Başbakan Tayyip Erdoğan son dönemlerdeki en önemli sözünü söyledi, PKK’yı kapsayan “yeni görüşme” ya da “görüşmeler”in “olabileceğinden”, “yapılabileceğinden” söz etti.
“Bu konularda” diye söze girerek, “tabii BDP’nin bu çağrısını ne denli değerlendiririz, kaale alırız, ayrı bir konu. Benzer çağrıyı biliyorsunuz CHP de yaptı. Meclis’in açılmasıyla birlikte ‘gelin, hep beraber, haydi bakalım bu taşın altına elimizi koyalım, müşterek olarak arkadaşlar başlasın çalışmaya, ne gerekirse bunu yapalım’ çağrısında bulunacağız. Ha bu arada İmralı’yla ilgili görüşmeler yine olabilir” dedi. Başbakan, ikide bir atıf yapılan ve kesintiye uğramasından sonra kanlı terör eylemlerinin ve şiddet ikliminin Türkiye’ye egemen olduğu “Oslo görüşmeleri”ne ilişkin olarak ise şöyle konuştu: “İmralı olsun, Oslo olsun bu görüşmeleri, biz çok açık net bu adımları attık. Şu anda bu kesilmenin bazı sebepleri oldu. O sebep de neydi? İletişimdeki samimiyetsizlikti. Tabii bu samimiyet olmayına, ister istemez, ‘burada bu işi keselim’ dedik.” Tayyip Erdoğan’ın sözlerini, Adalet Bakanı Sadullah Ergin’in Oslo tartışmasına ilişkin olarak “Bu tartışmalar içimi kanatıyor” şeklindeki değerlendirmesinden ve yaşanan sorunu “yakıcı, yıkıcı ve tahripkar bir sorun” olarak tanımlamasından ve ardından çözüm sürecine sözü getirerek “Abdullah Öcalan’ın da bu sürece girmesi konusunda ayırım yapmıyorum. Bu sorunu çözecek tüm enstrümanlar vardır. Değişen şartlar ve ortama göre, istihbarat birimi, siyaset kurumu, güvenlik bürokrasimiz oturup karar verirler. Hangi enstrümanı kullanmayı kararlaştırırlarsa onu kullanırlar. Bunu yapmamaları bir eksikliktir” sözcüklerini kullanarak, kendisinden bir gün önce NTV’ye açıklamada bulunmuş olmasını hatırlayarak değerlendirmekte yarar var. Bu arada, PKK’nın Oslo görüşmelerine katılmış olan ekibinde yer alan Zübeyir Aydar’ın sözlerini de mutlaka hesaba katmalıyız. Zübeyir Aydar, 24 Eylül’de BBC Türkçe servisine konuşmuşku, Oslo sürecinin kesilmesinin sorumluluğunu Türk hükümetinin sorumlu olduğunu ileri sürmüş ama açıklamasının en önemli ve “pratik” kısmı sonundaydı. Aydar, “Oslo görüşmelerinin başlaması için hazır mısınız?” sorusuna şu karşılığı vermişti: “Bizim tabanımız barışa dünden hazırdır. Önceden tabanımızı buna göre hazırlamış bulunuyoruz. Bu işin mutlaka diyalog yoluyla halledilmesi gerektiğine inanıyoruz. O müzakere süreci boyunca zaman zaman çatışmalar oldu, tıkanıklıklardan dolayı oldu. Ama sonu bir sene içindeki kayıplar, ister bizim taraftan olsun, ister karşı taraftan, bizim kayıplarımızdır, bu ülkenin kayıplarıdır. Bu süreç devam etseydi bu insanlar ölmeyebilirdi.” BDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş’ın “görüşmelerin başlaması durumunda” geçmiş polemikleri bir yana itmeye ve katkı sunmaya hazır olduklarını söylemesi, Zübeyir Aydar’ın BBC’ye yaptığı açıklamalarının üzerine geldi. Sadullah Ergin ve en önemlisi Tayyip Erdoğan’ın “yeni görüşme süreci ihtimali”ne dair açıklamaları da bunların üzerine. Arada bir de Zübeyir Aydar’ın Oral Çalışlar’a yaptığı ve önceki gün Radikalde ayrıntılı biçimde yayımlanan açıklamalar var. Hükümete salvolarını sürdürüyor ama “görüşmeleri kendilerinin kesmediğini” ve “görüşmelere devam etmek isteğini” de açıkça dile getiriyor. “’Tayyip Erdoğan, ‘Ben elimden geleni yaptım, karşılık bulmadı’ diyor. Bu doğru bir yaklaşım değildir. Biz elimizden geleni yaptı, karşılık bulamıyoruz hükümetten. Doğru yaklaşım İmralı’nın kapılarının açılmasıdır. Bu konuda örgüt hazırdır. Diyalogu kesmemiştir...” diye konuşuyor. Kim haklı? Kim doğru söylüyor? Kime inanmalıyız? Ya da inanmamalıyız? Bu sorunun doğru cevabı şu aşamada neye yarayacak? Asıl soru bu. “Konu”yla malum, gayet yakından ilgili biri olarak, tarafların açıklamalarını dinlediğim, okuduğum ve konuyu ve “kronolojik gelişmeler”i bildiğim kadarıyla, durumu biraz Nasrettin Hoca’nın “Sen de haklısın, sen de haklısın” fıkrasına benzetiyorum. Oslo sürecinin kesilmesinde taraflar, “günah” ve sorumluluğu birbirlerine yüklüyorlar ki, ikisinin de doğru söylediği, haklı olduğu yanlar var. Ama burada asıl üzerinde durulması gereken, bunu yaptıkları anda ve yaptıkları ölçüde “görüşmelerin tekrar başlaması” gerekliliğini ve zımnen de olsa başlama isteğini ifade ediyor olmaları. Neden ve nasıl kesildiğini, bunda kimin ne kadar sorumlululuğunun bulunduğunun belirlenmesi elbette özel bir önem taşıyor; görüşmelerin bundan sonra olumlu biçimde hedefe doğru ilerleyebilmesi için gerekli. Bununla birlikte, “görüşme ufku”nun bir yılı aşkın süredir tümden karartıldığı, artık asla olmayacakmış ve konu “silahlar” konuşturularak, “şiddet öncelikli” çözülecekmiş gibi bir hava esmeye başlamışken, “görüşmelerin yeniden başlaması” yönünde bunun gerekliliğini vurgulama ve istek belirtme herşeyden önemlidir ve herkes için geleceğe dönük tek umut kaynağıdır. Bir akademisyen, dün, düzenli aralıklarla gittiği Diyarbakır’ı “son derece ruhsuz” gördüğünü bana aktardı. Kendisine, “Daha önceleri durum çok kötü de olsa, insanlar, soluk bir ışık halinde de olsa, umut ışığı görüp, o konuda hararetle konuşurlardı. O soluk ışık da kaybolmuşsa, Diyarbakır, tehlikeli bir sukunete gömülür” karşılığını verdim. “Kürt sorunu ve PKK” ile ilgili ne yapılması gerektiğine dair son Uluslararası Kriz Grubu Raporu’nu kaleme alan Hugh Pope ile önceki gün bir paneldeydik. Son bir yıl içinde 770 kişinin hayatını çatışmalarda kaybettiğini hatırlattı. Bu sayı, kesinleşmiş rakam. Bunun daha da üzerinde olabilir ve önüne geçilmezse, artmaya da devam edecek. Tayyip Erdoğan, karşı tarafta “samimiyet eksikliği” görerek “Oslo süreci”ni kestiklerini söylüyor. “Karşı taraf” ise hükümetin kendilerini “oyalama taktiği” güderek, Oslo sürecini seçimlere kadar idare ettiğini, seçimlerde alınan yüzde 50 oyun ardından kestiğini öne sürüyor. Kim haklı? Sonuç, hepsi “bizim” olan 770 can oldu ve işler böyle giderse, bu sayı geometrik biçimde artacak ve “bizim canlar” -40 bin küsur yetmiyormuş gibi- binler halinde toprağa düşecekler. “PKK’nın samimiyet testi” olsun, PKK’nın gözünde “hükümetin oyalama taktikleri” olsun; görüşmelerin kesilmesini ve böyle “can faturası” ödenmesini haklı çıkartıyor mu? Bütün bu karşılıklı Oslo sürecinin tıkanmasına ilişkin sorumluluğu “karşı tarafta gören” açıklamalar bir yana, “taraflar”ın arasında muazzam bir “güven uçurumu” bulunduğu belli. Öncelikle, “güven uçurumu”nu daraltacak adımlar gerekiyor. Bu adımlar öncelikle, “görüşmelerin gerekliliği”ni vurgulamakla, “masaya geri dönüş isteği”ni belirtmekle başlayabilir. Şimdilerde olan odur. Umarız ki, bu “yeni hava” ve “yeni dil”, Tayyip Erdoğan’ın 30 Eylül’de Ak Parti’nin “güncelleşmesi” kongresine yansır ve son açıklamaların bir “taktik manevra” olmadığı, kongre sonrası tutulacak yol ile ortaya konur. “Umut ışığı”nı, soluk da olsa, söndürmemek hepimizin görevidir. Ondan sonra görün, İstanbul’u da, Diyarbakır’ı da. Yani, “Oslo görüşmeleri”ne geri mi dönüyoruz? İnşallah. Ancak, bu kez “Oslo süreci”ne geri dönüş demek, Ankara’ya, TBMM’ye gitmek demek. Unutmayalım; 30 Eylül’de Ankara’da Ak Parti “güncellenme” kongresi var, 1 Ekim’de “herkesin elini taşın altına sokması gereken” TBMM’de yeni dönem başlıyor...