Cengiz Çandar

Suriye politikası: Eleştirin ama tutarlı olun...

10 Eylül 2012
Bir süre önce Türkiye’nin Suriye politikasını eleştirmenin ve eleştiri oklarını esas olarak Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’na –belli ölçülerde de Başbakan Tayyip Erdoğan’a- yöneldiğini yazdık. Türkiye’nin Suriye politikasına yönelik eleştirilerin ortak noktası yok. Eleştirilen hususlarda farklı.

Suriye’deki zalim rejimin yanında saf tutan ya da Türkiye’nin “ABD’nin taşeronu” olarak davrandığını öne süren eleştirileri bir yana bırakmak gerekiyor. İlkine ilişkin söylenebilecek bir şey yok. Türkiye’nin “İran-Suriye ekseni”nde davranması gerektiğine işaret eden o eleştirinin iler tutar tarafı yok çünkü. Ne siyasi olarak doğru, ne de “insani” ve “ahlaki” gerekçeler ile, barışçıl gösteriler yapan kendi halkına karşı katliam boyutlarına varan orantısız bir silahlı tepki gösteren bir rejim ile Türkiye aynı “dalga boyu”nda davranamazdı ve davranmamalıydı.

Dolayısıyla, o eleştirinin geçerliliği yok ve üzerinde durulması da gerekmiyor.

Diğer, yani “Türkiye’nin ABD’nin taşeronu” olarak Suriye’deki rejime karşı tavır aldığı –CHP’nin de zaman zaman seslendirdiği- eleştirinin “temel sorunu” doğru olmaması. Zira, Türkiye, bırakın “ABD’nin taşeronu” gibi davranmayı, tam tersine “ABD’nin hareketsizliği”nden şikayetçi.

Kaldı ki, Türkiye, Suriye krizinin en başından beri, Suriye’de başını ABD’nin çekeceği bir “askeri müdahale”ye karşı olduğunu açıkça ilan etmişti. Dış askeri müdahale olmadan, Suriye’deki duruma müdahale etmek konusunda ise, ABD’nin (ve BM’nin) gerekeni yapmadığı ve “pasif davranıldığı”ndan sürekli şikayet etti.

Yani, söz konusu eleştiri bir gerçekliğe işaret etmiyor. Bu bakımdan, doğru ve haklı bir eleştiri değil.

Üzerinde durulmayı hak eden eleştiri, Türkiye’nin Başşar Esad rejiminin dayanma gücünü iyi hesap etmediği ve Başşar’ın kısa süre içinde yıkılacağını sandığı ve bu yüzden attığı adımlarda ve atılan adımların “zamanlaması”nda hata işlediğine dair olanı.

Bu eleştirinin mantık örgüsü içinde vurgulanan ve yine üzerinde durulması gereken husus ise, Türkiye’nin Suriye muhalefetine gereksiz ölçülerde destek olduğu, rejime muhalif silahlı grupların Türkiye topraklarını kullandığı, bu yüzden Hatay ilimizin “her türlü ajanın cirit attığı” bir yer haline gelmesi ve izlenen politikanın “mezhepçi” bir görüntü verdiği, bunun da başta Hatay, Türkiye’nin iç gerilimlerini beslediği yolunda.

Yazının Devamını Oku

Suriye “Kerbela” mı? “Aleviler” mi? “Nusayriler” mi?

9 Eylül 2012
Başbakan Tayyip Erdoğan, İstanbul’da toplanan “Arap Uyanışı ve Yeni Ortadoğu’da Barış: Müslüman ve Hristiyan Perspektifi” başlıklı, bölgeden çok sayıda Hristiyan din adamının katıldığı konferansta, Suriye’yi “yeni Kerbela”ya benzetti.

“1332 yıl önce Kerbela’da yaşanan neyse bugün Suriye’de yaşanan da odur” dedi. “Suriye’de zalim diktatör en ağır silahlarla toplu katliam gerçekleştirirken, sırf mezhep taassubu nedeniyle bu zulme sessiz kalanlar, alkış tutanlar, çanak tutanlar var” sözlerini “Suriye-Kerbela metaforu”na ekledi.
Başbakan’ın “Suriye-Kerbela metaforu”, akıllara William Faulkner’ın “Geçmiş asla ölü değildir; geçmiş, geçmiş bile değildir” şeklinde ünlü sözünü getiriyor.
“Geçmişin asla ölü olmadığı”, hatta “geçmişin aslında geçmiş bile olmayıp, bugünün ta kendisi olduğu” Ortadoğu’dan başka dünyanın hiçbir bölgesinde böylesine geçerli olamaz. 1332 yıl önceki Kerbela, bugünün Suriye’si olarak tarif edilecek kadar “canlı” bir referans noktası.
Kerbela, başkenti Şam olan Emevi hükümdarı Yezid’in Hz. Hüseyin’i katlettiği yerin ve savaşın mekanı ve İslam’ın Şii mezhebinin “doğum anı” olarak tarih kayıtlarındadır. Aleviliğin de temel referans noktasıdır. Ve, bugün Şam’da Nusayri (yoksa Alevi mi?) kimlikli rejimin hüküm sürdüğü Suriye’de paradoksal biçimde Türkiye’nin başbakanı “günümüzün Kerbela’sı”ndan söz edebiliyor.
Nusayri mi? Alevi mi?
Türkiye’nin yöneticileri, ülkemizin içindeki hatırı sayılır Alevi nüfusu ilzam etmemek için siyasi kaygıdan yola çıkarak, Başşar Esad ve Suriye yönetici elitinden Alevi olarak söz etmemeye özen gösteriyor; Nusayri sözcüğünü tercih ediyorlar. Hafta içinde bir televizyon programında, “Suriye’deki Nusayriler kendilerine Alevi diyorlar ve kendilerinden Nusayri diye söz edilmesini pejoratif yani bir tür hakaretamiz amaçlı görüyorlar” dediğimde, program konuşmacılarından Fehmi Koru, “Onlar da kendilerini Nusayri diye niteliyorlar” diyerek itiraz etti.
Oysa, kendilerini “Alevi” diye nitelediklerini ve “Nusayri” nitelemesinden hazzetmediklerini biliyorum. Suriye’deki mezhebi kırılmanın farklılığını kendi dolaysız tecrübemle hatırlıyorum. 1982 yılında Hama’da Hafız Esad’ın giriştiği müthiş katliamdan birkaç ay sonra İsrail’in Beyrut kuşatması sırasında uzunca bir ateşkes süresinden yararlanıp, Türkiye’ye gitmek üzere Kuzey Lübnan’dan çıkış yapmış ve Suriye’de Tel Kalakh’da (Crac des Chevaliers) gecelemiştim.  Birlikte seyahat ettiğim bir Lübnalı aile ile birlikte muhtarın konuğuydum. Homs yakınlarında, bir Haçlı kalesinin bulunduğu, bir tepenin üzerine kurulmuş köyde gün ağardığında aşağımızda uzanan düzlükleri seyrederken, kıyıya doğru, Banyas ve Lazkiye yönünü işaret ederek, muhtara sormuştum, “Şu yönde Alevi köyleri olduğunu sanıyorum. Orada Aleviler var mı?”

Yazının Devamını Oku

“Ortadoğu statükosu” bozulunca: Komşularla sıfır sorundan sorunsuz sıfır komşuya...

7 Eylül 2012
Günün modası, Türkiye’nin (daha doğrusu iktidarın) Suriye politikasına ağır eleştiriler yöneltmek. “Günah keçisi”, anlaşılır biçimde, siyasi iktidar oldu ve Suriye politikasının baş sorumlusu olarak Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu “hedef tahtası”na yerleştirildi. Suriye’ye karşı “yanlış” yapıldığı eleştirileri giderek artan ve sertleşen bir uslupla dile getirilmeye başlandı.
Davutoğlu’nun formüle etmiş olduğu “komşularla sıfır sorun” politikası ironik eleştirilerden nasibini alıyor. Türkiye’nin şu andaki dış politika görüntüsünün “komşularla sıfır sorun” ile ilgisi kalmadı. Tam tersine, “sorunsuz sıfır komşu” politikasına dönüştü. Mesut Barzani başkanlığındaki Irak Kürdistan yönetiminden gayrı (bu da ayrı bir ironi) Türkiye’nin sorunsuz tek bir komşusu yok. Tüm komşularıyla ağır sorunları var.
“Komşularla sıfır sorun politikasının iflası” giderek Türkiye dışında da yüksek sesle ve alaycı biçimde dillendirilir oldu. Son olarak, Patrick Seale, “The Collapse of Turkey’s Middle East Policy” (Türkiye’nin Ortadoğu Politikasının Çöküşü” başlıklı bir yazıyla devreye girdi.
“Türkiye, Arap Baharı’nın öngörülemeyen sonuçlarının kurbanlarından biri; iddialı Ortadoğu politikası çöktü” hükmünde bulunuyor Patrick Seale. Seale, Türkiye’nin dış politika başarılarını tek tek sıraladıktan sonra, aynı örneklerin daha sonra tam tersine döndüğünü vurguluyor ve şu katı hükmü ifade ediyor:
“’Komşularla sıfır sorun’ yerine, Türkiye, bugün, hemen her cephede vahim sorunlarla yüzyüzedir ve Ahmet Davutoğlu’nun yıldızı sönmüştür. O, artık usta bir stratejist değil, ayakta kalmak için çırpınan amatör bir siyasetçi görüntüsünde.”
Yakın geçmişte, Ahmet Davutoğlu’nun “yeni bölgesel düzen” kurma stratejisinin temel unsurunun “Türkiye-Suriye ortaklığı”na dayandığını hatırlatan Patrick Seale, “çökmüş olan Türkiye’nin Ortadoğu politikası”nın bu “çöküntü”den “çıkış yolu”nu şöyle gösteriyor:
“Türkiye, Suriye politikasını gözden geçirmeli midir? Washington’un (ve İsrail’in) Tahran ve Şam’a yönelik savaşına iştirak etmekten vazgeçmesi ve adım adım daha tarafsız bir konuma yol alması, Ankara’ya kuvvetle tavsiye edilmelidir. BM’nin yeni barış temsilcisi Lakhdar İbrahimi’nin, Suriye çatışmasına barışçıl bir çözüm bulabilmesi için üstlendiği zor görevinde Türkiye’nin yardımına ihtiyacı var. Türkiye’nin Ortadoğu politikasının eski parlak görüntüsünü tekrar ihya etmesinin yolu, bu olacaktır. Türkiye, acilen komşularıyla ilişkilerini yeniden düşünmelidir ve bunların arasında en başta Suriye geliyor.”
Patrick Seale’in bu “değerlendirmesi” ya da eleştirisi, Türkiye’de birçoklarının üzerine atlayacağı cinsten bir “tavsiye” ile noktalanıyor.
Patrick Seale’i yıllar öncesinden gayet iyi tanırım. Hafız Esad’ın, Esad ailesi tarafından onaylanan biyografisinin yazarıdır. Ayrıca, Suriye’deki rejimle sıkı fıkı ilişkiler geliştirmiş bir İngiliz Yahudisi olarak, Suriye ile İsrail arasında kapalı kapılar ardındaki temaslarda da rol almıştır. Kalemini eline aldığı vakit, öncelikli vurgusu, Esad ailesinin ve Suriye’deki rejimin çıkarlarını gözetmektir. Son yazısında yaptığı da bu.
Yani?
Yani, Türkiye’nin Suriye’ye karşı aldığı tavırdan vazgeçmesi ve yavaş yavaş Suriye’ye ve bu arada İran’a yanaşmaya başlaması.
Patrick Seale söylemiyor ama, Türkiye’deki şiddet tırmanışının ve terör olaylarının Suriye’deki durum ve Türkiye ile İran arasındaki “mesafe”nin açılmasıyla doğrudan ilişkisi var. Bağdat’taki Şii kimlikli Maliki rejimiyle de arasının bozuşması, yine İran-Suriye eksenine karşı aldığı tavırla doğrudan bağlantılı.
Patrick Seale söylemese de, yazısının ruhundan şu sonucu çıkartmak da pekala mümkün; demeye getiriyor ki, Türkiye, “PKK belası”ndan nefes almak istiyorsa, Suriye politikasını değiştirmeli ve dolayısıyla İran’ın istediği bölgesel konuma kaymalıdır.
 Yazılanlarla ve gerçek duruma bakıldığında, Türkiye’nin Patrick Seale’in gösterdiği fotoğrafı çok da yanlış olarak yansıttığı söylenemez. Gerçekten, ortada “komşularla sıfır sorun” politikası yok; tüm komşularıyla vahim sorunlarla ve kendi içinde önlenemez bir mecrada yol almakta olan şiddet ikliminin kararttığı “iç sorunlar”la karşı karşıya kaldığı bir durum söz konusu.
Bu fotoğrafa yani “komşularla sıfır sorun politikası”nın yerini “sorunsuz sıfır komşu” politikasına dönüştüğü fotoğrafa ilk işaret edenlerden biriyim. Ancak, ne “komşularla sıfır sorun” politikasının yanlış olduğu kanısındayım, ne de Suriye’ye karşı alınan tavırda bir “temel yanlışlık” olduğuna inanıyorum.
‘Komşularla sıfır sorun” politikasının iki özelliği vardı:
1. Bu, Türkiye’nin Ortadoğu’ya aktif biçimde dönüşünün “tatlandırıcısı” niteliğinde formüle edilmiş bir “kod”dan başka bir şey değildi. Bu haliyle  ve bu kadarıyla anlaşılırsa, bir yanlışlık yoktu.
2. Söz konusu “kod”, Ortadoğu statükosu için geçerliydi. Yani, bu politika formüle edildiği vakit, Ortadoğu’da hangi ülkede hangi rejim varsa, onlarla o mevcut konjonktürde yakın ilişkiler geliştirmeye dayanıyordu.
Bu, şu demektir:
“Ortadoğu statükosu” bozulunca, “komşularla sıfır sorun” politikasının da hükmü kalmaz. “Arap Baharı” adı verilen olağanüstü bir tarihi dönem başlamış, Mısır ve Tunus’ta, ardında Libya’da diktatörlük rejimleri iskambil desteleri gibi yıkılmaya başlamış; “fırtına” gelmiş Suriye’ye Türkiye’nin kapılarına dayanmış. Suriye’deki rejim barışçıl gösteriler yapan halkını acımasızca biçmeye başlamış, Türkiye sınırlarına onbinlerce mülteci gelip dayanmış. Suriye’de halk ayaklanmış. Kısacası, “Ortadoğu statükosu” ortadan kalkmış. Komşular, doğrudan doğruya sizi etkileyen tepeden tırnağa “sorun” haline gelmişler.
Nasıl sürdürebilirsiniz “komşularla sıfır sorun” politikasını? Ya, İran gibi rejimin ve zulmün yanında yerinizi alacaksınız veya başta Suriye, Arap halklarının yanında.
“Ortadoğu statükosu” bozulunca, Türkiye ikincisini seçti.
Türkiye, bugün, Tunus’ta, Libya’da ve Mısır’da diktatörlüğün yerine kurulan yeni rejimler ile en yakın ilişkideki ülke. Suriye’dekiyle değil. Çünkü, Suriye’deki rejim henüz tümüyle yıkılmadı.
Suriye’de bu rejimin ayakta kalabileceğine ve Suriye’nin bir buçuk yıl öncesine geri dönebileceğine inanıyorsanız, Türkiye’nin Suriye ve Ortadoğu politikasını yerden yere vurmakta yerden göğe haklı olabilirsiniz. Aksi halde, eleştiriler haksızdır ve yanlış yerde durmaktasınız.
Kürt sorununun çözümünde, Alevi sorununu ele alışta yanlışlık yaptıkça, “demokrasiden uzaklaştıkça” kendisini bir tür “Suriyelileştirme”ye başlarsa, Türkiye’nin “yanlışlığı”ndan söz etmenin anlamı olur.
İktidar, işte burada sürekli yanlış yapıyor...
Yazının Devamını Oku

“Durum”a dair düşünceler...

5 Eylül 2012
“Tecrübeyle sabit.

PKK ile mücadele devletin de toplumun da kimyasını bozuyor. Mücadelenin süresi, araçları, psikolojisi herkesi derinden etkiliyor. Bizi başkalaştırıyor. Demokrasiyi zayıflatıyor, hukuku zedeliyor, çoğulculuğu öldürüyor. Yani yaşadığımız ‘çevre’yi boğucu hale getiriyor. Milliyetçilikler yükseliyor, hoşgörü ve güvensizlikler artıyor...”

İhsan Dağı, dünkü Zaman’da “PKK’yı neyle ve nasıl bitirirseniz bitirin” başlıklı yazısında mükemmel ve olağanüstü çarpıcı tespitler yapıyor:

“PKK nasıl bitirilecek? PKK’nın artan saldırganlığına tepkiler hakikaten çığ gibi büyüyor. Haksız da değil bu tepkiler; siyasetin imkanlarının sınandığı ve de tükendiği düşünülüyor. Tek kalan seçenek olarak da PKK’yı silahla bitirmek görülüyor... Mücadele edilecekse de gerçekçi bir zeminde yapmak lazım bunu. Şunu bilmek gerek; PKK son yıllarda mevcut konjonktürde olduğu gibi uygun bir bölgesel ortamı hiç bulmamıştı...”

“Sonuç şudur: PKK tarihinde görmediği bölgesel desteğe şu sıralar sahip. Hep çatışma içinde olduğu İran bile arkasında. Ne yaparsak yapalım terör maalesef kısa vadede bitmeyecek...”

Şu çıkarmasamayı yapabiliriz: PKK başvurduğu (kullanıldığı da denebilir) “terör tırmanışı”nın bitişi ile Suriye’de mevcut durumun bir şekilde çözüme ulaşması, en azından Suriye’yi sarmalayan “şiddet ortamı”nın son bulması birbiriyle doğrudan ilintili, içiçe geçmiş durumda.

Bir umut ışığı var mı peki?

Şimdiki umutlar Kofi Annan’ın yerini “BM ve Arap Birliği Özel Temsilcisi” sıfatıyla alan çok tecrübeli Cezayirli diplomat Lakhdar İbrahimi’nin ismi üzerinde yoğunlaşıyor.

İç yapısı bölge ülkeleri içinde Suriye’ye çok benzeyen Lübnan’da tam 15 yıl süren iç savaşı sona erdiren Taif Anlaşması’nı kaleme alan ve ayrıca BM Temsilcisi olarak 2004’te Irak’ta anlamı girişimleri olan Lakhdar İbrahimi’nin sonuç alacağı konusunda iyimser olanlardan değilim. Nitekim, İbrahimi son görevini üstlendikten sonra yaptığı açıklamada, “omuzlarına binen sorumluluğu kendisini korkuttuğunu, karşısında bir duvar gördüğünü ve o duvarda içinden girebileceği çatlaklar göremediğini” söyledi.

Yazının Devamını Oku

Türkiye ve Suriye’ye dair yalan-dolan

3 Eylül 2012
Suriye konusu, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın kötü siyaseti ve ana muhalefet partisinin kötü ötesi yaklaşımı sayesinde bir “iç politika kördöğüşü”ne dönüştü.

Esas itibarıyla doğru bir siyasi yaklaşımı, bu kadar sorgulanır hale sokabilmek özel bir yetenek ister ve Tayyip Erdoğan bunu becerebildi.

Aylar öncesinde defalarca yazdık; Türkiye, kendi Kürt sorununu kendi içinde çözüm rotasına sokmaz ise, ayrıca Alevi sorununun üstesinden gelmek için samimi gayret göstermezse, izlemek istediği Suriye politikası boynuna dolanır, kolay hareket edemez, manevra alanı daralır.

Tam da bu oldu.

Kürt sorunu konusunda Başbakan’ın haşin dili, Uludere (Roboski) ile birlikte ortaya konulan hoyratlık, Alevi duyarlılığını göz ardı edecek ne varsa onun yapılması, Suriye gibi hayati bir konuda kurulması gereken “ulusal koalisyon”u imkansız kıldı. Erdoğan’ı, Rusya ve Çin’in arkaladığı, İran’ın sonuna kadar desteklemekte kararlı olduğu Suriye karşısında ABD ile Suudi Arabistan-Katar ekseninde “mezhepçi” bir görüntüye yerleştirdi.

Asıl “mezhepçiliği” bilinçli olarak Suriye’de Başşar yapmakta, İran, düpedüz bir “Şii ekseni” üzerinden hareket etmekteyken, Tayyip Erdoğan’ın kötü ve keyfi iç politikasının dış politika yansıması “mezhepçi görüntü” oldu ve bu da iç politikada CHP’nin yarı-aymaz ve o da yarı-mezhepçi muhalefet politikasını seferber etti.

Söz konusu siyasi iklim, önceki gün Antakya’da CHP’nin de solunda yer alan grupların ve kuruluşların “Kanımızla, Canımızla Seni Sarıyoruz ey Başşar” şeklinde sloganlar atarak yaptıkları mitinge yol açtı.

Türkiye’de solun bir bölümü, sözde anti-emperyalizm ve anti-Amerikancılık adına tarihin en kanlı diktatörlerinin “yedek gücü” olmak gibi bir utanç verici role soyunmuşlardır. Bundan 10 yıl önce Saddam’ın Türkiye’deki barutu onlardı, şimdi Irak Baas’ından sonra Suriye Baas’ı için kendilerine ortaya atıyorlar.

Söz konusu slogan, Arap dünyasının “Biddem, birruh, nefidik ya…” diye başlayan ve sonuna bir lider ismi iliştirilen en klasik sloganıdır. Bu sloganın sınırı aşıp Antakya’ya gelmesinde, Türkiye solunun İttihatçı-Kemalist virüsle enfekte, dolayısıyla Baas türevi kesimlerinin rol alması kadar, Hatay ilimizde Başşar Esad ve onun mensup olduğu Nusayri-Alevi mezhebini paylaşan yurttaşlarımızın yaşıyor olması ve iktidarın yanlış “Alevi politikası” nedeniyle Başşar ile dayanışma hissetmesinin payı var.

Yazının Devamını Oku

Göz yumacak mı?

2 Eylül 2012
Yazılara bir yurtdışı seyahati vesilesiyle ara vereli iki haftaya yaklaştı. Bu arada, Şemdinli’de PKK’liler ile BDP’li milletvekillerinin kucaklaşmasından, Bayram’ın ikinci günü Gaziantep’te hain bir terör saldırısıyla kan dökülmesinden, Hakkari ilindeki askeri duruma ve Suriye konulu önemli gelişmelere uzanan geniş bir alanda bir dizi olay yaşandı.

Bu olaylar ve gelişmeler dizisinin içinden ben bugün Ömer Faruk Gergerlioğlu ismiyle ilgili olanını çekip, öne çıkartmak niyetindeyim.

Ömer Faruk Gergerlioğlu, Mazlum-Der’in eski genel başkanlarından. Mazlum-Der, malum, İslami eğilimli veya dindar insan hakları savunucularının kuruluşu. Gergerlioğlu ismini, Türkiye’de insan hakları ihlallerinden muzdarip insanlar bilir. Yakın geçmişte, Hrant Dink davasıyla ilgili adaletsizliklerden ötürü başlatılan “Adalet İstiyoruz” adlı girişimin başını çekenlerden biriydi.

Gergerlioğlu, benim de aralarında bulunduğum bir grup insana karşı ve alçakça “kişilik katli” ve “itibarsızlaştırma” kampanyasına girişmiş olan sözde Müslüman görüntülü, kirli istihbarat oyunlarının maşası bir çevreye (bir günlük gazete ve bir internet sitesi) karşı dikilmek cesaretini gösterdiği için, gazetesiyle ilişkisi kesildi ve yazılarının yayımı durduruldu.

Ömer Faruk Gergerlioğlu’nun bir süredir yazmakta olduğu Milat gazetesinde yayımlanmayan yazısı, perşembe günü Taraf gazetesinde yayımlandı. Gergerlioğlu, Uludere Katliamı’nda çocuğunu kaybetmiş bir annenin, bir minibüsün devrilmesi sonucunda çok sayıda askerin öldüğü olayda askerleri nasıl hastaneye taşıdığının yürek burkan öyküsüna anlattığı yazısında yazısında şu satırlara yer vermişti:

“Bu katliam sonrası bu yürek parçalayan olayın olması hepimizi derinden düşündürmeli. Gerçekten çözümün sırrı burada. Bir Kürt anasına başını yaslayan, ona baktıkça anasını hatırlayan o güzel askerde saklı bu sır. Askeri, hesabı verilmemiş zalim bir bombardıman sonucu çocuğunu kaybetmiş intikamcı bir anne gibi değil, ona baktıkça analık duyguları kabaran biri gibi kucaklayan asil ruhta saklı bu sır. Hangi katı yürek bu manzara karşısında eriyip gözyaşlarına boğulmaz ki? Acılarının hesabını soranları ve onları sahiplenen erdemli insanları, insan hakları savunucularını terrorist ilan edenler, artık katı kalpleriniz yumuşasın. Şiddetin, zalimce kin duygularının, belden alta vurmaların kazandıracağı hiçbir şey yok.

Ateş düştüğü yeri yakıyor. İki tarafın da ölenlerin ardından döktüğü öfkeli gözyaşları çözüme hizmet etmiyor. Bu anlayışa dokunulmasıyla şiddet, öfke, zalimlik dili oluşuyor. Kürt sorunu üzerinde düşünen ve çözümler arayan aydınları, PKK’lı ilan edenler, ne derece sorumsuz olduğunuzu anlayın. Önemli olan ölenin ağıtını yakmak değil, yeni ölümleri önlemektir. Bu ülkede fay hatları her geçen gün daha kırılgan hale gelirken hedef göstericiliğin, derin devlet servisçiliğinin normalleştirilmesi tüyler ürperticidir. Medya attığı manşetlerde artan tirajını değil kendisi yüzünden oluşabilecek ölümlerin endişesini yaşamalıdır…

Ömer Faruk Gergerlioğlu’nun kellesini bu ilkeli duruşu, bu bakış açısı, bu gözlemleri nedeniyle aldılar. Şiddet diline, öfke ve zulüm diline karşı çıkıyordu. “Kürt sorunu üzerinde düşünen ve çözümler arayan aydınları, PKK’lı diye ilan edenler, ne derece sorumsuz olduğunuzu anlayın” satırlarıyla doğrudan bizleri kastediyordu. Bizleri hedefine yerleştiren alçakça kampanya, giderek alçaklıktan çıkıp ahmaklığa ulaşarak, devam etti. Bizim yakın çevremizde birçok kişi sustu, pıstı, olan-biteni görmezden gelmeyi tercih etti. Hatta, “bizim mahalle”den bazılarının böylesine bir “itibarsızlaştırma” kampanyasına hedef kılınmamızdan mutluluk duyduğuna da kalıbımı basarım.

28 Şubat’ta Şemdin Sakık ismi alet edilerek bir “kişilik katli” kampanyasının hedefine yerleştirildiğimizde susmalarını anlayabilmiştim. Gazete patronları zaten 28 Şubat’ın “andıç komplosu”na karşı koymayı yasaklamışlardı. Generallerin baskısı, pısmaya ve sıvışmaya anlaşılabilir bir meşruiyet sağlıyordu.

Yazının Devamını Oku

Bu günler de geçecek...

15 Ağustos 2012
Hedef gösterildiğim Yeni Akit manşetine yönelik suç duyurusunda bulunuyorum.

İçinde bulunduğumuz günler ile bugünkü iktidarın birçok unsurunun mağdur edildiği 28 Şubat Süreci arasında çarpıcı bir benzerlik var: Medya üzerindeki iktidar baskısı...
Bu baskı, esas olarak, iki şekilde sonuç verir: Gazeteciler işlerini kaybederler, köşe yazarları zora girerler.
Ben de, 2000 yılının Kasım başında Sabah gazetesinden ayrılmak zorunda kalmıştım. Sabah gazetesinde 10 yıla yakın bir süredir çalışıyordum. Gönüllü bir ayrılık değildi. Ayrılık nedeni, biz gazeteciler için en geçerli nedenlerden biriydi: Yazının yayımlanmaması...
Yayımlanmayan yazım, benim de dahil olduğum bir grup insana 28 Şubat döneminde kurulmuş olan tezgahın, Genelkurmay’ın itiraf niteliğindeki bir açıklamasıyla ortaya çıkması üzerine kaleme aldığım ve başta Çevik Bir, dönemin sorumlularına karşı hukuk yollarına başvuracağıma dair yazımdı.
Askere hakaret gerekçesi
Yani, hakkımdaki iftiralardan tümüyle arınmış olmamı kutlayan nitelikte bir yazıydı. Bir yazı işleri görevlisi, “gazete hukuk bürosunun yazıda sakınca bulduğunu” söyleyerek, “orduya hakaret” niteliğinde olduğunu ileri sürdüğü bölümleri ya değiştirmemi ya da yeni bir yazı yazı yazmamı istemişti. Yalan söylüyordu. O tarihte, Sabah gazetesinde köşe yazılarını denetleyen bir hukuk bürosu yoktu. Bu öneriyi reddettim. Yazının yayımlanmasında ısrar ettim.
Bunun üzerine, yazı yayımlanmadığı gibi, görülmemiş bir şekilde, kendi köşemde “askere hakaret ettiğim” gerekçesiyle yazımın yayımlanmadığı bildirilerek, “ihbar” edildim.

Yazının Devamını Oku

Daha ne diyeyim...

14 Ağustos 2012
Dersim’in ruhu, en yürekli sesi denilebilecek bir milletvekili Hüseyin Aygün. CHP Milletvekili. Kişiliği, düşünceleri ve duruşu, hangi partiden milletvekili olduğundan daha önemli. Hangi milletvekili kaçırılsa, bu, bunu yapan bir silahlı örgüt için başlıbaşına ve kendi mantığına uyan bir propaganda kozudur ama kaçırılan kişi, 12 Ağustos 2012 günü Dersim’de kaçırılan Hüseyin Aygün olursa, bu, PKK’ya yönelik öfkeyi, tepkiyi hatta nefreti katmerli bir şekilde katlayacak bir eylemdir.
Yani, bunun PKK’nın işine yaramayacak cinsten bir propagandif yönü olmalı. Düşmanları düşman kalmaya devam edecek. Nötr duranlar kendisinden uzaklaşacak. Yandaşları, BDP’lilerin Hüseyin Aygün olayıyla içine itildikleri durumda olduğu gibi bir açmazda kalacaklar. İktidar partisinin lideri, CHP’yi ve BDP’yi PKK ile aynı çuvalın içine sokup sallayan söylemde o kadar ileri gitmişti ki, Ak Parti ve “devlet”, Hüseyin Aygün’ün kaçırılmasına –ilk bakışta- bigane görüntü veriyor.
Böyle bir durum, şiddetin tırmanmasından kendi hesaplarınca medet uman ve işi Hüseyin Aygün kimliğindeki bir milletvekilini kaçırmaya varacak kadar pervasızlaşan PKK ile “güvenlik öncelikli” alışılmış devlet politikasını sürdürmeye öncelik veren iktidarı “bileşik kaplar” haline getiriyor.
PKK, “şiddet tırmanışı”ndan yana. Bu politikasıyla, iktidarın “PKK’nın devletin sillesini yemesi gerekir; onunla başka bir dille iletişim kurulması mümkün değildir” politikasına “haklılık ve meşruiyet” sağlıyor. PKK, iktidarın (ve devletin) kendisine verdiği bu türdeki “reaksiyon”dan fevkalade memnun. O da bunun üzerinden kendi “meşruiyeti”ni üretmeye bakıyor. “Kan dansı” bu.
Yani, taraflar birbirlerini besliyorlar. Bir kısır döngü içinde birbirlerinden memnun halde dans ediyorlar.
Bu gibi durumlar, ömrünü ülke halkının –Türk ve Kürt- kanının dökülmesini durdurmak, ülkenin “iç kanaması”nı önlemek, tarihi ve büyük bir uzlaşma ve barışmaya katkıda bulunmak için harcayan ben ve benim gibiler açısından büyük bir hayal kırıklığı kuşkusuz.
Tarihin ve toplumların yaşamının öyle momentleri var ki, bireylerin olanca gayretleri güdük ve gülünç kalabilir. Hatta, tarafların “savaş oyunu”na karşı durma, dahası bunu bozma özelliği taşıdığı ölçüde akıl almaz husumetlerin ve provokasyonların hedefi olabilir. Son dönemde benim ve benim gibilerinin başına geldiği gibi.
Buna karşı koymanın bir yolu, “ne haliniz varsa görün” deyip, etkinizin kırıldığı ve etkiniz kırılırken esenliğinizi de tehlikeye soktuğunuz sahneden çekilmektir. Sizi ırgalamayan eli silahlı taraflar varsa ve hayat uğraşlarınızın tam aksi yönde seyretmeye başlamışsa, “paylaşın kozunuzu; ben aradan çekileyim” duygusuna kapılabilirsiniz.
Veya, “sahnede” kalmaya çalışır, durumu teşhir etmeyi sürdürürsünüz. Buna çabalıyoruz...
Başta Başbakan’ın kendisi, çok sayıda 28 Şubat mağdurunu içinde barındıran Ak Parti iktidarı döneminde, 28 Şubat’ın simge olaylarından “Andıç” tekerrür etmiş vaziyette. “Andıç”, daha sonra Genelkurmay karargahında hazırlandığı ortaya çıkan, ele geçirilmiş eski PKK komutanı Şemdin Sakık’ın sözde ifadelerinden yola çıkılarak aralarında benim ve M.Ali Birand’ın bulunduğu bir grup insana yönelik “kişilik katli” idi. “Andıç”ın etkisi, “kişilik katli” ile sınırlı kalmadı. “Andıç”ta yer alan isimlerden dönemin İnsan Hakları Derneği Başkanı Akın Birdal’ın üzerine bir şarjör kurşun boşaltıldı. Birdal, “fiziki olarak” da katledilmek istendi. Hayatta kalması –sakat kalarak da olsa- mucizeydi.
1998’de Şemdin Sakık şifreli olarak iki çok satan gazete aracılığıyla gerçekleştirilen “tezgah”, 14 yıl geçtikten sonra yine “Şemdin Sakık şifresi” ile, “Şemdin Sakık’tan bombalar” manşetiyle, bu kez sözde “Müslüman”  ve Başbakan’ın “daimi kontenjanı”ndaki bir gazete ve onun internet sitesi aracılığıyla yürürlüğe sokuldu.
Türk basınındaki kıdem ve kariyerleri 40 yıla varan Hasan Cemal ile Cengiz Çandar, pespaye bir tezgahla açıkça “hedef gösterilmiş” durumdalar. “Kişi güvenliği” ortadan kaldırılmıştır.
Basın kuruluşlarını, bu arada içinde “Müslüman kimlikli” birçok meslektaşımız bulunan Medya Derneği’ni birkaç gündür ibretle izliyorum. Tıpkı 28 Şubat’ta Basın Konseyi’ni ibretle izlemiş olduğum gibi. Basın Konseyi’nin kurucusu ve daha sonra başkanı Oktay Ekşi, o günlerde sonradan pişmanlık belirttiği, “Şemdin Sakık tezgahı”na gelerek, “İçimizdeki hainleri tanıyalım” başlıklı bir yazı kaleme almıştı. Bakalım, o ruh, bugün, kimlerde tecessüm edecek?
Hasan Cemal, 12 Eylül karabasanı yıllarında, Türkiye’nin demokrasi özlemlerinde bir oksijen tüpü işlevi görmüş olan IPI’ın (Uluslararası Basın Enstitüsü) Yönetim Kurulu üyesi idi. Ben de IPI’ın Türkiye Komitesi üyeliğini yaptım. Granada ve Moskova’daki genel kurul toplantılarına katıldım. “Hedef gösterilmemiz”e ilişkin olarak, IPI’ın Türkiye Komitesi’nin ne yapacağını günlerdir izlemekteyim.
Bu arada yoğun meşgalesi içindeki Abdullah Gül’ü de dikkatle izliyorum. İstanbul’da aynı semtte yaşıyoruz. Konvoyunun önümden geçip gidişine sık sık tanık oluyorum.
Onun aklıma takılmasının basit bir nedeni var. Birkaç gün önce meslektaşımız Hilal Kaplan, Cumhurbaşkanı ile yaptıkları görüşmeye ilişkin bir not iletmişti bana. Hilal Kaplan, “Adalet Talebimiz Var” İnisyatifi’ne mensup. “Adalet Talebimiz Var” İnisyatifi, “Müslüman kimlikli” aydınlar ve yazarlardan oluşuyor.
Ömer Faruk Gergerlioğlu, Hilal Kaplan, Yıldız Ramazanoğlu ve Cemal Uşşak’tan oluşan dört kişilik bir heyet ile Cumhurbaşkanı Gül arasında bir saat süren bir toplantıda “Hrant Dink davasının geldiği son nokta hakkında değerlendirmeler” yapıldı.
Heyet üyelerinden biri, “Devlet Denetleme Kurulu’nun titiz bir çalışma sonucu ortaya çıkardığı raporun hem şimdiye kadar cinayet hakkındaki en kapsamlı rapor olduğunu, hem de İttihat Terakki döneminden bu yana devletin suçlu bile olsa kendi memurunu ifşa eden tarihi bir metin olduğunu, bununla birlikte soruşturmanın 14 aydır bir yere varamadığını” söylemiş.
Bana iletilen “bilgi notu”nun son bölümü şöyle:
“Cumhurbaşkanı Abdullah Gül konuklarını dinledikten sonra söz aldı... DDK raporunda ortaya çıkan sonuca göre Hrant Dink’in göz göre göre öldürüldüğünü belirterek buna çok üzüldüğünü ifade etti. DDK raporunun hazırlanması ve ilgili birimlere iletilmesi ile iletilen makamların gerekli araştırmaları yapmakla, raporun ifade ettiği eksikleri giderecek yasalar, talimatlar oluşturmakla görevli olduğuna değindi. ‘Cumhurbaşkanlığının hazırlattığı raporlar rafta kalmaz’ diyerek dava ile ilgili raporun gereği yapılmamışsa bunun takibini mutlaka yapacaklarının sözünü verdi.”
28 Şubat’ın bir başka mağduru olan Cumhurbaşkanı, umarım, Hrant Dink cinayetine benzer konularda DDK raporları hazırlatmak zorunda kalmaz. Umarım, başkaları için “göz göre göre...” diye bir cümleye başlayarak çok üzüldüğünü söylemek durumunda olmaz. Umarım, Hrant Dink cinayeti ile ilgili DDK Raporu, Cumhurbaşkanı’nın dediği gibi, rafta kalmaz. Raftan iner.
Daha ne diyeyim...
Not: Bu yazının yayımlanmak üzere gazeteye gönderilmesinden sonra Cumhurbaşkanı Abdullah Gül aradı; konuyla bizzat ilgileneceğini ifade etti. Sayın Cumhurbaşkanı’na teşekkür ederim.
Yazının Devamını Oku