Dolayısıyla, o eleştirinin geçerliliği yok ve üzerinde durulması da gerekmiyor.
Diğer, yani “Türkiye’nin ABD’nin taşeronu” olarak Suriye’deki rejime karşı tavır aldığı –CHP’nin de zaman zaman seslendirdiği- eleştirinin “temel sorunu” doğru olmaması. Zira, Türkiye, bırakın “ABD’nin taşeronu” gibi davranmayı, tam tersine “ABD’nin hareketsizliği”nden şikayetçi.
Kaldı ki, Türkiye, Suriye krizinin en başından beri, Suriye’de başını ABD’nin çekeceği bir “askeri müdahale”ye karşı olduğunu açıkça ilan etmişti. Dış askeri müdahale olmadan, Suriye’deki duruma müdahale etmek konusunda ise, ABD’nin (ve BM’nin) gerekeni yapmadığı ve “pasif davranıldığı”ndan sürekli şikayet etti.
Yani, söz konusu eleştiri bir gerçekliğe işaret etmiyor. Bu bakımdan, doğru ve haklı bir eleştiri değil.
Üzerinde durulmayı hak eden eleştiri, Türkiye’nin Başşar Esad rejiminin dayanma gücünü iyi hesap etmediği ve Başşar’ın kısa süre içinde yıkılacağını sandığı ve bu yüzden attığı adımlarda ve atılan adımların “zamanlaması”nda hata işlediğine dair olanı.
Bu eleştirinin mantık örgüsü içinde vurgulanan ve yine üzerinde durulması gereken husus ise, Türkiye’nin Suriye muhalefetine gereksiz ölçülerde destek olduğu, rejime muhalif silahlı grupların Türkiye topraklarını kullandığı, bu yüzden Hatay ilimizin “her türlü ajanın cirit attığı” bir yer haline gelmesi ve izlenen politikanın “mezhepçi” bir görüntü verdiği, bunun da başta Hatay, Türkiye’nin iç gerilimlerini beslediği yolunda.
“1332 yıl önce Kerbela’da yaşanan neyse bugün Suriye’de yaşanan da odur” dedi. “Suriye’de zalim diktatör en ağır silahlarla toplu katliam gerçekleştirirken, sırf mezhep taassubu nedeniyle bu zulme sessiz kalanlar, alkış tutanlar, çanak tutanlar var” sözlerini “Suriye-Kerbela metaforu”na ekledi.
Başbakan’ın “Suriye-Kerbela metaforu”, akıllara William Faulkner’ın “Geçmiş asla ölü değildir; geçmiş, geçmiş bile değildir” şeklinde ünlü sözünü getiriyor.
“Geçmişin asla ölü olmadığı”, hatta “geçmişin aslında geçmiş bile olmayıp, bugünün ta kendisi olduğu” Ortadoğu’dan başka dünyanın hiçbir bölgesinde böylesine geçerli olamaz. 1332 yıl önceki Kerbela, bugünün Suriye’si olarak tarif edilecek kadar “canlı” bir referans noktası.
Kerbela, başkenti Şam olan Emevi hükümdarı Yezid’in Hz. Hüseyin’i katlettiği yerin ve savaşın mekanı ve İslam’ın Şii mezhebinin “doğum anı” olarak tarih kayıtlarındadır. Aleviliğin de temel referans noktasıdır. Ve, bugün Şam’da Nusayri (yoksa Alevi mi?) kimlikli rejimin hüküm sürdüğü Suriye’de paradoksal biçimde Türkiye’nin başbakanı “günümüzün Kerbela’sı”ndan söz edebiliyor.
Nusayri mi? Alevi mi?
Türkiye’nin yöneticileri, ülkemizin içindeki hatırı sayılır Alevi nüfusu ilzam etmemek için siyasi kaygıdan yola çıkarak, Başşar Esad ve Suriye yönetici elitinden Alevi olarak söz etmemeye özen gösteriyor; Nusayri sözcüğünü tercih ediyorlar. Hafta içinde bir televizyon programında, “Suriye’deki Nusayriler kendilerine Alevi diyorlar ve kendilerinden Nusayri diye söz edilmesini pejoratif yani bir tür hakaretamiz amaçlı görüyorlar” dediğimde, program konuşmacılarından Fehmi Koru, “Onlar da kendilerini Nusayri diye niteliyorlar” diyerek itiraz etti.
Oysa, kendilerini “Alevi” diye nitelediklerini ve “Nusayri” nitelemesinden hazzetmediklerini biliyorum. Suriye’deki mezhebi kırılmanın farklılığını kendi dolaysız tecrübemle hatırlıyorum. 1982 yılında Hama’da Hafız Esad’ın giriştiği müthiş katliamdan birkaç ay sonra İsrail’in Beyrut kuşatması sırasında uzunca bir ateşkes süresinden yararlanıp, Türkiye’ye gitmek üzere Kuzey Lübnan’dan çıkış yapmış ve Suriye’de Tel Kalakh’da (Crac des Chevaliers) gecelemiştim. Birlikte seyahat ettiğim bir Lübnalı aile ile birlikte muhtarın konuğuydum. Homs yakınlarında, bir Haçlı kalesinin bulunduğu, bir tepenin üzerine kurulmuş köyde gün ağardığında aşağımızda uzanan düzlükleri seyrederken, kıyıya doğru, Banyas ve Lazkiye yönünü işaret ederek, muhtara sormuştum, “Şu yönde Alevi köyleri olduğunu sanıyorum. Orada Aleviler var mı?”
PKK ile mücadele devletin de toplumun da kimyasını bozuyor. Mücadelenin süresi, araçları, psikolojisi herkesi derinden etkiliyor. Bizi başkalaştırıyor. Demokrasiyi zayıflatıyor, hukuku zedeliyor, çoğulculuğu öldürüyor. Yani yaşadığımız ‘çevre’yi boğucu hale getiriyor. Milliyetçilikler yükseliyor, hoşgörü ve güvensizlikler artıyor...”
İhsan Dağı, dünkü Zaman’da “PKK’yı neyle ve nasıl bitirirseniz bitirin” başlıklı yazısında mükemmel ve olağanüstü çarpıcı tespitler yapıyor:
“PKK nasıl bitirilecek? PKK’nın artan saldırganlığına tepkiler hakikaten çığ gibi büyüyor. Haksız da değil bu tepkiler; siyasetin imkanlarının sınandığı ve de tükendiği düşünülüyor. Tek kalan seçenek olarak da PKK’yı silahla bitirmek görülüyor... Mücadele edilecekse de gerçekçi bir zeminde yapmak lazım bunu. Şunu bilmek gerek; PKK son yıllarda mevcut konjonktürde olduğu gibi uygun bir bölgesel ortamı hiç bulmamıştı...”
“Sonuç şudur: PKK tarihinde görmediği bölgesel desteğe şu sıralar sahip. Hep çatışma içinde olduğu İran bile arkasında. Ne yaparsak yapalım terör maalesef kısa vadede bitmeyecek...”
Şu çıkarmasamayı yapabiliriz: PKK başvurduğu (kullanıldığı da denebilir) “terör tırmanışı”nın bitişi ile Suriye’de mevcut durumun bir şekilde çözüme ulaşması, en azından Suriye’yi sarmalayan “şiddet ortamı”nın son bulması birbiriyle doğrudan ilintili, içiçe geçmiş durumda.
Bir umut ışığı var mı peki?
Şimdiki umutlar Kofi Annan’ın yerini “BM ve Arap Birliği Özel Temsilcisi” sıfatıyla alan çok tecrübeli Cezayirli diplomat Lakhdar İbrahimi’nin ismi üzerinde yoğunlaşıyor.
İç yapısı bölge ülkeleri içinde Suriye’ye çok benzeyen Lübnan’da tam 15 yıl süren iç savaşı sona erdiren Taif Anlaşması’nı kaleme alan ve ayrıca BM Temsilcisi olarak 2004’te Irak’ta anlamı girişimleri olan Lakhdar İbrahimi’nin sonuç alacağı konusunda iyimser olanlardan değilim. Nitekim, İbrahimi son görevini üstlendikten sonra yaptığı açıklamada, “omuzlarına binen sorumluluğu kendisini korkuttuğunu, karşısında bir duvar gördüğünü ve o duvarda içinden girebileceği çatlaklar göremediğini” söyledi.
Esas itibarıyla doğru bir siyasi yaklaşımı, bu kadar sorgulanır hale sokabilmek özel bir yetenek ister ve Tayyip Erdoğan bunu becerebildi.
Aylar öncesinde defalarca yazdık; Türkiye, kendi Kürt sorununu kendi içinde çözüm rotasına sokmaz ise, ayrıca Alevi sorununun üstesinden gelmek için samimi gayret göstermezse, izlemek istediği Suriye politikası boynuna dolanır, kolay hareket edemez, manevra alanı daralır.
Tam da bu oldu.
Kürt sorunu konusunda Başbakan’ın haşin dili, Uludere (Roboski) ile birlikte ortaya konulan hoyratlık, Alevi duyarlılığını göz ardı edecek ne varsa onun yapılması, Suriye gibi hayati bir konuda kurulması gereken “ulusal koalisyon”u imkansız kıldı. Erdoğan’ı, Rusya ve Çin’in arkaladığı, İran’ın sonuna kadar desteklemekte kararlı olduğu Suriye karşısında ABD ile Suudi Arabistan-Katar ekseninde “mezhepçi” bir görüntüye yerleştirdi.
Asıl “mezhepçiliği” bilinçli olarak Suriye’de Başşar yapmakta, İran, düpedüz bir “Şii ekseni” üzerinden hareket etmekteyken, Tayyip Erdoğan’ın kötü ve keyfi iç politikasının dış politika yansıması “mezhepçi görüntü” oldu ve bu da iç politikada CHP’nin yarı-aymaz ve o da yarı-mezhepçi muhalefet politikasını seferber etti.
Söz konusu siyasi iklim, önceki gün Antakya’da CHP’nin de solunda yer alan grupların ve kuruluşların “Kanımızla, Canımızla Seni Sarıyoruz ey Başşar” şeklinde sloganlar atarak yaptıkları mitinge yol açtı.
Türkiye’de solun bir bölümü, sözde anti-emperyalizm ve anti-Amerikancılık adına tarihin en kanlı diktatörlerinin “yedek gücü” olmak gibi bir utanç verici role soyunmuşlardır. Bundan 10 yıl önce Saddam’ın Türkiye’deki barutu onlardı, şimdi Irak Baas’ından sonra Suriye Baas’ı için kendilerine ortaya atıyorlar.
Söz konusu slogan, Arap dünyasının “Biddem, birruh, nefidik ya…” diye başlayan ve sonuna bir lider ismi iliştirilen en klasik sloganıdır. Bu sloganın sınırı aşıp Antakya’ya gelmesinde, Türkiye solunun İttihatçı-Kemalist virüsle enfekte, dolayısıyla Baas türevi kesimlerinin rol alması kadar, Hatay ilimizde Başşar Esad ve onun mensup olduğu Nusayri-Alevi mezhebini paylaşan yurttaşlarımızın yaşıyor olması ve iktidarın yanlış “Alevi politikası” nedeniyle Başşar ile dayanışma hissetmesinin payı var.
Bu olaylar ve gelişmeler dizisinin içinden ben bugün Ömer Faruk Gergerlioğlu ismiyle ilgili olanını çekip, öne çıkartmak niyetindeyim.
Ömer Faruk Gergerlioğlu, Mazlum-Der’in eski genel başkanlarından. Mazlum-Der, malum, İslami eğilimli veya dindar insan hakları savunucularının kuruluşu. Gergerlioğlu ismini, Türkiye’de insan hakları ihlallerinden muzdarip insanlar bilir. Yakın geçmişte, Hrant Dink davasıyla ilgili adaletsizliklerden ötürü başlatılan “Adalet İstiyoruz” adlı girişimin başını çekenlerden biriydi.
Gergerlioğlu, benim de aralarında bulunduğum bir grup insana karşı ve alçakça “kişilik katli” ve “itibarsızlaştırma” kampanyasına girişmiş olan sözde Müslüman görüntülü, kirli istihbarat oyunlarının maşası bir çevreye (bir günlük gazete ve bir internet sitesi) karşı dikilmek cesaretini gösterdiği için, gazetesiyle ilişkisi kesildi ve yazılarının yayımı durduruldu.
Ömer Faruk Gergerlioğlu’nun bir süredir yazmakta olduğu Milat gazetesinde yayımlanmayan yazısı, perşembe günü Taraf gazetesinde yayımlandı. Gergerlioğlu, Uludere Katliamı’nda çocuğunu kaybetmiş bir annenin, bir minibüsün devrilmesi sonucunda çok sayıda askerin öldüğü olayda askerleri nasıl hastaneye taşıdığının yürek burkan öyküsüna anlattığı yazısında yazısında şu satırlara yer vermişti:
“Bu katliam sonrası bu yürek parçalayan olayın olması hepimizi derinden düşündürmeli. Gerçekten çözümün sırrı burada. Bir Kürt anasına başını yaslayan, ona baktıkça anasını hatırlayan o güzel askerde saklı bu sır. Askeri, hesabı verilmemiş zalim bir bombardıman sonucu çocuğunu kaybetmiş intikamcı bir anne gibi değil, ona baktıkça analık duyguları kabaran biri gibi kucaklayan asil ruhta saklı bu sır. Hangi katı yürek bu manzara karşısında eriyip gözyaşlarına boğulmaz ki? Acılarının hesabını soranları ve onları sahiplenen erdemli insanları, insan hakları savunucularını terrorist ilan edenler, artık katı kalpleriniz yumuşasın. Şiddetin, zalimce kin duygularının, belden alta vurmaların kazandıracağı hiçbir şey yok.
Ateş düştüğü yeri yakıyor. İki tarafın da ölenlerin ardından döktüğü öfkeli gözyaşları çözüme hizmet etmiyor. Bu anlayışa dokunulmasıyla şiddet, öfke, zalimlik dili oluşuyor. Kürt sorunu üzerinde düşünen ve çözümler arayan aydınları, PKK’lı ilan edenler, ne derece sorumsuz olduğunuzu anlayın. Önemli olan ölenin ağıtını yakmak değil, yeni ölümleri önlemektir. Bu ülkede fay hatları her geçen gün daha kırılgan hale gelirken hedef göstericiliğin, derin devlet servisçiliğinin normalleştirilmesi tüyler ürperticidir. Medya attığı manşetlerde artan tirajını değil kendisi yüzünden oluşabilecek ölümlerin endişesini yaşamalıdır…
Ömer Faruk Gergerlioğlu’nun kellesini bu ilkeli duruşu, bu bakış açısı, bu gözlemleri nedeniyle aldılar. Şiddet diline, öfke ve zulüm diline karşı çıkıyordu. “Kürt sorunu üzerinde düşünen ve çözümler arayan aydınları, PKK’lı diye ilan edenler, ne derece sorumsuz olduğunuzu anlayın” satırlarıyla doğrudan bizleri kastediyordu. Bizleri hedefine yerleştiren alçakça kampanya, giderek alçaklıktan çıkıp ahmaklığa ulaşarak, devam etti. Bizim yakın çevremizde birçok kişi sustu, pıstı, olan-biteni görmezden gelmeyi tercih etti. Hatta, “bizim mahalle”den bazılarının böylesine bir “itibarsızlaştırma” kampanyasına hedef kılınmamızdan mutluluk duyduğuna da kalıbımı basarım.
28 Şubat’ta Şemdin Sakık ismi alet edilerek bir “kişilik katli” kampanyasının hedefine yerleştirildiğimizde susmalarını anlayabilmiştim. Gazete patronları zaten 28 Şubat’ın “andıç komplosu”na karşı koymayı yasaklamışlardı. Generallerin baskısı, pısmaya ve sıvışmaya anlaşılabilir bir meşruiyet sağlıyordu.
İçinde bulunduğumuz günler ile bugünkü iktidarın birçok unsurunun mağdur edildiği 28 Şubat Süreci arasında çarpıcı bir benzerlik var: Medya üzerindeki iktidar baskısı...
Bu baskı, esas olarak, iki şekilde sonuç verir: Gazeteciler işlerini kaybederler, köşe yazarları zora girerler.
Ben de, 2000 yılının Kasım başında Sabah gazetesinden ayrılmak zorunda kalmıştım. Sabah gazetesinde 10 yıla yakın bir süredir çalışıyordum. Gönüllü bir ayrılık değildi. Ayrılık nedeni, biz gazeteciler için en geçerli nedenlerden biriydi: Yazının yayımlanmaması...
Yayımlanmayan yazım, benim de dahil olduğum bir grup insana 28 Şubat döneminde kurulmuş olan tezgahın, Genelkurmay’ın itiraf niteliğindeki bir açıklamasıyla ortaya çıkması üzerine kaleme aldığım ve başta Çevik Bir, dönemin sorumlularına karşı hukuk yollarına başvuracağıma dair yazımdı.
Askere hakaret gerekçesi
Yani, hakkımdaki iftiralardan tümüyle arınmış olmamı kutlayan nitelikte bir yazıydı. Bir yazı işleri görevlisi, “gazete hukuk bürosunun yazıda sakınca bulduğunu” söyleyerek, “orduya hakaret” niteliğinde olduğunu ileri sürdüğü bölümleri ya değiştirmemi ya da yeni bir yazı yazı yazmamı istemişti. Yalan söylüyordu. O tarihte, Sabah gazetesinde köşe yazılarını denetleyen bir hukuk bürosu yoktu. Bu öneriyi reddettim. Yazının yayımlanmasında ısrar ettim.
Bunun üzerine, yazı yayımlanmadığı gibi, görülmemiş bir şekilde, kendi köşemde “askere hakaret ettiğim” gerekçesiyle yazımın yayımlanmadığı bildirilerek, “ihbar” edildim.