En azından “muhatapları” öyle anlama yolunu seçtiler.
O “muhataplar”, Başbakan’ın kendileriyle ilgili açıklamalarında, başkalarının kolay kolay farkedemeyeceği en ufak “nüansları” yakalayıverirler. Başbakan’ın “muhataplar” açısından “umut verici” sözler sarfetmiş olduğunu Zübeyir Aydar’ın twitlerinde görmüştüm.
Zübeyir Aydar, Başbakan Erdoğan’ın TRT’deki açıklamaları ve Urfa konuşması üzerine ortalığı “twit bombardımanı”na tuttu.
Zübeyir Aydar’ın ne dediğini, ne düşündüğünü önemsemeli miyiz?
Evet. Çünkü, Zübeyir Aydar, “Oslo Süreci”nde PKK adına yer alan dört kişiden biri. “Oslo Süreci” denilen, kuşkusuz, sadece Oslo’da yapılan bir görüşmeyi ifade etmiyor. Oslo’da ve başka şehirlerde gerçekleştirilen ve birkaç yıl içine yayılmış olan 20’ye yakın görüşme söz konusu. Bu görüşmelerde, PKK tarafı, kimi zaman 4, kimi zaman 5 kişilik bir heyetle yer almış ve Zübeyir Aydar, tümünde var.
Bütün bu nedenlerle, Zübeyir Aydar’ın Başbakan’ın açıklamalarına ilişkin “algısı” önem taşıyor.
Aydar, Başbakan’ın TRT açıklamalarını ve 28 Aralık Urfa konuşmasını şu 29 Aralık günü şu “twit”lerle değerlendirdi:
“…Başbakanın Urfa konuşmasını dinledim. Burada da bizlere açık bir çağrı var ve şöyle diyor: ‘Ben buradan hem bölge insanına hem de terör örgütünün yedeğinde siyaset yapan partiye çağrıda bulunuyorum, artık şiddet sussun.
Bu konuya dün de değinmiş, Foreign Policy dergisinde Louise Arbour imzasıyla 27 Aralık günü yayımlanan “10 Conflicts to Watch in 2013 – From Turkey to Congo, next year’s wars threaten global stability” (2013’te İzlenecek 10 Çatışma – Türkiye’den Kongo’ya, gelecek yılın savaşları küresel istikrarı tehdit ediyor) başlıklı yazıdan söz etmiştik.
Aynı gün Financial Times gazetesinde David Gardner imzasıyla yayımlanan bir yazıda Türkiye’nin adı hiç geçmiyor ama 2013 itibarıyla “Türkiye’nin mahallesi”ni yani Ortadoğu’yu biçimleyecek “sismik olaylar”a ait bir öngörüde bulunuluyor.
Yazının adı zaten “Seismic events will shape the Middle East” (Ortadoğu’yu sismik olaylar biçimleyecek).
Türkiye adı geçmeyen yazıda, 2013 için “Ortadoğu’da dört büyük deprem” ihtimali şöyle ifade ediliyor:
“... Arap uyanışının karman çorman yönelişindeki üçüncü yılın başında bölge, dört potansiyel sismik ana doğru yaklaşıyor.
Suriye devrimi ve kana bulanmış Esad hanedanın beklenen çöküşü; İran ile tehlikeli karşı karşıya geliş; Suud sarayının yüz yüze bulunduğu kırılgan halefiyet meselesi; ve Filistin-İsrail ihtilafına ilişkin iki devletli çözümün eli kulağındaki ölümü. Bütün bunlar siyasi karar vericilerin sinirlerini ve hünerlerini test edecek. Amerika, Asya ve Avrupa’da pivot olmak isteyebilir ama içine dönebilir; ama Ortadoğu uluslararası ve bölgesel aktörlerin hiçbirine soluklanma şansı sunmayacak. Ayrıca, hem atılgan ve hem de durgun olana, ikisine birden acımasız olacak.”
Bölgenin 2013’e dair “çatışma potansiyeli” bundan daha çarpıcı biçimde ifade edilemezdi diye düşündüm. Yazıda Türkiye’nin adı hiç geçmiyor ama her dört “sismik olay” ya da “fay kırılması” veya “deprem”in en şiddetle etkisini hissedeceği yerlerin başında Türkiye gelecek. Üstelik, yazıda ifade edildiği gibi, bölgeye dönük dış politikasında atılgan olarak davransa da, suya sabuna dokunmasa da. Etkilenecek. Bu böyle.
İçinde bulunduğumuz tarihi dönem ile içinde bulunduğumuz coğrafyanın “jeopolitik izdivacı”nın Türkiye için söz konusu olan kaçınılmaz sonucu böyle.
Her yılın son günlerinde arkada bırakılan yılın muhasebesini yapmak adettendir. Terkedilen yılın muhasebesi kadar, içine girilecek yeni yıla dair öngörüler yapmak da adettendir.
2013 için en çarpıcı öngörülerden biri 27 Aralık tarihli Foreign Policy dergisinde Louise Arbour imzasıyla yayımlandı. “2013’de İzlenmesi Gereken 10 Çatışma”yı sıralamış yazar, İtibarlı ve güvenilir bir kuruluş olan Uluslararası Kriz Grubu’nun (ICG) değerlendirmelerine dayandırmış 2013’ün izlenmesi gereken 10 çatışmasını.
Bu 10 adet çatışma sıralamasında Türkiye de yer alıyor. “Türkiye/PKK” başlığı altında.
Diğer ülkeler, önem ve öncelik sıralaması olmazsızın Afganistan, Pakistan, Sudan, Kenya, Nijerya-Mali ve ötesi, Kongo Demokratik Cumhuriyeti, Orta Asya (özellikle Tajikistan, ikincil derecede Kırgızistan ve Özbekistan), Suriye-Lübnan ve Irak.
Hiçbir şey, dünkü gazetelerin sayfalarını süslüyen, Şerafettin Elçi için TBMM önündeki tören fotoğrafı kadar çok şey anlatamazdı. Sessiz fotoğraf karesi, dün Cizre’de, bugün Roboski’deki onbinlerin haykırışından çok daha güçlü bir sese sahipti.
TBMM’nin önünde “tek bayrak”a sarılı bir tabut; içinde Şerafettin Elçi. Tabutun önünde Başbakan Tayyip Erdoğan, solunda TBMM Başkanı Cemil Çiçek, Tayyip Erdoğan’ın hemen yanıbaşında ana muhalefet lideri, CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu. Onun solunda, Tayyip Erdoğan’ın sağ kolunu atsa omuzuna dokunabileceği yakın mesafede BDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş ve Ahmet Türk. Ahmet Türk’ün solunda Aysel Tuğluk. Aysel Tuğluk ile Sırrı Sakık’ın ortasında, Sırrı Süreyya Önder’in hemen önünde, eski TBMM Başkanı, günümüzün Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç.
Ve, dünkü Radikal’in bu fotoğrafın üzerine yerleştirilmiş birinci sayfa manşeti: “Son Nesil”.
“Son Nesil”den kasıt rahmetli Şerafettin Elçi’nin “Sorunun çözümü için son nesil bizleriz” sözlerine yapılan gönderme.
Şerafettin Elçi’nin “tek bayrak”a sarılı tabutunun önüne dizilmiş olan ve birbirleriyle pek görüşmeyen, konuşmayan; ağızlarını açtıkları vakit ise, birbirlerine yüz yüze bakamayacak ağırlıktaki sözlerle saldıran siyasi şahsiyetler.
Orada öyle, Şerafettin Elçi’nin tabutu başında niye dizilmişler?
“Sorunun çözüm umutları”nın “defin töreni”ndeler mi? Ömrünü “Kürt sorunu”nun çözümü için tüketmiş ve kendi kuşağını çözüm için “son nesil” olarak nitelemiş olan Şerafettin Elçi’ye “Sağlığında bu işi beceremedik. Kusura bakma. Elvada!” mı demek istiyorlardı?
O sessiz fotoğraf, Şerafettin Elçi’nin cansız bedeninin şahsında bir “umutsuzluk haykırışı” mıydı acaba?
Önce, dünkü yazıda Peter Galbraith ile ilgili olduğu gibi, bu kez de, David Hirst ile ilgili kısa bir bilgi notu. David Hirst, tüm ömrünü Beyrut’ta yaşayarak Ortadoğu’da geçirmiş olan 1936 doğumlu ve Oxford ve Beyrut Amerikan Üniversitesi mezunu bir İngiliz gazeteci. Yıllarca Guardian gazetesine yazdı. Bizim kuşağın, bölge haberciliği ve yorumlarda, Le Monde Ortadoğu muhabiri Eric Rouleau ile beraber bölge konusunda en bilgili gazeteci olarak örnek aldığı ikinci isimdi. 2003 baskılı “The Gun and the Olive Branch” (Silah ve Zeytin Dalı) adlı kitabı Filistin mücadelesi üzerine yazılmış en yetkin kitapların başında gelir. 2010 baskılı “Beware of the Small States: Lebanon, Battleground of the Middle East” (Küçük Devletlere Dikkat: Lübnan, Ortadoğu’nun Savaş Alanı) başlıklı kitabı ise Lübnan’ın uzun savaş yıllarına dair yazılmış en mükemmel kitaptır.
Yazının başına başlığından söz ettiğim yazısının başlangıç bölümü şöyle:
“Geçen hafta Bağdat gazetesi Al-Sabah’ta, genel yayın yönetmeni Abdülcabbar Şabbut’un Irak’ın Arapları ile Kürtleri arasında ‘ezeli sorun’un bir ‘Kürt devleti’nin kurulmasıyla çözümünün zamanının geldiğini savunan yazısını okuduğum vakit şaşırdım. Herhangi bir Arap çevresinde bu kadar açıklıkla böylesine sapkın bir düşüncenin dile getirildiğini hiç duymamıştım. Kaldı ki, bu, herhangi bir Arap çevresi de değildi. Sabah, Irak Başbakanı Nuri el-Maliki’nin ağzıdır. Şabbut, ‘Arap-Kürt işbirliğini barışçı yoldan sona erdirme’yi öneriyordu. Önerisini B Planı olarak sunuyordu. A Planı şu anda yürürlükte olan durum; yani Irak’ın merkezi hükümeti ile Kürt bölgesel hükümeti arasında ‘yeni Irak’ çerçevesi içindeki sürekli ‘diyalog’ hali...
Ama diyor Şabbut, A Planı hiçbir yere gitmiyor. İktidar ve yetkiler, petrol ve doğal kaynaklar, toprak ve sınırlar arasındaki ayrılıklar o kadar derin ki, diyalog, sürekli olarak başarısızlıkla sonuçlandı. Ve bu ayrılıklar, bu ay, neredeyse tarafları savaşın eşiğine getirdi. Şabbut, Irak ordusu ile Kürt peşmergelerin Kürdistan ve Irak’ın geri kalan sınırları içinde karşı karşıya konuşlandıklarını ve bu gerginliğin her an bir savaşın patlak vermesine yol açacağını gözlüyor.
Konusu, Celal Talabani ve Talabani’nin cumhurbaşkanlığı makamını terketmesi halinde, Irak’ın durumu, yerini kimin alacağı.
İmza önemli. Zira, Peter Galbraith, ABD’nin tartışmasız “bir numaralı Kürt uzmanı”dır. Irak Anayasası’nın hazırlanmasında Kürtlerin danışmanı olarak rol almış ve Irak Anayasası’nın birçok maddesinin Kürtler lehine yorumlanacak biçimde yazılmasında onun belirleyici önemde “parmak izi” vardır.
Yazının son paragrafı şöyle:
“Talabani, Irak’ın en zorlu sorunlarını çözmemişse de (bu, kısmen, çözümü imkansız sorunlar olduğundan ötürü), Irak’taki her topluluğu, şiddet yerine siyaset yoluyla daha fazla kazanç elde edeceklerine ikna edebilmiştir... Cumhurbaşkanı olarak Talabani’nin birçok potansiyel halefi mevcut, ama Irak’ın ihtiyacı olan onun ayakkabılarının içini doldurabilecek birisi olması. Ve Talabani’nin yerine gelmesi muhtemel hiç kimse bunu yapamaz.”
Benim 40 yıldır tanıdığım Talabani’yi, ABD’nin tartışmasız “bir numaralı Kürt uzmanı” olan Peter Galbraith de, yazısında belirttiği gibi, 25 yıldır çok yakından tanıyor. Bu tespitini önemle dikkate almakta yarar var. Peter Galbraith, Talabani’nin yerinin doldurulmazlığını vurguladığı yazısının bir başka paragrafında şu ilginç değerlendirmelerde bulunuyor:
“... Talabani’nin yönetimdeki ve siyasetteki çalışma arkadaşları onu makamından ötürü değil, doğru karar verici olmasından ve diktatörlüğe karşı yaşam boyu mücadelesinden ötürü saygı duydular. Onu yeri doldurulmaz yapan budur. Eğer iş oraya gelirse, Kürtlerin onun yerini bir Kürt’ün almasını isteyecekleri düşünülebilir. Ama, aslında, Kürtler cumhurbaşkanlığı için Talabani’yi, Irak’ın yeni siyasi liderleri arasında baskın bir şahsiyet olduğu için istemişlerdi... Şimdi, eğer cumhurbaşkanı Talabani değil ise, Kürtler, Irak cumhurbaşkanlığına pek önem atfetmeyebilirler. Kürtler, (bundan ziyade) Bağdat’ın KBG’nin (Kürdistan Bölgesel Yönetimi) petrole ilişkin anayasa haklarını tanımasını ve Kerkük ile diğer ihtilaflı bölgeler için anayasa gereği olan referandumları yerine getirmesini istiyorlar. Başbakan Nuri el-Maliki’yi bu amaçlarının önünde başlıca engel olarak gördükleri gibi, artan ölçüde diktatörce eğilimler ortaya koyduğu algısıyla ondan korkuyorlar da...”
Kürtlerin, Talabani’den sonra Irak cumhurbaşkanlığı makamına talip olmayabilecekleri tespiti ilginç. Bu, bir yönüyle de, Kürtlerin, Bağdat ile bağlarının –Nuri el-Maliki başbakan kaldıkça ve iktidarını pekiştirdikçe- giderek pamuk ipliğine bağlı hale gelmeye başladığını da ifade ediyor.
O “pamuk ipliği”nin kopması, “bağımsız Kürdistan” demek. Böyle bir ihtimal var mı? Yakınlaşıyor mu?
Dünkü yazımın sonunda altını çizdiğim, Cumartesi günkü Radikal’de Deniz Zeyrek imzalı haberde, Milliyet’te ise Aslı Aydıntaşbaş imzalı manşette yer alan, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun PYD’ye ilişkin değerlendirmesi üzerinde duruyorum. Yazının son bölümünde “yanlış değerlendirme” ve “yanlış bilgi”den söz etmiş, PYD’yi Başşar Esad’ın “Şebbiha”sı ile aynı kategoride değerlendirmenin isabetsizliğine vurgu yapmış ve şu satırlara yer vermiştim:
“Bunların hiçbiri doğru değil. Türkiye’de Kürt sorununa yaklaşımdaki çarpık bakış açısının, Suriye Kürtlerine doğru yayılmasının yansıması. Gerçeklere ve olgulara dayanmayan teşhislerden yola çıkan politikalar sonuç vermez.”
Suriye Kürtlerine ve o bağlamda PYD’ye ilişkin “yanlış bilgi” ve “yanlış değerlendirme”ye ilk dikkati çeken ben değilim. Bir genç akademisyen, Arzu Yılmaz, Ağustos ayında Radikal 2’deki bir yazısına şöyle girmişti:
“Türkiye’de Kürt sorununa bir çözüm üretilememesinin en büyük nedenlerinden biri, ‘bilgi’, eksikliği. Kürt siyasal hareketinde meydana gelen her gelişme, tarihsel bağlamından kopum gündem odaklı okunur ve yorumlanır. Bunun hiç kuşkusuz en önemli nedeni Cumhuriyet’in inkarcı ve asimilasyoncu politikalarıdır. Kürtü yok sayma politikası doğal olarak, Kürtler ve Kürdistan konusunda da bilgi üretilmesini engelliyor. Özellikle son on yılda, hem siyasal hem de iletişim alanında yaşanan değişim, bu durumu bir ölçüde değiştirdiyse de söz konusu politikaların yarattığı arızalar kolay kolay onarılamadı...”
Arzu Yılmaz ardından şu soruyu ortaya atmıştı, “Bu çerçevede, ancak Suriye’de bir iç savaş çıkmasıyla gündemde yer bulan PYD hakkında ‘PKK’nin uzantısı’ ezberinden başka ne biliyoruz?”