Paylaş
Başbakan Tayyip Erdoğan ise, “ölüm sınırı”na gelip dayanan “açlık grevleri”ne ilişkin kaskatı bir tavır aldı. “Dağda öldürmek ve cezaevinde ölmek yoluyla şantaja devlet boyun eğmez” dedi. Yani, bu durumda, açlık grevlerini sürdürenler, ya vazgeçecekler ya da ölecekler.
Önce bir “ahlåki vecibe”yi yerine getirmeli ve Diyarbakır Barosu’nun “Basına ve Kamuoyuna” başlıklı dün yaptığı açıklamanın büyük bölümünü aktarayım; zira medyada olması gereken ölçüde yer bulmayacağına adım gibi eminim. Şöyle:
“12 Eylül 202 tarihinde 7 cezaevinde 63 mahpus ile başlayan ve şu an 65 cezaevinde bulunan 656 mahpusun ‘Ana dilde eğitim, Kürtçe savunma ve Öcalan üzerindeki tecridin kaldırılması’ talebiyle sürdürdükleri açlık grevi 49. gününe geldi.
Açlık grevlerinde 49. Gün ölüm sınırı demektir. Cezaevlerinden her an bir ölüm veya toplum ölüm haberleri gelebilir. Mahpusların açlık grevleri sonucu ölmeleri, insanlık vicdanında hep yaralar açmıştır. Hiçbir vicdan bu trajik sona seyirci kalmamalıdır.
Mahpusların talepleri haklı, meşru ve demokratik taleplerdir. Bu taleplerden ‘Kürtçe savunma’ ve ‘Öcalan üzerindeki tecridin kaldırılması’, herhangi bir yasal düzenlemeyi dahi gerektirmeyen, tamamen haksız uygulamadan kaynaklı sorunlardır. Hükümet son yıllarda restleşerek sorunları daha da içinde çıkılmaz hale getirmektedir...
Hükümet/devlet, yurttaşlarının bireysel ve kolektif haklarına saygı duyarak, İlahı hukuktan, uluslararası sözleşmelerden ve insanlık vicdanından doğan bu hakları bir an önce tanımalı; şiddetin, ölümlerin sosyo-politik nedenlerini ortadan kaldırmalıdır.
Mahpusların bu talepleri, gerek baro, gerek Kürt hukukçu ve avukatları olarak bizim de taleplerimizdir. Açlık grevinin ölüm gibi trajik bir sonuca ulaşmaması için herkesten, bütün taraflardan azami duyarlılık bekliyoruz. Aynı şekilde açlık grevlerinde bulunan mahpuslardan da eylemlerini ölüme vardırmamalarını talep ediyoruz. Eylemin büyük etki yarattığı ve kısa sürede taleplerin yerine geleceğini umuyor ve bekliyoruz. Aksine bir tutum veya meşru olmayan bir müdahale olması halinde telafisi mümkün olmayan sonuçlar doğuracak ve toplumda infial uyanacaktır...
Bu vesileyle hükümet başta olmak üzere herkesi daha sorumlu ve duyarlı olmaya davet ediyoruz.”
Bu açıklamayı çok ama çok önemsiyorum. Önemsememin nedeni, üzerinde ülkenin çeşitli siyasi çevreleri açısından tartışmaya uygun içeriğinden ötürü değil. Açıklamayı yapan kurum açısından. Diyarbakır Barosu.
Diyarbakır STK’larının omurgasında Baro var. Bir süre önce büyük beklentileri harekete geçirerek oluşmuş ve Bayram’dan iki gün önce Adalet Bakanı Sadullah Ergin’le “açlık grevleri” konusunda yararlı bir görüşmede bulunmuş olan “Diyalog ve Temas Grubu”nun, Diyarbakır İHD ve Diyarbakır Mazlum-Der ile Günsiad gibi kuruluşların yanında belkemiğinde Diyarbakır Barosu yer alıyor.
Hükümetin, Kürt meselesinde sürekli ortaya çıkabilecek ve çıkan “gerilimler”de sessiz ama “işlevsel” bir “aracı” olarak değerlendirebileceği kurumların başında da Diyarbakır Barosu geliyor.
Yani?
Yanisi şu: Diyarbakır Barosu, hükümetin bir tarafını oluşturduğu Kürt meselesine ilişkin “gerilimli durumlar”da bir “işlevsel aracı” olmaktan çıkar ve doğrudan “karşı taraf” haline dönüşürse, dönüştürülürse, “ölümcül sorunlar”ın üstesinden gelebilme şansı ve imkånları hepten kaybolur.
Böyle bir tehlike mevcut. “Açlık grevleri”nden ölümlerin başlaması riski çok artmış durumda. Buna karşı, “dağda öldürmek ile cezaevinde ölerek devlete şantaja prim vermeyiz” tavrıyla karşılık vermek, uzun yıllar ortadan kaldırılamayacak bir “psikolojik kan davası”nı, Türkiye’nin milyonlarca Kürt vatandaşının bilinçaltına yerleştirecektir.
Bundan daha tehlikeli ne olabilir? Dolayısıyla, “ara mekanizmalar”ın ortadan kalkması, çok tehlikelidir ve aslında önlenebilir ölümlerin habercisidir.
Aynı şekilde, “saygın bir denge unsuru” sayılan ve “ifrata tampon” işlevi görebilecek Cumhurbaşkanı’nın da adeta “devre dışı” bırakılmak istendiği izlenimini verecek beyanlar, daha da tehlikelidir. Başbakan’ın dün Almanya’ya hareket etmeden önce havaalanında yaptığı basın toplantısında, “ihtimal vermediğini” söylemekle birlikte 29 Ekim’de Ankara-Ulus’ta “barikatların kaldırılması” talimatının Cumhurbaşkanı’ndan geldiği söylentisine “iki başlı yönetim” olmaz şeklinde bir ifadeyle tepki vermesi ve Cumhurbaşkanı’nın “görev sınırı”nı hatırlatma ihtiyacı duyması, dikkatten kaçmıyor.
Başbakan’ın yakın çemberindeki “vicdansız” ve “devlet” kavramına aşırı tutkulu –bir zamanlar Ak Parti’yi “devlet namına” cezalandırmak isteyenleri hatırlatan- şahsiyetleri, ekrandan ve gazete sayfalarından tanıyoruz.
Ortaya çıkacak ölümler ve bunların yol açacağı çok kötü durumlardan ötürü, geleceğin kayıtlarında onların isimleri olmayacak ama ülkenin bugünkü yöneticileri tarihte yerlerini alacak.
“Vicdansız” sıfatıyla tarihe kaydolmayı hiç kimse istemez ve üstelik, Türkiye’nin bugünkü yöneticilerinin böyle bir sıfatı asla hak etmemeleri gerekir.
Diyarbakır’ın, Hakkari’nin, Şırnak’ın, Yüksekova’nın dünkü haline dönüp bir bakmalılar. “Açlık grevleri” nedeniyle hayatın nasıl durduğunu görmeliler. Bu, “örgüt korkusu” olarak açıklanamaz. Şayet öyleyse, ölüme yatmış bedenlerin şantajına boyun eğmeyecek kadar güçlü olan “devlet”, “bölge”de panzer, kurşun ve biber gazı dışında zaten kalmamış demektir.
Devlet için “vicdan” zamanı. Ölüm sınırındayız...
Paylaş