2006 Denizli ve 2010 Kadıköy travmalarını yaşamayacaktık. Buna gönlümün en derinlerinden inanıyordum. Ben totem filan yapmadım, buna gerek duymadım.
Alex, Aykut Kocaman, Aziz Yıldırım...
Çünkü, takıma, oyuncularının tamamına yakınına, başta Alex, sınırsız bir güven duyuyordum. Alex, Di Stefano Real Madrid, Eric Cantona Manchester United için ne anlama gelmişse, bu yıl Fenerbahçe için o,o anlama geldi.
Dönemlerinde o isimlerden daha büyük, daha iyi futbolcular da vardı ama o isimler, oynadıkları obüyük takımların sembolleri olarak, oynadıkları takımın ismiyle bütünleşerek, o takımları daha da büyüterek tarihe geçtiler. Alex de bu yıl öyle oldu.
Dolayısıyla, Fenerbahçe, Alex’le birlikte, Alex’in katkısıyla bu yıl şampiyon olmaya mecburdu.
Tabii, benim en büyük güvenim Aykut Kocaman ismine idi.
Geçen hafta Aziz Yıldırım’a, “Başkan” dedim, “eğer şampiyon olursak, ki olacağız; sayende Fenerbahçe bir Sir Alex Ferguson kazanmış olacak...”
Aziz Yıldırım, “İnşallah” dedi, içten biçimde. Sir Alex Ferguson, ismi Manchester United ile bütünleşmiş, oradaki teknik yöneticiliği 20 yıla yaklaşan 70’lik büyük bir futbol adamı.
Aykut Kocaman, henüz çok genç, daha 46 yaşını sürüyor. Fenerbahçe’nin içinden, yerli ya da yabancı ithal olmayan bir teknik adam o. En önemli niteliği, adam olması. Kelimenin tam anlamıyla.
Fenerbahçe halkının yüreklerinin dibinden sevdikleri bir adam. Fenerbahçe’nin, onun yönetimi altındaki ilk yılında, karşısına dikilen müthiş bir koalisyona karşı zafer kazanması, onun adamlığının bir ödülü olacağı gibi, Fenerbahçe’nin kendi evladı olan, adam gibi bir futbol adamının yönetiminin devamlılığının güvencesi olacaktı.
Aykut Kocaman gibi bir vizyoner ile, Fenerbahçe’nin bundan sonrası, ver elini dış dünya başarıları. Bu  yılın şampiyonluğunu, emeğe saygı konusunda ve etik ölçülere bağlılıkta hep parıldamış olan Aykut Kocaman için özellikle istiyordum.
Neresinden bakılsa, çok önemliydi Fenerbahçe’nin bu yılki şampiyonluğu. Önemini ve Fenerbahçelilik enerjisinin ne olduğunu, seçime üç hafta kalmış olmasına rağmen siyaseti silikleştiren ve ülkenin her yanına yayılmış olan coşku patlamasında görebilirsiniz.
Bir de Fenerbahçe’nin Aziz Yıldırım dönemini bir “yönetim başarısı” ve “marka yaratmak” konusunda bazı yüksek okullarda ders olarak okutmakta yarar var. Zira, Fenerbahçe, futbol takımının ötesinde, bir bütün, bir spor camiası olarak başarı öyküsü yazıyor. Öykü daha yazılıyor, çünkü Fenerbahçe’nin gözü Türkiye sınırlarının dışında; gözü yukarılarda.
Fenerbahçe’nin eşsizlik hali
Fenerbahçe futbol takımı, Fenerbahçe’nin “amiral gemisi”; o yüzden onun başarısı elbette belirleyici. Ama, unutulmasın bu kulüp takım sporlarının hepsinde göz kamaştırıcı oldu. Kız ve erkek voleybol takımları da şampiyon. Kız basketbol takımı da. Şimdi sıra son üç yılın şampiyonu erkek basketbol takımında. Ve, bu takımların hepsi Avrupa’da şampiyonluk iddiası güdüyorlar.
Bireysel sporlarda da. Türkiye’nin Avrupa şampiyonu kadın ve erkek atletleri Fenerbahçe Kulübü’nün sporcuları.
Real Madrid ve Barcelona, bazı Rus kulüpleri, komşudaki Olympiakos ve Panathinaikos gibileri futbol ve erkek basketbolda çok başarılı, çok parlaklar. Ama, Fenerbahçe kadar geniş bir yelpazede var olan, yarışın içinde olan yok.
Böyle bir spor kulübü dünyada yok!
Atlantik üzerinde uçarken ve Fenerbahçeliler en büyük kutlama şölenine hazırlanmak üzere güne uyanmışken yazıyorum bu satırları.
Zihnime kazınmış ve hiç çıkmayacak sözler; şampiyon takımın sporcularının maç bitiminde giydikleri formanın üzerindeki yazı:
 “Biz bize yeteriz; Çünkü Fenerbahçeliyiz!
Öyleyiz.
Yazının Devamını Oku

Türkiye Obama’dan ne anlamalı?

21 Mayıs 2011
Obama merakla beklenen Ortadoğu’da esen “Arap devrimci rüzgarı” ile konuşmasını yaptı ve Washington sohbetleri hemen konuşmanın değerlendirmesine kaydı. Ne dedi Obama? Bu konuşmadan ne anlamalıyız? Bu konuşmadan sonra bölgede ne değişecek? Değişecek mi? Konuşmada bilinmeyen ve daha önce söylenmeyen ne var?
Sorular, cevaplarını arayarak birbirinin ardından geliyor.
Bana gelen çarpıcı yorumu, hafif alaycı bir değerlendirme yapan bir dostumdan işittim: Amerika için büyük, dünya ve bölge için küçük bir adım.
Aya ayak basan ilk dünyalı Neill Armstrong’un “Benim için küçük, insanlık için büyük bir adım” sözünden esinlenerek yapılan bir değerlendirme.
Obama, Ortadoğu’daki gelişmelerin gerisinde kaldığı ve tavır almadığına ilişkin o kadar çok eleştiri oklarının hedefi olmuştu ki, söz konusu konuşmasıyla arayı kapatmaya baktı denebilir.
Büyük ölçüde de kapatıp ileri geçti de sayılabilir.
Konuşmada İsrail’in tüylerini diken diken edecek çok önemli bir nokta var. O da, “Ortadoğu barışının temelinin 1967 sınırlarına geri dönülmesi” olduğunu söylemesi.
Bugüne kadar hiçbir Amerikan Başkanı, İsrail’in “güvenilir bulmadığı” için reddettiği bu “ilke”yi dillendirmemişti. Üstelik, İsrail Başbakanı Netanyahu’nun Washington’a ayak basmasından bir gün önce koydu bir ölçüyü Obama.
İsrail buna uymazsa ne olacak?
Hiçbir şey olmayacak muhtemelen. ABD’nin İsrail üzerinde bir yaptırımı olamaz. Ama, Obama-Netanyahu makası bir nebze daha açılabilir ki, bu tür nüanslar Ortadoğu’da çok şey ifade ediyor.
O nedenle, “Amerika için büyük, bölge için küçük bir adım” saptaması ne kadar doğru tartışmaya muhtaç.
SURİYE’YE: YA DEMOKRASİ YA TERKET...
Benim açımdan konuşmanın en dikkatle kulak verdiğim bölümü Suriye’ye ilişkindi. Suriye’nin yeri ve konumu, Türkiye’ye doğrudan etkide bulunma potansiyelinden ötürü.
Şöyle dedi:
“Suriye halkı demokrasiyi geçiş isteyerek cesaretini göstermiştir. Başkan Esad’ın önünde şimdi şu seçenek bulunuyor: bu geçişi yönetmek veya çekilip gitmek. Suriye hükümeti göstericilere ateş açmaya son vermeli ve barışçıl protesto gösterilerine izin vermeli, siyasi tutukluları serbest bırakmalı ve haksız tutuklamaları durdurmalı, insan hakları gözlemcilerinin Dera’a gibi şehirlere girmelerine izin vermeli ve bir demokratik geçişi mümkün kılmak için ciddi bir diyalogu başlatmalıdır. Aksi halde Başkan Esad ve rejimi, içerden ve meydan okumalarla, dışarıdan tecritle karşı karşıya kalmaya devam edecektir.
Bugüne kadar, Suriye, müttefiki İran’ı izlemiş ve Tahran’dan bastırma taktikleri almıştır. Bu, dışarıdaki protestocuların haklarını desteklediğini söyleyen ama içerde kendi halkını ezen Tahran rejiminin ikiyüzlülüğünü ortaya koymaktadır...”
Obama, beklendiği gibi, gecikmeli olarak da olsa Mısır’da Mübarek’in, hemen krizin başında Libya’da Kaddafi’ye yaptığı “çekil git” çağrısını Başşar Esad’a yapmamış ve kapıyı hala “reformları yapması” için aralık bırakmıştır.
Ancak, Başşar Esad’a “çekil” demenin eşiğine kadar da gelmiştir.
ABD’nin İsrail’e ilişkin olduğu gibi, Suriye üzerinde de bir yaptırımı söz konusu değil. Obama başkanlığının Suriye’ye, Bush’un Irak’a yaptığı türden bir “müdahale”ye girişeceği de düşünülemez.
O takdirde?
 Başşar Esad, Obama’nın çağrısına sırtını çevirirse ne olacaktır?
Bu noktada işin önemli yanı bu değil. “Suriye sokağı”, Obama’dan işittiği “manevi destek” ile Suriye’deki Baas rejimini karşı mücadelesini devam ettirme sinyali almıştır.
Obama’nın Suriye’ye yönelik yaklaşımına dikkat edilirse, esas itibarıyla, Türkiye’nin Suriye’ye yaklaşımından çok farklı değildir.
Obama’nın “Ortadoğu mesajı”nın ardından kulağıma gelen ilginç bir değerlendirme de, “Türkiye’de Ortadoğu’daki bu halk ayaklanması dalgası konusunda benzer bir açıklama yapmalı artık” oldu.
Seçim kampanyasının düşük düzeyli iç dalaşmasıyla enerji tüketildiği şu sırada bu beklentinin yerine gelebilmesi mümkün gözükmüyor ama Obama’nın bu çıkışından sonra, Türkiye’nin Ortadoğu politikasında yeni ve genel bir değerlendirme yapması da gerçekten gerekli. İlla bunu yüksek sesle şu sırada açıklamayacak olsa bile.
Bence Obama’nın konuşmasının “ruhu”,olan-biteni “birey”in “meşru ayaklanması” olarak gören şu sözlerinde mevcuttu:
“Bu Devrim’in ve onu izleyenlerin öyküsü bir sürpriz olarak görülmemelidir. Ortadoğu ve Kuzey Afrika ulusları bağımsızlıklarını çok uzun süre önce elde etmişlerdi ama birçok yerde halkları bağımsızlığa kavuşmamıştı. Birçok ülkede iktidar çok küçük bir azınlığın elinde toplanmıştı. Birçok ülkede, (Tunus’taki) genç sokak satıcısı gibi, bir vatandaşın yüzünü döneceği bir yer, davasını işitecek namuslu bir adalet mekanizması, sesine aracılık edecek bağımsız bir medya, görüşlerini temsil edecek itibarlı bir siyasi parti, liderini seçebileceği serbest ve dürüst seçimler yoktu.
Bu kendi kaderini tayin hakkından yoksunluk, hayatını dilediğin gibi yaşayabilme hakkı, bölgenin ekonomisi için de geçerliydi. Evet, bazı uluslar petrol ve gaz zenginliğine sahipti ama refahın küçük birimlere yayılmasına yol açtı. Ama, bilgi ve yaratıcılığa dayanan küresel bir ekonomide hiçbir kalkınma stratejisi sadece toprağın altından ne çıkacağına bağlı kalamaz. İnsanlar rüşvet vermeden bir iş başlatamazlar ise, potansiyellerini de ortaya koyamazlar.”
DEĞİŞİM GERİ DÖNDÜRÜLEMEZ
Obama, tüm konuşmasında Ortadoğu’da “değişim”den yana olduğunu vurguladı.
Türkiye de, yavaş yavaş “Ortadoğu statükosu” üzerinden hareket eden dış politikasından “bölgede değişim” yanlısı olmaya kayıyor. Buna karşılık, İran, bölgenin “statükocu” bir güç merkezi durumuna indirgeniyor.
Türkiye’yi yönetenler, bölgedeki tarihi ve “tektonik” değişiklikleri, baskı rejimleri için “zemin kayması”nı ve Obama’nın dediği gibi Ortadoğu’da “değişimin önlenemezliği” üzerine dış politikayı “restore etmeye” başlamalılar.
“Komşularla sıfır sorun politikası”, “Arap Devrimi” ile birlikte miadını doldurmaya başladığı için, “değişim yanlısı ülkeler” ile “sıfır sorun” politikasına doğru yol alınmalıdır.
Türkiye için bunun temel ön şartı, ülkenin “Arap Devrimi” önünde en büyük artısı olan demokrasisi ve bunun sağlamlaştırılması olacaktır. 
Yazının Devamını Oku

Silivri-Kandil mi? Tahran-Şam mı?

20 Mayıs 2011
Washington’un itibarlı entelektüel merkezlerindendir Wilson Center. Orada bulunmuş olan dünyanın her yönünden sayısız kişi arasına 1999’da ben de katılmıştım. Önceki gün, davetli konuşmacı olarak binadan içeri bir kez daha girdim. Konu başlığı, “Seçimlerin eşiğindeki ve  Ortadoğu kazanının içindeki Türkiye” diye tercüme edilebilir. Konuşma daveti geleli epey olmuştu ama “Bu erken bir konuşma olacak” dedim. Çünkü yarın Başkan Obama, Ortadoğu’daki ‘Arap Devrimi’ne ilişkin çok önemli bir konuşma yapacak. ABD’nin yeni Ortadoğu politikası şekillendikten ve bir süre geçtikten sonra ‘Yeni Ortadoğu’daki yeni Türkiye’yi konuşmak daha isabetli olurdu” dedim.
Bu satırları, Obama’nın konuşmasına bir saat kala, Washington’daki otel odamda yazıyorum. Konuşmayı dinleyip, orasını burasını iyice didikledikten sonra, yarınki yazıda geniş biçimde ele alırız.
Washington’da Obama’nın konuşmasını dinlemeden dahi, Türkiye’nin yakın gelecekte bölgedeki durumunu ve duruşunu etkileyecek gelişmelere tanık olduk. Wilson Center’daki konuşmamın dumanı tüterken, Suriye Devlet Başkanı Başşar Esad ile altı en üst düzey Suriye yetkilisinin ABD’deki mal varlıklarının dondurulduğu açıklandı.
Sabah uyandığımda, İran Devrim Muhafızları’nın İran’ın bölge politikasındaki en önemli uygulayıcısı olan Kasım Süleymani’nin ve bir diğer İranlı yetkilinin de aynı “akıbete” uğradığını öğrendim.
ABD Başkanı Obama, gecikmeli olarak da olsa, Hüsnü Mübarek, Muammer Kaddafi ve en son olarak Yemen Devlet Başkanı Ali Abdullah Salih için yaptığı “artık git” çağrısını Başşar Esad’ın için henüz yapmış değil ama Suriye liderinin boynuna kementi geçirmiş durumda ve giderek sıkacağını gösteriyor.
ABD’nin bu kararları şüphesiz “sembolik” anlam taşıyor. Adı geçen kişilerin ABD’de mal varlıkları muhtemelen yok. Ama amaç, “ekonomik içerikli” gözüken sembolizm ile “siyasi” sonuçlar üretmek.
Başşar Esad’ı bile dahil eden “mal varlıklarını dondurma” kararının, “Suriye sokağı”na “devam ve dayan arkanızda olacağız” mesajı gönderdiği apaçık.
WASHİNGTON’UN BÖLGE AÇILIMININ ANKARA’YA ETKİSİ
Obama da, tıpkı Türkiye’deki Tayyip Erdoğan-Ahmet Davutoğlu’nun Ortadoğu politikasının aldığı eleştirilerle yüzyüze idi. Tunus ve Mısır’da tavır koymakta geç kaldığı, Libya ve hele Suriye’de yetersiz davrandığı, Arap ülkelerinden her birine ayrı ayrı “selektif” biçimde tavır aldığı ve politikasının “ilkelerden yoksun olduğu” eleştirileri yükselmişti.
Tıpkı, Türkiye’de “komşularla sıfır sorun politikası”nın iflas ettiği iddialarından yola çıkarak, kimisi alaycı eleştiriler gibi. Tunus ve Mısır’daki Türkiye’nin Libya söz konusu olunca sallandığı, Suriye’de ise iyice kafasının karıştığının ileri sürülmesi gibi.
Libya’da Kaddafi ve Şam’da Baas rejimi, Türkiye’ye diş biliyorlar ama bu, söz konusu eleştirileri ortadan kaldırmıyor.
Türkiye’deki hükümete yönelik eleştirilere benzer tepkiler alan Obama’nın Ortadoğu’da daha net bir Amerikan tavrına yönelmesi, “Suriye-İran ekseni”ni hedef alması ve bunu yaparken Suriye Devlet Başkanı Başşar Esad’ın boynuna doladığı ipi yavaş yavaş sıkmaya başlaması ve “Suriye sokağı”na “devam” çağrısı niteliğinde bir siyasi pozisyon takınması, Türkiye’nin Suriye’de Başşar Esad’ı kollama opsiyonunu çok zayıflatacak.
Tayyip Erdoğan, Başşar Esad’a beklenmedik ölçüde mesafelendi ve Türkiye hükümeti, zaten, “Arap Devrimi” başladığından beri Washington ile genel anlamda “aynı dalga boyu”nda yol alıyor. Ama, Washington’un atmaya başladığı adımlar, Türkiye’nin, izlemekte olduğu doğrultudan “geri dönmesi”nin yolunu da tıkıyor.
Eğer, Türkiye, Suriye ve İran ile ilişkilerinde ABD’den tümüyle ayrı bir rotada davranırsa, Suriye’nin içinin Türkiye’ye Güneydoğu üzerinden bulaşması kaçınılmaz olur.
Türkiye’nin, İran ve Suriye’deki rejimler ile özel bir yakınlık içine girmesinin, Arap “Sünni sokağı”nın Baas rejimini diktatörlük rejimini salladığı bir dönemde geçerli mantığı da yok zaten.
ÖCALAN YAKALADI
Bununla birlikte, İran ile Tayyip Erdoğan’ın 1982 Hama katliamını anarak yaptığı “uyarı”dan dehşetli bir öfkeye kapılmış olan Suriye’nin de Türkiye’yi Güneydoğu üzerinden vurmaya çalışabileceğini de –ve muhtemelen çalıştığını- akıldan çıkartmamak gerekiyor.
Bir süredir bizim medyaya da yerleşen Türkiye’nin “derin devleti” ile “derin PKK” arasındaki bağlantılar bulunduğu yönündeki tahlilleri, Tayyip Erdoğan’a karşıt “asker” ile “İran-Suriye ekseni”nin hamlesi olarak algılamakta yarar var.
PKK’nın bir kesiminin “İran-Suriye ekseni” namına hareketlendiği üzerinde durulması gereken bir konu. Bunu, Abdullah Öcalan gayet iyi yakalamış durumda. Bir hafta önceki görüşme notlarında bunu anlamak isteyenin kolaylıkla anlayabileceği netlikte ortaya koymuştu.
Türk medyası, Öcalan’ın “15 Haziran tehdidi”ne takılıp, ne dediğini ve niçin dediğini anlayamadığı için, PKK liderinin, Türkiye’de son kanlı gelişmeleri açıklayabilecek çok önemli gözlemini gözden kaçırdı.
SİLİVRİ-KANDİL NE DEMEK?
Tayyip Erdoğan’ın “Silivri-Kandil” metaforunu da, yukarıda anlatmaya çalıştığımız konuya ilişkin bilgiler ve duyumlar üzerine oturttuğunu düşünmek mümkün.
Tayyip Erdoğan, son Uludere olayı ile ilgili olarak, işin “vicdani” ve “insani” boyutunu kaçırmış ve nice eski ve potansiyel “Cumartesi Annesi”nin gönlünü tamiri çok zor biçimde kırmıştır ama “şiddet tırmanışı”nın dış boyutunu ve içine yerleştiği “sınır ötesi bölgesel çerçeve”yi bir şekilde hissetmiştir.
 “Silivri-Kandil” işbirliği metaforu, birçok yönden sorunlu ve isabetsiz olmakla birlikte, Başbakan’ın anlamakta ve anlatmakta zorlandığı bazı gerçeklerin sloganlaştırılmış halidir.
Konunun hayli karışık olduğunun farkındayım. Ama, hiçbir şeyin “göründüğü gibi olmadığı” bir coğrafi alanda yaşıyoruz. Karışık işler.
Yarına bu konuda devam.
Yazının Devamını Oku