12 Eylül askeri darbesinden sonra oluşan rejimin söylemlerine ve eylemlerine bakarak, darbenin hapse attığı dönemin MHP lideri Alparslan Türkeş, “Biz hapisteyiz, ideolojimiz iktidarda” demişti.
Doğru söylemişti. 12 Eylül askeri rejimi, bir yandan yüzlerce MHP’li ve “Ülkücü”yü hapishanelerde inim inletir, işkence dahil her türlü baskıya maruz bırakır, hatta idam sehpasına gönderirken; MHP’liler kendi “söylemleri”nin “eylemi”ni askeri cunta yönetiminin uygulamalarında görüyordu. Benzeri bir durum, şimdi de söz konusu. Aradaki –elbette ki- önemli fark, Türkiye’de görünürde bir “askeri rejim” yok, Alparslan Türkeş’in halefi Devlet Bahçeli, cezaevinde değil. Ama, bugün Devlet Bahçeli kalksa ve “Bu ne iş; biz muhalefetteyiz, her gün Başbakan’ın polemiklerinin hedefindeyiz ama ideolojimiz iktidarda” dese, doğru söylemiş olur. Söylüyor da sayılır. Nitekim, Devlet Bahçeli, parti grubunda dün yaptığı konuşmada, Başbakan’ın MHP’nin 11 yıl önceki pozisyonuna geldiğini söylemiştir: “... Başbakan’ın şimdi idamı geri getirmek istemesi eğer sinsilik değilse, yeni bir oyunun göstergesidir... Erdoğan madem işi buraya kadar getirmiştir, idamla ilgili kanun teklifini hemen Meclis’e getirmelidir. MHP’nin desteği olacaktır. Biz diyoruz ki, hodri meydan...” Uzunca bir süredir, Başbakan’ın söylem ve eylemlerinin önemli bir bölümü için “ayar”ı, Devlet Bahçeli yani MHP veriyor; iktidarın yapabileceklerinin ve yapılmayacaklarının sınırı MHP tarafından çiziliyor. Başbakan’ın kullandığı dil ve uslup büyük ölçüde “MHP hesabı” yapılarak oluşturuluyor. Başbakan, MHP’nin söylem ve eylemine yakın durduğu sürece –ki, kendi hesaplarına göre, durmaya mecbur; attığı her adımdan bir öteye gitmesi için ya MHP tarafından sıkı takipte olacaktır ya da MHP ile buluştuğu her noktada desteklenecektir. Cumhurbaşkanı’nın 2014’te ilk kez doğrudan halk tarafından seçilmesi anayasa girdikten beri, Tayyip Erdoğan, elinde bir “hesap makinası”, sürekli toplama-çıkartma yapıyor; ne yaparsa nereden kaç oy gelir, nereden kaç gider. Ne de olsa, en az yüzde 50 gerek kendisine cumhurbaşkanı seçilmek için. Kuvvetli ve pek de yanlış olmayan bir kanaati var; PKK-BDP seçmen tabanı, ağzıyla kuş tutsa, kazanılamaz diye düşünüyor. Ama, belirli bir söylemle MHP seçmen tabanının kazanılabileceğini 12 Eylül 2010 referandumu ile 12 Haziran 2011 seçimlerinde gördü. “Kaz gelecek yerden tavuk esirgenmez” hesabı, PKK- BDP seçmen tabanını oluşturan 3 milyon oyu, MHP’nin söylemini ve hatta eylem çizgisini benimseyerek ve dolayısıyla MHP’yi “anlamsızlaştırarak” elde edebileceği oy desteğiyle, kolaylıkla feda edebileceği anlaşılıyor. O yüzden, Kürt sorununda ülkenin zaten hayli hasar görmüş “iç dokusu”nun tamir edilemez bir şekilde tahrip olmasına yol açabilecek söylemini değiştirmeye gerek görmüyor. Kısacası, tınmıyor gibi. “Açlık grevleri”ne ilişkin kullandığı dil öyle, daha da öteye bazı milletvekilleri de “süresiz ve dönüşümsüz” diye açlık grevine gitmiş olmalarına karşılık, BDP’yi “şeytanlaştırmak”tan vazgeçmiyor. Bu konuda dün kullandığı dil şöyleydi: “Bu eylemlere biz pabuç bırakmayız. O cezaevlerindeki gençleri terör örgütünün baskısından kurtarmak için ne gerekiyorsa yapacağız. BDP vekilleri de açlık grevine varsın devam etsinler. Bu arada şiş kebaplar falan gelmesin. Bunların bazılarının nefis terbiyesine ve ciddi şekilde rejim yapmaya ihtiyaçları var. Rejim yaparken bir diğeri diğerine ciğer kebabı takdim ediyor. Bu rejimi faşizme çevirmesinler.” Hani “kavgada bile söylenmez” denilen sözler var ya, bunlar, o cinsten. Başbakan, tepkisinde haklı olduğu varsayılsa bile, bu “dil” ve “uslup” ile, bu “sözcük” seçimiyle, siyasi karşıtlarını “aşağılayan” ve daha da önemlisi, bu sözlerin sarfedildiği siyasi ortam göz önüne alınırsa “zalimce” olarak algılanmaya uygun bir profil çizmiş oluyor. Sözlerinin içerik bakımından doğru olup olmamasından daha önemli yanı bu. Peki, “pragmatizm”i yani bir anlamda “siyasi esneklik yeteneği” de bilinen ve bu özelliği sayesinde bunca zamandır başarıyla hayli uzun yol kat’etmiş olan Başbakan’ın o yönü hiç kalmadı mı? “Verdiğimiz sözü anadilde savunma hakkını yerine getireceğiz” demiş olmasından, o özelliğini tümden yitirmediği anlaşılıyor. Eğer, “açlık grevleri”nin üç temel talebinden biri “anadilde savunma hakkı” olmasaydı, bugünlerde Başbakan’ın söz etmesi için, yasa tasarısının Meclis’e sunulması için bir neden ya da bir işaret var mıydı? Yoktu. Konunun gündeme gelmesi ve Başbakan tarafından kabul edilmesi, düpedüz, “açlık grevleri”nin etkisi ve Tayyip Erdoğan’ın bundan etkilenmesi sonucunda oldu. Yani, demek ki, iş, sadece bir “şantaj, blöf, şov” değilmiş ki, Başbakan nazarı itibara alıyor, almak zorunda kalıyormuş. Ama, Başbakan’ın “anadilde savunma hakkı”na ilişkin olarak “Onlar için değil, milletimiz, halkımız için yapıyoruz” sözlerine ne demeli. Geçiniz, demeli. Hep böyle söylenir zaten. Örgüt ve kadroları, cezaevlerinde açlık grevlerine girenler için söylediği sözcüklerin de 1990’larda, sorun en kanlı döneminden geçerken, “askeri vesayet rejimi”nin bakış açısından ve o dönem kullanılan sözlerden pek bir farkı yok. Bu “sorun” öyle çözülemedi. Çözülemeyecek de. Mesele, Tayyip Erdoğan’ın neye dönüşmekte olduğunu farkedip farketmemesinde ve iktidarının ilk yıllarındaki kendisine dönüş yapabilme yeteneğine sahip olup olmamasında.