Cengiz Çandar

“Tayyip Baba”, “yeni yıl hediyesi” getirdi mi?

2 Ocak 2013
Başbakan Tayyip Erdoğan yeni yıla girmeye 48 kala, ülkenin “en yakıcı sorunu” konusunda yeni yılda yol alınabileceğine ilişkin “sinyaller” vermişti.

En azından “muhatapları” öyle anlama yolunu seçtiler.

O “muhataplar”, Başbakan’ın kendileriyle ilgili açıklamalarında, başkalarının kolay kolay farkedemeyeceği en ufak “nüansları” yakalayıverirler. Başbakan’ın “muhataplar” açısından “umut verici” sözler sarfetmiş olduğunu Zübeyir Aydar’ın twitlerinde görmüştüm.

Zübeyir Aydar, Başbakan Erdoğan’ın TRT’deki açıklamaları ve Urfa konuşması üzerine ortalığı “twit bombardımanı”na tuttu.

Zübeyir Aydar’ın ne dediğini, ne düşündüğünü önemsemeli miyiz?

Evet. Çünkü, Zübeyir Aydar, “Oslo Süreci”nde PKK adına yer alan dört kişiden biri. “Oslo Süreci” denilen, kuşkusuz, sadece Oslo’da yapılan bir görüşmeyi ifade etmiyor. Oslo’da ve başka şehirlerde gerçekleştirilen ve birkaç yıl içine yayılmış olan 20’ye yakın görüşme söz konusu. Bu görüşmelerde, PKK tarafı, kimi zaman 4, kimi zaman 5 kişilik bir heyetle yer almış ve Zübeyir Aydar, tümünde var.

Bütün bu nedenlerle, Zübeyir Aydar’ın Başbakan’ın açıklamalarına ilişkin “algısı” önem taşıyor.

Aydar, Başbakan’ın TRT açıklamalarını ve 28 Aralık Urfa konuşmasını şu 29 Aralık günü şu “twit”lerle değerlendirdi:

“…Başbakanın Urfa konuşmasını dinledim. Burada da bizlere açık bir çağrı var ve şöyle diyor: ‘Ben buradan hem bölge insanına hem de terör örgütünün yedeğinde siyaset yapan partiye çağrıda bulunuyorum, artık şiddet sussun.

Yazının Devamını Oku

2013, Ortadoğu, 4 “deprem”...

31 Aralık 2012
Yıl sonu, geçmiş yılın muhasebesi yapılır; gelecek yıla içinse öngörülerde bulunulur.

Bu konuya dün de değinmiş, Foreign Policy dergisinde Louise Arbour imzasıyla 27 Aralık günü yayımlanan “10 Conflicts to Watch in 2013 – From Turkey to Congo, next year’s wars threaten global stability” (2013’te İzlenecek 10 Çatışma – Türkiye’den Kongo’ya, gelecek yılın savaşları küresel istikrarı tehdit ediyor) başlıklı yazıdan söz etmiştik.

Aynı gün Financial Times gazetesinde David Gardner imzasıyla yayımlanan bir yazıda Türkiye’nin adı hiç geçmiyor ama 2013 itibarıyla “Türkiye’nin mahallesi”ni yani Ortadoğu’yu biçimleyecek “sismik olaylar”a ait bir öngörüde bulunuluyor.

Yazının adı zaten “Seismic events will shape the Middle East” (Ortadoğu’yu sismik olaylar biçimleyecek).

Türkiye adı geçmeyen yazıda, 2013 için “Ortadoğu’da dört büyük deprem” ihtimali şöyle ifade ediliyor:

“... Arap uyanışının karman çorman yönelişindeki üçüncü yılın başında bölge, dört potansiyel sismik ana doğru yaklaşıyor.

Suriye devrimi ve kana bulanmış Esad hanedanın beklenen çöküşü; İran ile tehlikeli karşı karşıya geliş; Suud sarayının yüz yüze bulunduğu kırılgan halefiyet meselesi; ve Filistin-İsrail ihtilafına ilişkin iki devletli çözümün eli kulağındaki ölümü. Bütün bunlar siyasi karar vericilerin sinirlerini ve hünerlerini test edecek.  Amerika, Asya ve Avrupa’da pivot olmak isteyebilir ama içine dönebilir; ama Ortadoğu uluslararası ve bölgesel aktörlerin hiçbirine soluklanma şansı sunmayacak. Ayrıca, hem atılgan ve hem de durgun olana, ikisine birden acımasız olacak.”

Bölgenin 2013’e dair “çatışma potansiyeli” bundan daha çarpıcı biçimde ifade edilemezdi diye düşündüm. Yazıda Türkiye’nin adı hiç geçmiyor ama her dört “sismik olay” ya da “fay kırılması” veya “deprem”in en şiddetle etkisini hissedeceği yerlerin başında Türkiye gelecek. Üstelik, yazıda ifade edildiği gibi, bölgeye dönük dış politikasında atılgan olarak davransa da, suya sabuna dokunmasa da. Etkilenecek. Bu böyle.

İçinde bulunduğumuz tarihi dönem ile içinde bulunduğumuz coğrafyanın “jeopolitik izdivacı”nın Türkiye için söz konusu olan kaçınılmaz sonucu böyle.

Yazının Devamını Oku

Türkiye için “belalı” bir “yeni yıl” mı?

30 Aralık 2012
2012 takvim yılı, 24 saat sonra son gününe girecek ve kapanacak.

Her yılın son günlerinde arkada bırakılan yılın muhasebesini yapmak adettendir. Terkedilen yılın muhasebesi kadar, içine girilecek yeni yıla dair öngörüler yapmak da adettendir.

 

2013 için en çarpıcı öngörülerden biri 27 Aralık tarihli Foreign Policy dergisinde Louise Arbour imzasıyla yayımlandı. “2013’de İzlenmesi Gereken 10 Çatışma”yı sıralamış yazar, İtibarlı ve güvenilir bir kuruluş olan Uluslararası Kriz Grubu’nun (ICG) değerlendirmelerine dayandırmış 2013’ün izlenmesi gereken 10 çatışmasını.

 

Bu 10 adet çatışma sıralamasında Türkiye de yer alıyor. “Türkiye/PKK” başlığı altında.

 

Diğer ülkeler, önem ve öncelik sıralaması olmazsızın Afganistan, Pakistan, Sudan, Kenya, Nijerya-Mali ve ötesi, Kongo Demokratik Cumhuriyeti, Orta Asya (özellikle Tajikistan, ikincil derecede Kırgızistan ve Özbekistan), Suriye-Lübnan ve Irak.

 

Yazının Devamını Oku

Şerafettin Elçi, Roboski ve “tükenmeyen umutlar”…

28 Aralık 2012
Şerafettin Elçi’yi dün Cizre’de onbinlerce kişi defnetti. Biraz daha doğuda, aşağı yukarı aynı hizada, onbinlerce kişi, geçen yıl defnedilen çoğunluğu çocuk 34 Kürt vatandaşımız için Roboski’ye aktı.

Hiçbir şey, dünkü gazetelerin sayfalarını süslüyen, Şerafettin Elçi için TBMM önündeki tören fotoğrafı kadar çok şey anlatamazdı. Sessiz fotoğraf karesi, dün Cizre’de, bugün Roboski’deki onbinlerin haykırışından çok daha güçlü bir sese sahipti.

TBMM’nin önünde “tek bayrak”a sarılı bir tabut; içinde Şerafettin Elçi. Tabutun önünde Başbakan Tayyip Erdoğan, solunda TBMM Başkanı Cemil Çiçek, Tayyip Erdoğan’ın hemen yanıbaşında ana muhalefet lideri, CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu. Onun solunda, Tayyip Erdoğan’ın sağ kolunu atsa omuzuna dokunabileceği yakın mesafede BDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş ve Ahmet Türk. Ahmet Türk’ün solunda Aysel Tuğluk. Aysel Tuğluk ile Sırrı Sakık’ın ortasında, Sırrı Süreyya Önder’in hemen önünde, eski TBMM Başkanı, günümüzün Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç.

Ve, dünkü Radikal’in bu fotoğrafın üzerine yerleştirilmiş birinci sayfa manşeti: “Son Nesil”.

“Son Nesil”den kasıt rahmetli Şerafettin Elçi’nin “Sorunun çözümü için son nesil bizleriz” sözlerine yapılan gönderme.

Şerafettin Elçi’nin “tek bayrak”a sarılı tabutunun önüne dizilmiş olan ve birbirleriyle pek görüşmeyen, konuşmayan; ağızlarını açtıkları vakit ise, birbirlerine yüz yüze bakamayacak ağırlıktaki sözlerle saldıran siyasi şahsiyetler.

Orada öyle, Şerafettin Elçi’nin tabutu başında niye dizilmişler?

“Sorunun çözüm umutları”nın “defin töreni”ndeler mi?  Ömrünü “Kürt sorunu”nun çözümü için tüketmiş ve kendi kuşağını çözüm için “son nesil” olarak nitelemiş olan Şerafettin Elçi’ye “Sağlığında bu işi beceremedik. Kusura bakma. Elvada!” mı demek istiyorlardı?

O sessiz fotoğraf, Şerafettin Elçi’nin cansız bedeninin şahsında bir “umutsuzluk haykırışı” mıydı acaba?

Yazının Devamını Oku

Ya Bağdat, bir “bağımsız Kürt devleti”ni kabul ederse?..

26 Aralık 2012
“Bir Kürt Devleti Kurulmakta ve Bağdat Bunu Kabul Edebilir”... Ben demiyorum. David Hirst’ün Lübnan gazetesi Daily Star’daki yazısının başlığı bu.

Önce, dünkü yazıda Peter Galbraith ile ilgili olduğu gibi, bu kez de, David Hirst ile ilgili kısa bir bilgi notu.  David Hirst, tüm ömrünü Beyrut’ta yaşayarak Ortadoğu’da geçirmiş olan 1936 doğumlu ve Oxford ve Beyrut Amerikan Üniversitesi mezunu bir İngiliz gazeteci. Yıllarca Guardian gazetesine yazdı. Bizim kuşağın, bölge haberciliği ve yorumlarda,  Le Monde Ortadoğu muhabiri Eric Rouleau ile beraber bölge konusunda en bilgili gazeteci olarak örnek aldığı ikinci isimdi. 2003 baskılı “The Gun and the Olive Branch” (Silah ve Zeytin Dalı) adlı kitabı Filistin mücadelesi üzerine yazılmış en yetkin kitapların başında gelir. 2010 baskılı “Beware of the Small States: Lebanon, Battleground of the Middle East” (Küçük Devletlere Dikkat: Lübnan, Ortadoğu’nun Savaş Alanı) başlıklı kitabı ise Lübnan’ın uzun savaş yıllarına dair yazılmış en mükemmel kitaptır.

 

Yazının başına başlığından söz ettiğim yazısının başlangıç bölümü şöyle:

 

“Geçen hafta Bağdat gazetesi Al-Sabah’ta, genel yayın yönetmeni Abdülcabbar Şabbut’un Irak’ın Arapları ile Kürtleri arasında ‘ezeli sorun’un bir ‘Kürt devleti’nin kurulmasıyla çözümünün zamanının geldiğini savunan yazısını okuduğum vakit şaşırdım. Herhangi bir Arap çevresinde bu kadar açıklıkla böylesine sapkın bir düşüncenin dile getirildiğini hiç duymamıştım. Kaldı ki, bu, herhangi bir Arap çevresi de değildi. Sabah, Irak Başbakanı Nuri el-Maliki’nin ağzıdır. Şabbut, ‘Arap-Kürt işbirliğini barışçı yoldan sona erdirme’yi öneriyordu. Önerisini B Planı olarak sunuyordu. A Planı şu anda yürürlükte olan durum; yani Irak’ın merkezi hükümeti ile Kürt bölgesel hükümeti arasında ‘yeni Irak’ çerçevesi içindeki sürekli ‘diyalog’ hali...

 

Ama diyor Şabbut, A Planı hiçbir yere gitmiyor. İktidar ve yetkiler, petrol ve doğal kaynaklar, toprak ve sınırlar arasındaki ayrılıklar o kadar derin ki, diyalog, sürekli olarak başarısızlıkla sonuçlandı. Ve bu ayrılıklar, bu ay, neredeyse tarafları savaşın eşiğine getirdi. Şabbut, Irak ordusu ile Kürt peşmergelerin Kürdistan ve Irak’ın geri kalan sınırları içinde karşı karşıya konuşlandıklarını ve bu gerginliğin her an bir savaşın patlak vermesine yol açacağını gözlüyor.

 

Yazının Devamını Oku

“Bağımsız Kürdistan” mı? Nasıl yani?

25 Aralık 2012
Peter Galbraith’in “Exit the Conciliator” (Uzlaştırıcının Terkedişi) başlıklı yazısı Foreign Policy dergisinin son sayısında yayımlandı.

Konusu, Celal Talabani ve Talabani’nin cumhurbaşkanlığı makamını terketmesi halinde, Irak’ın durumu, yerini kimin alacağı.

İmza önemli. Zira, Peter Galbraith, ABD’nin tartışmasız “bir numaralı Kürt uzmanı”dır. Irak Anayasası’nın hazırlanmasında Kürtlerin danışmanı olarak rol almış ve Irak Anayasası’nın birçok maddesinin Kürtler lehine yorumlanacak biçimde yazılmasında onun belirleyici önemde “parmak izi” vardır.

Yazının son paragrafı şöyle:

“Talabani, Irak’ın en zorlu sorunlarını çözmemişse de (bu, kısmen, çözümü imkansız sorunlar olduğundan ötürü), Irak’taki her topluluğu, şiddet yerine siyaset yoluyla daha fazla kazanç elde edeceklerine ikna edebilmiştir... Cumhurbaşkanı olarak Talabani’nin birçok potansiyel halefi mevcut, ama Irak’ın ihtiyacı olan onun ayakkabılarının içini doldurabilecek birisi olması. Ve Talabani’nin yerine gelmesi muhtemel hiç kimse bunu yapamaz.”

Benim 40 yıldır tanıdığım Talabani’yi, ABD’nin tartışmasız “bir numaralı Kürt uzmanı” olan Peter Galbraith de, yazısında belirttiği gibi, 25 yıldır çok yakından tanıyor. Bu tespitini önemle dikkate almakta yarar var. Peter Galbraith, Talabani’nin yerinin doldurulmazlığını vurguladığı yazısının bir başka paragrafında şu ilginç değerlendirmelerde bulunuyor:

“... Talabani’nin yönetimdeki ve siyasetteki çalışma arkadaşları onu makamından ötürü değil, doğru karar verici olmasından ve diktatörlüğe karşı yaşam boyu mücadelesinden ötürü saygı duydular. Onu yeri doldurulmaz yapan budur. Eğer iş oraya gelirse, Kürtlerin onun yerini bir Kürt’ün almasını isteyecekleri düşünülebilir. Ama, aslında, Kürtler cumhurbaşkanlığı için Talabani’yi, Irak’ın yeni siyasi liderleri arasında baskın bir şahsiyet olduğu için istemişlerdi... Şimdi, eğer cumhurbaşkanı Talabani değil ise, Kürtler, Irak cumhurbaşkanlığına pek önem atfetmeyebilirler. Kürtler, (bundan ziyade) Bağdat’ın KBG’nin (Kürdistan Bölgesel Yönetimi) petrole ilişkin anayasa haklarını tanımasını ve Kerkük ile diğer ihtilaflı bölgeler için anayasa gereği olan referandumları yerine getirmesini istiyorlar. Başbakan Nuri el-Maliki’yi bu amaçlarının önünde başlıca engel olarak gördükleri gibi,  artan ölçüde diktatörce eğilimler ortaya koyduğu algısıyla ondan korkuyorlar da...”

Kürtlerin, Talabani’den sonra Irak cumhurbaşkanlığı makamına talip olmayabilecekleri tespiti ilginç. Bu, bir yönüyle de, Kürtlerin, Bağdat ile bağlarının –Nuri el-Maliki başbakan kaldıkça ve iktidarını pekiştirdikçe- giderek pamuk ipliğine bağlı hale gelmeye başladığını da ifade ediyor.

O “pamuk ipliği”nin kopması, “bağımsız Kürdistan” demek. Böyle bir ihtimal var mı? Yakınlaşıyor mu?

Yazının Devamını Oku

Talabani boşluğu, Obama durgunluğu...

23 Aralık 2012
İngiliz gazetesi The Sunday Times haftasonu baskısında Bağdat çıkışlı bir haberine, “Cumhurbaşkanı Celal Talabani’nin bir beyin kanaması sonucu Almanya’da tedavide bulunuyor olmasıyla, laik Sünni desteğindeki Irakiyye bloku ile Şii Başbakan arasında yeni bir siyasi krizin ısınmaya başladığı bir sırada, Irak, anahtar niteliğindeki arabulucudan mahrum durumda” diye girmişti. Şii Başbakan Nuri el-Maliki ile Sünni Irakiyye bloku arasında yeni bir siyasi krizin fitilinin, Celal Talabani’nin Berlin’de bir hastanedeki ikametinin henüz 48. saatinde yakılmış olması ilginç.
Kerkük ve petrol üzerinde kuzeydeki Kürt yönetimi ile büyük bir çatışmanın eşiğine gelmiş olan Maliki’nin “kriz üzerinden beslenerek” iktidarını sağlama alma politikası güttüğü sezilebilir.
Bazı Iraklı Kürt çevreleri, Maliki’nin kendi üzerlerine çullanmasının, bir “İran politikası” olduğunu öne sürüyorlar. Buna göre, Maliki’nin söz konusu hamlesiyle, Irak Kürtlerinin, tayin edici bir tarihi anda, Suriye Kürtlerine destek olmasını önleyip, kendi içlerine, yani Irak’a dönmesini sağlamış oluyor.
Bu doğrultudaki yoruma göre, bir yandan Suriye Kürtleri muhtaç oldukları önemli bir destekten mahrum kalırlarken, diğer yandan Irak Kürtleri, Araplar karşısında mevzilenerek, kendi dertlerine düşürülmüş oluyorlar.
Bütün bu manzaranın, Suriye’de rejimin ömrünü uzatmak, Irak’ta Maliki’nin iktidarını tahkim etmek suretiyle İran’ın işine yaradığı hükmü veriliyor.
Bağdat’taki son “kriz” de, “Arap-Kürt gerilimi”nin üstesinden gelinememişken, “Şii-Sünni gerilimi”ne dönüş. Ülkenin önemli Sünni şahsiyetlerinden Rafi İsavi’nin korumaları “terörist” oldukları gerekçesiyle, Başbakan Maliki’nin adamları tarafından yaka paça götürülüp tutuklandılar. Geçen yıl aynı tarihlerde, aynı şey, aynı gerekçeyle Sünni Cumhurbaşkanı Yardımcısı Tarık el-Haşimi’nin başına gelmişti. Tarık el-Haşimi, bugün, Bağdat’ta hakkında birkaç idam hükmü, Türkiye’de “siyasi mülteci” konumunda.
Maliki, Tarık el-Haşimi’yi koruyan ve kollayan Türkiye’ye karşı, Türkiye’nin alerji duyduğu tüm siyasi figürleri –PKK ve Suriye’deki PYD’yi başta sayabilirsiniz- koruyor ve kolluyor.
Bağdat’taki son gelişme üzerine, Rafi İsavi, bir basın toplantısı düzenleyip tepki gösterdi. Yanına aldıkları dikkat çekiciydi. Bir yanında Meclis Başkanı Usama el-Nuceyfi, diğer yanında Başbakan Yardımcısı Salih Mutlak. Usama el-Nuceyfi, Irak’ta “Türkiye’nin adamı” olarak biliniyor, Salih Mutlak ise eski Baasçı. Her ikisinin ortak özellikleri, Sünni ve Arap milliyetçileri olmaları. Rafi İsavi ve Tarık el-Haşimi isimleriyle birlikte, en önemli Arap Sünni şahsiyetler “kare as”ı tamamlanmış oluyor.
Gelmiş olunan nokta, bir ay önce Arap unsurunu öne çıkartarak Kürtlere karşı “Arap milliyetçisi” bir seferberliği harekete geçirmeyi deneyen Maliki’nin şimdi de, Suriye’nin Irak’a bitişik bölgelerinin giderek Sünni silahlı güçlerin kontrolüne girmeye başlaması üzerine, Irak Arap Sünnilerini altedecek ve kendi iktidarını sağlama alacak bir hamleye başvurması.
Bu karmaşık tablo içinde, Celal Talabani gibi eşsiz bir “denge adamı”nın sahnede olmaması, bölgede istikrar arayan tüm aktörler açısından, işleri daha da karmaşıklaştıracak nitelik taşıyor.
Ancak, burada bir başka ilginç “işaret” var ki, bunu, Lübnan’ın Daily Star gazetesinin kıdemli yazarı Michael Young yakaladı. Michael Young, Cuma günü “Celal Talabani’yi İhmal Etmek Ne Anlama Geliyor” başlıklı yazısının başında şöyle diyordu:
“Son iki gün içinde, tahmin edilmez değilse de, Obama yönetiminin Celal Talabani’nin hastaneye kaldırılması karşısında pek az ilgi göstermiş olması gariptir.”
Yazı, uzun uzun bunun nedenlerini irdemeleye ve Obama yönetimine dönük üstü kapalı bir eleştiriye ayrılmış. Aslında, Türkiye’de birçok çevrenin zannının aksine, Celal Talabani ile Washington arasında rahatsızlık hep vardı. Öyle ki, Talabani’nin son dönemde cumhurbaşkanı olmaması için ABD, müthiş gayret göstermiş ve Mesut Barzani’ye “hayatımda gördüğüm en büyük baskıydı” dedirtecek ölçüde baskı yapmıştı.
“Mezopotamya Ekspresi”nin 271. Sayfasına, kitap basılmakta iken, son dakikada giren şu dipnota göz atalım:
“Ahmet Davutoğlu’nun bana ‘Türkiye’nin politikası’ olarak anlatmış olduklarının, aynı zamanda ABD politikası olduğunu 22 Eylül 202’de New York Times gazetesinde yayımlanan bir haber sayesinde öğrenmiş oldum. Michael Gordon imzalı yazıda, Başkan Barack Obama’nın Celal Talabani’ye Irak cumhurbaşkanlığından el çektirmek için bizzat devreye girdiğinden ve bu konuda Celal Talabani’nin yanı sıra Mesut Barzani’ye de baskı yaptığından söz ediliyor. Buna göre, Obama, 4 Kasım 2010 tarihinde Talabani’yi telefonla arayarak bir Sünni listesinin başını çeken laik-Şii İyad Allavi lehine cumhurbaşkanlığından feragat etmesini istemiş. Maliki’nin elinde fazlaca iktidar gücü biriktirdiği düşüncesinde olan Amerikan yöneticileri, Maliki’nin yerine de Adil Abdülmehdi’nin başbakanlığını desteklemişler. Bu tip girişimler gerçekleşmeyince, Başkan Yardımcısı Joe Biden devreye girmiş ve Maliki’nin başbakanlığı koruyabileceği ama Talabani’nin yerini terkederek, Dışişleri Bakanlığı ile iktifa etmesi yolunda bir uzlaşma formülü geliştirmiş. Talabani’nin ABD’nin bu yöndeki her türlü girişimini reddetmesi üzerine, Kürt liderin etrafından dolanılması ve Mesut Barzani üzerinden Talabani’nin ekarte edilmesi kararlaştırılmış. Obama, Mesut Barzani’ye bu niyetleri ifade eden bir mektup göndermiş. Ne var ki, Barzani, Şiiler ile Arap Sünniler arasındaki sorunların çözülmesi için Kürtlerin feda edilmeye çalışıldığından şikayet ederek Obama’nın baskısına direnmiş ve önerileri geri çevirmiş. Mesut Barzani, 2010 yılının Kasım ayının iki haftasını ‘hayatında karşılaştığı en büyük baskı’ olarak nitelemişti. Irak Dışişleri Bakanı Hoşyar Zebari, 26 Eylül 20112’de CNNin ünlü muhabiri Christiane Amanpour’un kendisiyle yaptığı röportajda, New York Times’in haberini doğruladı. New York Times’te yer alan bilgiler, Michael Gordon ile emekli Korgeneral Bernard E. Trainor’un ‘The İnside Story of the Struggle for Iraq, from George W. Bush to Barack Obama’ (George W. Bush’dan Barack Obama’ya Irak için Mücadele’nin Perde Arkası) adlı yayına hazırlanan kitabından aktarılmış.”
O kitap çıktı. Tarihi gerçekler yerli yerinde duruyor. 2010 yılı boyunca Türkiye’nin Irak politikası, meğerse Amerika’nın Irak politikası imiş.
Şimdi ABD’nin Irak politikası ne? Suriye politikası ne?
Türkiye, ABD ile ne kadar uyumlu, ne kadar değil?
Net cevabı olmayan sorular bunlar...
Yazının Devamını Oku

“Kürt Sorunu”nda Türkiye-Suriye İzdivacı...

17 Aralık 2012
Beyrut’un ardından Diyarbakır... Diyarbakır Barosu’nun düzenlemiş olduğu konferanstayız... Konu, aşağı yukarı Beyrut’ta konuşulanlarla, konuştuklarımızla örtüşüyor.

Dünkü yazımın sonunda altını çizdiğim, Cumartesi günkü Radikal’de Deniz Zeyrek imzalı haberde, Milliyet’te ise Aslı Aydıntaşbaş imzalı manşette yer alan, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun PYD’ye ilişkin değerlendirmesi üzerinde duruyorum. Yazının son bölümünde “yanlış değerlendirme” ve “yanlış bilgi”den söz etmiş, PYD’yi Başşar Esad’ın “Şebbiha”sı ile aynı kategoride değerlendirmenin isabetsizliğine vurgu yapmış ve şu satırlara yer vermiştim: 

“Bunların hiçbiri doğru değil. Türkiye’de Kürt sorununa yaklaşımdaki çarpık bakış açısının, Suriye Kürtlerine doğru yayılmasının yansıması. Gerçeklere ve olgulara dayanmayan teşhislerden yola çıkan politikalar sonuç vermez.”

Suriye Kürtlerine ve o bağlamda PYD’ye ilişkin “yanlış bilgi” ve “yanlış değerlendirme”ye ilk dikkati çeken ben değilim.  Bir genç akademisyen, Arzu Yılmaz, Ağustos ayında Radikal 2’deki bir yazısına şöyle girmişti:

“Türkiye’de Kürt sorununa bir çözüm üretilememesinin en büyük nedenlerinden biri, ‘bilgi’, eksikliği. Kürt siyasal hareketinde meydana gelen her gelişme, tarihsel bağlamından kopum gündem odaklı okunur ve yorumlanır. Bunun hiç kuşkusuz en önemli nedeni Cumhuriyet’in inkarcı ve asimilasyoncu politikalarıdır. Kürtü yok sayma politikası doğal olarak, Kürtler ve Kürdistan konusunda da bilgi üretilmesini engelliyor. Özellikle son on yılda, hem siyasal hem de iletişim alanında yaşanan değişim, bu durumu bir ölçüde değiştirdiyse de söz konusu politikaların yarattığı arızalar kolay kolay onarılamadı...”

Arzu Yılmaz ardından şu soruyu ortaya atmıştı, “Bu çerçevede, ancak Suriye’de bir iç savaş çıkmasıyla gündemde yer bulan PYD hakkında ‘PKK’nin uzantısı’ ezberinden başka ne biliyoruz?”

Yazının Devamını Oku