Masadakilere bakıyorum, “Şu toplantı keşke biraz daha uzasa…” duygusu geçiyor içimden. Oysa, uzasa, Türkiye’ye dönüş uçağını kaçıracağım. Masa başı toplantı alerjisi olan benim bakımımdan tuhaf bir duygu.
Toplantıyı tam karşımda outran Raşid Halidi yönetiyor. Columbia Üniversitesi’nin bir zamanlar Obama’nın yakın arkadaşı olan dünyaca ünlü bir tarihçi olan profesörü. Yanında uzun yıllar hocalık yaptığı Oxford’dan ayrılıp, Beyrut’a yerleşen ve Filistin hareketinin tarihçesi konusunda belki de en ayrıntılı kitaba imza atmış olan Yezid Sayegh. Ve bir başka Oxford’lu, Kudüs’ün ünlü Halidi ailesinin bir başka ferdi Ahmed Halidi. Çapraz karşımda Paris Üniversitesi ve Batı Şeria’da Filistinlilerin en önemli öğretim merkezi olarak yıllardır ün yapmış olan Bir Zeit Üniversitesi’nin Filistinli-Lübnanlı hocası Camille Mansour. Ve iki Lübnan’lı, biri edebiyat adamı Elias Khoury, diğeri Lübnan’ın bir numaralı Türkiye uzmanı Michel Naufal. Elias Khoury’nin ünlü romanı “Bab el-Şems-Güneşin Kapısı” Türkçe’ye de çevrilmişti.
Journal of Palestine Studies (JPS) adlı yılda dört kez yayımlanan, Filistin konusunun en yetkin dergisinde yayımlanmak üzere “Arap Baharı ve Filistin Sorunu’na Etkisi” başlıklı bir tartışmadayız. JPS, IPS’in yani Institute for Palestine Studies yani “Filistin Çalışmaları Enstitüsü”nün yayın organı. Kurucusu, solumda oturan Ahmed Halidi’nin babası, büyük tarihçi Velid Halidi. Velid Halidi, 87 yaşında, ağır hastaydı, toplantıya gelemedi.
Velid Halidi’nin kurumu, Arapçası ile “Müessese-tül Ebhas Filistini”, gerçekten öyle bir kurum, öyle bir “Müessese” ki, 50. yaşını kutluyor. Beyrut’tan hiç kımıldamadı. İsrail, 1982’de Lübnan’ı işgal edip, Beyrut’a girdiğinde, ilk saldırılarından biri “Müessese”ye yönelik olmuştu. “Filistin hafızası”nı silmek için, belgeleri, araştırmaları yok etmeye çalışmıştı. IPS’nin, 50. Yaşında, dimdik ve sağlıklı ayakta durduğunu görmek benim için çok mutluluk verici oldu.
Koca bir alanda sayısız yayınevi, yazarlara kitap imzalatanların oluşturduğu uzun kuyruklar ve panel, konferans şeklindeki çeşitli etkinlikler…
Beyrut Kitap Fuarı, liman bölgesinde, denizin doldurulmasıyla kazanılan geniş bir alanine üzerine kurulmuş, Beyrut’a, şehrin geleneksel çehresini değiştiren, bir başka Refik Hariri katkısı. Gerçi, Osmanlı döneminden kalma olağanüstü güzel ve kişilikli nice binayı onarmak, adam etmek ve tüm güzellikleriyle koruyarak tekrar canlandırmak da Refik Hariri’nin işiydi ama “geleneksel Beyrut”un yok edildiği ve edilmekte olduğu tartışması, tıpkı bugünlerde İstanbul’a ilişkin tartışmalara benzer şekilde Beyrut’ta da yapılmakta.
15 yıllık İç Savaş’ta yanına yaklaşılamayan, şehrin merkezi bölümündeki Bab İdris’te sağlı sollu Osmanlı döneminden kalma binalar ışıklar içinde geceyi aydınlatıyorlar. Ama, bu benim 41 yıl önce görüp aşkına kapıldığım Beyrut’un eski merkezi gibi değil. Her binanın altında Hermes’ten Porsche’ye uluslararası markaların cafcaflı vitrinleriyle dükkanlar sıralanmış. Körfez’den Beyrut’a akan sermaye, şehri Körfez’den gelecek zenginlerin bir tür “alışveriş merkezi” haline getirmeyi tasarlamış anlaşılan.
Körfez dendiğinde, Birleşik Arap Emirlikleri’nin yanısına derhal Katar’ı ve Suudi Arabistan’ı akla getirmek gerek. “Beyrut, Ortadoğu’nun Paris’i” olarak nitelendiği İç Savaş öncesi döneminde de o ışıltılı halini başta Suudi Arabistan, Körfez sermayesine borçluydu; özünde galiba değişen bir şey yok düşüncesi zihnimi yalayıp geçiyor.
Siirt, Mardin ve Batman’da sabahın erken saatinde başlatılan operasyonda, başta Siirt Belediye Başkanı Selim Sadak olmak üzere, önemli bölümü BDP yöneticisi ya da üyesi 60 kişi gözaltına alınmıştı. Bir “KCK operasyonu” dalgası daha.
“Anadilde savunma hakkı”nın, -orası burası budanmış olarak- TBMM’ye getirildiği, KCK’nin onlarca, yüzlerce tutuklusunun tahliyesinin ışığı gözüktüğü sırada, o davada iki yıldır tutuksuz yargılanmakta olan Siirt Belediye Başkanı Selim Sadak’ı da “KCK gerekçesiyle” tutuklamak neyin nesi?
Siirt’te, Mardin’de, Batman’da onlarca BDP üyesini –ki, oralarda zaten KCK operasyon dalgalarıyla bir sürüsü içeri atılmıştı- dört duvar arasına göndermek neyin nesi?
Bunu, “hukuk” ile, “adalet” ile açıklamaya çalışmak beyhude. Nasıl olsa, bin dereden su getirip binbir tane kanun maddesi, mevzuat, vs. açıklaması yapılabilir.
Bu uygulamanın tek açıklaması var: Zulüm!
Bir de İmralı ile görüşmeler yeniden canlandırılmışken, kan dökülmesinin durdurulmasının mümkün olabileceğine dair hayli solgun dahi olsa, “ışık hüzmeleri” yeniden gelmeye başlamışken, bu uygulama neyin nesi?
“Uzatma dakikalarında gol atma” çabası mı; yoksa iktidarın yeniden çözüm sürecini başlatmaya yöneldiği bir sırada, “devletin öbür kanadı”nın bunu boşa çıkartmaya çalıştığı bir “kontratak” mı?
İkisinden biri de olsa, bu yeni KCK dalgası düpedüz “siyasi” anlam taşır ve dolayısıyla “hukuk” ve “yargı”nın araçsallaştırıldığı bir “siyaset”le karşı karşıyayız demektir, ki, haliyle bunun “adalet”le ilişkisi yoktur.
Biri, daha şehre girmeden “banliyö” sayılacak bir noktada, havaalanı yakınındaki NATO merkezidir. Türkiye’ye Patriot verilmesi kararını veren Brüksel orasıdır ve Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu o Brüksel’e geldi.
Bir de “AB başkenti” olarak Brüksel vardır. Place Schumann ya da Schumann Meydanı’ndaki koca binası ile Komisyon, yani AB’nin yürütme organı, Brüksel’e yerleşmiştir; orası ayrı bir Brüksel dünyasıdır.
Önceki sabah, Komisyon sözcülüğünden ismini kamuoyunun gayet iyi hatırlayacağı, AB’nin şimdiki Türkiye sorumlusu Jean-Christoph Filori, dörtgen masanının üç yanına yerleşen, aralarında bazıları çok genç, çeşitli uluslardan gelmiş topluluğa işaret ederek, “AB’deki Türkiye işini yapan ekip, tam kadro işte bu” dedi, onlar benim de dahil olduğum birkaç kişiyi Türkiye’deki gelişmeler ile ilgili soru bombardımanına tutmadan önce.
Gözlerimle saydım, 11 kişiler. Adeta Teknik Direktör Filori yönetiminde bir futbol takımı gibi. Türkiye hakkındaki “İlerleme Raporu”nu kaleme alan o ekip.
Dün olduğu gibi.
Davutoğlu ile dün “İttifak dayanışması içinde, Türkiye’ye Patriot füzeleri verilmesi” kararının alınacağı Brüksel’deki NATO Dışişleri Bakanları toplantısında katılmak üzere havalandık.
Brüksel’e indik. Bakan Davutoğlu, doğru NATO toplantısına hareket etti. Ondan ayrıldığımız anda, Enerji Bakanı Taner Yıldız’ın Erbil’e gitmek üzereyken, Bağdat’tan gelen yasaklama nedeniyle uçağının Kayseri’ye indiği haberi ulaştı.
Yeni bir Ankara-Bağdat gerilimi, besbelli ki gündeme damgasını vurmuştu. Davutoğlu, Ağustos ayında Erbil üzerinden karayoluyla Kerkük’e gittiği vakit, Irak rejiminin şimşeklerini üzerine çekmişti. Bağdat hükümetinin, bir başka deyimle Maliki’nin Davutoğlu’nun Kerkük ziyaretine tepkisinin faturası, bir şekilde, Taner Yıldız’ın Erbil ziyaretinin engellenmesi olarak ortaya kondu.
Elbette, Enerji Bakanı’nın Erbil’e gitmesi engellenemez. Karayolundan, Habur üzerinden Bağdat’ın engellemesine takılmadan Irak Kürdistanı’nın merkezine ulaşabilir Taner Yıldız. Dünkü olayın can alıcı noktası, Türkiye-Irak, bir başka deyimle Ankara-Bağdat ilişkilerindeki rahatsızlığın dışavurumu.
Türkiye’nin ön plandaki dış politika gerginliği uzun sınıra sahip olduğu Suriye üzerinde odaklanmışken, diğer güney komşusu Irak ile de sıkıntılı ve gergin bir ilişki söz konusu.
Ancak, “harita”nın üzerine dikkatle eğilip bakıldığında, Türkiye-Irak arasında asıl “komşu” durumunda bulunan Irak Kürdistanı ile, Mesut Barzani yönetimindeki Kürdistan Bölge Yönetimi ile bir sorunu yok. Tam tersine, Ankara-Erbil yakınlığı var.
Buna karşılık, Erbil-Bağdat gerginliği, Ankara-Bağdat gerginliğine de dönüşebilme potansiyeline sahip. Tabii, Bağdat’ın gerek Erbil’e, gerekse Ankara’ya yönelik her hamlesinin arkasında “Tahran gölgesi”ni de gözden kaçırmamak, Ortadoğu’daki son gelişmeleri daha geniş bir “ekran”dan izlemek gerekiyor.
Bakan, Perşembe gecesi Filistin için “tarihi” bir olayın ardından, Birleşmiş Milletler toplantısı için gittiği New York’tan dönmüş, ayağının tozu ile buluşacağımız mekanda olacaktı.
Davutoğlu ile Suriye ve Filistin konuşmak, kuşkusuz, çok yarar sağlayacaktı. Aynı buluşmada yer alacak bir dostum, “Bu gece anlaşılan ‘Filistin kutlaması’ yapacağız” demişti üstelik.
“Filistin kutlaması”nın ertesi güne sarktığını gördüm. Fotoğrafta, Başbakan Tayyip Erdoğan, Filistin bayraklı bir pastayı kesmiş, bir dilimini Ahmet Davutoğlu’nun ağzına kendi elleriyle koyarken görüntülenmişti. İstanbul’da düzenlenmiş olan Türk-Arap İş Forumu toplantısı, Başbakan ve Dışişleri Bakanı için, gerçek anlamıyla bir “Filistin kutlaması”na vesile olmuştu.
Başbakan Tayyip Erdoğan’ın pastayı keserken “Mebruk” dediğini yani Arapça “Tebrikler” (Kutlarım) dediğini de okudum. Aklıma ilk gelen, Türklerin Arapça esas olarak “a” diye okunan “elif” harfini neden illa ve ısrarla “e” olarak telaffuz ettiği geldi. Babası anlamındaki “abu”nun “ebu” yapılması gibi, şimdi bir de kırk yıllık Esad oldu, kimilerinin –ve Başbakan’ın- dilinde “Esed”. Herhalde dedim kendi kendime, Türkçe’de olmayan “ayn” harfi ve sesini ayırdetmek için olmalı. Neyse, Başbakan’ın “mebruk”unu, yine kafamda düzeltip, doğru okunuşuna tercüme ederek, “Mabruk” olarak okudum.
Ve, çok geçmeden bilgisayarımı açınca, Fetih’in “Uluslararası İlişkiler Komisyonu”nun 3 Aralık tarihli “State of Palestine” (Filistin Devleti) başlıklı uzun bir açıklamasının gönderilmiş olduğunu gördüm. Sol köşede Fetih amblemi, sağ köşede Filistin bayrağı. Fetih amblemini görmeyeli ne kadar oldu diye aklımdan bir düşünce hızla geçti. Yasir Arafat’ın ölümünden sonra (2004), Filistin bayrağını 40 yıl yükseltmiş ve yukarıda tutmuş olan Fetih, Hamas karşısında adım adım ama sürekli olarak mevzi kaybetmişti.
Uzun açıklamanın ilk sayfasında bir de Abu Mazen (Mahmut Abbas) fotoğrafı. Aslında, Gazze’deki son gelişmelerden sonra, BM’de Filistin’e “gözlemci üye” statüsü verilmesi oylaması, bir bakıma, Fetih’e, Hamas önünde yitirdiği tüm mevzilerden sonra son derece ihtiyacı olan bir “hayat öpücüğü” vermek, Fetih’i bir anlamda “oksijen tüpü”ne bağlamak gibiydi.
Ama açıklamayı okuduğumda, müthiş bir “zafer havası” esiyordu. Açıklama “Palestine state was born!!!” (Filistin devleti doğdu!!!) cümlesiyle başlamıştı.
Ve şöyle devam ediyordu:
Yargıtay kararının kendisi hakkında “ölüm fermanı” olduğunu düşünen sadece Hrant Dink değildi. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) 24 Aralık 2010 tarihinde kesinleşen Dink/Türkiye kararında, Yargıtay kararını “Hrant Dink’i ölümcül bir saldırının ortasına atan karar” olarak niteledi.
Söz konusu Yargıtay kararının altına imzasını atan tüm yargıçlar, bu kararın “manevi sorumluluğu”nu ömürleri boyunca üstlerine yapışmış bir “utanç belgesi” olarak taşıyacaklardır.
Bu “utanç belgesi” onların herbirine bir “manevi sorumluluk” yüklüyor; kararlarının bunun dışında “hukuki sorumluluk” anlamında bir “yaptırımı” elbette yok.
Ancak, tek bir “yaptırım” olması gerekirse, bu da, bu kişilerin, mesleki hayatlarında, daha sonra “taltif” edilmemeleri olur. Oysa, Türkiye’de olan, bunun tam tersi olmuş. Bu karara olumlu oy verenlerin herbiri “terfi” etmişler, olumsuz oy kullananlar ise, “tenzil-i rütbe” sayılabilecek görevlere kaydırılmışlar.
Bu “tuhaf” gelişmenin en çarpıcı ve insanların “vicdanını yaralayıcı” en kötü uygulaması, kararın altında imzası bulunanlardan Nihat Ömeroğlu’nun Ak Parti adayı olarak, Ak Partililerin oylarıyla Türkiye’nin “ilk ombudsmanı” yani “bireyi devlete korumak yükümlülüğü” altında, “kamu denetçisi” seçilmesi oldu.
İktidar partisi, bu “tercih”in “siyasi sorumluluğu” altındadır. Demokrasi adı verilen rejimin en temel niteliklerinden biri, kamu yöneticilerinin “hesap verebilirlik” (accountability) ilkesine tabi olmalarıdır. İktidar partisi, bundan böyle, her adımında bu ülkenin demokrasi güçleri tarafından, “Nihat Ömeroğlu tercihi” nedeniyle “sigaya çekilmeye” mecburdurlar.
Bu durumu kurtaracak –Hrant Dink’i geri getirmeyecek olsa da- tek şey, belki Nihat Ömeroğlu’nun altına attığı karardan “pişmanlık duyduğunu” açıklaması olabilirdi. O ise, akıl almaz bir “pişkinlik” içinde görünüyor ve “zırva tevil götürmez” cinsinden açıklamalar yapıyor.