“Güneşin Batmadığı İmparatorluk” yani Büyük Britanya (bizim pek de doğru olmayan şekilde İngiltere dediğimiz”, 19. Yüzyıl’ın son çeyreğine kadar Osmanlı İmparatorluğu’nun toprak bütünlüğünün güvencesiydi.
Yüzyıl’ın ilk çeyreğinde “Avrupa’nın Hasta Adamı” sayılan devlet, neredeyse yüzyıl boyunca “hasta yatağına düşmedi ise”, bunu ecdadımızınsavaş alanları ya da diplomasi masalarındaki başarılarından ziyade, “İngiliz güvenlik şemsiyesi”ne borçluydu. İngilizler, büyük sömürge imparatorlukların gözbebeği olan Hindistan yolunu sağlama almak için Osmanlıları kolluyorlardı. Yani, bir anlamda “statüko”yu. Osmanlı toprak bütünlüğünün korunabilmesinin imkansız olduğunu sezmeye başladıklarında ayak değiştirdiler. 19. Yüzyıl son çeyreğinden itibaren, Osmanlı toprak kayıpları çorap söküğü gibi geldi. “Büyük Güçler”, doğaları gereği “uluslararası statüko”dan yanadırlar. Ama, “uluslararası statüko”nun korunamaz hale geldiği sezildiğinde de, kendi çıkarlarını korumak için ön alırlar. “Değişim” dalgasıyla aynı dalga boyuna yerleşmeye bakarlar. Amerika’nın şimdilerde Kuzey Afrika-Orta Doğu ekseninde tereddütler içinde, oraya buraya savrulduğu izlenimi veren politikası da, söz konusu bu “kural” ile ilişkili. “Tek kutuplu” uluslararası sistemin merkezindeki ABD de esas olarak “statükocu” bir güç. Ama, Kuzey Afrika-Orta Doğu statükosu korunamaz noktaya gelince, yavaştan ayak değiştirmeye bakıyorlar. Mısır’da yaptıkları oydu, Libya’da yapmakta oldukları o, Yemen’de yapmaya başladıkları da o. Yemen’de “el-Kaide tehdidi”ne karşı ayakta tutmaya çalıştıkları Ali Abdullah Salih rejiminin ayakta tutulabilir olmadığı ortaya çıkmaya başlayınca, rejimin arkasından çekiliyorlar; yerini alacak rejimin kontrolünü elde etmeyi hesaplıyorlar.
Türkiye siyasetini anlamak
“Bölgesel güçler”in de davranışları, yine söz konusu bu “kural”a göre işler. “Bölge”nin “yükselen yeni gücü” Türkiye’yi de Libya-Suriye, hatta Yemen-Bahreyn aralığındaki gelişmelere ilişkin tavrını da bu açıdan anlamak ve değerlendirmek gerekiyor. Türkiye, Mısır’daki net ve övülesi tavrından ötürü Libya’da yalpalamadı mı? Yalpaladı. Yalpalayacak da. İlkeler ile “Realpolitik”in zorunlulukları, öyle davranmaya mecbur kılıyor. ABD ve AB de yalpaladı. Yalpalıyorlar ve yalpalayacaklar. Türkiye için Libya’dan da daha önemli “sınav”, Suriye’de. Suriye, Türkiye’nin “bölgesel güç” olarak son birkaç yıl içinde yükselmesinin bölgedeki “mihenk taşı” konumunda. Ortadoğu’daki “özgürlük arayışı” ve “değişim dalgası”nın Suriye içinde esmesi, esas olarak, bölgedeki “yerleşik yapılar” üzerinden ekonomi, ticaret, diplomasi ve “soft power” enstrümanlarıyla hareket ederek “bölgesel güç” konunuma gelen, dolayısıyla “statükocu” bir mevziye yerleşen Türkiye’yi “zor tercihler” önünde bırakıyor.
Türkiye için Suriye’de zor tercihler
Bir yanda, Türkiye ile yakınlaşmasından olağanüstü yarar sağlamış olan ama Türkiye’ye de önemli bölgesel imkanlar sunan Başşar Esad rejimi; diğer yanda Suriye’nin “kimsesizleri”nin “özgürlük arayışı” ile “sessizleri”nin seslerini yükselterek meydanlara çıkması var. En güneydeki Deraa’dan en kuzeydoğudaki Kamışlı’ya kadar. “Kimsesizlerin kimsesi” ve “Sessizlerin sesi” unvanlarıyla “Arap sokağı”na ve onun üzerinden ismini tarihe tescil ettirmekte olan Tayyip Erdoğan’ın Başbakan sıfatını taşıdığı Türkiye, böyle bir tablo karşısında ne yapmak durumundadır? Kendiliğinden zor bir tercihle yüzyüze Türkiye. Suriye dediğiniz, İran boyutu, Lübnan boyutu, İsrail boyutuyla, yüzde 75’i Sünni olan nüfusunu 1963’ten beri amansız bir olağanüstü hal kanunu ile yöneten azınlık rejimiylemezhep çatışması potansiyeli barındıran ve ayrıca “Kürt sorunu” ile bağlantılı iç yapısıyla sadece Türkiye için değil, herkes için “zor tercihler” sunan bir ülke. 800 kilometreyi aşan ortak sınırıyla Türkiye için haydi haydi öyle. Başbakan Tayyip Erdoğan ile geçen hafta Irak dönüşünde gece yarısı uçakta, Suriye üzerine tümüyle “off-the-record” bir söyleşide Türkiye’nin Suriye’deki gelişmelere ilişkin mevcut ve gelecekteki tavrının ipuçlarını edindik. Konunun “off-the-record” olmayan, aleni yöne, Türkiye’nin Başşar Esad rejimine “reform yapması” için bastırması. Bu, olağanüstü hal kanunun iptalini, siyasi tutukluların serbest bırakılmasını, yeni anayasayı, vs. içeriyor.
İki soru işareti var:
1. Rejim, bunları “yapısal” olarak yapabilmeye acaba yetenekli mi? 2. Yapmadığı takdirde, Türkiye, her ne pahasına olursa olsun, Suriye’deki rejimin arkasında duracak mı? İlkinin cevabı tartışmalı. İkincisinin cevabı için yazının ilk bölümüne başvurabilirsiniz.
İran nüfuz alanında Türkiye faaliyeti
Konunun, başlığı konmamış en can alıcı yanı, Türkiye’nin “İran’ın nüfuz alanı” addedilen bir hatta hareket halinde oluşu. Geçen hafta yapılan ve Bağdat-Necef-Erbil ekseninde gerçekleştirilen Tayyip Erdoğan’ın Irak gezisini de bu bağlamda algılayın.
Yazıyı Asia Times’ta yazan ve Ankara’da görev yapmış Hintli bir diplomatın (M.K. Bhadrakumar) “Neo-Osmanlılar yeni Orta Doğu’yu Keşfediyor” başlıklı yazısının şu bölümüyle bitirelim:
“... Ankara, bir yandan, İran-Suriye ittifakında apaçık biçimde müdahale eder ve Şam’a Sünni Arap saflara dönmesini dikte ederken (Alevi rejimin kolaylıkla yapabileceği bir şey değil), diğer yandan Davutoğlu, “durumu yerinde görmek” ve Bahreyn’deki Şii ayaklanmasının arkasında İran’ın elini gören Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri’yle yaptığı temasların arkasını getirmek üzereManama’ya gidiyor. Davutoğlu, ‘Bahreyn’de gerilimin tırmanması Körfez’de gerilimin tırmanmasına yol açabilir’ dedi. İran’ın tavrıyla keskin bir zıtlık içinde, Türkiye, Bahreyn’de Suudi müdahalesine itiraz etmedi (başlangıçta etmişti ama artık etmiyor).” Bugün Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu ile Manama’dayım. “2011 Arap Devrimi” yazılarını sürdüreceğiz...